Metin Alpaslan – Umran Dergisi/Kasım 2025-375. Sayı
Filistinlilere siyasi açıdan hiçbir şey sunmayan, ABD-İsrail işgalini tesis eden ‘barış planı’ doğrultusundaki ateşkes Gazze’deki soykırımı şimdilik durdurdu, daha doğrusu ateşkes adı altında kısa süreli bir mola verildi. Ölüsüyle dirisiyle rehineler teslim edildi, işgal rejiminin zindanlarındaki Filistinlilerin bir kısmı salıverildi. Tabi Siyonist İsrail’in, yalnızca baskı altında kaldığında bazı Filistinlileri serbest bırakıp hemen ardından çok sayıda Filistinliyi kaçırmasıyla bilindiği unutulmamalı.
Çokça övülen antlaşmanın içi ne kadar dolu bilmiyoruz ama edindiğimiz intiba ‘Ortadoğu barışı’ tablosunun çok aldatıcı olduğu yönünde. Geleceğe yönelik hayli muğlak noktalar bulunduğu için hiç kimse gerçekten barışın yakın olduğuna, barışa giden güvenilir bir yol bulunduğuna ya da Filistin ile müstemlekeci Siyonistlerin çatışmasının çetrefil meselelerinin çözüldüğüne haklı olarak inanmıyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın planındaki Barış Kurulu ve Filistinli Komite planı, bölge halkının taleplerinden çok dış güçlerin denetim mekanizması gibi görünüyor, dahası ABD’nin artık resmen işgalci güç hâline geldiğini gösteriyor.
Temkini ve Teyakkuzu Elden Bırakmamak Gerekir
Trump’ın New York’ta sekiz Müslüman liderin desteğini aldıktan sonra Washington’da soykırımcı Netanyahu ile görüşüp İsrail’in önceliklerine göre değiştirip servis ettiği ‘Gazze Planı’nda; HAMAS’ın silahsızlandırılması, İsrail ordusunun çekilmesi, Gazze’nin yeniden inşası, sınırları ve yönetimi konularında ciddi belirsizlikler var. Mesela HAMAS silahsızlanırsa Gazze’nin güvenliğini kim sağlayacak? Karşınızda soykırımcı Netanyahu’nun yönettiği İsrail varsa Gazze’deki katliamların kısa süre sonra yeniden başlaması her zaman ihtimal dâhilindedir. Çünkü ateşkes konusunda Siyonist rejimin sicili bozuktur. Onlar için Oslo Antlaşmalarından bu yana her antlaşma yerleşim yerlerini genişletmesi ve işgali sürdürmesi için bir paravandı. Dolayısıyla işgalcilerin aldatma ve sözünde durmama girişimlerine karşı dikkatli ve uyanık olunması gerekmektedir. Kısa bir sessizliğin sonrasının yine kan yine gözyaşı yine işgal olması muhtemeldir. Trump sözlü şekilde sekizli gruba “Batı Şeria’nın ilhak edilmesine izin vermeyeceğim!” dedi, ama Batı Şeria’yı yutan işgal ve ilhak planları hız kesmeden sürüyor. Tampon bölge oyunlarıyla Gazze giderek küçülüyor. Batı Şeria’nın akıbeti hakkında hiçbir şey söylenmiyor.
