Metin Alpaslan – Umran Dergisi/Aralık 2025-376. Sayı
Afrikalı bir çocuğun şu şiiri 2005’te dünyanın en iyi şiiri seçilmiş:
“Doğduğumda siyahtım,
Büyürken siyahtım
Güneşe çıktığımda siyahtım,
Korkunca siyahtım,
Hastayken siyahtım,
Öldüğümde hâlâ siyahım...
Ve sen beyaz çocuk,
Doğduğunda pembesin,
Büyürken beyazsın,
Güneşe çıktığında kırmızı,
Üşüdüğünde mor,
Korktuğunda sarı,
Hastayken yeşil,
Öldüğünde de grisin,
Sen şimdi bana renkli mi diyorsun?”
Afrika ten renginden dolayı ayrımcılığa en çok uğrayan, ikinci sınıf muamelesi gören, hor görülen insanların ülkesidir. Yüzyılları aşkın bir süre ırkçılık, ayrımcılık sorunu ile karşı karşıya kalmış, akıl almaz insanlık dışı muamelelere tabi tutulmuştur. Avrupalılar, Afrika kaynaklarını kontrol etme ve sömürme çabalarını haklı çıkarmak için Afrika’ya “karanlık kıta” adını verdiler. Olumsuzluk çağrıştıran bu ifade ve siyah renk, Afrika’nın zengin tarihini ve kültürel çeşitliliğini göz ardı ederek onu bilinmeyen ilkel bir yer olarak tasvir etmek için kullanıldı. Afrika kıtasının tarihi, diğer kıtalardan farklı olarak, yerli halkların hayatlarını kökten değiştiren ve gelecekteki gelişimlerinin seyrini belirleyen felaketlerle doludur.
Sömürgecilik, Direnişler ve Problemler
Haritalar bile güç ve egemenlik ideolojisi tarafından eğitim, medya ve politika alanlarında yanıltıcı bir araç olarak kullanılıyor. 16. yüzyıldan bu yana yaygın şekilde kullanılan Mercator haritası gerçeğe aykırı bir şekilde Avrupa ve ABD’yi olduğundan büyük gösterirken Afrika’yı daha küçük gösteriyor. Hâlbuki Kuzey Amerika 27 milyon 710 bin kilometrekare olmasına karşılık Afrika kıtası 30 milyon 370 bin kilometrekaredir. Harita üzerinde bile psikolojik bir savaş verilmekte ve insanlar hâlâ aldatılarak yanlış yönlendirilmektedir. Bu yanlışlığa itiraz eden Afrika Birliği (AfB), şimdi kıtaların boyutlarını gerçeğe aykırı şekilde gösteren Mercator haritasının değiştirilerek, yerine daha adil olan Equal Earth (Eşit Dünya) haritasının kullanılmasını istiyor.
Batılı ülkeler yüzyıllar önce de Afrika’ya silah zoruyla girip mahvettikleri topraklarda yoksulluk inşa ederek insanları köleleştirdiler. Afrikalılar, kendilerinden çalınan doğal kaynaklardan mahrum bırakıldıkları için yoksul hayat şartlarında yaşamaya maruz bırakıldılar. 17. yüzyıldan itibaren bölge üzerinde sömürgecilik faaliyetlerine başlayan Batılılar, kıtada silah zoruyla yaptıkları zulümler ve sindirme operasyonları ile Afrika topraklarını sömürerek siyah adamı kendilerine köle yaptılar. Beyaz adam üç asırdır kapitalizmin kaynak ve emek deposu olarak kullanıp tükettiği Afrika’yı yeniden bölüşme peşinde koşarak her türlü oyunu oynamaya devam etmektedir.
Sömürgeciler üstün silahları ellerinde bulundurdukları ve teknolojik seviyeleri ileri olduğu için, ‘medeniyeti ilerletmek’ adına Afrikalıların kaynaklarını sömürme hakkına sahip olduklarına inanıyorlardı. Afrikalıları, boyun eğmesi gereken ve yalnızca beyazlara hizmet etmekle görevli insanlar gördüler. Bu kıtaya 19. yüzyıla kadar kölelik hâkim olmuş, köleliğin yasaklanmasının ardından da apartheid rejimlerin uygulamalarına maruz kalmıştır. Yeni bir sömürge ve kölelik sistemi kurmak için 1885 senesinde imzalanan Berlin Antlaşması ile birlikte Afrika’nın yabancı güçler tarafından koloni sistemi ile paylaşılması ve kıtayı ‘medenileştirme’ adı altında sömürgeleştirilmesi süreci başlamıştır.
Berlin Konferansı kıtayı her ülke için etki alanlarına bölmüştü. 19. yüzyılın sonlarında her Avrupa ülkesi, kıtanın yer altı ve yer üstü kaynaklarını ele geçirmek için bir Afrika parçasını işgale girişmiştir. Amerika kıtasında ihtiyaç kalmadığı için geri gönderilen Afrika kökenlilerin kurduğu Liberya devleti hariç tutulursa, Afrika kıtasında sömürgeleştirilemeyen tek ülke Etiyopya’dır.
1910-1975 arasındaki bağımsızlık kazanımlarına rağmen sömürge mirasından kaynaklı sorunlar, aşırı fakirlik, ulus devlet anlayışının gerçekleşememesi, hükûmetlerin toplum çıkarlarına göre hareket etmemesi, iyi bir yönetim kurulamaması sömürgeci güçlerin bıraktıkları siyasi alanın sürmesine sebep olmuştur. Sömürgecilik öncesindeki sınırlar, sömürgecilikle birlikte tamamen kaldırılarak yeni haritalar oluşturuldu. Bağımsızlık sürecinde birkaç ülke hariç adeta “çekirdek aile” gibi “çekirdek ülkeler” kuruldu. Kendi içinde bağımsız bir ülke görünümü ama geçmişle bağları kopmuş, genelde eski sömürge devletine istemese de kendini bağımlı hissetmek zorunda kalmış devletçikler ortaya çıktı.[1] Tarihsel toplum yapılanmaları önemsenmeden sınırların yapay şekilde belirlenmesi, kurulan her devletin aralarında uyuşmazlık bulunan çok sayıda etnik unsuru barındırması, kıtada yaşanan iç ve dış çatışmalara yol açmıştır.
Batılılar, sömürgeleştirdikleri ülkelerde bir etnik grubu diğerlerine tercih edip destekleyerek etnik rekabeti kızıştırdılar. Afrika’nın kaynaklarını yağmalamaya devam edebilmek için bu ülkelerde etnik gerilimleri kaşıyarak, kabile ve ülkeleri birbirine düşürerek hem savaşları kışkırttılar hem buraları daha kolay yönettiler. Afrika, yine Afrikalılar kullanılarak ele geçirildi. Karnını zor doyuran çocuklar bu ülkelerde çocukluğunu bile yaşayamadan savaşların ön cephesine sürülüyordu. İnsanlar yaşatılan bu kaosta birbiriyle uğraşırken emperyalistler, uranyum, altın, elmas gibi kıymetli ne varsa alıp götürüyorlardı.
Etnik rekabetler, Ruanda’da, Sudan’da yüz binlerce kişinin öldüğü ve milyonlarca kişinin mülteciye dönüştüğü soykırım ve iç savaşlara yol açtı. Fransa, Ruanda’da, katliamı önlemek yerine, katliam için gerekli ortamı sağlayarak 800 binden fazla Tutsi’nin katledilmesine ortam hazırladı. Mitterrand’ın, 1998 yılında Le Figaro gazetesine verdiği bir demeçte “Bu tür Afrika ülkelerinde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil!” demesi, bunların nasıl bir zalim olduklarını göstermektedir. Fransa, Afrika’daki katliamların en büyük müsebbiplerinden biridir. Cezayir’de 132 yıllık Fransız işgali sırasında 2 milyona yakın insan katledilmiştir.[2] Gabon, Senegal, Benin, Tunus, Gine, Burkina Faso, Çad, Kamerun ve Cibuti gibi Afrika ülkelerinde, yüzbinlerce insan katledilmiştir. Fransa gittiği hiçbir yere huzur götürmemiş, kargaşa ve birbirine düşürme oyunlarıyla sömürdüğü bölgeleri kontrol altında tutmuştur. Kaddafi ile anlaşıp ondan para aldıktan sonra Libya’yı kalleşçe bombalayan da Fransa’dır.
Etnik toplumların mensuplarını sömürge ordusuna dâhil ederek yerel unsurları kendilerine yardım eder hâle getirdiler. Nijerya’da, İngilizlerin 4 bin askeri dışındaki kuvvetleri Afrikalıydı. Dekolonizasyon döneminde, bu askerler sık sık darbeler yaptılar ve ülkelerinin seçilmiş sivil hükûmetlerini görevden aldılar. Sömürgeci ülkelerin, ne yapılırsa yapılsın yenilemeyeceğine dair “öğrenilmiş çaresizlik”, zaten herhangi bir karşı koymanın önündeki en büyük engeldi. Böylelikle birkaç bin kişilik güç ile organize olamamış milyonları kolayca kontrol altında tutulabiliyordu.
Sömürgecilik sonrası dönemde bağımsızlıkları verilen yeni devletlerde, işbaşına getirilen beyazlarca devşirilmiş sömürge aydınları Batı’nın çıkar ilişkilerinin devamını sağladılar. Eski sömürgeci güçler kendilerine bağlı kalacak kadroları, idari, kültürel ve ekonomik yapılanmaları oluşturduktan sonra ellerindeki bölgeleri bırakmışlardı. Sömürgeciler, her daim yozlaşmış yeni liderler yetiştirdiler. Bunları kendi adlarına çalışmak ve diğer Afrikalıları boyun eğdirmek için kullandılar. Ülkelerinin ulusal kaynaklarını sömürgecilere peşkeş çeken ve bağımsız bir ekonomik yapı inşa etmesine sürekli ayak bağı olan devşirme yöneticilerin seçimle iş başına gelmeleri de gidişatı değiştirmeye yetmedi. Bu süreçte yolsuzluğa batmış, adaletsiz dikta yönetimleri beyaz efendilerin desteği olmadan iktidarlarını sürdürmelerinin mümkün olmadığına inandırıldıkları için, sadece kendi çıkarını düşünen, gelenek ve kültürleri aşağılayan yeni bir nesil yetiştirilmeye çalışıldı.
