Metin Alpaslan – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı
Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da HAMAS’ın ateşkes müzakerelerini yürüten üst düzey yetkililerinin konutlarını hedef alan alçakça saldırısı, İsrail’in bölgeye yönelik politikasında önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Netanyahu hükûmetinin her türlü ahlaki ve diplomasi teamülü, uluslararası hukuk ve normları ihlal ederek kendisiyle müzakere edenleri katletmek istemesi ve arabulucu ülkeyi bombalaması gerçek bir devlet olmadığını göstermektedir. Doha saldırısı İsrail’in raydan çıktığını, sınır tanımadığını, ülke sınırları ve egemenlik haklarını hiçe saydığını göstermektedir.
Doha’ya yönelik saldırı, HAMAS ve Gazze’nin sınırlarını aşarak tüm bölgeyi etkileyecek, Mısır, Ürdün ve Körfez ülkelerine de yayılabilecek pervasız bir saldırı politikasının ürünüdür. İsrail’in hiçbir ülkenin sınırına veya egemenliğine saygı göstermeyeceğinin, bölgenin daha geniş bir çatışmaya sürüklenebileceğinin işaretidir. Saraylarının ihtişamında boğulmuş Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Emirlikler gibi proje devletler tahtlarının garantide olmadığını, korkunun, rüşvetin, haracın, İsrail ve ABD’yi yüceltmenin, güç odaklarının taşeronluğunu yapmanın kendilerini kurtarmayacağını anlamışlardır herhâlde.
Bölgede ABD’nin çıkarlarını koruyan kritik ülkelerin başında Katar’ın geldiği aleni sır! Zira Ortadoğu’daki en büyük ABD askerî üssüne ev sahipliği yapmaktadır. 13 bin asker barındıran üs aynı zamanda ABD Merkez Komutanlığı’nın da karargâhıdır. Aralarında imzaladıkları ‘savunma’ iş birliği antlaşmasına göre Katar’ın toprak bütünlüğüne yönelik herhangi bir saldırı güya ABD tarafından doğrudan kendi millî güvenliğine yönelmiş bir saldırı şeklinde değerlendirilecektir. Peki, ne oldu? İsrail çok ileri bir hamle yaparak Katar’ı vurdu. Bunu Katar’ı ‘korumak’ için bölgede konuşlanan Amerikan ve İngiliz üslerinden sağlanan yakıt ve ikmal desteği ile yaptı. Bu utanç verici duruma yutkunarak bakmaktan başka bir şey yapamadılar.
İsrail’in ABD’nin bilgisi ve izni dâhilinde gerçekleştirdiği anlaşılan bu saldırı, ABD’ye duyulan güveni ciddi biçimde tartışmaya açmıştır. İsrail’in pervasızlığı çok ciddi mesajlar içeriyor. Bunu basit bir saldırı şeklinde değerlendirmek yanlıştır. “Bana saldırmaz” diyen bölgedeki her ülkenin bundan bir ders çıkarması gerekiyor. Yaşananlar Tel Aviv’in Abraham Antlaşmaları ile geliştirmeye çalıştığı bölgesel ittifak arayışlarından belirgin bir şekilde ayrıştığını göstermektedir. Sert gücü ve tehdit dilini kullanan Siyonist işgal rejimi, artık Gazze’nin ötesine geçip ülkeleri de tehdit etmeye başlamıştır. Bütün bölge ülkelerini tehdit eden bu yaklaşım, Ortadoğu’da dengeleri yeniden şekillendirecek alternatif çözüm arayışlarını beraberinde getirecektir. Umulur ki, önümüzdeki süreçte bölge ülkelerini silahlanma, ortak güvenlik ve savunma arayışına sokacaktır.
Küresel Güç Dengeleri ve İslâm Dünyası
Aksa Tufanı’nın ardından yaşananlar, bölgesel güvenlik mimarisini ve onu yöneten gerçek küresel güç dengesini yeniden okumayı gerektiriyor. Küresel sermayenin dünya üzerindeki ekonomi politik iktidarını yürütebilmek için hegemon bir devlet yapısına ve onların stratejilerine uygun hareket eden aparatlara ihtiyacı vardı. Ortadoğu’nun siyasi haritasını yeniden şekillendirmeye yönelik stratejide İsrail bir koçbaşı olarak kullanılmaktadır.
İşgal rejiminin bölgeyi kaosa sürüklemede izlediği politikaların arkasında, küresel Siyonizm’in daha geniş çaplı sistematik jeopolitik hedefleri bulunmaktadır. Bu sebeple, İsrail’in istikrarı hedef alan hukuk tanımaz eylemlerine daha geniş ideolojik ve tarihsel bir perspektiften bakmak gerekmektedir. Küresel düzen gerçek zamanlı olarak değişmekte, âdeta Birinci Dünya Savaşı kodlarına dönülen bugünkü ortamda vakit çok hızlı akmaktadır. ABD’nin ve onun askerî/ekonomik zorbalığında yürüyen düzene karşı güçler bloklar oluşturmaya çalışıyorlar. Küresel düzeni yönlendirme mücadelesinde Avrasya bloku henüz Batı’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası kurduğuna benzer bir güç birliğini kuramamışsa da bu yönde birtakım adımlar atılmaktadır.
Acizlik içindeki İslâm dünyası ise küresel emperyalist güçlerin planlarının sahnelendiği coğrafyanın tam ortasında bulunmasına karşın, maalesef bu mücadelenin edilgen tarafındadır. Sahip olduğu potansiyeli harekete geçirecek iş birliği mekanizmalarını kuracak siyasi refleksi ortaya koyamamaktadır. Harekete geçilmemesi durumunda İsrail’in operasyonlarına karşı savunmasız ve yıkım döngüsüne maruz kalacaklardır.