Her yeri yakıp yıkan, on binlerce insanı katleden, yaralayan, sakat bırakan İsrail’den savaş tazminatı talebinden bahsedilmiyor. Gazze’yi yerle bir eden bir caniden hesap soracak bir güç oluşturmak yerine Siyonist emellere hizmet eden müzakere masallarıyla insanlık ve ümmet oyalanıyor. ABD ve İsrail’in suçları sorgulanmıyor, üstüne üstlük Netanyahu ile onun suç ortağı Trump’ın dayatmalarının adı ‘barış’ oluyor. İçinde Filistin’in adının geçmediği, HAMAS’ın gözden çıkarıldığı, İsrail ordusuna istediği zaman boğma, işgal, aç bırakma ve soykırım uygulamalarına devam etme yetkisi veren sözde bir Filistin barışı. Antlaşma diye pazarlanan metin, Filistin halkının siyasi temsili, siyasi varlığı, yönetim iradesi, gelecekleri üzerindeki tasarruf hakları konusunda hiçbir şey söylemiyor. Filistin halkına yönelik bir Amerikan ültimatomu niteliğindeki plan İsrail’de hem Likud hem de sol Siyonist düşünce yapısında standart bir söylem hâline gelen Filistin halkının ‘radikalleşmesinin önlenmesi’nden söz ediyor. Dolayısıyla Filistinlilerin işgale ve Siyonizm’e muhalefetini beyin yıkamaya ve okul müfredatına bağlıyor. Çok enteresandır Filistinlileri boyunduruk altına almanın bahanesi olan ‘radikalleşmenin önlenmesi’ anlayışı, bir insanın vatanına duyduğu sevgisinin ortadan kaldırılabileceğini varsayar.
Eğer perde arkasında başka bir şeyler kararlaştırılmadıysa, altına imza attıkları aslında bir niyet beyanıdır. HAMAS’ın ve İsrail’in hiçbir temsilcisinin katılmadığı ve imzalamadığı bir barış zirvesi şüphe uyandırmaktadır. Siyonist rejim adına kendi halkını denetleme, bastırma ve öldürme rolü verilen Mahmud Abbas zirveye katılmasına rağmen Filistin devletinin topraklarının bir parçası olan Gazze ile ilgili bir antlaşmayı imzalamasına izin verilmedi. Tarafların antlaşmadan muaf tutulmaları, onları bağlayan hiçbir şey bulunmadığı, savaşın tekrar başlayabileceği anlamına gelmektedir. Nitekim İsrail güç kullanma konusunda diretirken, siyasi açıdan bölgedeki herhangi bir örgüte benzemeyen HAMAS da silah bırakmayı reddetmektedir.
Türkiye, Mısır ve Katar’ın figüran olarak kullanıldığı zirve metninde asıl amaç direnişi ve HAMAS’ı yok etmek ve Gazze’ye ve kıta sahanlığındaki petrol ve gaz yataklarına çöreklenmektir. İsrail ve ABD’ye direnen Gazze’nin İsrail’e bir daha sorun çıkartmayacak şekilde yönetilebilir, daha denetlenebilir bir hâle getirilmesidir. Trump’ın damadı Jared Kushner’ın vizyonuna dayanan yeniden imar masalı ile ‘Yeni Gazze’, Ortadoğu’nun Riviera’sı olarak olanca nesnelliği ile parlatılıyor. Aynı zamanda ekonomik kalkınmadan da söz eden ‘barış planı’ ile birlikte düşünüldüğünde tüm bunların eski bir Siyonist söylem olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Theodor Herzl, Altneuland (1902) kitabında, Arapların Yahudi devletinden ekonomik fayda sağladıkları takdirde vatanlarının gasp edilmesini kabulleneceklerini yazmıştı. Böylesi temelleri bulunan bu maddi ve manevi talan projesinde Gazze şeridi yıkılacak, ardından tatil köyleri, şirketler, gayrimenkuller ve yatırımlar inşa edilecek. Bu, Gazze şeridinin Amerika vesayeti altına alınması ve mülkiyetinin Filistinlilerden alınıp emperyalistlere devredilmesi sürecidir. Gazze’nin bir metrekaresinde bile hak sahibi değiller ama kendilerinde Filistin’i satma hakkını gören tüccar gibiler. Soykırımla ulaşamadıkları hedeflere uluslararası kayyımlık oyunlarıyla ulaşmak istiyorlar.
ABD, Gazze’de gerçek bir barışı değil, Ortadoğu’daki kirli oyunlarını gerçekleştirmek, Çin’i kuşatma hedefine yönelmek için kontrollü bir sükûnet istiyor. Gazze neredeyse tamamen yok edilmiş, bir moloz yığınına çevrilmiştir. ABD ve İsrail açısından maksat hâsıl olmuştur. Söz konusu ateşkes, Gazze’de İsrail ve Amerika tarafından gerçekleştirilmek istenen esas projeyi perdeleme girişimidir. Tarihi, kültürü, şahsiyeti ve haysiyeti ile Gazellileri Gazze’de yalnızlaştıran, oradan kazıyan kötü niyetli gaddar bir plandır bu yapılan. Ne tuhaftır ki bu talan ve yalan planı ‘barış’ şeklinde sunulmaktadır. Yüzeysel açıdan Gazze’deki savaşı sona erdiriyor gibi görünse de gerçekte tüm bölgeyi etkileyebilecek siyasi ve güvenlik değişikliklerine kapı açıyor. Onun için, atılan bu imza barışın değil, Filistinliler için güvenliğin söz konusu olmadığı, kayıtsız ve şartsız bir teslim belgesidir. Trump’ın planı ile ilgili aşırı heveslere kapılmak bir hatadır.
Uluslararası Sistemin Çöküşü
Dünyanın yeniden şekillendiği bir dönemde emperyalizm Ortadoğu’yu da yeniden şekillendirmek istiyor. Küreselciler giremedikleri İslâm beldelerine İsrail’i bir ileri karakol, bir tetikçi olarak kullanarak girmeye çalışıyorlar. Ortadoğu’nun sınırlarını yeniden çizme girişimi olan bu istikrarsızlık ortamında kesin bir şey varsa o da önümüzde fırtınalar olduğudur. Gazze Antlaşması yalnızca bir ateşkes değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun kırılgan geleceğinin bir sınavı niteliğindedir. 109 yıl önce Sykes-Picot Antlaşması ile çizilen yapay sınırlar hâlâ bu coğrafyanın kaderini belirlemektedir. Siyonist İsrail’in kendi sapkın akidesi çerçevesinde şekillendirdiği yeni sınırlar ve ittifaklar, bölgede krizleri artırmakta, bölge yeniden şekillenmektedir. 1916’da İngiltere ve Fransa’nın üstlendiği rolü bugün ABD ve İsrail üstlenmiş durumdadır. Her ikisi de bölgede nüfuz alanını genişletme, kendi çıkarlarına uygun bir düzen kurma çabası içerisindedir.
İki büyük dünya savaşı sonrasında yaklaşık elli yıl süren Soğuk Savaş, işgaller, katliamlar, soykırımlar, sömürüler ile geçen 20. yüzyıl, kördüğüm olmuş birçok sorunu 21. yüzyıla miras bırakmıştır. Uluslararası sistem tam bir kaos hâli yaşamaktadır. İki süper güç eksenli kurulan Soğuk Savaş’ın bitişi ve Sovyetlerin dağılmasından sonra Francis Fukuyama’ya göre gelinen nokta “tarihin sonu”ydu ve ABD dünyanın tek süper gücüydü. Fukuyama gibilerin ileri sürdüğü; dünyada artık liberal kurumların ve düşünce yapısının üstünlüğünün kabul edildiğini, liberal demokrasinin kusursuz olduğunu, kapitalizmin alternatifsiz ve kaçınılmaz nihai bir sistem olduğunu, insanoğlunun ideolojik anlamda varabileceği son noktaya gelindiğini öne süren tezleri tutmamıştır. Günümüz dünyasında Fukuyama’nın ileri sürdüğü “tarihin sonu” tezini çürüten gelişmeler yaşanmaktadır. Zaten bizzat kendisi de Aralık 2021’de The Economist dergisinde kaleme aldığı yazıda, küresel sistemde “tek kutupluluk” döneminin ve hegemonyasının sona erdiğini belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Dünya, siyasi ve ekonomik boyutları ile yeniden kurgulanmaktadır.
Savaşları sona erdirme vaadiyle iktidara gelen Trump ABD’sinin Siyonist kadrosu İsrail’in yanında yer alıp onun hukuk tanımaz eylemlerine fiilli destek vermektedir. 7 Ekim’den sonra İsrail iyice azgınlaşmıştır. Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın belirttiği gibi İsrail kendini hiçbir sınırda durmak zorunda hissetmiyor. Dilediği zaman, dilediği yerde, dilediği operasyonu yapabileceğini düşünüyor. Sadece Gazze’de insanlığa karşı suç işlemekle yetinmeyen Netanyahu tehdit edildiklerini ileri sürerek istediği her yere saldırıyor, her kötülüğü yapıyor, üstelik yaptıkları yanına kâr kalıyor. İsrail’i cesaretlendiren ve pervasız kılan, bugüne kadar işlediği savaş suçlarının ve uluslararası hukuk ihlallerinin cezasız bırakılmasıdır. Gazze’deki soykırımın durdurulması, devletlerin ve uluslararası kurumların hukuki, insani ve ahlaki sorumluluğundadır. Şayet varsa uluslararası adalet, Gazze şeridinde İsrail’in işlediği soykırım ve insanlığa karşı suçların faillerini tespit edip yargılamalı, Siyonist rejimin cezasızlık durumuna son vermelidir.
Koca dünyanın kaderi BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisine sahip beş ülkenin elindedir. Filistin ve diğer zulme uğrayan mazlum halklar adına alınan her müspet karar bu beşlinin tümü veya birkaçı tarafından veto edilmektedir. Hiçbir yaptırım gücü bulunmayan BM, sessiz kalmak suretiyle suçu işleyene destek olmaktadır. Siyasi baskıya göre hareket eden uluslararası hukuk, suçlulara seçici bir şekilde uygulandığı için meşruiyeti tartışma konusu hâline gelmiştir. Güçlüleri koruyan uluslararası adalet zayıf devletlere karşı ön yargılı ve çifte standartlı hareket etmektedir. Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumlar galip gelenleri koruyan uygulamaları ile tarafsızlıklarını yitirerek jeopolitik ilişkilerde siyasi bir aktöre dönüşmüşlerdir. İnsanlığa karşı suçlar, savaş suçları, soykırım, işgal gibi eylemleri soruşturmada seçici davranmakta, emperyalizmin elinde sömürgeci bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır.
İslâm Ülkelerinin Sözde Liderleri
İslâm dünyasındaki liderlerin neredeyse tamamının iradeleri ABD ve Siyonist çetenin ipoteği altındadır. İsrail zulmünden imdat bekleyen çocukların feryadı arşı titretirken, bu ses önce bu çapsız kişilikleri sonra bütün dünyayı yakacak. Batı’nın maşası, kullanışlı aparatı olmayı sürdüren bu pısırık ve korkak tavırları düşmana cesaret vermektedir. Emperyalistlere haraç vererek ayakta durmaya çalışıyorlar. Arap liderler, Filistin meselesini ortadan kaldırıp rejimlerini korumak adına Yüzyıl Antlaşması ve İbrahim Antlaşması adı altında Siyonist çete ile ‘normalleşmeye’ meylettiler. Doğru yerde, doğru zamanda ve doğru bir biçimde indirilen Kur’ân-ı Kerim’in “Sakın zalimlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd, 11/113) ikazını göz ardı ettiler. Siyonist çete sırtını ABD’ye dayayarak fütursuzca saldırıp katliamlarına devam ederken onlar Amerikan korkusuyla zilleti seçtiler. Türkiye dâhil hiçbir ülke ABD’ye karşı durmak istemiyor.
Yıpratıcı bir düş kırıklığına yol açan Şarm El-Şeyh zirvesinde Trump, kameralar önünde Mısır cumhurbaşkanı ile el sıkışmadı. Yaşanan protokol dışı bu üstünlük tavrı, tasmalarını tutanların bile bunları adam yerine koymadığının bir göstergesidir. Süslü laflarla zulmü barış diye yutturmaya çalışıyorlar. Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif, Mısır’da, dünyanın gözleri önünde Gazze’yi yakıp yıkan İsrail’in hamisi durumundaki Trump’ı öve öve bitiremedi. Nobel Barış Ödülü verilmesi çağrısında bulundu. O anki görüntülere baktığınızda İtalyan Başbakanı Meloni’nin bile bu yağcılık karşısında nasıl şaşırdığını görebilirsiniz.
Yeri gelmişken şunu da hatırlatalım ki güç yoluyla gelen barış güçlüye teslim olmak demektir. Soykırımın temin ettiği barış bütün coğrafyada bir tarafın karşı çıkılamaz hegemonyasını temin ediyor. Arap ve İslâm dünyası liderleri mevcut düzenlerine dokunulmadığı sürece ‘Filistin’in Sevr’i denilebilecek bu sonuçları kâr sayıyorlar. Netanyahu Arap liderleri tehdit ederek “Eğer çıkarlarınızı korumak istiyorsanız tek bir şey yapmalısınız: Sessiz kalın!” uyarısında bulunmuştu. Onlar da harfiyen bu talimata uydular. Latin Amerika liderleri kadar haysiyetli olamadılar.
Kendi yanında bir Filistin devletinin varlığını kesinlikle kabul etmeyeceğini açıkça belirten İsrail bir yana, Filistin’deki devletin nasıl bir yapıya sahip olacağı veya ABD’nin İsrail’i iki devletli çözüme zorlamak konusunda ne tür bir rol üstleneceğine dair hiçbir vizyon ortaya konmuş değil. Arap rejimleri 157 ülkenin tanıdığı Filistin devletinin kuruluşunu kâğıt üstünde bırakan, Siyonizm’e karşı direnişi bitiren ‘barış planı’nı Filistin ve HAMAS yükünden kurtulmak olarak görüyorlar. Ancak bunun burada durmayacağını, bu planın yürümeyeceğini, son iki yılda yaşananların daha büyük bir bölgesel dizaynın işareti olduğunu, yeni Ortadoğu düzeninin kodlarını görmeleri gerekiyor. İsrail, Amerika’nın sınırsız desteğiyle kutsalındaki siyasi Siyonist haritada ilerliyor. Roger Garaudy’nin Siyonizm Dosyası kitabında daha 1980’li yılların başında, Irak ve Suriye’nin bölünüp parçalanacağını kesin bir dille haber verdiğini, yakınlarda Ortadoğu’da gerçekleşecek daha başka bölünmelere de dikkat çektiğini hatırlamalıyız. Bu açıdan herkesin, ‘barış planının’ Gazze ile sınırlı kalmadığını, Türkiye dâhil bütün bölgeyi ilgilendiren tehditler, tehlikeler ve riskler barındırdığını anlaması lazım.
Bir Kitaba İnanan 57 Ülke Neden Bir Olamıyor?
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de rabbinizim. Öyleyse benden sakının.” (Mü’minûn, 23/52). İslâm dünyası, parçalanmış yapısı ve iç çekişmeleri ile hem kendi sorunlarına hem de küresel sorunlara çözüm üretme kabiliyetini kaybetmiştir. Günümüzde Müslüman toplumların birkaç istisna dışında tümü otoriter yönetimler ve diktatörlüklerce yönetiliyorlar. Bir kitaba inanıyorlar ama her ne hikmetse bir ve beraber olamıyorlar. Maalesef İslâm coğrafyasının büyük bir bölümü yaralıdır. Bu bölgede benzeri görülmemiş suçlar işlenmektedir. İki yılda Gazze’de 20 bini aşkın çocuk, 10 bini aşkın kadın ve 5 bine yakın yaşlı katledilmiştir.
Kendi içinde bölünen bir ev en ufak bir dış etkenle yıkılır. Bu nedenle, bugün İslâm dünyasının birlik ve dayanışma içinde olması ertelenemez bir ihtiyaçtır. 1,8 milyar nüfusu ile Müslümanlar, dünya nüfusunun yaklaşık %24’ünü oluşturmaktadır. Zengin doğal kaynaklara sahip olarak dünyanın hassas bir coğrafyasında bulunuyorlar. Dünya doğal gaz rezervlerinin %56’sı ve petrol rezervlerinin %64’ü İslâm İş Birliği Teşkilatı (İİT) ülkelerinde bulunmaktadır. Buna mukabil İİT üyelerinin dünya üretimindeki toplam payı %8,15 gözükmektedir. Nüfusu ile hiç de doğru orantılı olmayan bu durum, ekonomik zayıflığı büyük oranda ortaya koymaktadır. Sattıkları petrolün parası Amerika’ya teslim edilmekte, Amerika’nın izin vermediği bir yere sarf edilememektedir.
21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa’nın kundaklanması üzerine, 25 Eylül 1969’da “Filistin davasına sahip çıkmak maksadıyla” Suudi Arabistan'ın Cidde şehrinde İİT kuruldu. Kuruluş amaçları içerisinde, üye devletlerin arasında iş birliği ve dayanışmayı güçlendirmek, İslâm dünyasının hak ve çıkarlarını korumak da bulunmaktaydı. Böylesi bir amaçla kurulan İİT ne yazık ki bugüne kadar kuruluş amacına uygun bir icraatta bulunamamıştır. Bugüne kadar yaptıkları, mütecavize karşı sadece “kınama kararı” almaktan öteye geçmedi. Siz istediğiniz kadar kınayın, düşman hedefe varmak için bildiğini yapıyor, zulüm ve katliamlarına devam ediyor.
Yapılması gerekeni yapmayıp meydanı zalime bırakırsanız sonuç kan olur, gözyaşı olur, mağlubiyet olur. Bulunmanız gereken yerde değilseniz, yapmanız gerekeni yapmıyorsanız Batı’nın pis işlerini yapan “kuduz köpek” gelir sahip çıkamadığınız toprağa çöker, talan etmedik yer bırakmaz. Nasıl olsa meydanı boş bulmuştur, nasıl olsa mazlum savunmasız ve naçar kalmıştır. Bölgenin büyük kesimini bir bataktan diğerine sürükleyen İngilizlerin Filistin halkını açıkça anmayıp; sadece “Filistin’deki Yahudi olmayan topluluklar” şeklinde atıfta bulunan 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana Filistin toprakları adım adım işgal edilmektedir. Filistinlilere siyasi bakımdan hiçbir şey sunmayan yeni ‘barış planı’ Yahudilere bir vatan vaat edip Filistin halkına yalnızca medeni ve dinî haklar tanıyan Balfour Deklarasyonu’na bir dönüş anlamına geliyor. Filistin toprakları ta o zamandan bu yana bir taraftan bölgeye sevk edilen Yahudilerle dolduruluyor, diğer taraftan Müslüman ahaliden boşaltılması için şiddet ve katliam eşliğinde tehcir politikaları uygulanıyor. Gazze, İslâm ülkeleri taht hesaplarını bir kenara bırakıp bir araya gelemedikleri için bu hâlde. Gazze, Müslümanlar inandıkları dinin emrettiği gibi kardeşler olamadığı için, İslâm, iman, ihsan şuuru istikametinde olgunlaşamadıkları için bu vaziyette.
Türkiye’mize gelince, ülkemizin acil güvenlik ihtiyaçları önem kazanmaktadır. NATO gibi ittifaklara güvenilemeyeceği apaçık ortadadır. Eskiden Batı güdümünde hareket eden Türkiye’nin artık kendi tarihsel vizyonuyla örtüşen, ümmete sahip çıkan bir konumda bulunması şarttır. İsrail’i koruma amacıyla kurulan Kürecik gibi ABD üslerine ev sahipliği yapmayı bırakmalıdır. Bölgesel liderlik yalnızca arabuluculuk yapmakla, hamasi nutuklarla ve duygulu mesajlarla sınırlı değildir. Güçlü bir orduya, güçlü bir ekonomiye, stratejik kaynaklara, savunma sanayisine, sağlıklı artan bir nüfusa ve diplomasi gücüne sahip olmak bu statünün temelini oluşturur.
