1 Ağustos 2025 Cuma

TERÖRSÜZ TÜRKİYE YOLUNDA TARİHÎ DÖNEMEÇ

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı

Türkiye’nin gündemi oldukça yoğun ve hareketli seyrediyor. Gelişmeler hem iç siyaseti hem ekonomik dengeleri doğrudan etkileyen hem de dış güvenlik boyutuyla çok katmanlı meselelerle dolu. Bölgesel ve küresel düzeyde de sarsıcı değişimler yaşanıyor. Gazze’de işgal güçlerinin kadın, erkek ve çocuk demeden sistematik olarak gerçekleştirdiği katliamlar, sonra müfrit Siyonistlerin önce İran’a daha sonra ise Suriye’ye saldırısı, Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş ve Hindistan-Pakistan krizi bunlardan bazıları. Uluslararası kuruluşların sorunlara kalıcı çözüm bulma noktasındaki yetersiz tavırları, tek taraflı davranışları, insani değerlere kayıtsızlıkları büyük belirsizliklere yol açmakta ve yeni felaketlere kapı aralamaktadır. Küresel güçlerin çıkar çatışmaları, tehdit ve güç gösterileri, enerji rekabeti, bölgesel çatışmalar, ideolojik ayrışmalar sebebiyle birçok yönüyle alışamadığımız, anlamakta zorlandığımız bir dünyada yaşıyoruz.

Dünyada kartlar yeniden karılıyor, yeni bir dünya kuruluyor. Coğrafyamızda çok kritik gelişmeler vuku buluyor. Türkiye’nin geleceğini düşünürken önce yaşananların ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Yeni küresel sıklet merkezi Atlantik’ten Asya-Pasifik’e kayıyor. Soğuk Savaş döneminde kanat ülke konumundaki Türkiye bugün artık çok taraflı diplomasisiyle merkez ülke olma konumuna gelmektedir. Küresel düzenin yeniden kurulma sancılarının net şekilde hissedildiği bu süreçte özellikle bölgemizdeki oyun giderek sertleşiyor.

Dünyadaki bu değişim dalgasını ticaret, lojistik, enerji, ulaştırma koridorları bağlamında Hazar, Baltık, Adriyatik, Karadeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu ve Türkiye’nin Azerbaycan ve Pakistan ile kurduğu stratejik derinlik kapsamında okumak gerekiyor. Türkiye öyle bir noktadaki “Orta Koridor”dan Hazar Denizi’ni, Karadeniz’i, Adriyatik’i, Baltık’ı, aşağıdan Faw Limanı’ndan Kalkınma Yolu projesi ile Basra Körfezi’ni, Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan bir kavşakta bulunuyor. Ülkemiz artık oyunu kapsamlı ve çok katmanlı oynuyor. Şu anda dünya siyasetinde ve dünya ekonomisinde denge ve oyun kurucu bir pozisyondayız. O sebeple, bizi iç meselelerle uğraştırıp yeniden kurulan küresel düzende oyun dışında tutmak istiyorlar. Terörsüz Türkiye sürecinin başarıyla sonuçlanması ve bölgenin terörden temizlenmesi ülkemiz için yepyeni sonuçlar getirecektir.

Terörsüz Türkiye’nin İlk Adımları ve Yansımaları

Terörsüz Türkiye hedefi doğrultusunda şu anda tarihî bir dönemeçten geçiliyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin aylar önce başlattığı süreçte kritik bir eşik geçildi ve PKK 47 yıl sonra silah bıraktı. Abdullah Öcalan, 19 Haziran 2025 tarihli mektubunda PKK’nın kuruluş amacına ve örgütün 12. Fesih Kongresi’ne atıfta bulunarak “Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Varlık inkârına dayalı ve ayrı ulus devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisi sona ermiştir.” demişti. Demokratik siyaset ve hukuk aşamasına geçildiğini belirten Öcalan, toplumsal barış vurgusu yaparak, “silahların gönüllüce bırakılmasını” istemiş, TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışmasının önemine işaret etmişti. Bunun bir kayıp değil, tarihî bir kazanım olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Öcalan’ın açıklamalarıyla birlikte PKK’nın silah bırakma ve fesih sürecine girdiğini görüyoruz. Bu açıklamayı hem bölge politikaları açısından hem de Türk siyasi hayatı açısından yeni bir dönemin başlangıcı sayabiliriz.

PKK’nın 12. Fesih Kongresi sonrası yavaş yavaş bazı adımların atıldığını görüyoruz. MİT’in koordinasyonunda ve devletin belirlediği ilkeler çerçevesinde yürütülen silah bırakma eyleminin ilk adımı sembolik bir törenle Irak Süleymaniye’de gerçekleştirildi. PKK’nın silahları yakarak “birlikte yaşama” dönemine hazır olduğunu gösterdiğini yorumcular belirtiyor. Şimdilik bir sıkıntı yok gibi gözüküyor ama henüz iş bitmiş değil, hatta yeni başlıyor. Her an dış güçler tarafından zehirlenme ihtimali var. Sürecin örgüt mensupları açısından nasıl ilerleyeceği belirsizliğini koruyor. Küçük grupların itaatsizliği riski var. Bazı militanların sürece uymayabileceği ve bunun ise kışkırtmalara yol açabileceği değerlendiriliyor. Silahların nasıl ve nereye bırakılacağı henüz bilinmiyor. Veya en azından biz bunu bilmiyoruz.  Silah bırakanların hukuki statüsü henüz net değil. Af gündemde olmasa da bütünleşme süreci için bazı yasal düzenlemeler gerekiyor.

Toplumun bir kısmı sürece temkinli yaklaşıyor. Yıllarca süren çatışmalarda evlatlarını kaybeden aileler için, silah bırakıyoruz, demek yaşananların üzerinin örtülmesi gibi algılanabiliyor. “Şehit analarının gözyaşları kurumadan, gazilerin bedenindeki sancı dinmeden hiçbir açıklamayı kabul etmiyoruz.” gibi ifadeler, bir kesimin sürece karşı neden bu kadar temkinli olduğunu gösteriyor. Özellikle geçmişteki çözüm süreçlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, bu kez de benzer bir hayal kırıklığı yaşanabileceği endişesini doğuruyor. Şehit aileleri ve gaziler, haklı olarak PKK’nın silah bırakma sürecine karşı oldukça güçlü ve duygusal tepkiler veriyorlar. Şehit Aileleri ve Gaziler Derneği Başkanı “Bu millet silah bırakanı değil, hesabını verenleri görmek ister.” diyerek, silah bırakmanın tek başına yeterli olmadığını, adaletin mutlaka tecelli etmesi gerektiğini vurguluyor. Bu tepkileri, yaşanmış acıların, kayıpların ve adalet beklentisinin bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Bu tepkiler, sadece politik değil; aynı zamanda derin bir travmanın ve kolektif hafızanın dışavurumudur.

Siyasi partiler arasında görüş ayrılıkları var. Bazı muhalefet partileri süreci desteklerken, bazıları bunun bir “pazarlık” olduğunu öne sürerek karşı çıkıyor. DEM Parti’nin rolü hem destek hem de eleştiri alıyor. Sürece aktif katılımı, bazı kesimlerde “taraflılık” algısı oluşturuyor. Meclis’te kurulacak komisyonun yetkileri ve kapsamı tartışma konusu olmaya devam ediyor.

Sürecin ilerleyişi hem Kürt meselesinin demokratik zemine taşınması hem de Türkiye’nin bölgesel rolünün yeniden tanımlanması açısından son derece kritik. Sürecin uzaması veya kışkırtmalara açık hâle gelmesi, bölgesel istikrarsızlığı yeniden tetikleyebilir. PKK’nın elindeki silahların ABD ve İsrail piyonu olan SDG gibi yapılara devredilmesi, bu bölgelere yönelik meşru güvenlik kaygıları olan Türkiye’nin askerî reflekslerini harekete geçirebilir.

Devletin bu süreçte hem adaleti sağlama hem de toplumsal barışı inşa etme gibi iki zorlu görevi var. Bu gelişmelerin kalıcı barışa dönüşmesi için hem siyasi kararlılık hem de toplumsal destek gerekiyor. Şehit ailelerinin güvenini kazanmak için sürecin şeffaf, adil ve mağdurların içini ferahlatan bir şekilde yürütülmesi kritik bir önem arz ediyor. Her şeye rağmen bu sürecin mutlaka başarıya ulaşması lazım… Bundan sonra herkese önemli görevler düşüyor.

PKK'nın Silah Bırakması Bölgesel Dengeleri Nasıl Değiştirir?

PKK’nın silah bırakması, sadece Türkiye için değil; Irak, Suriye ve İran gibi komşu ülkeler için de bölgesel dengeleri köklü biçimde değiştirecek çok katmanlı bir açılımdır. Çünkü bu sadece bir örgütsel değişim değil, bölgesel siyaseti de doğrudan etkileyen bir gelişmedir. PKK’nın silahsızlanması ve etkinliğinin azalmasıyla, Irak Merkezi Yönetimi ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasında daha yakın bir iş birliği zemini oluşabilir. Suriye’deki PYD/YPG yapılarının meşruiyeti sorgulanır hâle geleceği için, Türkiye PYD/YPG üzerindeki baskısını artırarak Suriye’de Kürt güçlerin merkezî hükûmet ile entegrasyonunu sağlayabilir. SDG lideri Mazlum Abdi Mart ayında Şam hükûmeti ile bu yönde bir antlaşma imzalanmasına rağmen hâlâ oyalama taktiği yürütüyor. Middle East Eye sitesinin aktardığı habere göre, Türkiye ve ABD, terör örgütü PKK/YPG’ye silahları bırakarak Suriye ordusuna katılması için 30 günlük süre verdi. Suriye’de SDG’nin etkisizleştirilmesi ve Şam yönetimiyle uzlaşma yoluyla entegrasyonu, Türkiye’nin sınır güvenliği ve bölgesel istikrar açısından önemlidir.

Bu süreçle birlikte Türkiye, güvenlik eksenli bakış yerine diplomatik ve siyasi ilişkilere kayan politikasıyla bölgesel barışın mimarı olarak diplomatik gücünü artırır. NATO üyesi Türkiye’nin bu adımı, Batı’da “demokratikleşme” yönünde bir başarı şeklinde algılanabilir ve Avrupa’daki PKK ağlarının tasfiyesi konusunda hukuki ve diplomatik bakımdan elini güçlendirebilir.

Bölgedeki çatışma alanlarının sakinleşmesi, ticaret yollarının güvenliğini artırır ve sınır ötesi ekonomik iş birliklerini kolaylaştırır. Terörün sona ermesiyle birlikte Türkiye, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerle bölgesel kalkınma projelerine daha rahat odaklanabilir. Kalkınma Yolu projesi gibi stratejik girişimler, Türkiye’nin enerji ve ticaret koridorlarındaki rolünü artırır.

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yatırım, turizm ve sosyal kalkınma hız kazanırken, bu kalkınma komşu ülkelerdeki Kürt nüfusla ilişkileri de etkileyebilir. Türkiye gibi bölgesel ve küresel bir aktör ile kurulacak sağlıklı ilişkiler, Kürtlerin pozisyonunu daha da güçlendireceği gibi Türkler ile Kürtler arasındaki bağın kuvvetlenmesine de sebep olur. Bu güven duygusu hem siyasi hem diplomatik hem de ekonomik ilişkilerin gelişmesine kapı açar.

Bölgede büyük bir istikrarsızlık odağı konumundaki işgalci İsrail’in bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlık açıktır. Çünkü PKK’nın etkisizleşmesi bölgedeki güç dengelerini Türkiye lehine çevirecek, ülkemizin Ortadoğu ile derin tarihsel ve kültürel bağlara sahip olması barış ve kalkınma eksenli liderliğini güçlendirecektir. Bu yüzden, Netanyahu, İsrail’deki Hayom gazetesi, Tom Barrack Türkiye’yi anarken sürekli Osmanlı’ya atıfta bulunuyorlar. Gazete “Türkiye, yeni İran’dır!” diyor. Zira artık Suriye’de İsrail’in burnunun dibindeyiz.  Eski İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in danışmanı Jonathan Adiri Ynetnews’teki yazısında Türkiye’nin “sessiz ama stratejik” bir yükseliş yaşadığını, İsrail’in ise bu dönüşüm karşısında savunmada kaldığını belirterek, “Ankara, Ortadoğu’daki güvenlik denkleminde belirleyici bir aktöre dönüştü.” diyor. PKK’nın silah bırakmasıyla Türkiye’nin önündeki son engelin de kalktığını belirten yazar, “Bu bir dönüm noktası. Türkiye karşı konulmaz ve boyun eğmez bir şekilde zaferle çıktı. 85 milyonu aşkın bir ulus tarafından desteklenen bir jeopolitik güç” ifadesiyle Türkiye’nin bölgesel iddiasına ve pozisyonuna vurgu yapıyor.

Türkiye’nin Ortadoğu politikası artık sadece güvenlik eksenli değil; diplomasi, ekonomi, kültür ve ideoloji gibi birçok alanda çok katmanlı bir stratejiye yaslanıyor. Bu politika hem bölgesel etkisini artıracak hem de küresel aktörlerle denge kurma imkânı sağlayacaktır.

Silahlar Susacak, Siyaset Konuşacak

Yıllardır süren çatışmaların sona ermesi, toplumsal huzuru ve güven ortamını güçlendirecektir. Şiddet yerini siyasete bırakmalıdır. Artık kendimizi aşmalı, satır arası okuma uzmanlığını bırakmalı, amasız fakatsız bir barış ve bütünleşmeye, yeni bir uzlaşma kültürü oluşturmaya yoğunlaşmalıyız. İnsanları incitmemek ve kaygılarını anlamak gerekiyor. Toplumsal travmaların iyileşmesi için barışın diliyle konuşmak şart.  Belki de ilk defa devlet aklı ile toplum aklı beraber düşünüyor, beraber hareket ediyor. Bu fırsatı iyi değerlendirip, Türk’üyle Kürt’üyle ortak bir siyasette buluşup ülkemizin geleceğini birlikte inşa etmek gerekiyor. Gelecek projesi olmayan geçmişte çakılır kalır.

PKK’nın silah bırakması Türkiye’nin en derin yaralarından birinin iyileşmesi ve dağlara bahar gelmesi demektir. Ancak, toplumsal barış kültürünü geliştirmek, yalnızca çatışmaların sona ermesiyle değil, insanların birbirini anlaması, adaletin tesisi ve müşterek bir gelecek inşasıyla mümkündür. Bu baharın kalıcı olması için sürecin şeffaf, kapsayıcı ve toplumsal uzlaşıya dayalı şekilde yürütülmesi gerekiyor. Bu topluma artık farklı kimliklerle bir arada yaşamanın zenginliği anlatılmalı, ön yargılar kırılmalıdır. Medya kutuplaştırıcı dil yerine, birleştirici ve yapıcı bir dil kullanmalıdır.

Barış, ancak adaletle birlikte kalıcı olabilir. Mağdurların sesi duyulmalı, hakikatle yüzleşmeli, geçmişte yaşanan hak ihlallerinin üstü örtülmeden, onarıcı adalet ilkeleriyle ele alınarak güven artırılmalıdır. Dağa çıkanların kahir ekseriyeti yoksul ailelerin çocuklarıdır. Bu yoksulluğun sebebi kimdir? Bu çocukları kim, hangi sistem bu hâle getirdi? 47 yıl süren umutsuzluk ve çaresizlik kimin eseri? Keşke bu çağrı on yıllar önce yapılsaydı. Bu kadar beklenmeseydi. Bu kadar şehit verilmeseydi. Bu kadar genç dağa çıkmasaydı. Analar ağlamasaydı. Bu cennet vatan cehenneme çevirilmeseydi.

Bu yazının kaleme alındığı sırada MİT Başkanı siyasi parti liderlerini sırasıyla ziyaret etmeye devam ediyordu. Anlaşılan o ki;  Terörsüz Türkiye hedefi doğrultusunda yürütülen sürece yönelik planlanan adımlar ve bu sürece dair istihbarat perspektifinden bilgiler paylaşılıyor. Bu ziyaretler siyasi partiler arasında bilgi paylaşımı ve sürece dair ortak bir anlayış geliştirme amacı taşıyor gibi görünüyor.

TBMM’de kurulması düşünülen komisyon silah bırakanların topluma entegrasyonu ve infaz yasası, kayyım uygulamaları gibi hukuki düzenlemeler üzerinde çalışacak. Komisyon, siyasi partiler arasında terörle mücadele konusunda ortak akıl geliştirmek, Meclis denetimi altında daha şeffaf ve koordineli bir terörle mücadele stratejisi oluşturmak, demokratik süreçleri koruyarak güvenlik politikalarını değerlendirmek ve daha kapsayıcı bir siyaset dili geliştirmek gibi görevleri ifa edecektir. Sürecin ilerlemesi hâlinde, yeni anayasa veya anayasa değişiklikleri ve yerel yönetim reformları tartışmaya açılacaktır.

Türkiye’nin Bölgesel ve Küresel Konumu

PKK’nın silah bırakmasıyla başlayan Terörsüz Türkiye süreci, yalnızca iç güvenlik açısından değil, Türkiye’nin bölgesel ve küresel konumunu da yeniden şekillendirecek stratejik bir dönemeçtir. Bu adımın Türkiye ile beraber bölge halkları üzerinde de olumlu etkileri olacaktır. Ortadoğu’da önemli bir güç olan Türkiye’nin durumunu sadece yurt içinden okumak eksik bir yaklaşımdır. Kürt meselesi sadece Türkiye’deki Kürtleri ilgilendiren bir mesele değildir. Türkiye’nin jeopolitiği sınır ötesi Kürtleri de kapsayacak bir şekilde değişmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 11-13 Temmuz 2025’te Ankara Kızılcahamam konuşmasında, Türk-Kürt-Arap birlikteliği temelinde yeni bir bölgesel vizyon sunması, sınır ötesi kültürel ve siyasal bağları güçlendirme hedefini göstermektedir.

Bölgedeki gelişmeler sadece askerî değil, diplomatik ve ekonomik sonuçlar da doğuruyor. Türkiye’nin bu yeni denklemde nasıl konumlanacağı önem arz ediyor. Zengin hidrokarbon rezervlerine sahip olan Doğu Akdeniz’in yeniden ısınacağı anlaşılıyor. ABD’nin Güney Kıbrıs’ta sürekli askerî yığınak yapmasının, tatbikatlar gerçekleştirmesinin derin bir arka planı var. Enerji hatlarının kontrolü için önemli bir konumda bulunan Güney Kıbrıs, İsrail’e lojistik destek sağlamak için ABD tarafından aktif bir üs olarak kullanılıyor. Buradan kalkan ABD uçakları, Suriye, Lübnan ve Irak gibi bölgelere hızlı erişim sağlıyor. ABD'nin Güney Kıbrıs'taki varlığı, Türkiye’nin “Mavi Vatan” stratejisi ve KKTC üzerinde diplomatik baskı artırma amacı taşıyor.

Yeni dünya düzeni şekillenirken Türkiye, jeopolitik konumu, ekonomik potansiyeli ve diplomatik hamleleriyle kilit bir aktör olarak öne çıkıyor. Avrasya’nın kalbinde yer alan Türkiye’nin stratejik konumu hem Batı (ABD-AB) hem Doğu (Rusya-Çin) için vazgeçilmez bir ortak olmasını sağlıyor. NATO üyesi olarak Batı ittifakında yer alırken, aynı zamanda Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS gibi doğu merkezli platformlarla da temaslarını artırarak iki kutup arasında denge politikası izliyor. Savunma sanayiindeki atılımlar ve enerji koridorlarındaki rolü, Türkiye’yi bölgesel güçten küresel aktöre dönüştürüyor. Özetle, Türkiye sadece bir bölge ülkesi değil, yeni dünya düzeninde dengeleyici, çok yönlü ve yükselen bir güç olarak konumlanıyor. Hem Doğu hem Batı ekseninde oynadığı rol, onu vazgeçilmez bir stratejik ortak hâline getiriyor.

Seküler Elitlerin Ümmetçilik Alerjisi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kızılcahamam’da yaptığı kapsamlı ve stratejik açıklamaları, buna karşılık CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu gelişmelere karşı Kemalist ayartının ortasından geliştirdiği dar ve sığ muhalefet, Türkiye’deki siyasal söylemin kimlik, aidiyet ve birlik kavramları etrafında nasıl şekillendiğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Erdoğan, konuşmasında Türk, Kürt ve Arap halklarının tarihsel birlikteliğini vurgulayarak, Malazgirt ruhu ve Kudüs İttifakı gibi tarihsel hafızada köklü yeri bulunan hatırlatmalarla müşterek zafer ve kader vurgusu yapıyor. Terörsüz Türkiye süreciyle birlikte etnik ve mezhebi ayrışmaların son bulması gerektiğini savunuyor.

Özgür Özel ise Erdoğan’ın bu söylemini ümmetçilik ve mezhepçilik üzerinden yeni bir siyasi ittifak kurma girişimi derekesine indiren çirkin bir değerlendirme yapıyor. Erdoğan’ın Türkleri MHP, Kürtleri DEM, Arapları ise kendisiyle temsil ettiğini iddia ederek, bu yaklaşımın yurttaşlık bilincini zayıflattığını söylüyor. Erdoğan için, “Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir ittifak kurma peşinde” diyerek bu dizilimin laik yurttaşlık bilinci yerine mezhep temelli bir siyasal mühendisliği ikame ettiğini savunuyor.

Hatırlatmak gerekir ki Türkiye, köklü kadim imparatorluk geleneği olan bir devlettir. Selçuklu ve Osmanlı'dan gelen beraberlik, Türk, Kürt, Arap ve diğer etnik yapılar arasında birlikte yaşamanın güzel örneklerini sunmuştur. Misâk-ı Millî hudutları içerisindeki tebaasına sahip çıkmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti tarihsel ve kültürel derinliği olan bir toplum yapısına sahiptir. Cumhuriyet dönemi politikaları ile herkesin eşit vatandaş olduğu anlayışıyla güya etnik kimliklerden bağımsız aidiyet duygusu inşa edilmeye çalışılmış ama sonuçta bütün kimlikler inkâr edilerek yeniden ve seküler itkilerle kurgulanan tek bir ırkın üstünlüğü öne çıkarılmıştır. Gerçek bir birliğin, kimseyi dışlamadan, bir kavmin üstünlüğünü başkalarına dayatmadan herkesin kendini ait hissettiği bir ortak gelecek hayaliyle inşa edilebileceğini göz ardı ettiler.

Erdoğan’ın söylemi tarihsel ve kültürel birliktelik ekseninde müşterek geleceğe odaklanan güçlü bir ülke vizyonu sunarken, Özel laiklik takıntısı üzerinden farklı bir kimlik tanımlaması yapıyor. Erdoğan’ın kucaklayıcı kardeşlik vurgusu aidiyet duygusunu güçlendirip Türkiye’yi hem bölgesel hem küresel bir “manevi lider” konumuna taşımayı amaçlarken, Özel bu yaklaşımı, kimlikleri dinî temelli bir ittifaka dönüştürme çabası olarak yorumlayan dar ve sığ bir anlayış sergiliyor.

Erdoğan, siyasi bir özneleşme tasavvuru ile bölgenin etnik çeşitliliğini bir kardeşlik çatısı altında buluşturmaya çalışıyor. Özel ise Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı partilere göre kategorize ediyor. O zaman insan düşünmeden edemiyor; baba tarafından Üsküplü anne tarafından Selanikli olan Özel acaba kendisini ve CHP’lileri hangi kimlikle tanımlıyor? Anlaşılan o ki, Özel kendisini suyun ötesinden tanımladığı için Anadolu ve Ortadoğu’daki insanları hâlâ küçük görmeye devam ediyor. İslâm düşmanlığı ateşine odun taşıyan Özel’in laik, seküler, Kemalist ulusalcı kalıplara sıkışmış dar düşünce dünyası, Türkiye’de birliğin, sadece siyasal sınırları koruyan bir ideal değil; sosyolojik bir gereklilik, tarihî ve kültürel bir miras olduğunu anlamıyor, anlayamıyor. Onun ümmetçilik karşıtlığı Türkiye’nin bugün karşılaştığı zorlukları derinlikli bir şekilde kavramasını engellemektedir.

Yapısal Sorunlarımız

Gerçek bir toplumsal barışın sağlanması için, yoksulluk, adam kayırma, rüşvet, torpil ve işsizlik gibi yapısal sorunlar çözülmelidir. Ülke ekonomisini hırpalayan kamudaki lüks ve israf, toplumun genel yaşam kalitesini ve ekonomik istikrarı olumsuz etkilemekte, refahı azaltmaktadır. Bu konu Türkiye'de uzun süredir tartışılan hem ekonomik hem de ahlaki boyutları bulunan önemli bir meseledir. Kamuda lüks ve israf, halkın vergileriyle elde edilen kaynakların nasıl kullanıldığına dair ciddi sorular doğuruyor. Makam araçları, lüks lojmanlar ve lüks büro tefrişatları, yüksek kira giderleri gibi kalemler sık sık gündeme geliyor.

Özellikle ihtiyaç fazlası veya gösteriş amaçlı harcamalar kamu vicdanını zedeliyor. Üst düzey yöneticilerin özel güvenlik ve protokol uygulamaları, temsil ve ağırlama harcamaları, yurtdışı gezileri, hediyeler gibi kalemler gereklilik sınırını aşan boyuttadır. Kamu kurumlarında enerji, kırtasiye, zaman gibi kaynakların verimsiz kullanımı da etkin bir israf biçimi olarak göze batıyor. Buna rağmen hadisenin hâl yoluna konulması uğruna kayda değer bir şey yapılmıyor.

Vergi yükü artıyor ve vatandaşın ödediği vergilerin büyük kısmı israfa ve faize gidiyor. Eğitim, sağlık, altyapı gibi temel hizmetlere ayrılabilecek kaynakların büyük kısmı borç faizine veya gösterişe harcandığı için yatırımlar aksıyor. İsraf arttıkça bütçe açıkları büyüyor, bu da daha fazla iç ve dış borçlanmaya yol açıyor. Bu artış, kamu harcamalarının önemli bir kısmının verimsiz ve plansız kullanıldığını gösteriyor. Vergi adaletsizliği ve artan faiz giderleri ekonomik motivasyonu ve güveni zedeliyor. Bunun önüne geçilmelidir.

Vatandaşlar, kamu kaynaklarının adil ve verimli kullanılmadığını düşündüğünde devlete duyduğu güveni azalıyor. Asgarî ücretle geçinmeye çalışan milyonlar varken, kamu görevlilerinin lüks içinde yaşaması sosyal adaletsizlik hissini kuvvetlendiriyor. Lüks ve israf içeren kararların sorumlularının kamuoyuna karşı hesap vermemesi, liyakat ve ehliyet eksikliği ve sınavsız atamalar, hizmet kalitesini düşürürken maliyetleri artırmaktadır.

 

Ekonomik iyileşme sadece beton üretimi ve düzenlenmiş sipariş büyüme rakamlarıyla değil, kaynakların adil, verimli ve sürdürülebilir şekilde kullanılmasıyla mümkün olur. Ahlaki ve idari bir dönüşümle başlar. Kamuda lüks ve israfın önüne geçmek, bu dönüşümün ilk adımıdır. İç ve dış şoklara karşı Türkiye ekonomisinin bir an önce düzeltilmesi hem toplumsal refah hem de millî güvenlik açısından kritik öneme sahiptir. Türkiye bu darboğazdan, bu ekonomik sıkışıklıktan kurtulup ayakları üzerinde durduğu takdirde önünde durulmayacak bir sele dönüşür. Memleketin tüm evlatlarına güven, huzur, refah ve mutluluk gelir. Temennimiz odur ki, bundan sonra sınırlarımızdan silah ve terör geçmeyecek, bunun yerine ticaret, barış ve kardeşlik geçecektir. Zira şurası çok açıktır: Dünya düzeninin coğrafyamıza müdahalesi ne dereke derinlere inerse insin insanımız kendi varoluşunun mayasına sırt çevirmemiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...