İslâm dünyasının elinde tuttuğu imkânlara baktığımızda, onları güçlü tutacak çok zengin kaynaklara sahipler. Petrolden doğalgaza, jeo-stratejik avantajlardan nüfus ve iş gücüne kadar ellerinde tuttukları potansiyel, dünya sistemini yeniden inşa edecek bir enerjiye sahip. Bu enerji, emperyalist odaklara diz çöktürecek, dünya sistemini belirleyecek güce sahipken İsrail karşısında bu kadar zelil duruma düşmek büyük talihsizliktir. Bu olağanüstü enerjiyi hayata geçirmek ve ortak bir kuvvete dönüştürmek için bir şeyler yapmak yerine iç çekişmeleri, rekabetleri ve menfaat çatışmalarıyla enerjilerini tüketiyorlar. Orduları var ama cihada kalkmak yerine kendi halkını bastırmak için kullanıyorlar. Servetleri var ama mazluma ulaşmak yerine lüks ve israfa harcıyorlar. Sayıları kalabalık ama izzet ve şerefleri ayaklar altında.
Katar’da olağanüstü toplanan İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Ligi Liderler Zirvesi’nin ardından Müslüman ülkeler arasında yıllardır dile getirilen ancak bir türlü hayata geçirilemeyen Ortak İslâm Ordusu talepleri yükseldi. Aslında bu ordu, 15 Aralık 2015’te 34 ülkenin onayı ile kurulmuştu ve 200 bin askerin katıldığı devasa bir tatbikat da gerçekleştirilmişti ama arkası gelmedi. Ayrıca, Mısır, Arap NATO’su şeklinde adlandırılan bir teklif getirdi. Pakistan da İsrail’in eylemlerini izlemek ve koordineli caydırıcılık ve saldırı tedbirleri almak üzere ortak bir görev gücü oluşturulması çağrısında bulundu. Ancak, görüşmelerde ne Mısır’ın ne de Pakistan’ın gündeme getirdikleriyle ilgili herhangi bir adımın atılamaması durumun vahametini gösteriyor.
Müstağnileşen İsrail’i dizginleyemeyen uluslararası düzenin sahipleri karşısında Müslüman ülkelerin gerçek ve fiilî adımlar atması gerekmektedir. Çünkü emperyalistlerin kendi aralarında bir güç mücadelesi yaşansa da İslâm ve Türkiye söz konusu olduğunda yekpare bir blok olarak güç birliği yaptıklarını görüyoruz. Ortadoğu’daki güç dengesini yeniden şekillendirecek koordineli ve kolektif bir durum sergileyecek ortak bir İslâm savunma paktına ihtiyaç vardır. Ayrıca, kapsamlı ekonomik, diplomatik ve siyasi yaptırımlar ile İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı caydırıcı bir mekanizma oluşturmaları zaruridir.
Uluslararası Düzenin Krizi
Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumların yetersiz baskısı, olaya seyirci kalması, etkili karar almayarak İsrail’i durdurmaması, büyük ölçüde aşınan küresel sistemin çöktüğünü göstermektedir. Uluslararası kurumlar tükenmişlik sendromu yaşamakta, hiçbir şeyi çözememektedir.
Siyonist kolonyal rejimin iki yıldır Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı başta BM olmak üzere uluslararası örgütlerin ve küresel aktörlerin, İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırım kararı almaması, İsrail saldırganlığının yalnızca Gazze ile sınırlı kalmayıp, Ortadoğu’nun geneline yayılacağına işaret etmektedir. Siyonizm’in yayılmacı politikasının ve tehdidinin Katar’a kadar uzanması, Netanyahu’ya göz yuman çevrelerin artık uyanmasını gerekli kılmaktadır.
BM’ye bağlı uluslararası soruşturma komisyonu, İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de Filistinlilere karşı soykırım işlediği sonucuna vardı. Üç üyeden oluşan komisyon yayımladığı raporda, İsrail’in aşağıdaki suçları işlediğine dair kapsamlı deliller olduğunu belirtti: Benzeri görülmemiş ve sistematik cinayetler, evlerin ve kültürel alanların yıkımı, kasıtlı aç bırakma, sağlık hizmetlerinden mahrum bırakma, cinsel şiddet, çocukların doğrudan hedef alınması gibi suçları tescillendi. Bir yandan da BM’ye ait bir organ konumundaki Uluslararası Adalet Divanı Netanyahu’yu soykırım suçlusu olarak yargılamaktadır. Ayrıca Uluslararası Ceza Mahkemesi Siyonist vahşiler hakkında tutuklama kararı çıkartmıştır. Katil Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’nda konuşturulması çifte standarttır, utanmazlıktır, yaman bir çelişkidir.
İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük kavramlarını dilinden düşürmeyen Batı dünyası Ukrayna için ayağa kalkarken Gazze için kör ve sağır kesilmiştir. Gazze’deki soykırım, yalnızca İsrail’in suçlarıyla değil, aynı zamanda dünyanın suskunluğu, Siyonizm’e arka çıkan Batı’nın ikiyüzlülüğü ve iş birliğiyle mümkün olmuştur. İnsanlığın kutsal kabul ettiği bütün değerlerin İsrail tarafından çiğnendiğini gördükleri hâlde zalime alkış tutuyor, İsrail’in askerî operasyonlarına doğrudan ya da dolaylı destek vermek suretiyle yaptıklarını meşrulaştırıyorlar. Almanya Başbakanı Friedric Merz de Münih’te bir sinagog açılışında başında kipa ile ağlayıp neredeyse yerlere kapanarak, “Bugünkü antisemitizm için utanç duyuyorum...” diyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), onlarca toplantı yaptı ama her defasında ABD’nin vetosu ile mazlumun kanını durduracak kararlara engel olunuyor. BM Genel Sekreteri António Guterres’in ifadesiyle çaresiz bir şekilde, “Gazze bir mezarlığa dönüştü!” diye sızlanmaktan başka bir şey yapamıyor. Uluslararası hukukta egemenlik ve savaş hukukuna ilişkin düzenlemeler yalnızca İsrail’in lehine işliyor. İşgalci Siyonistlerin de uluslararası sistemde kendilerini caydırıcı bir mekanizmanın bulunmadığına, istedikleri her şeyi yapıp yanlarına kâr kalacağı hissine kapılmalarına yol açıyor. Bu durum, uluslararası sistemin ne kadar adaletsiz ve çürük temellere dayalı olduğunu gözler önüne seriyor ve yeni bir uluslararası düzen arayışını kaçınılmaz kılıyor.