Bir Direnç Hattı Oluşturulmalı
Rabbimiz, “Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) buyuruyor. Bu dünyada müminlerin en ciddi imtihanı, korku, açlık, can ve mal kaybıdır. Bu imtihanda müminin sabır, mücadele ve direnişten başka yolu yoktur. Şayet biz üzerimize düşeni yaparsak, Allah bizimle beraber olacağını ve ‘kendisinin yardım ettiğine de kimsenin gücünün yetmeyeceğini’ buyuruyor. İnsanlar mücadele ve direniş yerine, korkularına mağlup olunca ödenecek bedeller de ağır olmaktadır. Dünyanın birçok yerinde insanlar işlerini kaybetme pahasına, üniversitelerden atılma pahasına zalimlere karşı mazlumların yanında durarak zulme direndiler. Ama saltanat sahipleri saltanatlarını kaybetme korkusu ile baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara maddi ve manevi yönden yardım etme konusunda imtihanı kaybettiler.
Ne hazindir ki günümüzde Müslümanlar günün şartlarına göre sistematik bir mücadele yürütmekten hayli uzaktırlar. Batı’nın bizi ezmesi, şiddetle sindirmesi karşısında bazı gruplar İslâm’ın asla müsaade etmeyeceği kimi yolları kullanmaktadırlar. Bu durum, karşı tarafa İslâm aleyhine propaganda yapma ve İslâm’ı, Müslümanları daha fazla ezme, yok sayma, terörle aynı kefeye koyma imkânını sunmaktadır. Şüphesiz İslâm ülkelerinin zayıflıklarını, yozlaşma ve basiretsizliğini tek bir sebeple, emperyalist sömürü ve yayılma ile açıklamak doğru değildir. İlaveten, Müslüman toplumların bugün içinde bulundukları azgelişmişliğin, İslâm inancının temel ilkelerinden değil, bu ilkelerle sosyal ve ekonomik hayat arasındaki mesafeden kaynaklandığı açıktır. Genelde Müslümanlar; dünya meselelerine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaşılması gerektiğinin bilgi ve bilincinden yoksun durumdadırlar. Bu nedenle ümmetin yeniden inşası için evrensel insani ve İslâmî değerlerden hareket etmeleri, İslâmî düşünceyi yaygınlaştırmaya talip olmaları elzemdir. Hatırlanmalıdır ki “varoluşumuzu ortaya çıkarmak için her çağda ve her yerde elimizdeki imkân İslâm’dır.” Müslümanların birbirlerini daha yakından tanımaları, aralarında daha sıkı bağlar kurmaları ve ümmet şuurunu yeniden canlandırmaları şarttır. Hızla değişen dünyada birçok yıkıcı etkenlere maruz kalan Müslümanlar; çağa uygun yönetim şeklini bulmaya, inançları ışığında sosyal, siyasi ve ekonomik düşüncelerini yeniden oluşturmaya çalışmalıdır.
Düşmanın kuvveti, hileleri, tuzakları kavi, içinden çıkılamaz görüntüsüyle ürkütücü olabilir. Hâlbuki hakikat bambaşkadır, bu tuzaklardan kurtulmanın yolu bir tek Allah’a sığınmaktır. Şeytanın şerrinden korunmak için şeytana sığınmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Şeytanla iyi geçinmeye çalışmak, onun dostlarına “Nobel ödülü” övgüleri dizmek, onun övgülerine mazhar olmak, ona teslim olmak hem dünyada hem de ahirette Müslüman için bir felakettir. Ümmetin birlik, bütünlük ve dayanışma içinde zulme karşı bir direniş hattı kurması, bunun idamesine omuz vermesi gerekmektedir. Zalimlerin Müslümanlar üzerinde üstünlük kurmaları ve onları hâkimiyet altına almaları ümmet şuurunun zayıflatılmasından sonradır. Modernleşme bahanesiyle yürütülen Batılılaşma politikalarının yanında kavmiyetçilik ve mezhebi akımların bu noktada etkili olduğunu, ümmeti paramparça ettiğini biliyoruz. Müslümanların yeniden üstünlük sağlamaları, siyasi otoritelerini oluşturmaları ancak tekrar ümmet şuuruna, dayanışma ve güç birliği anlayışına kavuşmalarıyla mümkün olabilecektir.
Ümmet şuurunun ortaya çıkaracağı güç, dayanışma ve iş birliği İslâmî uyanış hareketlerinin altını oymaya çalışan baskıcı yönetimlerin de nefesini kesmeye yarayacaktır. Bu şuurun, Müslümanlara zulüm ve baskı yapan rejimlere karşı çıkılmasında da etkili olması gerekir. Mekkeli Müslümanlar o günkü cahili egemenlik sistemine karşı durarak inkılâpçı bir çıkış yaptılar. Müslümanlar kendilerinin “tek bir ümmet” olduklarını, dayanışmaya önem verdiklerini bu rejimlere göstermelidirler. Müslümanlar Batı’nın siyasi, ekonomik ve kültürel sömürgesinden kurtulmalı, özgür bir kafa ve ruh yapısı ile beşeri ve maddi kaynaklarının gelişmesine rehberlik etmelidirler.
Çok incitici bir biçimde görüyoruz ki günümüzde herkes derin bir korkunun tutsağıdır. Aslında bu korku bizim esirliğimiz olduğu kadar zalimlerin sermayesidir. Bizim korkumuzu kullanarak emperyalizm gücünü katlamakta, hegemonyasını derinleştirmektedir. Bu durum artık son bulmalıdır. Müslümanlar iki yıl süren soykırım ve açlığa rağmen teslim olmayan Gazze mücahitleri gibi ölümün bir son değil bir başlangıç olduğunu bilmelidirler. İnananlar ancak ölümü göze alarak ölümsüzleşeceklerini kavramalıdırlar. Yanlışlık, bizim dünyaya taparcasına bağlılığımız ve Allah’tan değil de ölümden korkmamızdır. Burası haysiyetsizliğimizin nirengi noktasıdır. Bizi izzet yoksunu kılan bir durumdur. Artık başımızın belası dünya müptelalığından kurtulmalıyız. Hakkı yerinden edip çiğneyen müstemlekecilerin değiştiğine inanmak zordur. Bunlar, ezmeye, işgal ve gasp etmeye, oldubittiye getirmeye, zorbalıkla teslim almaya inanıyor. Bunlarla diplomasi diliyle konuşmak havanda su dövmektir. Zalim saldırganla anladığı dilden konuşulmalı. Zalim sadece güçten anlıyorsa, onun işlediği suç sadece güç ile bertaraf edilecekse siz de güç kullanmalısınız. Bunun için de güçlü olmalısınız, yaptıklarınızın keyfiyet derecesini yükseltmelisiniz.
İslâm’ın bize Allah rızası için yaşamak ve onun rızası için ölmek dışında hiçbir şeyde gözümüzün olmadığını, hiçbir şeye kulak asmayacağımızı öğretmesi lazım. Ümmete husumetini yıllardır dışa vuranlara inat, Allah’tan istemeyi bilme şuuru ile sırât-ı müstakîm fikri istikametinde çaba harcamalıyız. Yüce Rabbimizden niyazımız, gözü yaşlı tek bir Müslüman kalmasın diye İslâm ümmetine uyanış nasip etmesidir. Bunun içinse Kur’ân ahlakıyla ahlaklanıp Resûlüllah’ın ümmeti olmaya liyakat kesp etmek için çalışan gayretli Müslümanların mesuliyet şuuru ile üstüne düşenleri yapması gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder