1 Temmuz 2025 Salı

ŞER İTTİFAKI DÜNYAYA SALDIRIYOR

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Temmuz 2025-371. Sayı

Hakkın, hukukun, insanlığın ve adaletin ayaklar altına alındığı bir dünyada yaşıyoruz. Sınır tanımayan işgalci İsrail’in insani değerleri hiçe saydığı, bölgemizi ve dünyayı ateşe atmaktan başka hiçbir anlam taşımayan katliam ve saldırılarına karşı, uluslararası kurumlar, ülkeler onu durdurmak için hiçbir şey yapmıyorlar. Gerçek halk iradesinin, “dış güçleri dinlemek zorunda kalmak yerine” özerk karar alma yeteneğine sahip hükûmetler gerektirdiği her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.

İşgal rejiminin Gazze’de katliamlarını sürdürürken bir taraftan da arkasına ABD’de tecessüm eden Şer İttifakı’nı alarak İran’a saldırması, yalnızca bölgemizi değil, dünyayı ve bütün insanlığı tehdit etmektedir. Gazze’de bir insanlık dramına yol açan, canı istediği zaman Lübnan’ı bombalayan, Suriye’nin bazı bölgelerini ele geçiren, İran’ı hedef alan Siyonist sömürgecilerin, bölgeyi kargaşaya sürüklemeye yönelik stratejisi karşısında uluslararası hukuk devre dışı kalmış vaziyette. Mazlumların katledilmesine karşı harekete geçmeyen uluslararası kuruluşlar küresel adalet üretemediklerini, fiziken var olsalar bile ahlaken çöktüklerini bir kere daha ortaya koydular. Ne hazindir ki Gazze’de yaşananlar Müslümanların dünyayı ve kendi hükûmetlerini etkileme yeteneklerinin sınırlı kaldığını iliklerimize kadar hissettirdi.

Batı’nın Sömürgeci Faşizmi Sürüyor

Filistin topraklarının tümünü çalmaya niyetli hırsız çetesi İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’a barbarca saldırısı uluslararası hukukun açıkça ihlali olduğu hâlde Türkiye, Pakistan gibi birkaç ülke dışında güçlü bir şekilde kınanmadı. Böyle haydutça bir saldırıya karşı çıkmak bir yana, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler ortak bir açıklama yaparak, “İran’ı bölgeyi istikrarsızlaştırabilecek herhangi ilave bir adım atmamaya çağırıyoruz. İsrail’in güvenliğine olan desteğimizi teyit ediyoruz!” dediler. Başka bir ifadeyle zillet içinde, saldırgan İsrail’e ve ona her türlü desteği veren ABD’ye değil İran’a çağrı yaptılar. Batı, “İsrail nükleer silah çalışması yapabilir, nükleer silah sahibi olabilir ama İran asla olamaz!” diyor. Böyle bir çifte standart Batı denen “tek dişi kalmış canavar”ın aşağılık hâlini resmetmektedir. Ayrıca yaşananlar birçok İslâm toplumunun şeklen bağımsız olsalar da gerçek anlamda tam bağımsızlığa ulaşamadıklarının göstergesiydi. Artık sömürgesizleşme süreci ne ölçüde tamamlandı ve ülkeler gerçekten egemenliklerini kazandılar mı? sorusunu yöneltmenin zamanı çoktan geldi.

Bir ülkenin barışçıl amaçlarla dahi olsa nükleer teknolojiye sahip olmasının engellenmesi, sadece siyasi değil, aynı zamanda hukuki bir saldırıdır. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) ruhuna da aykırıdır. Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkelerin nükleer enerji alanında eğitim, donanım ve yatırım süreçlerine karşı uygulanan dolaylı ambargolar, bu ülkeleri dışa bağımlı kılmayı hedeflemektedir.

ABD ve Avrupa’daki Siyonist savunucuları, her tarafa saldıran soykırımcı rejimi kurban gösterip, ‘kendisini savunma hakkı’ bulunduğunu söylerken ikiyüzlülükte sınır tanımıyorlar. Dünyada nükleer kapasitesi tartışılmayan, kontrol edilmeyen tek ülke konumundaki İsrail’i aklamak mümkün değildir. Onların kurban dedikleri İsrail, Gazze’yi harap etmek ve Filistin halkına karşı soykırım yapmak için kullanılan ölümcül bir konvansiyonel silah cephaneliğine sahip. Gelgelelim Haçlı Siyonistler İsrail’i Ortadoğu’da bir askerî üs olarak görüyor, her açıdan destekleyip her bakımdan teçhiz ediyorlar. Silah teknolojilerini geliştirmek için Filistin’i âdeta bir laboratuvar ve Filistinlileri de kobay gibi görüyorlar. Tasmasını ellerinde tuttukları bu “kudurmuş köpeği” bölgedeki emelleri için sopa gibi kullanıyorlar. Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in, “İsrail, İran’da bizim kirli işlerimizi yapıyor!” dediğini unutmayalım.

Binlerce masum insan katledilirken, evlerini, ocaklarını başlarına yıkarken, çocuklar, bebekler, anneler açlıktan öldürülürken, yurtlarından sürgün edilirken, soykırıma tâbi tutulup yok edilirken uluslararası kurumlar kılını kıpırdatmıyor. Hâl böyle olduğu içindir ki Filistin’deki büyük bir soykırıma göz yumuluyor. Adaleti gözetmek yerine yalnızca katliamcı bir devletin gayrimeşru çıkarlarını öncelemenin dünyada ne derece büyük huzursuzluğa yol açtığı açıkça görülmektedir. İsrail’in saldırıları, adalet ve meşruiyet sağlanmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barışın tesis edilemeyeceğini herkese gösterdi.

Siyonistler Barıştan Yana Değil

ABD, Obama döneminde İran’la nükleer antlaşmaya varmış ama daha sonra gelen başkan Trump, İsrail’in isteğiyle o antlaşmadan çekildiğini duyurmuştu. Bu defa Trump, başkanlığının ikinci yılında, çekildiği antlaşmayı yeniden hayata geçirmek için İran’la masaya oturmuş, Mayıs ayında beş tur görüşme yapılmıştı. Altıncı oturum da 15 Haziran 2025’te Umman’da yapılacaktı. Trump makul bir uranyum zenginleştirmeye izin veren bir antlaşma yapmak istiyor ve savaş senaryosuna yanaşmıyordu. Ancak İran’a baskıyı artırmak için zaman zaman pozisyonunu sertleştiriyordu. İran’ın önceliği yaptırımların bir an önce kaldırılmasıydı. İsrail ise İran’ın zenginleştirme faaliyetlerini üst seviyede tuttuğunu iddia ederek görüşmeler üzerindeki baskısını artırmaya çalıştı. Bu arada Trump’ın görüşmelerle ilgili daha az umutlu olduğu yönündeki açıklamaları, askerî çatışmanın başlayabileceği ihtimalini de artırdı. Ayrıca, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun İran’ın nükleer yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle oylama yapmak için harekete geçtiği ve İran’ın nükleer bilim insanlarının isimlerini İsrail’e verdiği haberleri duyuldu. Tansiyon bir anda yükseldi ve ‘İsrail, İran’ı vurmaya hazır!’ yönündeki haberler duyulmaya başlandı.

13 Haziran 2025 sabahı İsrail’in İran’a düzenlediği  “Yükselen Aslan Harekâtı” ile Tahran’ın birçok yerinde, askerî üslerin ve üst düzey komutanların yaşadığı mahallelerde büyük patlamalar meydana geldi. Operasyonun adı Şah dönemindeki imparatorluk sembolüne atıfta bulunuyordu. İsrail, hayalet uçaklarla önemli nükleer tesisleri, füze savunma sistemlerini ve askerî tesisleri hedef aldı. Daha da önemlisi İran’ın Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami ve Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri dâhil en az 20 üst düzey İranlı askerî yetkiliyi ve 6 nükleer bilim insanını evlerinde öldürdü. Natanz nükleer tesisinde ciddi hasar meydana geldi.

İsrail, İran’daki yüksek değerlikli hedefleri eliyle koymuş gibi bulup hiçbir engelle karşılaşmadan vurdu. Askerî, güvenlik ve teknik istihbarat detaylarıyla, önceden ülkeye sokulmuş kamikaze drone saldırılarıyla, suikastlar, sabotajlar ve F35’lerin bombalamalarıyla öne çıkan bu kapsamlı saldırı, İran’ı hazırlıksız yakaladı. İsrail, bir taraftan kurmay kadroyu yok ederken, bir taraftan da radar sistemlerini vurarak İran’ı kör etti. Böylece hava savunma sistemi iyice eskiyen İran’ın İsrail saldırılarına karşılık verme kabiliyeti oldukça sınırlandı. Burada dikkat çeken bir diğer önemli husus, ilk etapta İran’ın güvenlik ve istihbarat teşkilatı paralize olduğu için bu saldırılara misilleme konusunda  gecikmesiydi. Kurmay kadronun eş zamanlı yok edilmesi ile emir verecek kişilerin kalmaması sebebiyle şok yaşadı. Ancak bunu atlattıktan sonra etkili karşılık vermeye başladı; İsrail’e “Gerçek Vaat 3” adını verdiği füze saldırıları düzenledi. Tel Aviv’e düşen hipersonik ve balistik füzeler, İsrail’in demir kubbesini kevgire döndürdü, sanıldığı kadar güçlü olmadığını gösterdi. İsrail’in canını acıtan bu misilleme, ABD’nin yardımı olmadan İsrail’in İran’a üstünlük kuramayacağını gösterdi.

Bugüne kadar HAMAS gibi Hizbullah gibi nispeten korumasız devlet dışı aktörlerle çatışan Siyonistler ilk kez devlet düzeyinde bir aktörün karşısında çaresizliğe düştüler, ağababalarına ne kadar muhtaç olduklarını bizzat yaşadılar. İran, büyük bir ülke ve güçlü bir devlettir.  İsrail’e gerçek bir zarar veren füze ve İHA cephaneliği bunun bir göstergesidir. Tarihinde ilk kez böylesi şiddetli bir saldırıya uğrayan İsrailliler, demir kubbenin yetersizliğini gördükleri için şok yaşadılar. Günlerce sığınaklarda yaşamak mecburiyetinde kaldılar, yıkımı ve ölümü gördüler.

İran’ın Zaafları

İran devlet sisteminde birçok istihbarat örgütünün olduğu biliniyor fakat Devrim Muhafızları ile İstihbarat Bakanlığı, Ordu, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıkları gibi çok sayıda kurum arasında yetki çatışması yaşanmaktadır. Kurumlar arası yönetişim sorunlarının meydana getirdiği zafiyetler, kurum içi çekişmeler ve güvenlik zafiyetleri, İsrail’in örtülü faaliyetlerini kolaylaştırmaktadır. İran’da bir istihbarat ve güvenlik zafiyeti olduğu aşikârdır. Görünen o ki İsrail istihbaratı İran devlet aygıtının sinir sistemine girmiş, kılcal damarlarına kadar işlemiştir. İran’ın içine sızan İsrail, İran’a en büyük zararı uçak ve füzelerle değil, içerideki adamları vasıtasıyla vermiştir. Nitekim saldırıda operasyondan aylar önce İran’a gizlice silah sokan MOSSAD’ın büyük rol oynadığı anlaşılmakta. Ayrıca, rejim içi kırılganlıklar, halkın refahını azaltan ekonomik sıkıntılar ve devletin toplumsal talepleri karşılayamaması vatandaşları yabancı istihbarat servislerinin hedefi hâline getirmektedir. Bu durum ise ülkede düşmanlarla iş birliği riskini artırmaktadır.

2017’de Tahran’da Meclis’e ve Ayetullah Humeyni’nin mezarının bulunduğu yerleşkeye dönük saldırılar, 2018’de çok gizli nükleer belgelerin kamyonlarla ülkeden çıkarılması, Şiraz’daki Şah Çerağ’a düzenlenen saldırılar ve Kirman’da Kasım Süleymani’nin ölüm yıl dönümü için tertiplen merasim esnasında gerçekleştirilen saldırılar gibi terör eylemlerinin yanı sıra Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin helikopterinin düşürülmesi. Ardından İsmail Haniye gibi önemli bir ismin Tahran’da korunaklı devlet misafirhanesinde suikasta uğraması, nükleer çalışmalar yürüten mühendislerinin kendi ülkelerinde suikastla katledilmeleri ülkede ciddi bir güvenlik zafiyeti olduğunu gözler önüne serdi.

Saldırı Sadece İran’a Değil

İran’ın kimliği ve mezhebi saplantılarından ziyade coğrafyamızda meydana gelebilecek yeni gelişmelere dikkat etmek gerekiyor. Siyonistlerin İran’a saldırıları, yalnızca askerî kapasiteyi hedef almakla kalmıyor, aynı zamanda sivil kapasiteye de zarar vererek İran’da bir rejim değişikliğini amaçlayan bir stratejiye dayanıyor. Netanyahu, İran halkına ayaklanma çağrısı yapıyor, bölünme ve parçalanma senaryolarını devreye sokuyor. Kızını bir Yahudi ile evlendiren Rıza Pehlevi İsrail’den aldığı güçle kendini yeni Şah ilan etmenin yollarını gözlüyor. Ülke içerisinde İsrail ile bağlantılı PJAK ve Beluci örgütleri isyan çağrısı yapıyor.

İsrail’in İran’a saldırısı, Ortadoğu’daki gerilimi yeni bir boyuta taşırken, bölgedeki stratejik denklemleri, güç dengesini ve geleceği yeniden şekillendirme potansiyeli taşıyor. Zaten Netanyahu da 16 Haziran 2025’teki bir basın toplantısında “Ortadoğu’nun çehresini değiştireceğiz!” demişti. Her ne kadar İran’ın birçok günahı olsa da bugün İsrail’e taş atan yegâne ülke İran’dır. İran’ın zaafa uğraması bölgeyi tümden etkileyecek bir potansiyel taşımaktadır. Bugün İran’a dokunan İsrail bilinmelidir ki yarın Türkiye ve Pakistan’a dokunacaktır. Kuruluşundan bu yana Araplarla yaptığı üç savaşı da kazanan Siyonist rejim ‘Büyük İsrail’ kapsamında Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye, Yemen’e ve İran’a saldırılar düzenliyor. İran’ı aştığı zaman sıra Ortadoğu’nun ve İslâm dünyasının çelik çekirdeği ülkemiz olacak. İsrail’in, Filistin’den İran’a kadar uzanan savaş cephesinde yetkililerin de belirttiği gibi tehdit edilen ülke Türkiye’dir.

İsrail’in İran’a saldırısıyla başlayan savaş sadece iki ülke arasında değildir. Bu, bir yandan Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi anlamına gelirken, aynı zamanda Türkiye’nin bölgedeki yerini ve gücünü yeniden tanımlayacağı bir dönemin de habercisi olabilir. İran’ın karşısında sadece İsrail yok. Onun arkasında ABD, Avrupa ve maalesef bölgemizdeki bazı uydu ülkeler var. Savaş sırasında Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail’e yardım uçağı yolladığı, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin İran’dan İsrail’e gönderilen hava saldırı vasıtalarını İsrail’e girmeden düşürdükleri biliniyor.

Türkiye “Terörsüz Türkiye” projesiyle kırk yıldır süren kirli ve anlamsız bir savaşı sona erdirip, yeni bir düzen inşa etmeye başlayınca Şer İttifakı’nın bölgesel düzeydeki hayalleri de boşa düştü. Bu sebeple İran’ı karmaşaya sürükleyerek terör gruplarına alan kazandırıp Türkiye’nin kurmaya çalıştığı düzeni de yıkmak istiyorlar. Bilindiği gibi 2015’teki çözüm süreci Suriye’deki kaosun etkisiyle sabote edilmişti. Ülkemiz PKK’yı silahsızlandırmaya çalışırken, bölgede silahın değeri artmış,  Türkiye’nin PKK’ya teklif ettiği çözüm paketi,  diğer devletlerin PKK’ya önerdiği Rojava devletçiğinin yanında cazibesini kaybetmişti. Şimdi ise “Terörsüz Türkiye” süreci İsrail-İran arasındaki çatışma ile sınanıyor. Henüz PKK’ya işgal rejiminin ne teklif ettiği bilinmiyor. İsrail’in, bu zor durumunda Türkiye’ye sataşmaktan şimdilik özenle kaçınacağı açıktır. Ancak, İran’ın kuzeyindeki Azerbaycan Türkleri, İran Kürtleri ve Suriye’deki PYD yapıları üzerinde İsrail’in birtakım hesaplarının olduğu bilinmekte. Türkiye’nin bu bölgelerdeki gelişmeleri dikkatle izlemesi kaçınılmazdır. İsrail-İran savaşı iç cephenin güçlendirilmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gösterdi.

İsrail’in İran’daki istihbarat gücünün nelere mal olduğunu dikkate alarak, eğer varsa Türkiye’de İsrail istihbaratının sürdüğü tarlalarla mücadele etmek hayati önem taşımaktadır. Çünkü er veya geç Türkiye Siyonist rejimle karşı karşıya gelecektir, bu sebeple ülkenin, MOSSAD ve İsrail’in güdümündeki etki ajanları ile ölümüne mücadele etmesi şarttır. Bölgesel istikrarı korumak ve millî menfaatlerimizi güvence altına almak için çok boyutlu, teknik ve stratejik bir politikanın ortaya konulması elzemdir. Küresel güç dengeleri yeniden şekillenirken Türkiye’nin krizleri önleyici, çözüme götürücü ve kendi stratejik menfaatlerini azami seviyeye çıkaran proaktif politikalar geliştirmesi zorunludur.

İncirlik ve Kürecik Üslerinin Durumu

İncirlik ve Kürecik üslerinin TSK kontrolü altına alınması gerekmektedir. Buralar NATO üssüdür, sadece Rusya’ya karşıdır gibi söylemlerle kimse kimseyi kandırmasın. Kürecik, Türkiye topraklarından İsrail’e koruma kalkanı oluşturan bir erken uyarı sistemidir. İsrail, ABD destekli kademeli bir hava savunma sistemine sahiptir. Bu sisteme Amerikan Patriot ve THAAD sistemleri ile Necef Çölü Keren’de ve Kürecik Malatya’da bulunan yüksek hassasiyet ve menzile sahip X bant radarları destek sağlamaktadır. Buralardan hangi bilgilerin nerelere iletildiği hakkında kimse ayrıntılı bilgiye sahip değildir. 2011 yılında dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, radarın İran ile bir silahlı çatışmaya girilmesi durumunda İsrail’i korumayı amaçladığını söylemiş ve sert sözlerle eleştirmişti.

Lizbon’daki 2010 NATO Zirvesi’nde, “Otoriter aktörler çıkarlarımıza, değerlerimize ve demokratik yaşam tarzımıza meydan okuyor.” diyerek NATO Balistik Füze Savunması oluşturulmuş ve tehdidin adı da İran ve Rusya olarak konulmuştu. 2012’deki Chicago Zirvesi’nde de NATO’nun Balistik Füze Savunması’nın dört ana unsuru belirlenmişti. Bunlar; Almanya’daki Ramstein Hava Üssü’ndeki komuta-kontrol merkezi, Romanya’daki Devesulu ve Polonya’daki Redzikowo Üssü’ndeki füze bataryaları, Türkiye’deki Kürecik Üssü’ndeki Bant radar sistemi, İspanya’daki Cadiz/Rota Limanı’nda dört adet füzesavar destroyeri.

Rota Limanı’ndaki bu gemiler ABD’nin müttefik ve dostlarına yönelik balistik füze tehdidi arttığında kriz bölgesine intikal ederler. Söz konusu gemiler, önleme yapabilmelerine yönelik tespit ve izleme bilgilerini Malatya/Kürecik’te ve Necef Çölü Keren’deki Amerikan X Bant radarlarından alıyorlar. Bu radar Türkiye’ye NATO Antlaşması üzerinden getirilmiş olup, tamamen Amerikan malıdır ve işletimine yönelik Türkiye’nin hiçbir tasarrufu yoktur. Doğu Akdeniz’de görev yapan Amerikan Aegis muhripleri ile “çevrim içi” çalışırlar. Kürecik’te Amerikalıların X bant radar üzerinden İsrail’i koruyan Amerikan savaş gemilerine bilgi aktarımı yapılır. Bu bilgiler sayesinde İsrail’e yönelik İran füzelerini erken safhada düşürme imkânı bulunur.

Amerika’nın USS Carney ve USS Arleigh Burke destroyerleri saldırı öncesi Rota Limanı’ndan demir alıp Doğu Akdeniz’e gönderilerek hazır hâlde bekletildiği, İran’ın İsrail’e 330 füze fırlattığı 13 Nisan 2025 gecesi, füzelerin bir kısmının bu destroyerlerden ateşlenen SM3 füzeleri tarafından düşürüldüğü söylenmektedir. Eğer bu bilgiler doğruysa, adı geçen gemilerin harekete geçirilmesiyle, NATO’nun İsrail’in savunmasında aktif rol aldığı, bu durumda aynı görevin bir parçası olan Kürecik Radar Üssü’nün de 13 Nisan 2025 gecesinde kullanıldığı anlaşılıyor. Zaten Associated Press haber ajansına açıklama yapan ABD’li bir yetkili de İran füzelerinin etkisiz hâle getirilmesinde İsrail’e destek verdiklerini teyit etmişti.

Gazze’yi Unutmayalım ve Unutturmayalım

İsrail’in İran’a saldırmasından önce kuşatılarak enkaza dönüştürülen Gazze’de, gıda dağıtım alanlarına ulaşmaya çalışan aç susuz insanların topluca katledilmesi, Yahudi yerleşimcilerin işgal altındaki Batı Şeria’da Filistinlilere yönelik artan fütursuz saldırısı küresel ölçekte ses getirmişti. Latin Amerika’daki bazı hükûmetlerin Tel Aviv’le diplomatik ilişkileri kesmesi ya da Arapça konuşmayan, Filistinli olmayan insanların bu mücadeleye destek vermesi, Filistin’in tüm dünyada daha büyük bir adalet arayışının çağrısına dönüştüğünü gösteriyor. Nitekim bazı Avrupa ülkeleri artık “Ne oluyor?” demeye başlamıştı. Filistin direnişinin küresel çapta yankı uyandırmasıyla AB geçen ay İsrail’le yaptığı geniş kapsamlı serbest ticaret antlaşmasının insan hakları açısından gözden geçirileceğini duyurmuştu. İngiltere, Kanada, Fransa ve Norveç iki İsrailli bakana “Filistinli sivillere karşı şiddeti tekrar tekrar kışkırttıkları için” yaptırım uygulamış ve bunu başka adımların da izleyebileceği uyarısında bulunmuştu. Ancak, İsrail İran’ı vurarak hem ABD-İran müzakerelerini hem de Filistin konusunda olumlu adımlar atılmasına yönelik uluslararası destek dalgasını ve hızlanan diplomatik ivmeyi sabote etmeyi başardı.

Bölgede hiçbir siyasi çözüme yanaşmayan işgal rejimi her gün yine onlarca insanı katlediyor. Gazze’ye gıda sevkiyatı tamamen durmuş vaziyette. Yüz binlerce kişiyi aç ve susuz bırakmaya devam ediyor. Gazze’ye hizmet veren son fiber kablo güzergâhı da vurulduğu için internet ve iletişim kesintileri Gazze’yi dünyadan iyice kopardı. Gazze’nin dijital altyapısının tamamen çökmesi, acil servislere ulaşımı, insani yardım koordinasyonunu ve sivillere ulaşan kritik bilgileri felç etti. Siyonist işgalci tam bir karartma uygulayarak katliamlarını ve savaş suçlarını gizlemeye çalışmaktadır.

İsrail’in İran’a saldırısından sonra Gazze’deki açlık ve sivil ölümler dünya gündeminden bir anda düştü. Filistin devletinin daha geniş çapta tanınmasının önünü açmaya ve iki devletli çözüme yönelik Fransız-Suudi zirvesi süresiz olarak ertelendi. O sebeple, bölgemizde artan gerginliğin, dikkatleri Gazze’de yaşanan soykırımdan başka yöne çekmesine izin vermemek gerekir.

Maalesef Filistin’de yaşananlar Müslümanların dünyayı ve kendi hükûmetlerini etkileme yeteneklerinin çok sınırlı olduğunu bir kere daha ortaya koydu, bu ise yönetim biçimleri hakkında ciddi soruları gündeme getirdi. Ayetullah Humeyni  “Bu kadar Müslüman her biri bir kova su dökse İsrail onun içinde boğulur!” diyordu. Ama Müslüman kimliğinin yalnızca kavmiyetçi ya da yerel çerçevelerle sınırlı kalması, küresel bağlamda ele alınamaması küfre güç vermektedir. Bu yüzden Müslümanlar ne yapacaklarını bilemiyor, devamlı surette kendi aralarında çatışmalara sürükleniyorlar. Filistin halkı, bir bakıma modern dönemin son Batılı sömürgeci yerleşimci devletiyle mücadele ederken Müslümanların her şeyi sil baştan düşünmeleri elzem. Soykırım karşısında yetersiz kalan her sistem sorgulanmalıdır.

Siyonist ve Batılı emperyalistler Müslümanların arasına kavmiyetçiliği sokarak Osmanlı’yı parçalamış, ümmet bilincini kaybeden Müslümanlar kavimlere bölünerek Batılı emperyalistlerin elinde kolay yutulan küçük lokma hâline gelmişlerdir. İslâm ülkeleri arasındaki dayanışma ruhunu ortadan kaldırmak isteyen emperyalistlerin etnik ve bölgesel ayrımcılığı kaşıyan politikalarına karşı Müslümanların ümmet bilincini pekiştirerek, tek vücut olması, etnik ve mezhebi tefrikalardan uzak durması gerekiyor. Bekir Berat Özipek’in de vurguladığı gibi “Aramızdaki ihtilafları çözmeye, dayanışmaya, ortak geleceğimiz üzerine düşünmeye ve yine beraberce çözümler üretmeye ihtiyacımız var.”

Şurası son derece açık: Bu coğrafyada yaşayanlar olarak bir yol ayrımındayız. Karşımızda Filistinlilerin toptan katliamıyla uğraşan Siyonist bir cinayet şebekesi var. Küfür cephesi de onun arkasında saf tutmuş. İşin acı tarafı, İslâm coğrafyasında emperyalistlerin kölesi hâline gelmiş devletçikler de İbrahim Antlaşmaları örneğinde görüldüğü üzere bu saflarda yerlerini çoktan almış vaziyetteler. Bu ülkelerin özlerine, İslâm’a dönmekten başka kurtuluş çareleri yoktur. Hâlihazırda karşı karşıya bulunduğumuz en önemli sorunun sömürgecilikten kurtulmak olduğunu yıllar önce fark eden Aliya İzzetbegoviç’in İslâm Deklarasyonu kitabında belirttiği gibi “Her türlü ilerlemeyi itaatkâr ve teslimiyetçiler değil, cesur ve itiraz sahibi isyankâr ruhlular gerçekleştirecektir.”

Şayet televizyonlarımızda canlı yayınla izlediğimiz acı çeken mazlumları koruyamıyorsak o zaman uluslararası düzenin tamamının yeniden düşünülmesi gerekir. Küresel sömürgecilik karşıtı hareketlerin parçası olan Filistin’de yaşananları daha iyi kavramak için Muhammed Ebu Zehra’nın İslâm Birliği eserinde yazdıkları üzerinde yeniden tefekkür edelim: “Müslümanların yapması gereken, tüm insanlığın iyiliği adına insanlar üzerindeki şahitlik görevini yerine getirmek üzere din kardeşleriyle bir araya gelmektir. Müslümanlar gerçek bir birlik oluşturmazlarsa İslâm düşmanları tarafından paramparça edilirler. Gerçek bir birlik tesis edemezlerse, hiçbir şeye güç yetiremeyen, kendisine en ufak bir faydası olmayan, sadece başkalarının kullandığı birer araç hâline gelmiş, toprağı, suyu ve tüm zenginlikleri düşmanlarının eline geçmiş kokuşmuş cesetlere dönüşmeleri kaçınılmazdır!”

Karşı karşıya olduğumuz zorlukların çoğu yalnızca bir ülkenin hikâyesi değil hepimizin hikâyesi. Bu yüzden bu sorunları konuşmanın ve küresel adaleti sağlamaya dönük daha kapsamlı dayanışmalar oluşturmanın daha iyi yollarını bulmamız elzem. Hâsılı hepimiz hedefteyiz, topyekûn direnmek zorundayız!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...