İslâm Dünyasının Pasifliği
57 üyesi bulunan İİT, BM’den sonra dünyada ikinci en büyük teşkilat. Arap Birliği’nin ise 22 üyesi var. İsrail’in Doha saldırısının ardından, İİT ve Arap Birliği’nin Katar’daki olağanüstü toplantısından küçük bir umut da olsa, Gazze’yi kurtarmaya yönelik bir karar çıkar beklentisi maalesef boşa çıktı. İslâm ülkeleri liderleri, hiçbir karara imza atmadan bolca kınama, temenni, durum tespiti ve “uluslararası toplumu göreve çağırma” seansında bulunduktan sonra geleneksel hatıra fotoğrafı çekerek dağıldılar.
Şimdiye kadar Filistin sorununa ilişkin olarak İsrail’e karşı ne kendi aralarında ortak bir eylem birliği ne de uluslararası toplumu harekete geçirici bir politika üretemediler. Yaptıkları şey eskinin masalları. Yıllardır yapılan bu “toplan-dağıl” zirveleri Siyonistleri zerre kadar endişelendirmiyor. Durum böyle olunca da İsrail, “Nasılsa hiçbir şey yapamayacaklar, öyleyse devam edelim!” deyip, daha da azgınlaşarak saldırılarına devam etmektedir. Nitekim Doha Zirvesi’yle eş zamanlı olarak, İsrail kırk bin işgal askeriyle Gazze’ye kara harekâtı başlattı.
BM gibi, İİT, Körfez İş Birliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nin de gücü ve etkinliği yok. Toplanıyorlar, konuşuyorlar, İsrail’i kınayan, uluslararası toplumu göreve davet eden sembolik bildiriler yayımlayarak dağılıyorlar. Katar zirvesinde yayımlanan ortak bildiride şu ifadelere yer verilmişti:
“Arap Birliği ve İslâm İş Birliği Teşkilatı’nın tüm üye devletlerinin egemenliğine, bağımsızlığına ve güvenliğine olan sarsılmaz bağlılığımızı yeniden teyit ederek ve ortak güvenliğimizi savunmak için bu saldırıya karşılık vermek için ortak vazifemizi hatırlatarak, devletlerimizin güvenliğine yönelik her türlü tehdidi kategorik olarak reddettiğimizi teyit eder ve güvenlik ve istikrarlarını tehdit edebilecek her türlü duruma karşı mutlak ve sarsılmaz dayanışmamızı teyit ederek onları hedef alan her türlü saldırıyı şiddetle kınarız.” Görüldüğü üzere; beyefendiler bağlılıklarını teyit ediyor, ortak vazifelerini hatırlatıyor, her türlü tehdidi reddediyor, sarsılmaz dayanışmayı teyit ediyor ve her türlü saldırıyı şiddetle kınıyorlar. Düşmana karşı caydırıcı derde deva hiçbir eylem kararı çıkmıyor. Herhangi bir karar yok, icraat yok. Sen sağ ben selamet dağılıp gidiyorlar!
Daha önce Kahire’deki Arap Birliği toplantısında Mısır, İsrail’in ihlallerini durdurmak için kararlı tavırlar alınması gerektiğini belirtmişti. Kendisi Gazze’ye sınırı olan bir ülke. Gazze ile arasındaki Refah sınır kapısını yıllardır kapalı tutuyor. İsrail’in korkusundan parmağını kıpırdatmıyor. Kararlı tavrı kendisi alması gerekirken bu 100 milyonluk ülke işi uçan kuşa havale ediyor. Koskoca İslâm dünyasının Gazze’nin yaralarına merhem olacak, İsrail’in azgınlıklarını dizginleyecek bir çözümü ortaya koyması için daha ne olmalı? Dünyanın gözleri önünde 21. yüzyılın en büyük soykırımı yapılıyor. Büyük çoğunluğu savunmasız kadın, yaşlı ve çocuk olmak üzere 70 bine yakın masum insanı hayattan kopardı. Resmî olmayan rakamlara göre, bu sayının, savaş bittikten sonra, devasa enkazın altındaki cenazelerin çıkarılmasıyla birlikte 200 bine ulaşabileceği konuşuluyor. İnsani yardım görüntüsüyle ölüm tuzağı kurup gıda yardımı için koşan binlerce insanı oyun oynar gibi katlediyor. İsrail ordusunun gerçek yüzü, savaş suçu işleyen İsrailli askerlerin paylaştığı utanç verici videolarla açığa çıkmıştır.
Sadece insanları değil su kaynaklarını, tarım arazilerini, toprağı da yok ediyorlar. İnsanları aç susuz bırakarak kitlesel ölümlere sebep oluyorlar. Tüm bu insanlık dışı eylemler gerçekleştirilirken, hâlâ kınama, uyarı ve çağrılarla iş geçiştiriliyor. Malezya Başbakanı Enver İbrahim “Kınamalar füzeleri durduramayacak!” gerçeğini haykırıyor. İbrahim, konuşmasının devamında İsrail’le hâlâ diplomatik ve ticari ilişkiler yürüten İslâm ülkeleri liderlerine sitem ederek şöyle seslendi: “Daha ne bekliyorsunuz? Gerek diplomatik gerekse ekonomik, Gazze yok olmadan kesin artık şu ilişkilerinizi.” Malezya, İsrail’i devlet olarak tanımama haysiyetini gösterebilen nadir ülkelerden biridir.
Doha’da toplanan ülkeler 2 milyar nüfusa sahip. Dünya petrolünün yüzde altmışına sahip, yeryüzünün merkezine hâkim. Kara ticaret yollarını, deniz ticaret yollarını, enerji kaynaklarını, enerji koridorlarını kontrol ediyor. Fas’tan Endonezya’ya, Adriyatik’ten Orta Afrika’ya, Atlantik’ten Pasifik’e kadar bir coğrafyayı kapsayan, Akdeniz’i, Kızıldeniz’i, Basra Körfezi’ni, Hint Okyanusu’nu, Malakka Boğazı’nı, İstanbul Boğazı’nı içine alan bir ümmet Gazze’nin çığlığına çare olamıyor. Bir il kadar toprağa, 10 milyon (yüzde 20’si Arap) bir nüfusa sahip olan, ABD desteğiyle ayakta duran cüretkâr İsrail bu katliamları koskoca İslâm dünyası varken nasıl yapıyor? Bütün İslâm ülkeleri hep bir ağızdan Siyonist İsrail’e bağıracak olsalar, katilin kulakları sağır olurdu. 2 milyarlık İslâm âlemi her biri bir kova su dökse Akdeniz kıyısında boğulup giderdi.
Yüz binlerce kadın ve çocuk açlıkla, susuzlukla, bombalarla mücadele ederek hayata tutunmaya çalışırken birçok Arap ülkesinin dışişleri bakanlıkları “endişe” bildirmekten öteye geçemedi. Bu suskunluk, ümmetin vicdanında açılmış derin bir yaradır. Kardeşin kardeşine sessiz ihanetidir. Ümmet bilincinin ölüm döşeğinde olduğunu gösteren Gazze soykırımı İslâm âleminin büyük imtihanıdır.
ABD ve İsrail’i Aynı Üst Akıl Yönetiyor
Kimileri İsrail’in ABD’yi yönettiğini kimileri de İsrail’in ABD’nin ileri karakolu olduğunu söylüyorlar. Tavuk yumurta misali birinin diğerini yönettiğine dair çok değişik görüşler var. Aslında ikisi de birbirini yönetiyor. Duruma göre tavır takınıp birbirlerine ayar veriyor, paslaşıyorlar. Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i birbirinden ayırt edilemez ikiz bir beladır. Karşılıklı menfaat ilişkisi içinde birbirlerinin sınırlarını belirliyor, ne yapacaklarına karar veriyorlar.
Gazze’de ABD-İsrail ortak yapımı bir katliamı izliyoruz. Korkudan altlarına bebek bezi bağlayan İsrail askerleri ABD desteği olmadan hiçbir şey yapamaz. Savaşın bütün silah, araç-gereç malzemelerini temin eden, uzman askerî elemanlar ile fiilî olarak cephede yer alan, ekonomik yükünü çeken, diplomatik ve uluslararası alanda İsrail’in savunmasını yapan, önünü açan, yargılanmalarını engelleyen Amerika’dır. Mahmud Abbas ve ekibine vize vermezken Netanyahu’yu BM’nin tenha salonunda konuşturan güç de Amerika’dır. Gazze’de derhal, şartsız ve kalıcı bir ateşkes çağrısı yapan ve İsrail’in Filistin topraklarına yardım ulaştırılmasına yönelik tüm kısıtlamaları kaldırmasını talep eden BM Güvenlik Konseyi karar taslağını ABD veto ederek engellemiştir. ABD bu kararıyla, Gazze Şeridi’ndeki savaşa ilişkin Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini altıncı kez kullanarak soykırımın suç ortağı olmuştur.
ABD Dışişleri Bakanı Katolik Rubio, İsrail’i ziyaretinde başına kipa takıp, soykırımcı Netanyahu ile birlikte Ağlama Duvarı’nı ziyaret edip dilek diledi. ABD’nin desteğini göstermek için önce İsrail sonra Katar’a gitti. Rubio’dan önceki Dışişleri Bakanı Antony Blinken da 7 Ekim’den sonra koşarak gittiği İsrail’e “Bir Yahudi olarak geldim!” demişti. Rubio, İsrail’den ayrılır ayrılmaz Netanyahu, Gazze’yi işgal amacıyla kara harekâtı başlattı. Kara harekâtına birlikte karar verdikleri ve Rubio’nun “Elinizi çabuk tutun!” dediği söyleniyor. Ayrıca, Rubio’nun Katar ziyaretinin ardından şu açıklaması geldi; “Washington ve Doha, gelişmiş bir savunma iş birliği anlaşmasını sonuçlandırmaya yakın…” Görüldüğü üzere, ABD önce dövdürüyor sonra da “hızlandırılmış savunma iş birliği” kisvesi altında silah satıyor.
İşgal rejimi Katar’ı vurduğunu ABD Başkanı Donald Trump “Bizim haberimiz yoktu!” dese de hem Amerikan basını hem de İsrailli bir yetkili Trump’ın, İsrail’in savaş uçaklarıyla Katar’a düzenlediği saldırıya yeşil ışık yaktığını söyleyerek bu söylemi yalanladı. ABD merkezli Axios haber sitesindeki haberde, Katar saldırısıyla ilgili olarak Trump’a ABD saatiyle 08.00’de aranarak bilgi verildiği iddia edildi. Katar saldırısı ise 08.51’de başlamıştı. Yani Trump saldırıdan 51 dakika önce bilgilendirilmiş. Başka bir ifadeyle Trump, istese saldırıyı önleyebilirmiş. Sözün özü, bu saldırı Siyonist İsrail ile onun sınırsız destekçisi ABD’nin ortaklaşa hazırladığı İngiltere destekli hain bir tuzaktır ve Trump’ın bilgisi dâhilinde gerçekleştirilmiştir. El-Udeyd üssünde bulunan gelişmiş radarları ve savunma füzelerini kapatıp İsrail’in vurmasını kolaylaştırmıştır.
İsrail’in Cezasız Kalması Dünyanın Vicdanını Yaralıyor
İsrail’i durduracak bir kanun yok, Siyonist rejimin vahşi saldırıları devam ediyor. Gazze’de yiyecek arayanlar katledilirken, yaşanan insanlık suçu devam ederken hiçbir şey olmamış gibi davranan dünya böyle devam edemez. Holokost hadisesi üzerine kurulan kolonyal Siyonist ‘ulus devlet’ bütün dünyayı hiçe sayarak sürekli kendini tehdit altında hisseden bir paranoya ile her şeyi kendine mubah görüyor. “Devletim” diyor ama devlet aklı yok. Bir çılgınlık noktasında şımarıkça işler yapıyor.
Bu trajedinin baş sorumlularından biri hiç şüphesiz Mısır’dır. Şehit Muhammed Mursi dönemi hariç her dönem Refah sınır kapısını kapalı tutmuş ve o da Gazze’ye ambargo uygulamıştır. Türkiye’ye gelince, Mavi Marmara’da açıkça Türkiye’ye saldırılmıştır. İsrail’in uluslararası sularda yaptığı korsanlık sonucunda 10 vatandaşımız katledilmiş, insanlarımız esir alınmıştır. Gemilerine ve mallarına el konulmuştur. Ancak, telefonla yapılan bir özür ve 20 milyon dolar karşılığında bu eşkıyalık suçu kapatılmış, büyükelçiler yeniden atanmıştır. Mavi Marmara saldırısının hesabı ödenmemiş, katiller cezasını bulmamış, Gazze’ye uygulanan abluka ve saldırılar ise hiçbir zaman kaldırılmamıştır. Şehitlerin kanının takipçisi Mavi Marmara davalarının kanunla düşürülmesi sağlanarak İsrail rahatlatılmıştır.
İsrail’i 1949’da ilk tanıyan Müslüman ülke Türkiye’dir diye hayıflanıyoruz ya! Bakın daha sonra neler yaşanmış: Siyonist İsrail rejiminin NATO’nun Brüksel’deki merkezinde daimi ofis açması ile ilgili karar, Türkiye’nin İsrail’e yönelik vetosunu kaldırması ile 2016 yılında mümkün olmuştur. Yine Türkiye, Filistinlilerin tüm itirazlarına rağmen, İsrail’in OECD üyeliğini veto etmeyerek 2010 yılında İsrail’in OECD üyesi olmasını sağlamıştır. İsrail’i İran’dan gelecek tehlikelere karşı koruyan Kürecik üssü ne zaman kuruldu acaba? Bu millet hiçbir zaman İsrail’i sevmemişken Türkiye Cumhuriyeti uzun yıllar İsrail’le sarmaş dolaş, haşir neşir olmuştur maalesef.
Tarihin hiçbir döneminde hukuksuzluğa bu kadar cüret edebilen bir devlet ve ona göz yuman bir uluslararası adalet görülmemiştir. Kendi topraklarında yaşamak, ona sahip çıkmak ve orada var olmaktan başka bir şey istemeyen masum insanlar acımasızca katledilmektedir. Gazze’deki durum dayanılmaz bir insani krize dönüşmüş, yüzbinlerce insan tarifsiz acılara maruz bırakılmıştır. Mahmud Abbas gibi uşak ruhlu kimselere rağmen Gazze teslim olmadığı için yok edilmeye çalışılıyor. İsrail’in ancak güç ile durdurulabileceği anlaşılmıştır. Böylesi bir yapıyı sadece kınamak yetmiyor, artık canını acıtmak gerekiyor.
ABD ve İsrail Türkiye’yi Kuşatıyor
İsrail ve ABD Güney Kıbrıs’a silah yığıyor. Rumlar dev silah siparişleri vererek adayı cephaneliğe çeviriyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ABD’den askerî kargo uçağı, helikopter, obüs, zırhlı personel taşıyıcısı, hava savunma sistemleri ve diğer askerî teçhizat alımı için hazırlık yapıyor. Kıbrıs’ı da vaat edilmiş toprak gören Siyonistlerin stratejik yayılmacı planları arasında bu ada da vardır. İsrail Güney Kıbrıs’taki askerî varlığını tatbikatlar ve silahlandırma projeleri üzerinden artırmaktadır. Tel Aviv, GKRY’ne Barak MX hava savunma sistemleri vermeye devam etmektedir. Adada kurduğu siber güvenlik merkeziyle KKTC’deki Türk askerî iletişimini de takip etmektedir. Bu merkez ABD ve Yunanistan’la koordineli çalışmaktadır. Siyonist rejim muhtemel bir çatışmada Türkiye’den gelecek saldırıları önde karşılayarak kendini güvene almak istemektedir. ABD 1987’den beri GKRY’ne uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı. Türkiye karşıtlığı üzerinden Yunanistan ve GKRY üzerinde hem hâkimiyet kuruyor hem de silah satıyor.
İşin acı yanı ise, bu silahlanma faaliyetlerinde İncirlik üssünün de kullanılmasıdır. İngiltere merkezli Declassified yayın organının kurucularından Matt Kennard, X hesabından yaptığı paylaşımda, 11 Eylül sabahı ABD’ye ait bir C-130J Hercules uçağının Türkiye’nin İncirlik üssünden Güney Kıbrıs’taki RAF Akrotiri üssüne uçtuğunu iddia etmiş ve uçuş rotasının radar sistemindeki kayıtlarını paylaşmıştı. C-130J Hercules uçağı 47 bin libreye kadar yük taşıyabiliyor. Ayrıca ABD’nin, İsrail’e silah sevkiyatı için RAF Akrotiri üssünü kullandığı da biliniyor.
Yunanistan sürekli yeni problemler çıkararak tansiyonu yükseltiyor. Bizimle oturup konuşmak yerine ağababalarının arkasına sığınarak ileri geri konuşmaya devam ediyor. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un, Beyaz Saray’da diğer Ortodoks başpapazlarla birlikte Trump ile görüşmesini de bu açıdan okumak gerekiyor. Türkiye’de zorluklar yaşadıklarını ileri süren Bartholomeos, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması meselesinde Trump’tan destek istiyor. Nitekim Washington’da Erdoğan-Trump görüşmesi öncesindeki basın toplantısında, Gazze’deki katliam için tek kelime etmeyen Trump Heybeliada meselesini gündeme getirdi.
İsrail son yıllarda Kıbrıs üzerindeki varlık ve etkisini KKTC’de toprak ve mülk alarak da genişletmektedir. Türkiye’nin burnunun dibindeki Karpaz’da kurulan İsrail sermayeli marinaya kim nasıl izin verdi? KKTC’de yüzlerce İsrail şirketi nasıl kuruldu, araştırılması gereken konulardır. ABD, İsrail, Yunanistan ve GKRY arasındaki iş birliği doğrudan Türkiye’yi çevreleme planının bir parçasıdır. Çünkü İsrail’i durduracak tek güç Türkiye’dir. Dün Siyonistlere toprak satmayan Osmanlı’yı hangi gerekçelerle durdurdularsa, bugün de Türkiye’yi aynı gerekçelerle kuşatıyorlar.
İsrail’in Saldırıları Karşısında Türkiye’nin Tutumu
İsrail’in Filistin, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’e ve son olarak Katar’a saldırılar düzenlemesi, bölgedeki jeopolitik gerilimi artırıyor. Gazze’nin çığlığını duyurmak için yola çıkan SUMUD filosuna mensup gemilere Tunus’ta saldırması ile saldırdığı ülke sayısı yediye çıktı. Bu saldırılar, İsrail’in Türkiye’yi de hedef alabileceği konusunu, bölgesel dinamikleri ve Türkiye için potansiyel tehditleri gündeme getirdi. Netanyahu, Doha saldırısının ardından HAMAS üyelerine sahip çıkan herkesi tehdit etti. “Katar ve teröristlere sığınak sağlayan tüm ülkelere şunu söylüyorum. Ya onları sınır dışı edin ya da adalete teslim edin, çünkü yapmazsanız, biz yapacağız.” dedi. İsrailli asker ve yazar Siyonist Meir Masri, sosyal medya hesabından, “Doha’ya saldıran Ankara’ya da saldırabilir. Bugün Katar, yarın Türkiye!” şeklinde haddini aşan tehditlerde bulundu. İsrailli emekli albay Dr. Moşe Elad, İsrail’in saldırgan tavırlarına verdiği tepki sebebiyle Türkiye’nin de İsrail’in hedef listesine girebileceğini iddia etti.
Uzmanlar ve siyasi analistler, NATO üyesi Türkiye’ye yönelik bir askerî müdahalenin NATO’yu da karşılarına alacağı anlamına geleceğini söylüyorlar. Ama İsrail öylesine kontrolden çıkmış bir aktör hâline geldi ki, bunu deneyebilir. Şu ana kadar yaptıklarının bir bedelini ödemediği müddetçe bu saldırganlığını sürdürebilir. Muhtemel bir çatışma, her iki taraf için de ciddi kayıplara ve ekonomik yıkıma yol açabilir. Bölgedeki durumun karmaşıklığı ve hızla değişen jeopolitik dengeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin kendi ekonomisini ve bilhassa hava savunma kapasitesini güçlendirmesi ve bölgede askerî caydırıcılık unsurlarını artırması önemlidir.
Türkiye ile İsrail arasında doğrudan bir askerî çatışma ihtimali düşük olsa da İsrail’in Türkiye’ye karşı dolaylı yöntemlerle tehdit oluşturabileceği konuşuluyor. İsrail’in dile getirdiği “İsrail’i bölgede büyüteceğiz, sırada Türkiye ve KKTC var!” ve “Suriye’de asıl kiminle uğraştığımızı biliyoruz’” şeklindeki hadsiz açıklamaları, ABD’nin Suriye’de terör örgütü YPG’ye desteğini sürdürmesi ve Suriye’yi etnik ve mezhebi ayrımlarla parçalayarak İsrail’in güdümüne sokma girişimleri, İsrail’in Suriye sahasında Türkiye ile karşı karşıya gelebileceği ihtimalini artırıyor. Neler olabilir? YPG/PYD gibi vekil örgütler eliyle Türkiye’nin sınır güvenliğini ve iç istikrarını tehdit edebilirler. Siber saldırılar ve dezenformasyon kampanyaları gibi hibrit savaş unsurlarını kullanabilirler. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerini Yunanistan ve GKRY’ni yanlarına alarak bölgedeki jeopolitik rekabeti gerilim konusu yapabilirler. ABD’deki lobiler aracılığıyla Türkiye’ye yönelik ekonomik ve diplomatik baskı uygulayabilirler. Türkiye’nin yakın tarihte yaşadığı bazı olayları İsrail’in yayılma arzusu bağlamında okumak gerekiyor. 12 Eylül Darbesi, 6 Eylül’de Konya’daki geniş katılımlı Kudüs mitinginin, 28 Şubat Darbesi ise Sincan’daki Kudüs gecesinin ardından geldi, 15 Temmuz darbe girişimi, Fetullahçı CIA ve MOSSAD ajanları tarafından yapıldı.
Dünyanın çok kutuplu bir düzene evrildiği ve küresel belirsizliklerin devam ettiği bu dönemde, ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı Türkiye’nin bölgesel ve küresel ölçekte yeni ittifaklar kurması gerekmektedir. Bu bağlamda Devlet Bahçeli, Türkiye Rusya Çin (TRÇ) ittifakını gündeme getirdi. Bahçeli, “Akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek Türkiye Rusya Çin ittifakıdır. Türkiye Rusya Çin ittifakının da Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir.” dedi. Uluslararası güvenlik alanındaki mevcut kaos hâli, TRÇ çağrısı ve Erdoğan’ın BM’deki konuşmasında “çift başlı kartala” gönderme yapması birlikte okunduğunda, Türkiye’nin tek eksene hapsolmayan, katmanlı ve seçici bir dış politika uygulamasını zaruri kılmaktadır.
Trump’ın Gazze Planı
Trump’ın BM’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da arasında olduğu Müslüman ve Arap liderlerle müzakere ettiği, Gazze’deki soykırımı kalıcı olarak sona erdirme planı pek çok hususu içermektedir. 21 maddelik plan şöyle özetlenebilir: Esirler serbest bırakılacak, kalıcı ateşkes ilan edilecek, İsrail kademeli şekilde geri çekilecek. Gazze’ye Arap güvenlik gücü yerleşecek, HAMAS’sız bir yönetim kurulacak. Gazze silahsızlandırılacak (üst düzey HAMAS yetkililerine af ve Gazze’den ayrılma imkânı tanınacak), aralarında ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış Filistinlilerin de bulunduğu binlerce kişi İsrail hapishanelerinden serbest bırakılacak. Gazze’ye kesintisiz yardım girecek, Filistin yönetimi sınırlı seviyede idareye katılacak, İsrail Gazze’ye yerleşim kurmayacak, İsrail Batı Şeria’yı ilhak etmeyecek, İsrail Mescide-i Aksa’ya dokunmayacak.
Washington yönetiminin planının büyük ölçüde, Trump’ın damadı Jared Kushner ile İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in üzerinde çalıştığı “Gazze’de ertesi gün planından” oluştuğu kaydedilmektedir. BM’de birçok ülkenin Filistin devletini tanımasının ‘terörizmi ödüllendirdiğini ve İsrail’in varlığını tehdit ettiğini’ savunan Netanyahu ile 29 Eylül’de Beyaz Saray’da görüşen Trump düzenlenen ortak basın toplantısında 21 maddelik Gazze planını açıkladı. Trump, planın taraflarca kabul edilmesi hâlinde “savaşın” derhal sona ereceğini, İsrail'in Gazze'den kademeli şekilde geri çekileceğini, Gazze'de HAMAS’ın rolünün olmadığı yeni bir sürecin başlayacağını ve tüm esirlerin serbest kalacağını belirtti. Netanyahu ise Trump’ın planı için, “Gazze'deki savaşı sona erdirme planınızı destekliyorum, bu plan savaş hedeflerimizi gerçekleştiriyor.” dedi. Siyonist Başbakan “HAMAS planınızı kabul ederse, Sayın Başkan, ilk adım makul bir geri çekilme olacak, ardından 72 saat içinde tüm rehinelerimiz serbest bırakılacak. HAMAS planınızı reddederse ya da sözde kabul edip sonra karşı gelecek her şeyi yaparsa İsrail işi kendi başına bitirecek. Bu kolay ya da zor yoldan yapılabilir. Ancak yapılacak.” ifadelerini kullandı.
Meseleyi “Amerikan rüyası”nın çözmeyeceğini bilenler için açıklananlar çok şaşırtıcı değildir. Bugün İsrail ile savaşan tek güç konumundaki HAMAS yok edildikten sonra Mahmud Abbas zihniyetindeki teslimiyetçi kimselerin elinde Filistin diye bir yer kalmayacaktır. Ayrıca Netanyahu, Trump'ın Gazze barış planı çerçevesinde Filistin yönetiminin, İsrail’e karşı ‘nefret içerikli’ ders kitaplarını değiştirmesi, medyadaki ‘kışkırtıcı’ söylemleri sonlandırması gibi reformların yanı sıra Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı’nda açılan davalara son vermesi ve İsrail’i Yahudi devleti olarak tanıması gerektiğini de ileri sürdü. Bu ve benzeri talepleri, maddeleri kabul etmek, savaşı İsrail’in kazandığını, soykırım yapmadığını, işledikleri insanlık suçlarından yargılanmayacağını kabul etmek demektir. Yaptıkları yanlarına kâr mı kalacaktır? Siyonist rejimin her zamanki gibi antlaşma sonrasında rehineleri alması akabinde yeniden katliamlara başlamayacağının garantisini kim verecektir? Bu konuda ABD’ye mi, İsrail’e mi güveneceğiz? Şurası son derece açıktır: HAMAS’ı yok etmek üzerine oynanan bir oyun olan söz konusu plan aynı zamanda Abraham Antlaşmaları’nı yeniden canlandırarak İsrail’in etkisini arttırmayı hedeflemektedir.
Filistin’in Tanınması ve Kudüs
Filistin’i tanıyan ülke sayısı arttıkça İsrail, Gazze’deki savaşı acilen bitirme çabalarına girişmiş, Gazze’nin kuzeydeki merkezini tamamen işgal etmek için bir kara harekâtı başlatmıştır. Diğer taraftan da ABD yönetimi, Gazze’deki katliamı durdurmak yerine, Filistin’i tanıyacağını ilan eden ülkeleri bu kararlarından vazgeçirme için çabalarını sürdürüyor. Mahmud Abbas ve diğer Filistinli yetkililerin vizelerini iptal ederek işe başladı. Buna ilaveten kimi ülkeleri tehdit ederek kimilerini satın alarak tanıma kararlarından vazgeçirmeye çalışıyor.
Gerçi Filistin’in tanınması mevcut yaptırım-güç dengesi içinde İsrail’e olumsuz hiçbir etkisi olmayacaktır. Çünkü Filistin devletini tanıyan ülke sayısı 157 ülke olsa bile buna bakılmaksızın BM’ye tam üye olmak için ABD’nin veto hakkına sahip olduğu BMGK’nin onayı gerekmektedir. Ayrıca, sınırları üzerinde kontrolü olmayan Filistin’i hangi sınırlarıyla tanıyacaklar? 1948 sınırlarıyla mı, 1976 sınırlarıyla mı yoksa bugünkü paramparça edilmiş, birbirinden koparılmış, izole edilmiş hâliyle mi? Mesela, Filistin’de büyükelçilik açacaklar mı? Filistin’e silah satacaklar mı? Karayla çevrili bu bölgeye havaalanı yapılmasına izin verecekler mi? Gazze ile Batı Şeria’nın toprak irtibatı sağlanacak mı? Batı Şeria’ya yalnızca İsrail üzerinden veya İsrail’in kontrolündeki Ürdün sınırından ulaşılabiliyor.
Kudüs Rum Ortodoks Patriği Theofilos Giannopoulos, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaretinde Erdoğan’a, Hz. Ömer’in 638 yılında Kudüs’ü fethetmesinin ardından Bizans İmparatorluğu adına şehri yöneten Patrik Sophronios’a verdiği emannamenin yazılı olduğu tabloyu takdim etmişti. Fatih Sultan Mehmed Han da 1458 yılında Kudüs Patriğine aynı emanı verdiğini bildiren bir ahitname düzenlemişti. Bu gelişmeler karşısında çıldıran Netanyahu, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile birlikte gittiği Mescid-i Aksa yakınlarındaki tünellerde arkeolojik kazıların yapıldığı bir alandaki konuşmasında, Osmanlı Devleti döneminde Kudüs’te bulunan İbranice yazılmış taş tablet olan Siloam (Silvan) Yazıtını almak için dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’a ricada bulunduğunu dile getirdi. Ancak buna Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde mâni olduğunu belirterek “İşte buradayız. Burası bizim şehrimiz Bay Erdoğan. Bu senin şehrin değil, bizim şehrimiz. Her zaman bizim şehrimiz olarak kalacak. Bir daha asla bölünmeyecek.” ifadelerini kullanarak Erdoğan’ı ve Türkiye’yi hedef aldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2020 yılında TBMM’deki bir konuşmasında “Kudüs bizim şehrimiz, bizden bir şehir!” demişti. Osmanlı İmparatorluğu Kudüs’e 401 yıl hâkim olmuştur. Osmanlı için Kudüs her zaman büyük önem taşımıştır. Her ne kadar Siyonist rejim arkeolojik kazılarla İslâm mirasını yok etmeye çalışsa da bugün Kudüs’te eski çarşının yüzde yetmişi hâlâ Osmanlı eserleri ile kaplıdır. Eski Kudüs´ü çevreleyen surlar en son Kanuni zamanında restore edilmiştir. Surların önündeki en büyük cadde hâlâ bugün Sultan Süleyman Caddesi şeklinde adlandırılır.
“İtaat Et, Rahat Et” Sefilliğinden İzzetli Bir Direniş ve Dirilişe
Gazze’nin maruz kaldığı vahşi uygulama insanlığın vicdanında küresel bir yankıya dönüşmüş, herkesi ayağa kaldırmıştır. Şayet Gazze’de ateşkes olmaz, abluka kırılmazsa dört beş aya kadar nüfusun çoğu açlıktan ölecek. Küresel canavar ABD ve onun beslemesi İsrail’in karşısında Gazze’mizin yalnız ve karanlık içinde çaresiz kalması bir felaketi haber veriyor. Gazze’nin çaresizliği bize insani bir düzenin ve adaletin yegâne çaresi olan cihadı hatırlatmıyorsa esarete rıza göstermişiz demektir.
Müslüman olan hiç kimse, bu dayanılmaz zulüm ve katliamlara, cani işgalcilerin kahpece tecavüz ve aşağılamalarına sessiz ve tepkisiz kalamaz. Müslüman’ın şeref ve haysiyeti ile oynuyorlar. Tepki göstermeyip susmamız, bu ümmete zulmedenlerin cüretini artırıyorsa, İslâm’ın ve Müslümanların aşağılanmasına, onurlarının ve dirençlerinin kırılmasına sebep oluyorsa, susmamız haramdır.
Hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Kötü davranışlar karşısında ilgisiz olan ve hiçbir tepki göstermeyen kimse, canlılar arasında sadece nefes alıp veren bir ölüdür.” Başka bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.), “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan benden değildir.” buyuruyor. Eserlerinde, İslâm teslimiyettir dediğimizde Allah’tan başka güç sahibi tanımadığımıza şahitlik ettiğimizi anlatan Seyyid Kutub ise şunları dile getiriyor: “Acaba Müslümanlar nasıl zevkle yiyip içiyorlar, nasıl rahat uyuyorlar? Din kardeşleri en aşağılık, en rezil insanların ellerinde en kötü işkenceleri görürken, çeşit çeşit zillete layık görülürken?”
Yine Resûlü Ekrem, “Yardım edin ey Müslümanlar’ diye feryat eden bir kardeşinin çağrısını işitip de onun yardımına koşmayan Müslüman değildir.” buyuruyor. Yüce Allah Kur’ân’da Müslümanlara şöyle sesleniyor: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ, 75)
Günümüz Müslümanları, mesuliyetlerinden uzak ağır bir zillet içindedirler. Siyonizm’in gönüllü uşakları, Gazze ölürken yardım etmeyen, İslâm’ın tesir sahasını daraltan kukla yönetimleri başlarında tutarak, celladına âşık esir ve köle durumuna düşmüşlerdir. İsrail tehdidine karşı bölgesel ve küresel ölçekte yeni bir ortak dayanışma ve savunma iş birliği çerçevesinde bir direnişin geliştirilmesi aciliyet kazanmış durumdadır. Yeryüzünde ilahlaşan küresel hegemonyanın ümmetin yaşadığı beldeleri cehenneme çevirdiği bir ortamdayız. Eğer bizler üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmede gaflete düşüyor, dünya sevgisi, ölüm korkusu, ikbal arzusu ile dünyevileşip dava ruhunu yitiriyorsak, İslâm düşmanlarının saldırı ve komploları, Kur’ân’ın hükümlerini kaldırmaları karşısında sessiz ve tepkisiz kalıyorsak, aldığımız her nefesin hesabının sorulacağı o günde, herhâlde Allah Resûlü bu ümmetten şikâyetçi olacaktır.
Bu içler acısı hâli kendimizden uzak tutabilmemiz için önce Allah’a ortak koşmaktan uzaklaşmamız ve Allah’ın bizim için Hz. Muhammed (s.) aracılığıyla gönderdiklerine sıkıca sarılmamız gerekir. Yaşamak için ölümü göze almazsak yaşayan ölüleriz demektir. Bize düşen, yaşadığımız çağın en ağır imtihanına, yılgınlığa düşmeden yüreğimizin en derin yerinden cevap vermektir. Zümrüdü Anka misali yeniden doğmak, mazlumun yanında saf tutmak, özümüze dönerek karanlığa karşı meşaleyi yakmaktır. Gazze’nin haysiyeti bizim haysiyetimizdir. Kudüs’ün izzeti, son nöbetçisi Iğdırlı Onbaşı Hasan’ın bize emanetidir. Ya bu emaneti taşıyacağız ya da emanete ihanet eden bir ümmet olarak helak olup gideceğiz. Ya zillet içinde boğulacağız ya da Müslüman izzetiyle ayağa kalkacağız. Unutmayalım ki yalnızca İslâm dünyası değil, bütün dünya yeni bir nefese ihtiyaç duymaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder