1 Temmuz 2003 Salı

KAYBETMEYE TAHAMMÜLÜMÜZ YOK TÜRKİYE İÇİN SORUMLULUKLARIMIZ

Bilindiği üzere,  ülkemiz öteden beri siyasi, sosyal, ekonomik, hukuk ve eğitim alanında ciddi problemlerle karşıyadır. Kişi başına milli gelir 2000 dolar seviyelerine gerilemiş, iç ve dış borç stoku toplam milli gelirin %130’una varmıştır. 70 milyonluk Türkiye bir yıl hiç yemese, içmese, giymese, ağzını kapatıp otursa ve bütün ürettiğini borç ödemesine harcasa dahi bu borcun altından kalkamayacak bir hale getirilmiştir. Borç ve faiz sarmalına mahkûm edilmiş bir Türkiye,  her şey iyiye gitmeye devam etse dahi, daha uzun bir müddet debelenip duracak, el kapısında para dilenecek haldedir.

Gelir dağılımındaki adaletsizlikte bazı Afrika ülkelerinden bile gerideyiz. Senegal’in kişi başına milli geliri 570 dolar, Ağrı’nın ki ise 568 dolardır. İşsizlik zaten Türkiye’nin kronik bir meselesiydi, şimdi de sayıları yüz binleri bulan okumuş işsizler ordusu oluştu.

Memuru, işçisi, çiftçisi perişan bir ülkenin içine düştüğü ümitsizlik hali ile bir tarafta yüreği cayır cayır yanan insanlar, bir tarafta Televole düzeninin yaşandığı bir Türkiye. İntiharların, boşanmaların arttığı, soyguncu ve kapkaççının kol gezdiği, uyuşturucu kullanma yaşının 13 yaşına indiği, tinerci çocukların binlerle ifade edildiği, çöp bidonlarından, pazar artıklarından beslenen insanların olduğu, adeta toplumsal cinnet halinin yaşandığı bir Türkiye.

Kız çocuklarının eğitim haklarının ihlal edilmesi; ana babaların çocuklarını kendi inançları doğrultusunda  yetiştirme hakkından mahrum edilmesi; tek tip düşünce ve ideoloji eğitimi dayatılması; kültürel farklılıklarını yaşamak isteyen ülke insanının önüne engeller konulması; adaletin yavaş işlemesi; hukukun halkın hak ve özgürlüklerinin ilerlemesini sağlamak yerine resmi ideolojinin mutluluğuna kurban edilmesi konularında değişen bir şey yok.

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve son olarak 28 Şubat gibi milletin iradesini zaafa uğratan süreçlerle; toplum, düşünmeyen, akıl etmeyen, sorgulamayan, sadece tabi olup uysal bir şekilde itaat eden bir tebaa olarak idare edilmek isteniyor. Özgürce düşünemeyen, düşündüğünü özgürce ifade edemeyen insanlardan oluşan bir toplumda ne fikir planında ne de ekonomik alanda bir üretimden, ne zenginlikten, ne kalkınmadan söz etmek mümkün değildir.

Dünyanın hiçbir yerinde, ben eğitim almak istiyorum diyen insanları okulların kapılarından coplayarak kovan, eğitim haklarını elinden alan bir sistem yoktur. Bu uygulamayı ilkel toplumlarda bile göremezsiniz. Dayatmacı bir zihniyetin baskısı altında olan üniversiteler ve diğer eğitim kurumları asli görevlerini bırakıp öğrenci ve öğretim üyelerinin inançları ve kıyafetleri ile uğraşmaktadır. Hal böyle olunca da bugünkü eğitim sistemi genelde “defolu insan” yetiştiriyor. Vurgunculuk, soygunculuk, hortumculuk, rüşvet, ahlaksızlık, tembellik gibi sayabileceğimiz bir sürü defo.

Bürokratik elit egemenliğindeki sistem bir ideolojiyi topluma zorla dayatmakta, yaptıklarını sorgulamak gibi bir cüret göstermek gafletinde bulunanlar ise linç edilmektedir. Resmi davet ve törenler milletin temsilcileri için bir kâbusa dönüşmüştür. Hikmetinden sual olunmaz buyurgan devlet ve lümpen bürokrat-burjuvazi, tepeden tırnağa kir ve çürümüşlükten ibaret olan bu düzende bize ya devşirilme  ya da dışlanma dışında  bir alternatif bırakmıyor.

HUKUK DEVLETİ Mİ?

Anayasa Mahkemesi, devlet gücünün kötüye kullanılması nedeniyle zedelenen vatandaşlık haklarını korumak yerine, vatandaşa karşı devletin ideolojik vasfını korumayı öncelemektedir.

Cumhurun sözcüsü olması gereken Cumhurbaşkanı ise bu sistemde ideolojik devletin bekçisi konumunda olup, halkın temsilcilerini sürekli resmi ideolojinin sınırlarına çekmekte, toplumun hassasiyetlerini dikkate almak yerine resmi ideolojiden yana tavır koymaktadır.

Hukuk devleti olduğu söylenen Türkiye’de maalesef evrensel hukuk ilkelerine göre yapılanmış, hukuka saygılı, hukukun gerçekten hakim olduğu bir sistem yoktur. Hukuksuzlukların kurumsallaştığı devlet yapısı ile toplum arasında ciddi problemler vardır. Devlet hala toplum mühendisliği yapmaktadır. Türkiye’de halka tepeden bakan, halka tahakküm etmek isteyen, İttihat ve Terakki komitacılığından beri gelen gizli bir iktidar anlayışı hakimdir. Bu anlayışa göre, millet devletin istediği gibi düşünecek, devletin istediği gibi yaşayacak, devletin istediği gibi giyinecek, devletin sev dediğini sevecek, devletin sevme dediğini sevmeyecektir. Ancak devletin izin verdiği kadar hak ve hürriyetlere sahip olacaktır.

LAİKLİK Mİ? LAİKÇİLİK Mİ?

Laikliğin tehlikede olduğu iddiaları sürekli gündemde tutularak, dindarların asgari ölçülerde özgürlük talepleri bile, laik cumhuriyete karşı bir başkaldırı hareketi gibi gösterilerek sindirilmiştir. Belli bir zevat ve destekçisi medya  her türlü dini faaliyeti ve görüşü çok rahatlıkla irtica yaftası ile değerlendirmekte, kendi hayat tarzlarına uymayan insanları aşağılamaya devam etmektedir. Kutsallarımız ile alay ediyorlar. Onunla meşgul olmak isteyenleri de hem sindiriyor, hem de şahsiyetlerini eziyorlar. İnanalar ise kendini savunmaktan yorulmuş bir biçimde bu hakaretlere ses çıkaramamaktadır. Baskı ve zulüm, bireyleri ikiyüzlülüğe, olduğundan farklı görünmeye sevk etmekte, toplumsal hayatı adeta bir maskeli baloya çevirmektedir. Laiklik bireyi değil, devleti sınırlaması gerekirken, tam tersine Türkiye’de devlet dine ve dini hayata müdahil ve egemen olup, istediği gibi yönlendirmektedir.

Apo yakalandıktan sonra, Türkiye’de huzur ve sükûn oluşursa Ankara’daki egemenler ellerindeki ipleri istedikleri gibi kullanamayacaklardı. Onun için, “kontrollü bir gerilim stratejisi” uygulayarak bir şekilde yeni bir düşman belirlemeleri gerekiyordu. O düşmanı da ‘irtica’ olarak belirlediler. İcat ettikleri bu düşmana karşı hareket edebilecek güçleri ikna ettiler. Türkiye’de gelişmekte olan dini duyarlılığı yanlış tahlil ettiler. Silahlı bürokrasiyi yanlış bilgilendirdiler ve yanlış yönlendirdiler.

BAŞÖRTÜSÜ “ATEŞTEN GÖMLEK”

MGK Genel Sekreteri basına yaptığı bir açıklamada; başörtüsü konusunda yeni gerginliklere sebebiyet verilmemesini istiyor. Ve bu hassas meseleyi sadece izlemekle yetinmeyip, gerekli uyarıları yapmayı sürdüreceklerini, daha da önemlisi çözüm için bizzat devrede olduklarını söylüyor. Çözüm için, meseleye kaynaklık eden faktörü ortadan kaldırmak gerektiğini belirten general, İmam-Hatip okullarına kız öğrenciler alınmadığı takdirde meselenin kökten çözüleceğini savunuyor. Ve görüşünü şöyle gerekçelendiriyor; “Kızlar imamlık yapmıyorlar, rahibe de olmadıklarına göre bu okullara gitmelerine gerek yok” diyor.

Din öğrenimini ve başörtüsünü yasaklayarak kökten halledilmesi gereken bir mesele olarak ele almanın ancak milleti üzüntüye sevk ettiğini ve giderek devletin canlılığını ve sağlığını kaybetmesine sebep olacağını bu zevat düşünmelidir.

Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin hayatiyetini temin eden tükenmez kaynak İslam’dır. Müslüman kimliğinden kopartılan ve başörtüsünü hayatından çıkarmaya çalışan bir Türkiye’nin vatanlık vasfını zaafa uğratmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Türkiye’yi; toprağını, dilini, dinini, terk etme hazırlığı içindeki insanların yurdu haline getirmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Üniversite gençliği arasında yapılan bir ankete katılanların %70’i Türkiye’de yaşamak istemediğini, yurt dışına gitmek istediğini belirtmiştir.   

Başörtüsü meselesi “ateşten bir gömlek” oldu. Dokunanı yakıyor. Eskiden mağdurlar siyasilere gidip bu konunun çözümünde yardım talep ediyorlardı. Şimdi bizzat çözüm üretmesi gerekenler bu zulmün mağduru olmaya başladılar.

Çözüm üretmesi gereken siyasetin alanı daraltılmıştır. Sivil ve silahlı bürokrasinin tahakkümü ile siyaset vesayet altında tutulmaktadır. Partilerin Türkiye’nin yönetiminde fazla bir etkileri yoktur. Değerli olup olmadığı tartışılır birçok önemli zevattan oluşan atanmış bürokratik oligarşi halkın seçilmiş temsilcilerini evire çevire dövebilmekte, gerekirse ailelerinin özel hayatlarına müdahale edebilmektedir. Bizzat siyasetin kendisi egemenler tarafından bir kimlik ve kişilik krizine itilmiştir. Siyasi aktörler denetim altında tutularak, siyaset kurumu fonksiyonunu yerine getiremez hale sokulmuştur.

NE YAPMALI

Zenginliklerimiz, tarihimiz, kültürümüz, dinimiz, şerefimiz, çocuklarımız ve geleceğimiz büyük bir tehdit altındadır. Nimetlerin adil paylaşılmadığı, güçlü olanın zayıfı ezdiği, şeref ve haysiyetini ayaklar altına aldığı, servet ve topraklarını yağmaladığı bir dünyada yaşıyoruz.

Bu topraklarda ve dünyanın birçok yerinde Batı karşısında bozgundan hasarsız çıkmış bir nesil yok gibidir. Yenilginin yarattığı eziklikten kurtulmak için çalışmak yerine, parlak geçmişin hayallerine sığınarak, ya hamasi duygularla teselli bulmaya çalışıyoruz, ya da başımız sıkışınca Batı’nın hakemliğinden medet umuyoruz.

Bilmeliyiz ki, ABD’nin de AB’nin de temel hedefi, İslam’ın yeniden tarih sahnesine çıkmasını mümkün kılacak tüm gelişmeleri engellemektir. Batı kendi kontrolü dışında iktidarlar oluşmasına İslam coğrafyasında izin vermemektedir. Çünkü bugün küresel hegemonyanın karşısında durabilecek tek güç İslam’dır. Dünyada müntesiplerinin sayısı Müslümanlardan daha kalabalık birçok din ve felsefi görüş olmasına rağmen, İslam’ın hedef seçilmesi tesadüfi değildir. Global dünyanın Firavunlarına karşı İslam’dan başka alternatif oluşturabilecek bir görüş, felsefe veya din yoktur. Uluslararası hukuku olan tek din İslam’dır. İslam, Allah’ın insanoğluna uzattığı evrensel barışın adıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “ Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak olan dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran ki, Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin. Bu sahih bir dinin gayesidir ama çoğu insanlar onu bilmezler.” (Rum, 30)

SORUMLULUK DUYMAK

Türkiye’miz, gelecek 50 yıla, 100 yıla damgasını vuracak bir yol ayırımındadır. Herkes taşıdığı yükümlülük nispetinde toplumda gelişen fitne, fesat, kargaşa, zulüm, adaletsizlik gibi olumsuzluklara karşı sorumludur. Bu konuda şu ilahi mesajın bütün fertlere yüklediği sorumluluk önemlidir; “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (genele sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl, 25)

Türkiye bu utanç verici duruma layık bir ülke değildir. Türkiye bu kötü gidişata dur diyecek imkan ve fırsatlara sahip bir ülkedir.  Türkiye’nin dünyadaki onurlu yerini alabilmesi için, ülkesini seven insanların bir araya gelerek meseleye sahip çıkması gerekmektedir. Sahip çıkılmadığı takdirde, meydanı boş bulan, vatandaşla iç içe olamayan, olmaya cesaret edemeyen, sokakta gezmekten kaçınan,  bu ülke insanının yaşadıklarından bihaber,  oluşturdukları gettolarında mutlu bir hayat süren  bir azınlık, her zaman gücü elinde tutacak; bu ülkeyi biz idare edeceğiz deyip, toplumu kendi ideolojik saplantılarına göre dizayn edecektir. Üzerine düşen görevi yapmayanlar ise uğradıkları zulümler karşısında sadece dizlerini dövüp ağlayacaklardır.

Tereddüt göstererek, korkarak ve çekinerek bir yere varmak mümkün değildir. Çekingenlik ve korkaklık özgürlük düşmanlarına cesaret vermektedir. Devleti yönetenlerin de bizim gibi insan olduklarını unutmayalım. Devleti yönetenlerin yanlışlarına hukuk çerçevesi içerisinde “yanlış yapıyorsunuz” demeyi bilen insanların var olduğu bir topluma ihtiyaç vardır. Başımıza gelenlerin sebeplerini kendimizde aramamızın zamanı gelmiştir.  Cenab-ı Allah ; “Başınıza bir bela gelince niçin: ‘Bu nereden?’ diyorsunuz. Onlara de ki: ‘Bu belayı başınıza siz getirdiniz’ Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” buyuruyor. (Âl-i İmrân, 165)

ÖZELEŞTİRİ GEREK

İnsanlarımız bir vatandaş olarak devletin asli unsuru olduklarını ve devletin kendilerine servis veren bir aygıt olduğunu bilmekten alıkonulduğu için, devleti ağababalarının çiftliği gibi kullananlar “Devlet biziz” diyorlar. Eğer gerçek bir özgürlük ortamı sağlanamazsa Türkiye’nin şu hali büyük sosyal patlamalara gebedir. Ülkeyi yönetenlerin toplumu doğru okumaları ve toplumun beklentileri istikametinde devleti yeniden yapılandırmaları gerekmektedir. Devlet ile milletin arasını germenin, gerginliği derinleştirmenin hiç kimseye faydası yoktur. Aksine bu gemide bulunan herkese zararı dokunmakta, ülke kaybetmektedir.

Herkes kendi dışındaki bir şeylerde şikâyetçidir bu ülkede. Kendi halinden şikayetçi olan ise çok az. Eğer bir şeylerin değişmesi gerektiğine inanıyorsak, önce kendi halimizle bir derdimiz bir muhasebemiz olmalıdır. Değişmeden değiştirmek imkânsızdır. Değişimi isteyen insan önce kendi halinden memnun olmamayı bilmelidir. Kendimize gelmediğimiz sürece küresel gücün ve küresel hegemonyanın karşısında duramayız. Ancak biz gerekli gayreti gösterirsek Allah’ın yardımı bize ulaşır. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki; “Ey imana ermiş olanlar! Hem bu dünyada hem de öteki dünyada şiddetli bir azaptan sizi koruyacak bir alışveriş göstereyim mi size?...Allah’a ve Peygamberi’ne inanır ve Allah yolunda malınızla ve canınızla gayret gösterirsiniz: bu sizin kendi iyiliğinizedir; keşke bilseydiniz....(Eğer böyle yaparsanız,) Allah günahlarınızı bağışlayacak ve sizi (öteki dünyada) içinden ırmaklar akan cennetler ve bu sonsuz mutluluk bahçelerindeki güzel köşklere koyacaktır. İşte en büyük kurtuluş budur.” (Saf, 10-12)

ÜLKENİN SAHİBİ BİZİZ

Emekli tabip albay Prof. Nevzat Tarhan bir röportajında şöyle diyor: “Bir arkadaşım bu 28 Şubat hareketini yapanların içerisinde olan birine gidiyor ve “Halk 28 Şubatı desteklemiyor Komutanım, yanlış yaptınız” diyor. O da kendisine ben öyle düşünmüyorum “Baksana bana topu topu 8 tane mektup geldi bu konuda” diyor. Buradan da anlaşılıyor ki toplum, kendi düşüncesini Türkiye’yi yönetenlere yeterince anlatmıyor. Sayın Recep Yazıcıoğlu’nun dediği gibi “Bizim toplum söyleniyor ama söylemiyor”. Maalesef toplumumuzda bir nemelazımcılık var. Bencilleşen insan kişisel menfaatlerini toplumsal menfaatlerin önüne aldı. Bu psikolojideki en önemli pay yine devlete ait. Devletin gerçek sahipleri olduklarına kendilerini inandırmış bir zümre halkını küçük görerek, onu aşağılayarak, en ufak fikri bir eylemde cezalandırarak bu duruma gelmesine sebep oldu. Bu nedenle yeniden motive olarak vatanın gerçek sahipleri olduğumuzu demokratik yollardan göstermeliyiz.

Bu vatan kimsenin babasının tapulu mülkü değildir. Çağdaş, laik, demokrat kılıklı oligarşik zümre, zulümleri sayesinde payidar olacaklarını zannediyorlar. Ama bilmeliyiz ki, bizi hapsettikleri demir parmaklıkların anahtarları bizdedir. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi; “anahtar bizde, içerde de biziz” . Bu ülkenin gerçek sahipleri bizleriz. Bu cennet vatanın hak ettiği yere gelmesi için her türlü mücadeleyi vermek mecburiyetindeyiz. Bu düzene, bu haksızlığa karşı hak ve hakikati haykırmak gibi bir sorumluluğumuz vardır.

HAK İLE BATIL’I KARIŞTIRMAMAK

Hayli zamandır İslam’i kesimlerin genelde savunma psikolojisi içinde hareket etmeleri söz konusudur. Sistem tarafından akredite edileceğiz diye türlü kılıklara girmeye gerek yoktur. Önce “Müslüman Demokrat” dediler, sonra “Ilımlı İslam” dediler, daha sonra iş “Muhafazakâr Demokrat” lığa kadar geldi. Ne olduğunuzu değil de sürekli ne olmadığınızı anlatarak, kimliğinizi reddederek bir yere gelmeniz mümkün değildir. Değiştiğimizi ispat etmeye çalışırken nerede değişmemiz nerede değişmememiz gerektiğini iyi düşünmemiz gerekmektedir.

Tavizin sonu yoktur. Taviz verdikçe daha çok isterler. Canavarı doyurdukça iştahı artar. Dik durmanın gereği vardır. Allah affeder diyerek ilkelerimizden taviz vermek gibi bir lüksümüz yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor; ”sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan da Allah’ın affına güvendirmek suretiyle sizi kandırmasın”. (Fatır, 5)

Şimdi yapılan telkinlere dikkat edin; sürekli “sakın vazoyu kırma”, “sakın şunu yapma”, “sakın bunu yapma”, “sadece benim dediğimi yap” denmektedir. Ancak bilinmelidir ki sistemin dayatmalarını nas kabul ederek ilerlememiz mümkün değildir. Yüce Allah diyor ki; “Hakikati yalanlayanlara uyma. Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı isterler ki kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem süresi, 8-9)

Ayrıca,  Türkiye’de hükümet etme ile iktidar ve muktedir olma arasındaki ince ayrıntıyı da iyi kavramak gerekmektedir. Bu ülkede siyaset yapabilmek, toplumsal talepleri seslendirebilmek ve bunları serbestçe yansıtabilmek için siyaset ve medya kurumunun özgür olması gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek için de öncelikle ülkenin üstüne çöken otoriter ve militer sistemin zihniyeti her yerde sorgulanmalıdır. Sivil ve silahlı bürokrasinin buyurgan ve müdahaleci tutumuna ses çıkarmayan, günlük politik hesaplarıyla değerlendiren ve baskılar karşısında eğilip bükülenler sonuçta kendi mezarlarını kazmış olacaklardır. Yakın geçmişimiz bunu acı örnekleriyle doludur.

Dik duran, kararlı bir duruş sergileyen, söylediğinin arkasında durabilen kadrolara ihtiyaç vardır.  Bize biçilen sürü rolüne itirazımız vardır. Kaba kuvvetin baskısına boyun eğmeden, kendimize saygının, insan ve müslüman olarak onurumuzu korumanın zamanıdır. Yüce Allah, “Davamız uğrunda üstün gayret gösterenleri, bize varan yollara mutlaka yöneltiriz” buyuruyor. (Ankebut, 69)

Faydalanılan Kaynaklar:

- Altınoluk, Aylık mecmua

- Gerçek Hayat, Haftalık Dergi

- Yarın, Aylık Dergi

- “Türkiye Nereye Gidiyor”, TGTV  Yayını

- www.netpano.com


DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...