Ülkelerin kaynakları Batılı şirketlere yok pahasına pazarlanırken yetenekli insan malzemesi de Batı’da ucuz iş gücü olarak değerlendirildi. Geride kalan milyonlar ise bu fakirlik ve adaletsiz gelir dağılımının açlığa mahkûm ettiği yığınlar olarak kaderlerine terk edildi. Sömürgeciler arkalarında etnik çatışmaların, yozlaşmış diktatörlüklerin, dinî çekişmelerin, savaşların ve kıtlığın kol gezdiği bir felaket kıtası bıraktılar. Dünyanın en fakir ülkelerinin bu kıtada yer alması büyük oranda bu sebeptendir.
Afrika ülkeleri kendi aralarındaki anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmak, siyasi, ekonomik, askerî ve bilimsel alanlarda ülkeleri arasında koordinasyon sağlamak, ortaklıklar inşa etmek üzere birçok örgüt ve bölgesel yapılanma kurdular. Ancak bu girişimler henüz küresel arenada dikkate alınır bir aktöre dönüşememiştir ve kıtadaki sorunların çözümünde istenilen neticelere ulaşamamışlardır. Ülkeler arası rekabet ve güç mücadeleleri, bölgesel örgütlerin üye ülkelerin kalkınması ve güvenliklerinin temini için daha faydalı işlev görmesine engel olmaktadır. Hâlihazırda birçok çatışma devam etmektedir. Söz gelimi Sudan iç savaşını sona erdirme konusunda Afrika Birliği’nin çabası neredeyse yok gibidir. Kıtanın kaderinde daha ziyade ABD, Çin, AB, Rusya ve Türkiye gibi dış aktörlerin eğilimleri ve çıkarları doğrultusunda verdikleri kararlar belirleyici olmaktadır.
Bölgesel örgütlerin şu anda kıtada düşük performans göstermesinin sebepleri olarak; ülkelerin bir blok olarak hareket edip bölgesel entegrasyonu sağlayamaması, müşterek çıkarlarını korumak yerine bireysel hareket etmeleri, Afrikalı liderleri verdikleri taahhütlerinden sorumlu tutan mekanizmaların bulunmaması, antlaşmaların iç hukuka adapte edilmesinde siyasi irade eksikliği, demokrasi ve iyi işleyen bir devlet sistemlerinin bulunmaması sayılabilir.
Zenginlikleri Çalınan Kıta, Yeni Sömürgecilik ve Kültürel Asimilasyon
Sömürgeciler tarafından yoksullaştırılmış dünyanın en yoksul ve aç kıtasında toprak ve gıda önceleri kolonizasyon yöntemiyle sömürülürken, günümüzde de şeytanca bir yöntemle çalınıyor, kaynaklar Batı’ya taşınmaya devam ediyor. Yabancı yatırımcı çekmeye çalışan Afrika ülkeleri bu defa Çin modeli de denilen “tefeci anlayışla” farklı şekilde esir alınıyor. Altına girdikleri yüklü borçlar sebebiyle uzun vadede Çin’in siyasi-ekonomik-kültürel güdümüne girme ihtimali beliriyor. Bağımsızlık sonrasındaki “yeni sömürgecilik”, önceki sömürgecilik dönemi uygulamalarını âdeta geri getirmiş durumdadır.
Emperyalist politikalar, Afrikalı liderlere rüşvet vermek, doğrudan askerî varlık kullanmak, paralı askerler göndermek ve üniversitelerinde sömürge sonrası elitleri eğitmek üzerine kuruluydu. Bu politikanın amacı, kendisine tâbi devletlerdeki siyasi ve ekonomik süreçler üzerinde tam kontrol sağlamaktı. Afrika’nın zenginlikleri kendi halkı için değil, başkalarının konforu için sömürülmeye devam ederken insanlar hâlâ çok kötü şartlarda karın tokluğuna çalıştırılıyor. Çok sayıda Afrikalı hâlâ yoksulluk, güvensizlik ve dışlanmışlık döngüsüne sıkışmış durumdadır. Kıtanın büyüme eğiliminden ve artan jeostratejik öneminden çok az kişi faydalanabiliyor. Kıtanın muazzam kaynak zenginliği, dar bir elitin ve giderek artan şekilde yabancı yatırımcıların elinde kalıyor; bu zenginlik halkın yararına dönüştürülemiyor.
Kıta dışındaki birçok ülke gıda sorununu Afrika’da tarım yapılabilir arazilerin tekelini eline geçirerek çözmeye çalışıyor. Etiyopya, Mali, Sudan, Gana ve Madagaskar’da milyonlarca hektar toprak yirmi, otuz hatta doksan yıllığına Çin, Hindistan, Suudi Arabistan ve Güney Kore’ye devasa yatırım sözleri karşılığında veriliyor. Bir miktar para, teknoloji ve altyapı yatırımı karşılığında bu kıtanın toprağına el koyuyorlar. Yabancı yatırımcılar ürün çeşitliliğini temel alan geleneksel tarımdan bir tek ürünün üretilmesini ve ihracını hedef alan “yeşil devrim” adı altında endüstriyel tarıma geçiyorlar. Bu süreçte gübre ve tarım ilacı gibi kimyasal ürünlerin kullanımı da katlanarak artıyor. Söz konusu topraklar bütünüyle yoksullaştığı zaman yabancı yatırımcılar başka bir alana yöneliyorlar. Sonuçta Afrika’da kitlesel açlık hâlâ devam ediyor, yeterince beslenemeyen milyonlarca insanın mevcudiyeti devam ediyor. Sömürgeciliğin ortadan kalkmaya başladığı 1960’lı yıllarda Afrika ülkeleri günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde ürün üretebiliyorken bugün hemen hepsi gıda maddelerini ithal etmek zorunda kalmışlardır.
Denizde de soygun devam ediyor. Avrupa ülkeleri, Çin, Japonya ve Rusya’nın donanmaları yerel ülke yönetimlerinin balık avlama lisanslarını satın alarak Afrika kıyılarını talan ediyor. Milyonlarca kişinin küçük balık avcılığından geçimini sağladığı Afrika’da, kıyılardaki yerli balık avcıları darmadağın ediliyor. Afrikalı balıkçılar, yabancı şirketler tarafından işletilen balık fabrikalarına hizmet eden işçilere dönüşüyor.
Yeni sömürgecilikle beraber Afrika’da adım adım yeni işgallerin başladığını görüyoruz. Kıtaya gelen yabancı yatırımcı doğal kaynakları ve yer altı zenginliklerini çıkartarak alıp götürmektedir. Önceleri sömürgeci ülkelerin yaptığı gayrimeşru uygulamalar bugün tamamen meşru bir zeminde şirketler eliyle yapılmaktadır. Yabancı şirketlerin katıldığı madencilik ihalelerinde normal fiyatın altında kalındığı ve ‘şeffaf olmayan gizli pazarlıklarla’ yapıldığı, şirketlerin gelirlerindeki astronomik rakamlara karşılık Afrikalı işçilerin kendi topraklarından çıkarılan madenlerde çok düşük ücretlerle çalıştırıldığı biliniyor. Çin gibi kendi evinden yerli işgücünü getirenler de var. Afrika’ya göçü teşvik eden Çin, bu yöntemle kendi iç nüfus sorununa çözüm getireceğine inanıyor. Bu şeytanca hırsızlıkların kahramanları ise maalesef işbirlikçi hükûmetlerdir.
BM Ticaret ve Kalkınma Ajansı (UNCTAD) tarafından hazırlanan bir raporda Afrika’dan ağırlıklı olarak altın, elmas ve platin gibi yüksek değerli emtia hareketleriyle bağlantılı olduğu belirtilen yasa dışı sermaye çıkışı, Afrika ülkelerinin refahı için yapılması gereken sağlık, eğitim ve altyapı gibi yatırımlara engel oluyor. UNCTAD Genel Sekreteri raporla ilgili olarak şunları söylüyor: “Yasa dışı finansal akışlar Afrika’yı ve halkını umutlarından mahrum bırakıyor, şeffaflığı ve hesap verebilirliği baltalıyor ve Afrika kurumlarına olan güveni aşındırıyor ve yolsuzluk, yoksulluk ve eşitsizliği kötüleştirerek Afrika’nın kalkınmasını engelliyor.”[3]
Başta Fransa olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi Afrika’nın zenginliklerini yeni sömürgecilik kapsamında ülkelerine transfer etmeye devam ediyor. Fransa 1961’den beri 14 Afrika ülkesinin ulusal rezervlerini elinde tutuyor, 20 civarı Afrika ülkesinin parasını basıyor. Fransız hazinesi, Afrika’dan yıllık 500 milyar dolar “kazanç ve getiri” elde ediyor. Paris’in 1960’ların başında eski sömürgeleri üzerinde kurduğu Françafrique adlı vesayet sistemi, Afrika ülkelerini ekonomik, siyasi ve askerî açıdan Fransa’ya bağımlı hâle getirmiş durumda.
Sömürgeciler, Afrika’nın kültürel varlıklarını da yağmaladılar. En değerli eserlerin yarım milyondan fazlası, yani Afrika sanatının yaklaşık yüzde 80-90’ı çalındı ve kıta dışına ihraç edildi. Örneğin Fransa, 30 Afrika ülkesinden çaldığı tarihî ve kültürel mirasa da ev sahipliği yapıyor. Müzeler kaçak yollarla getirilen eserlerle dolu. Fransa’nın Afrika kıtasındaki sömürgeci varlığı içinde Fransız eğitim sistemi ve kendi dilini öğretim stratejileri de yer almaktadır. Fransa’nın 68 milyon nüfusa sahip olduğu göz önüne alındığında, bugün 29 Afrika ülkesinde 140 milyon kişinin Fransızca konuşması kıtanın nasıl acımasız bir kültürel soykırıma uğradığını göstermektedir. Nitekim sömürgeciliğin sona ermesinden sonra bile birçok Afrika ülkesi, Fransızcayı resmî dil olarak kullanmaktadır. İngilizce ise, Zimbabve, Uganda, Zambiya, Botsvana, Namibya ve Kenya’nın resmî dilidir.
Hıristiyanlık da Avrupalı güçlerin Afrika’yı bölmek, sömürgeleştirmek ve sömürmek için yerlileri ikna ve asimilasyonunda bir kisve olarak kullanılmıştır. Hıristiyan misyonerler sömürge sürecini kolaylaştırmak için çalışmışlardır. Misyonerliğe ilişkin en kısa değerlendirmeyi Kenya’nın kurucusu olan Jomo Kenyatta yapmış. Onun “Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim, dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.” ifadesi misyonerliği ve arkasındaki amacı net olarak açıklamaktadır.
Türkiye’nin Afrika’daki Hamleleri
Türkiye-Afrika ilişkilerinin temeli Osmanlı İmparatorluğu’nun Afrika ile geçmişte kurduğu yakın ve samimi ilişkilere dayanmaktadır. İlişkiler 1584 yılında Portekizlilere karşı Osmanlı’dan yardım talebinde bulunulmasına kadar geri götürülebilir. Yemen valisi denizci Ali Bey’i bugünkü Kenya’nın Mombasa şehrinde yaşayan Müslümanların yardım talebini karşılamak üzere görevlendirmiştir. Doğu Afrika sahillerinde bulunan Zanzibar adasında 1960’lı yıllara kadar Sultan Abdülhamid adına hutbe okunduğu bilinmektedir. Nijer’in 124 bin nüfuslu Agadez şehrinde, cuma hutbelerinde hâlâ Osmanlı padişahlarının anıldığı söyleniyor. Yakın zamanlara kadar Sudan’da bazı camilerde verilen hutbelerde Sultan Abdülhamid’in ismi anılmaktaydı. Kıta üzerinde hâlâ canlı olan Osmanlı izlerinin onların bilinçlerinde bıraktığı derin etki, Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika ülkeleri ile yakınlaşmasını kolaylaştıran bir unsurdur. Bugün bile Tanzanya’da ve diğer bazı Afrika ülkesinde okutulan lise ders kitaplarında Türklerin Afrika ile yardımsever ve sömürge amaçlı olmayan ilişkileri öğrencilere öğretilmekte ve Türkiye anti-sömürgeci mücadelenin öncüsü gösterilmektedir.[4]
Uluslararası ilişkiler konusunda çok hızlı gelişmelerin yaşandığı günümüz dünyasında Türkiye, Afrika ülkelerinde çok boyutlu karşılıklı ilişkiler için adımlar atmaktadır. Hâlihazırda sadece ülkeler arasındaki ilişkiler değil, aynı zamanda kıtalararası etkileşimin de sınır tanımayan bir boyuta ulaştığı bir dönem yaşanmaktadır. Türkiye’nin Afrika ile iş birliği ve dayanışma merkezli yaptığı Afrika açılımı kapsamında, 1998 Afrika’ya Açılım Eylem Planı, 2003 Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi hazırlandı. Somali, Sierra Leone, Kongo, Sudan, Fildişi Sahili, Burundi, Liberya’da BM barış misyonlarına katıldı.
Türkiye’nin Afrika’daki büyükelçilik sayısı 2002’de 12 iken 2025’te 44’e ulaştı. Aynı dönemde Ankara’daki Afrika büyükelçiliklerinin sayısı da 10’dan 38’e çıktı. Son yıllarda yüzlerce karşılıklı üst düzey ziyaret gerçekleştirildi. Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki ikili ilişkiler son 20 yıldır ekonomik, güvenlik, kültürel işbirliği, insani yardımlar çerçevesinde artarak devam etmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 31 Afrika ülkesine gerçekleştirdiği 53 ziyaret, Türkiye’nin Afrika’daki etkisini artırırken, kurulan güçlü diplomatik temaslar ve ortak projeler sayesinde Türkiye, kıtanın gözünde sadece bir yatırımcı değil, aynı zamanda güvenilir bir kalkınma ve diplomasi ortağı olarak konumlandı.
Ekonomik ilişkilere ilaveten Afrika ülkeleri ile kültürel ve insani ilişkileri de geliştirmek isteyen Türkiye, kıtada Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığı (TİKA), Yunus Emre Enstitüsü ve Türkiye Maarif Vakfı gibi kurumlar vasıtasıyla Türkiye’nin yumuşak gücüne ve kültürel diplomasi faaliyetlerine önemli katkılar sunuyor. Bu kurumlar eğitim, kalkınma ve kültür alanında yaptığı yatırım ve çalışmalarla Afrika’nın yükselişine öncülük ediyor. Türkiye’yi, Türkçeyi, tarihini, kültürünü ve el sanatlarını tanıtma amaçlı kurulan ofisleriyle çeşitli sosyokültürel etkinlikler düzenliyor. 25 ülkede her yıl nitelikli ve iyi Türkçe konuşan binlerce öğrenci mezun ederek, Türkiye-Afrika ilişkilerine önemli katkı sunuyor.
Türk Hava Yolları, Afrika’da 41 ülkede 63 şehre uçuş düzenleyerek ulaşımda güçlü bir köprü oluşturuyor. 2024 itibarıyla 62 bin Afrikalı öğrenci, Türkiye Bursları kapsamında yükseköğrenim görüyor. TİKA, Afrika’daki 21 ofisi aracılığıyla, 37 Afrika ülkesinde, eğitim, sağlık ve teknik destek projeleri gerçekleştirmiştir. Kıta genelinde 7000’in üzerinde projeyi hayata geçirmiştir. Türkiye Maarif Vakfı, 27 Afrika ülkesinde 230’dan fazla okulda 25 bin öğrenciye eğitim sunarken; Yunus Emre Enstitüsü 15 ülkede 18 merkezle Türkçe eğitimi ve kültürel faaliyetler yürütüyor. Türkiye, Afrika’da sağlık altyapısını güçlendirmek amacıyla kalıcı yatırımlar yaptı. Somali’de Mogadişu Recep Tayyip Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Sudan’da Nyala Hastanesi ve Nijer-Türkiye Dostluk Hastanesi, bu alandaki örnekler arasında yer alıyor.[5]
Türkiye yükselen bir “orta güç” olarak, Afrika Boynuzu’nda barış ve istikrar için arabuluculuk rolü de üstlenmekte, Türkiye’nin stratejik derinliğini artırmaktadır. Somali ile Somaliland arasındaki görüşmelere katkı sağlayan Türkiye, 2024’te Etiyopya-Somali arasında Ankara sürecini başlattı. Bu kapsamda 11 Aralık 2024’te Ankara’da taraflar arasında “Ankara Deklarasyonu” imzalanmış, taraflar arasında hassas bir denge kurmayı başarmıştır. Türkiye ayrıca, Sudan Silahlı Kuvvetleri ile Hızlı Destek Güçleri arasında yaşanan çatışmada arabuluculuk görevi üstlenmiştir.
Osmanlı imparatorluk mirasını taşıyan Türkiye, ilişkilerini sömürgecilik karşıtlığı ve ortak tarih anlatıları üzerinden yürüterek yaptığı insani yardımlar ve çeşitli iş birlikleriyle Afrikalı liderler nezdindeki çekiciliğini artırıyor. Türkiye ve sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü, tek amacı insani yardım olan faaliyetlerin siyasal ve dinî bir ajandasının olmaması, muhatapları nezdinde bir saygınlık oluşturuyor. Sudan İstanbul Başkonsolosu “Yabancı Diplomatların Gözünden Türk Dış Politikası” temalı programda Osmanlı mirasının Sudan’da derin etkiler bıraktığını ve Sudan halkının Türkiye’de kendini evinde gibi hissettiğini belirtti. Konuşmasında Türkiye’nin Afrika’da sömürgeci olmayan tek aktör hüviyetiyle öne çıktığını ifade ederek “Afrika’ya gelip karşılık beklemeden, almadan veren tek beyaz ırk Türklerdir.” dedi. Türkiye uyguladığı insani politika ve faaliyetlerle kıtanın kaynaklarını sömüren ülkelerin geçmişlerini ve yeni sömürme tarzlarını deşifre etmiştir. Afrikalılar, yaşananları daha net görmeye ve aleyhlerine olan düzene itiraz etmeye başlamışlardır.
Küresel Rekabetin Odağı Olarak Afrika
Afrika, genç ve dinamik nüfusu, geniş tüketici pazarı, zengin petrol-doğal gaz kaynakları, altın, bakır, kobalt, lityum ve nadir toprak elementleri, kritik mineralleri nedeniyle küresel yarışın merkezindedir. Afrika kıtasına ilgi duyan ülkeler, kıtaya ait kaynakları ele geçirmek için her türlü siyasi, ekonomik ve askerî eylemde bulunuyorlar. Görünen o ki Birleşmiş Milletler’deki oy gücüyle de jeopolitik önem taşıyan Afrika sadece günümüzün değil, geleceğin de mücadele alanlarında rol oynanan bir yer olacaktır. Çünkü küresel oyuncular, bu bölgeyi askerî ve ekonomik çıkarlarını savunmak için bir güç üssü olarak görüyorlar.
Dünyanın en zengin bakır rezervlerinin önemli bir kısmı Kongo ve Zambiya topraklarında bulunuyor. Elektrikli araçlardan güneş panellerine, rüzgâr türbinlerine, veri merkezlerinden yapay zekâ sunucularına kadar dijital ve modern altyapının neredeyse tamamı bakıra bağlıdır. Uluslararası Enerji Ajansı, 2040’a kadar bakır talebinin dünya çapında en az yüzde 50 artacağını tahmin ediyor. Afrika, yeni enerji çağının merkezinde bulunuyor. Küresel aktörler ham maddeye ve dünyanın enerji geleceğine hâkim olmak için bu kaynağın üzerine oturmak için kıyasıya rekabet ediyor. Çin’in 40 yıldır Afrika’da uyguladığı nüfuz politikası onu ABD’nin önüne geçirmiş durumdadır.
Afrika ülkeleri, giderek yeni bir mineral Soğuk Savaşı’nın merkezine oturuyor. 62 milyar dolardan fazla değer biçilen Kenya’daki NTE rezervleri ABD ve Çin arasındaki rekabetin önemli bir odağı hâline geldi. Kongo Demokratik Cumhuriyeti, dünyanın en zengin lityum yataklarından birine ev sahipliği yapıyor. Ayrıca dünya kobalt ihtiyacının yüzde 70’ini karşılıyor. Elektrikli araç bataryaları ve yenilenebilir enerji depolaması için kritik öneme sahip lityum için Bill Gates ve Jeff Bezos’un sahibi olduğu madencilik girişimi KoBold Metals’in, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden lityum arama izni aldığı bildiriliyor. Stratejik konumu nedeniyle, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Afrika kıtası büyük güçler arasında rekabet alanı olmaya devam ediyor.
Fransa ile birlikte Afrika kıtasında en fazla askerî güç bulunduran ülke ABD’nin askerî faaliyetlerinin bulunduğu bölgelere baktığımızda, genelde kritik noktaları kontrol etmek amaçlı olduğu görülüyor. ABD’nin kıtadaki 54 ülkeden 50’sinde askerî unsurları bulunuyor. Kıtanın bir rekabet alanı hâline geldiğini gören ABD, Ekim 2007’de Birleşik Devletler Afrika Komutanlığı’nı kurmuştur.
Diğer taraftan, Rusya ve Hindistan da rekabet arenasına girmiş durumda. Hindistan, Afrika’ya en fazla mal satan ülkelerden birisidir. Hindistan’ın Madagaskar ve Mozambik gibi bölgelerde askeri amaçlı tesisleri bulunmaktadır. Bunların hepsi kıtayı aktif bir ortak olarak değil, sömürülmesi gereken bir yer olarak görüyorlar. Bunun yanında, Türkiye’nin insani, ticari ve askerî-teknik iş birliğini birleştiren esnek yaklaşımı, Körfez devletlerinin yatırımları, İslâmî bankacılık hizmetleri ile Rusya’nın Wagner üzerinden güvenlik ihracatı, Afrika’da etkili diğer unsurlardır.
Çin hemen hemen Afrika’nın her tarafına ve her sektörüne yayılmış olup kıtadaki ülkelere kredi musluklarını açmış durumdadır. Yol, köprü, tarım, sulama, altyapı yatırımları, insani yardım, askerî üs projeleri, silah ve savunma yardımları, doktor ve hemşire yardımı, Afrikalı öğrencilere Çin üniversitelerinde burs imkânı vermektedir. Afrika’dan ham madde, elmas, değerli maden, petrol ve doğalgaz ithalatı yapmakta, Afrika’da ekonomik işleyişin çarklarına iyice yerleşmektedir. Çin’in Afrika’ya bu ilgisi bu kıtayla ilgilenen diğer devletlerle onu karşı karşıya getirmektedir. Çin’in Afrika’daki faaliyetleri ekonomik iş birliğinin ötesine geçerek sürekli askeri ortaklıkları da kapsayacak şekilde genişlemektedir. Her yıl 2 binden fazla Afrikalı subay Çin kurumlarında eğitiliyor ve kıta genelinde yeni askerî akademiler inşa ediliyor. Bazı Afrika liderleri Çin’i sömürgeci Batı’ya karşı bir denge unsuru olarak görürken, diğerleri Çin’in kıtada artan nüfuzu, artan borçlanma ve askerî bağımlılık nedeniyle oluşan yeni sömürgecilikten endişe duyuyor. Çünkü Çin’in verdiği kredileri geri ödemekte güçlük çeken ülkelerin ya kuruluşları ya da toprakları Çin tarafından rehin alınmaktadır.
Rusya ise Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Afrika kıtasına yeniden dönmek istiyor. Son yıllarda özellikle Afrika’daki askerî yönetimlerle iş birliğini yoğunlaştırdı. Burkina Faso, Mali ve Nijer liderlerini Moskova’da ağırlayıp iş birliği protokolü imzalaması, Kremlin’in Afrika’daki stratejik ortaklıklarını genişletme çabalarının bir parçası olarak değerlendiriliyor. Zaten Sahel bölgesindeki ülkelerin çoğu Fransa’ya karşı tutum alarak Rusya gibi ülkelerle yakınlaşmayı tercih ediyorlar. Rus paralı asker gücü Wagner’in Afrika’da etkinlik ağının genişlediği bilinmektedir. Wagner, mahalli güçlere askerî eğitim veriyor, liderlere yakın koruma sağlıyor ve enerji noktalarını koruyor. Bu hizmetler karşılığında ülkelerdeki altın ve elmas madenlerinden pay aldığı, bazı imtiyaz ve ruhsatlara sahip olduğu kaydediliyor. Wagner’in her geçen gün etkisini artırması başta ABD olmak üzere Fransa, Almanya gibi ülkeleri endişelendiriyor.
Kızıldeniz ve Aden Körfezi’ni kontrol eden bir noktada bulunan küçük ülke Cibuti’de daha önceden bulunan Fransız kuvvetlerinin yanı sıra, ABD ve Çin büyük üsler kurmuş durumdadırlar. Bölge giderek daha fazla mücadele alanına dönüşüyor. Bu üslerde bulundurdukları asker ve silah kapasiteleri birçok Afrika ülkesinin ordusundan daha güçlüdür. Barışı korumak bahanesiyle her yerde fiilen bulunuyorlar.
Bu arada İsrail de rahat durmamakta, güvenliğini daha geniş bir alanda sağlamak için Kızıldeniz ve çevresindeki bazı ülkelerde ekonomik ve askerî faaliyetler yürütmektedir. Eritre âdeta Siyonist İsrail’in bir uydusu hâline gelmiştir. Geçmişte bir Osmanlı üssü bulunan Eritre açıklarındaki Dehlek adalarında şimdi İsrail askerî faaliyetlerde bulunmaktadır.
Yeni Dönemde Afrika’nın Uyanışı ve Afrika’nın Yükselişi
Hızlı ve öngörülemeyen dönüşümlerin yaşandığı bir dünyada Afrika toplumları da yeniden şekilleniyor. Ekonomik güç Batı’dan Doğu’ya ve Kuzey’den Güney’e doğru kayıyor. Teknolojik yeniliklerin hızı artıyor ve toplumsal protestoların biçimi değişiyor. Kıta liderleri de çok kutuplu dünyada küresel ekonomik yönetişim mimarisinde kendilerine bir yer bulmaları gerektiğini düşünüyorlar. Sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan yıkıcı sonuçlar doğmaması için, büyüyen, giderek kentleşen ve eğitimli hâle gelen genç nüfusa iş ve fırsat verilmesi gerekiyor. Çünkü artık Afrika’daki gençler iş, adalet ve eşitlik istiyor. Afrika’da yaşanan sömürgecilik faaliyetlerini bitirmek, kendi topraklarındaki kaynakların doğru şekilde yönetilmesini istiyor. Afrika’nın genç nüfusu olağanüstü enerji ve yenilik arzusuna, gücüne sahiptir. Aynı zamanda umutları, hedefleri ve hayalleri vardır. Eksik olan, potansiyellerini gerçekleştirecek fırsatıdır. Geleceğe baktıklarında, büyük fırsatlar olduğunu görüyorlar. Çünkü bölgenin büyük maden ve kritik element zenginliği büyümeyi destekliyor ve yabancı yatırımları çekiyor.
Afrika’da büyük değişimlere şahit oluyoruz. Özellikle Fransa sömürgeciliğine karşı peş peşe gelen askerî darbelerin altında yatan sebepler arasında 1950’lerin sonundan itibaren hız kazanan dekolonizasyon süreçlerinde zayıf kurumlarla sonuçlanan siyasi yapılanmalar, yolsuzluk ve kötü yönetim, etnik çekişmeler var. İlerleyen yıllarda devrimlerin yayılmasına, iş birlikçi rejimlerin sonunun geldiğine ve yeni demokrasilerin doğuşuna şahit olabiliriz. 2020-2023 yılları arasında meydana gelen askerî darbelerin ardından bölgedeki üç ülke, Mali, Burkina Faso ve Nijer Sahel Devletleri İttifakı’nı (AES) kurarak Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’ndan (ECOWAS) ayrılacaklarını açıkladılar. Bu süreçte, bölge liderlerinin öncelikli politikaları, Batı sömürüsünden uzaklaşarak kendi kaderini tayin etmek, doğal kaynakları millileştirmek ve ekonomik egemenlik kazanmak şeklinde ifade edilebilir. Ne var ki Fransa’yı ülkelerinden kovan bu genç darbecilerin bazıları Rusya ile fazlaca haşır neşir oluyorlar. Burkina Faso’da darbe gerçekleştiğinde, darbe destekçileri ellerinde Rus bayraklarıyla meydanları doldurmuş ve Fransa karşıtı sloganlar atmıştı. Fransızlar Mali’den çekilirken boşalan üslere Rus özel savaş aparatı Wagner yerleşmişti. Nijer’de cuntayı destekleyen göstericiler ellerinde Rusya bayrağı ile gösteriler yapmıştı.
The Economist dergisi 2000 yılındaki kapaklarından birinde Afrika’yı “Umutsuz Kıta” olarak resmetmişti. Ancak daha sonra kıtanın hareketlenip büyümesi hızlanınca, 2011 sayısının kapağında “Afrika Yükseliyor” diye yazdı. 2013’teki kapakta ise “dünyanın en hızlı büyüyen kıtası” ifadesi kullanılıyordu. Rusya’da St. Petersburg’da Afrika-Rusya Zirvesi, son yapılan ABD-Afrika Liderler Zirvesi, Afrika’nın hem Doğu’nun hem de Batı’nın dikkatini çekmeye devam ettiğini gösteriyor. Forbes dergisindeki bir makalede “Afrika’nın yeni Çin” ve “önümüzdeki 20 yılın en umut verici yatırım destinasyonu” olacağı öne sürülüyor. Batı finansal krizlerle boğuşurken, Afrika servet oluşturma konusunda sınırsız fırsatlar sunan bir yer görülüyor. Kıtanın muazzam potansiyeli Afrika’nın yaklaşan yükselişini gösteriyor. Canlanan bu ilgi, aynı zamanda Afrika’nın yeni mücadele alanı olacağını gösteriyor.
Afrika hep böyle yoksul, mağdur ve mahrum kalmayacaktır. Kıta ülkelerinin sahip oldukları potansiyel ham madde kaynakları, insan gücü ve yurt dışında yetişen eğitimli Afrikalıların, ilerleyen yıllarda kıta ülkelerinin yapacağı kalkınma hamlelerinde karşılaşacakları fırsatları çok iyi değerlendirmelerini kaçınılmaz kılacaktır. Yatırımcıların avlanmak için sıraya girdiği, küresel ilginin arttığı, ekonomik nabzı hızlanan Afrika’nın uzun vadeli büyüme beklentilerinin güçlü olduğu ve küresel eğilimlerin yanı sıra kıtanın sosyoekonomik ve politik yapısındaki iç dönüşümlerden de destek aldığı konusunda fikir birliği var. Stratejik değeri artan Afrika, zihnî kölelikten kurtulup, zihnini özgürleştirdikçe kara(n)lıktan daha aydınlık bir geleceğe doğru koşarak ilerleyecek gibi gözükmektedir.
[1] Doç. Dr. Ahmet Kavas, Türkiye'nin Afrika'ya Yönelmesinde Küreselleşmenin Etkisi, TASAM Stratejik Rapor No: 19, Mayıs 2007.
[2] Cezayir’de sömürgecilik ve direniş için bk. Frantz Fanon, Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi, çev. Kamil Bilgin Çileçöp, Pınar Yayınları, İstanbul, 2009.
[3] https://news.un.org/en/story/2020/09/1074052
[4] Hasan Öztürk, Afrika Vizyon Belgesi, BİLGESAM, 2004.
[5] https://www.sde.org.tr/turkiye/turkiye-nin-etkisi-afrika-genelinde-hizla-artiyor-haberi-59708
Metin Alpaslan / Umran Dergisi Aralık 2025
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder