(Umran Dergisi)
“Bir insan toplumu için güzel bir fikir bulur ve bunu söylemezse ya bencildir, ya korkaktır, ya da tembeldir” (Bir düşünür)
İSLAM KORKUSU
Şu anda dünyadaki dini yönelişe paralel olarak Türkiye’de de bir dindarlaşma süreci var. Bu dindarlık eğiliminin farkında olmayan veya farkına varmak istemeyen dış odaklar ve onların yerli işbirlikçileri bu süreci tersine çevirmek istiyorlar. Ümmet şuuru yeniden yeşeren, İslam ile ilgisi giderek artan, İslami duyarlılığı arttığı için kendisini kuşatan siyasal, sosyal, ekonomik ve şer istilasını sorgulayan İslam toplumları artık yaşadığımız çağın bir gerçeği. İslam dünyasında bu birikimler arttıkça Batı tedirgin olmaya başladı. Kendi tefessüh etmiş düzenine karşı İslam’ın bir kurtuluş reçetesi olmasının önüne geçmek, cahili egemenliğe karşı bir küresel alternatif olmasını önlemek için İslam dünyasında yükselen direniş bilincini kırmak, önünü kesmek istiyor. Batı, tüm İslam dünyasında gelişen İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme ile kimliğini bulma ve diriliş sürecinin önüne geçmek için yoğun kampanya yürütüyor.
İslam dünyasında gelişen kimlik ve medeniyet bağlamında kendini yeniden inşa ve ifade cehdi önce Cezayir’de akıllara durgunluk veren cinayetlerle susturuldu, daha sonra 11 Eylül saldırısı bahane gösterilerek önce Afganistan, sonra Irak ve genelde bütün bir İslam coğrafyası alev alev yanmaya başladı. Diğer taraftan, Türkiye’ye biçilen misyon gereği, medya, sermaye ve bürokrasiden oluşan oligarşik yapı, 28 Şubat sürecini gerçekleştirdi. Bu post modern darbe sürecinde egemenler toplum mühendisliğine soyunarak Türkiye’nin de formasyonunu değiştirmek istediler.
Çeşitli korkuların etkisinde kalan hak, hukuk, kural tanımaz bir zevat milletin kutsallarına pervasızca saldırdı. 1980 yılında Türkiye’ye sığınan İran Kara Kuvvetleri Komutanı’na o zaman Tugay Komutanı olan İsmail Hakkı Karadayı İran’da ki irticai faaliyetleri niçin durduramadıklarını sorduğunda, Şah’ın generali ona cevaben; “ Biz onları masum dini hareketler olarak tanımladığımız için göz yumduk, neticesi bu oldu” diyor. Bu dönemde çeşitli kesimlere verdikleri brifinglerde; “Türkiye’de ki irticai faaliyetler öyle arttı ki, böyle giderse ülke 2005 yılında irticanın eline geçecek” diyorlardı. Maalesef 28 Şubat ve halen bugün de devam eden psikolojik savaşta bu gibi beyanatları argüman olarak kullandılar. Toplumda doğal olarak gelişen dindarlaşmayı devlet düşmanı bir hareket gibi algıladılar. Sağlıklı düşünemeyen bu bozuk ruh haliyle dostu ile düşmanını karıştıran egemenler, devlete dost olan insanlara bile düşman muamelesi yaptılar. Okullarda, bürokraside ve silahlı kuvvetlerde büyük bir tasfiye yaşandı, binlerce insan mağdur edildi.
Halâ Atatürkçülük, laiklik, Cumhuriyetçilik gibi kavramları kullanarak kendi düşüncelerinde olmayan insanları irticaya destek veren ve Cumhuriyeti tehlikeye sokan kimseler olarak görerek yok etmeye çalışıyorlar.Hiçbir zaman irtica kelimesini tanımlamadılar ve bunu da bilinçli olarak yaptılar. Böylece en masumane bir dindarlık bile rahatlıkla irticai bir hareket olarak vasıflandırıldığı için hala insanlara zulüm ediyorlar.
Emperyalistlerin hizmetindeki oligarşik yapıyı korumak için haksızlık, adaletsizlik ve yolsuzluk bataklığına sürüklenen Türkiye’de, medya-sermaye ve laikçi aydınlardan devlete yansıyan ve dış güçlerle işbirliği içinde kotarılan ”İslam korkusu” nedeniyle Türkiye bugün ağır bir bedel ödemektedir. 13 yaşına kadar Kur’an öğrenmeyi yasaklayan zihniyet Türkiye’yi köklerinden koparırken, soygun ve yolsuzluk bataklığında dilenci durumuna düşürdü. Zihnen, ruhen ve madden zayıflatılan. Türkiye, bunun bedelini ödemeye hala devam etmektedir.
İslamı hayat dışına iten batıcı laik sistem, İslamın yeniden toplumsal zemin bulmasını ve o toplumsal birikimin sistemin geleceğini tayin eder hale gelmesini önlemek için İslam’ın önünü kesmek istemektedir. İşte İslam’ı korku odağı haline getirmenin sebebi budur. Böylece, Türkiye toplumu, bütün müesseseleriyle İslam’dan arındırılacak, bu opresyona direnenler ya yok edilecek, ya da teslim alınacaktır. Ancak, yok etmenin mümkün olmadığını gördükleri için İslam’a doğrudan saldırmak yerine teslim alma yoluna gitmişlerdir.
TESLİM ALMA VE MÜSLÜMANLARA YENİ KİMLİK
ÇİZMEK
Teslim alma operasyonu , Gülhane Hattı Hümayunu’ndan beri devam ediyor. 150 yıldır bunu deniyorlar. 80 yıl önce bir anda halkın dilini, kültürünü, ideolojisini değiştirmek sonucunda korkunç bir kopuş yaşandı. Ama bir türlü başarılı olamadılar. Türkiye’yi ne kadar köklerinden, tarihinden, kültüründen, inancından koparmaya çalıştılarsa da, ümmet kendi kendine var olma ve İslam’a dönüş mücadelesini içten içe sürdürdü.
Şer odakları her türlü hile, desise ve gerektiğinde silah gücüne başvurdukları halde bir türlü başaramadıkları işi son dönemlerde yeni oyunlar tezgahlayarak yapmaya çalışıyorlar. Kaba kuvvet ve güç ile söndüremedikleri ateşi bu defa İslam’ın özüne el atarak hedefinden saptırmaya çalışıyorlar. Hayatını İslami gereklere göre düzenlemek isteyenlerin önüne engel koymak ve Türkiye’yi İslam’dan kurtarmak adına, İslami değerleri batının çizdiği standartlara uydurmak , Müslümanları yeniden yapılandırılmak çerçevesinde çeşitli değişimler ve değişim istekleri dile getirilmektedir.
Batı normlarında topluluklar
oluşturma çalışmalarının son dönemler hız/yoğunluk kazandığını görüyoruz. Daha
açık bir ifade ile, kültür dayatması
çerçevesinde batı zihniyetli bir kişilik kazandırma , bir zoraki kimlik dayatması operasyonu ile karşı
karşıyayız.
Batının
ve düzenin kıskacına alınmış bazı Müslümanlar ise bunun etkisinde kalarak hem
uluslararası ağın hem de müesses nizamın tepkisini çekmeden, onların istediği
kişilikte hayatlarını devam ettirmek istiyorlar. Bundan dolayı da İslam’ı gaye
edinip savunmaktan, İslamî kişiliğe sahip olmaktan, onu açığa vurmaktan
korkuyorlar.
Baskılardan çekinerek devletin yüklediği
vasıflardan birine sahip olmak veya yönetimlerin
ortaya koyduğu tarzda Müslüman kişiliğini kabullenerek uyumlu Müslüman görünmek
için yoğun gayret sarf ediyorlar. İslam ve Müslüman kelimelerini de artık
literatürlerinden çıkararak kendilerini muhafazakar demokrat olarak tanımlamaya
çalışıyorlar. Oysa, statükodan bunalmış toplum kesimlerinin yenilik ve değişim taleplerinden doğmuş bir
hareketin, mevcut statüko ve siyasi
yapıyı aynen koruma anlamına gelen muhafazakarlığa sarılması ciddi bir
çelişkidir.
KİMLİK
KAYBI
Dikkat
edilirse, hayli zamandır tevhid,cihat, ümmet, şeriat, gibi İslami kavramları kullanmaktan çekinir
hale gelindi. Gelen baskılar neticesinde çoğu Müslüman sustu veya susturuldu.
Daha vahimi bazı Müslümanlar Batıcı söylemi benimseyip başka mecralara
sürüklendiler ve başkalarının diliyle
konuşmaya başladılar. İslami referanslar terk edildi, dışarıdan referans
gösterme yanlışına düşüldü.
Müslümanlar bu halleriyle, düzenin
ürettiği kimliklere bürünmekle kendilerini düzenbaz laikçilerin karşısında daha da
aşağılamaktadırlar. İnsan bir kere aşağılık duygusuna kapıldımı sürekli taviz
vermeye başlar. Egemenler bunu
bildikleri için bi taraftan Müslümanları Kuran’ın evrensel değerleri ile
düşünmekten uzaklaştırırken, diğer taraftan da kişilikleri ile oynayarak mücadeleyi kendi istedikleri alana
çekmişlerdir. Bu tuzağa düşen bir çok
Müslüman kimliğini açığa vurmaktan utanır veya kaçınır hale geldi.
Avrupa Birliği’ne bir an önce girmek bir
ideal haline getirildiği gibi Batı hayat tarzı da artık özlenir bir hedef
haline geldi.
İslami camiada yaşanan bu kimlik sorunun önemli
nedenlerinden biri de, şimdilerde ısrarla değiştiğini ispat etmeye çalışan bazı
İslamcıların siyasi ve ekonomik alanlarda birtakım köşe başlarına yerleşme,
bazı kapılarda akredite olma çabalarının etkisi var. Halbuki Rabbim buyuruyor
ki ; “Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı
olmayacaklardır.”(Bakara 120). İktidarda yer alma endişesi ile söylem ve biçim değiştirme, İslami kırpıp
biçme gündeme gelmiştir. Siyasal faydacılık öncelendiği için Kur'an'ın ışığıyla
donanmak ve hayati haklarımızı, özgürlüklerimizi, kimlik ve kişiliğimizi
korumak, ayağa kaldırmak unutulmuştur. Rant ve mevki sahibi olmak uğruna bu
kadar kimlik aşınmasına uğramak ve zavallı duruma düşmek kabul edilecek gibi
değildir. Müslümanların moral, umut ve özlemlerini şahsiyetsiz politikalarla tüketmeye de hiç kimsenin hakkı
yoktur.
TÜRKİYE’YE
BİÇİLEN ROL “MÜSLÜMAN DEMOKRAT ÜLKE MODELİ”
“Resmi İslam” müslümanlığı diye adlandırabileceğimiz yumuşak-uzlaşmacı İslami Kimlik küresel
güçler tarafindan Dünya Müslümanlarına bir model olarak gösterilmek üzere
Türkiye’de tezgahlanmaktadır. Böylece,
şartları Allah tarafından belirlenmiş
bir İslam çağrısı yerine,
sekülerleştirilip dünyevileştirilen kolaylaştırılmış bir İslam öğretisini
Türkiye’de sahneye koyduktan sonra, İslam ülkelerine ve dünyaya bir model
olarak sunmak istemektedirler. ABD’nin
İslam Dünyasını yeniden dizayn programı çerçevesinde Türkiye’de geliştirilen
bu “Ilımlı İslam” modeli, Müslüman coğrafyasında sorunlara çözüm olacak bir
model olarak daha sonra ihraç edilecektir.
Türkiye modeli üzerine düşünen, tartışan, geleceğe yönelik projeler
üreten kurumlar da teşekkül etmiş bulunmaktadır. Bunlardan biri de siyasi bir
think-tank grubu olan Yüksek
Strateji Merkezi. Bu merkezin kurucularından M Faruk
Demir’in hazırladığı ''İslam'ın
İnanç ve Eylem Boyutu İçin Yeni Bir Perspektif: Türkiye Modeli'' adlı çalışmada diyor ki, “İslam'ın
getirdiği mesajın hakim olabildiği coğrafyada bir yön vericiliğe ihtiyaç
var. Bu politik liderliği kim
yürütebilir? Çeşitli ülke modellerini incelerken baktık ki, çağın gereklerine
en uygun Türkiye, bugünkü haliyle değil, geliştirilmiş bir hal ile İslam
coğrafyasına politik liderlik yapabilir. İşte politik liderliğin dinsel
zeminini, Kuran’ın mesajını inceleyip tartışmaya açmak amacıyla bu raporu
yazdık.” Ve devam ediyor, “Türkiye bu
modeli uygulama üzerine çalışmalar yapıyor.
Türkiye kendi iç politik yapısı içerisinde bunun mücadelesini veriyor.
Acaba bu tür bir politik liderliği üstlenmek Türkiye için nasıl bir İslami
kimlik doğuracaktır ve bu devlet üzerinde nasıl bir baskı aracı olacaktır?
Bugün devletin mücadele ettiği bir takım illegal unsurlara nasıl bir legal güç
katacaktır? Bununla ilgili yöntemler vardır ama bu yöntemleri tespit ve
uygulama noktasında henüz yeteri kadar cesaret yoktur. Cesur adımları atacak
bilgili, akıllı ve cesur adamlara ihtiyaç var. En azından benim içerisinde
bulunduğum birkaç komite var. Devlette bunlarla ilgili çalışma yapan; devletin
çekirdek ünitelerinde çok önemli projeler var. Benim bilmediğim projelerin
olması da muhtemeldir.” Sonuç olarak hedefi şöyle ortaya koyuyor; “Özel
alanda insanların inanç özgürlüğünü tamamen serbest bırakmalı. Kamu alanında
kamu kurallarını uygulamalı, özerk alanda da kamunun kuralları ile özel
alandaki bireyin ihtiyaçlarını ortalama bir noktada buluşturup kademeli bir
inanç özgürlüğü Türk vatandaşına kazandırılmalıdır. Türkiye bunu önümüzdeki
birkaç yıl içerisinde başarmalıdır. Cesur adımlar bu noktada atılırsa üç yıl
sonra Türkiye sistemini minimum standartlarda bölgeye ihraç etmeye başlar.”
"Türkiye Modeli"nin,
demokrasi, laiklik ve İslam'ın başarılı bir sentezi olduğunu, bu çağın
gereklerine uygun "başarılı sentez"in
İslam dünyası ve özellikle Orta Asya
Cumhuriyetleri içişn bir model oluşturduğunu
söyleyebiliyorlar. Beyaz Saray danışmanlarından oryantalist
tarihçi Bernard Lewis şöyle diyor; ”Türkiye
siyasi İslam'ın laik demokrasi ile uyuşmasının mümkün olmaması sebebiyle İslam dünyasına model bir devlettir.”
Amerikan çevreleri, Türk modelini,
İslam toplumlarının laikleştirilmesi ve İslam toplumlarının sorununun
çözümü için başarılı ve en iyi bir model
olarak sunmaktadır. 11 Eylül sonrası İslam dünyasına aday gösterilmesi
düşünülen Türk modeli etrafında
birçok toplantı düzenlendi. Toplantıların ana konusu, Türk modelinin sadece İslam dünyasının
bunalımına bir çözüm olarak sunulması ile kalmayıp İslam'ın özünde operatörlük
yapılmasına kadar vardı. Kuran'ın doğruluğu üzerinde şüphelere yer verilmesi,
şeriattan cihada İslam'ın can alıcı terimlerinin şer terimler listesine
sokulması, Kuran, şeriat ve cihat
kavramları ile terörizm, El-Kaide ve Taliban arasında bir ilişki kurulması
hedeflendi.
28 Şubat sürecinde ısrarla gündeme getirilen “Türk Müslümanlığı” tabirini hatırladığımızda, Türkiye’deki toplum mühendislerinin emperyalistlerle nasıl da uyum içinde çalıştıklarını daha açık bir şekilde görmekteyiz. Çarpık resmi laiklik yorumları ile bir nevi “resmi din” oluşturan egemenler, icat ettikleri doğma ve yapay kutsallarla saltanatlarını devam ettirmek için, Allah’ın insana verdiği haklara müdahale edip sınırlandırırken, baskılarla insanların düşündükleri gibi konuşmalarını ve istedikleri gibi yaşamalarını yasaklarken aynı projeyi uyguluyorlardı.
Statükocu düzen baskıcı
uygulamalarını sözde başarılı bir sistem olarak görmeden önce kuma gömdüğü
başını çıkarıp etrafa bir bakması gerekmektedir.Türk televizyonlarının çanak
antenler yoluyla televole kültürünü bölgeye
yaymada gerçekten nasıl bir model olduğunu görmelidirler. Sovyetlerin
dağılışından sonra Orta Asya Cumhuriyetlerine yayın yapan Türk
televizyonundaki gayri ahlaki edep dışı görüntüler ve her gün polis tarafından coplanan bir
toplumdaki şiddet görüntüleri bölge halklarını nasıl hem şaşırttığını, hem de
hayal kırıklığına uğrattığını görmeliler. Bölgede bulunduğumuz dönemlerde
insanlar “Türkiye’de ne oluyor? Hergün bir takım topluluklar güvenlik
kuvvetleri tarafından dövülüyor, karga tulumba götürülüyor, kavga döğüş hiç
bitmiyor” diye soruyorlardı. Bizde cevaben, Türkiye’de devletin toplumu
terbiye etmek, nizam ve intizama sokmak için herkesi dövmek gerektiğine
inandığını, bu sebeple işçiyi, memuru, öğrenciyi, sağcıyı, solcuyu, müslümanı, başörtülüyü, kısaca beğenmediği
herkesi dövdüğünü söylüyorduk. Giyim kuşama müdahale gibi ilkel bir uygulamayı
anlamakta güçlük çekiyorlardı, halkın oyuyla seçilmiş bir milletvekilinin
başörtüsünden dolayı meclise sokulmadığına şahit oluyorlardı. İçinde
bulunduğumuz ekonomik krizi, yüksek enflasyon rakamlarını, dünya paraları
karşısında değeri dibe vurmuş yedi haneli Türk Lirasını, IMF karşısında üç
kuruş için nasıl kırk takla attığını görüyorlardı. Dünya artık çok küçüldüğü
için elin oğlu herşeyi yakından görebiliyor, sorgulayabiliyor.
Bir modelin başkaları tarafından
da beğenilip uygulanması için, sunulan bu modelin, onu örnek alması beklenenler
tarafından takdir edilmesi ve talep
edilmesi gerekir. Türkiye’de bütün bu olan bitenleri gördükten sonra, birilerinin bu modeli inanarak takdir ve
talep edebilmesi için hem demokrasiyi, hem İslamı hem de laikliği bilmemesi
gerekiyor. Çünkü, bu model hiçbir anlamda başarılı değildir; bu model ne
demokratiktir, ne laiktir ne de dini anlayış ve yaşayışa gereken önemi
vermektedir.
Kendisini ancak baskıyla ayakta tutabilen, sürekli kriz halindeki sözde başarılı “Türkiye modeli” ne teorik, ne de pratik olarak başarılı bir model değildir. Din ve devlet ilişkilerini daha medeni bir tarzda düzenlemek isteyenler, yarı yamalak işleyen bir demokrasiyi, tabularla ayakta tutulmaya çalışan zoraki bir rejimi niçin örnek almak istesinler. Olsa olsa Türkiye’de nasıl dayatma ile uygulatılıyorsa İslam coğrafyasında da metazori olarak uygulama yoluna gidilecek ve bu çarpık sistemi taklit etmeye çalışırken Türkiye’den de daha kötü duruma düşüp, batağa saplanacaklardır.
NASIL BİR KİMLİK
İslam’ın esası tevhid olup, İslam kimliğini kazandıran ana unsur da tevhid’dir. Allah’tan başka hiç bir ilahın olmadığına inanmak ve şahitlik etmek. Hayatın tamamını bu cümlenin içinde ifade edebilirsek, o zaman İslam’ın izzeti ile buluşuruz. Yüce Allah, “(İnsanları) Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir” diye buyuruyor.(Fussilet, 33). İnsan sadece Allah’a kul olduğunu bilmelidir. Çünkü Allah’a kul olmayan kişi ne kadar güç ve kudret elde ederse etsin özgür değildir ve bir başkasının kölesidir.
Bugün içi hayli boşaltılmış olan bir İslami söylem var. Kavramın içini yeniden tevhidin aydınlığıyla doldurmamız, bir İslami kimlik oluşturmamız ve bundan asla taviz vermememiz gerekmektedir. İlahi mesaj; “Eğer mümin iseler Allah ve Resûlünü razı etmeleri daha doğrudur.” (Tevbe, 62) diye bildiriyor.
Türkiye’de dahil olmak üzere bütün İslam dünyasının büyüme yolu İslam’dır. Bütün insanlarin kurtulusu Allah'ın dinine yeniden dönmekle, Kur’an’ın evrensel ilkelerine yeniden sarılmakla mümkündür. Köklü bir toplumsal dönüşüm istiyor , özgür, onurlu, adil bir Türkiye arzu ediyor isek yeniden silkinip öze dönmeliyiz. İlkelerimizi değil kendimizi tartışmalı, kendimizle yeniden hesaplaşmalıyız. İlahi kaynaktan beslenen bir hayat tarzı, felsefesi ve kültürü geliştirmedikçe, verilecek her türlü mücadele pek gerçekçi olmayacaktır. Yaratıcısını tanıması engellenen, gerçeği bulmaktan mahrum edilen, ruhlarına ve kalplerine ambargo konulan insanların gerçekten özgür olması mümkün değildir. Kaynağını ilahi hükümlerden alan bir hayat tarzı ancak, insan onurunu koruyabilecek, adaletsizliği ve zulmü saf dışı edecektir.
Üzerinde yaşadığımız topraklarda İslam’a yönelik baskıları ortadan kaldırmak, ilahlık taslayan zorba güçlerin İslam’ı sınırlayan hukuki ve fiili ambargolara son vermek, saf ve katışıksız bir İslami kimlikle mümkündür. Yalnızca Kur’an’ı kendisine ölçü ve rehber edinmiş Müslümanlar olarak, sahip olmamız gereken kimliğimiz, bizi zorbalığa boyun eğmeyen, kolaycılığa ve teslimiyetçiliğe kaçmayan, bilakis direnen, şahsiyetli, kuvvetli, şerefli ve hür bir ümmet şuuruna ulaştırmalıdır.
Müslüman, sadece Allah’ın bütün insan haklarının kaynağı ve ilahi hükümlerin yapıcısı olduğuna, bu kaynağın değiştirilemez olduğuna, bu nedenle hiçbir, yönetici, hiçbir hükümet, hiçbir kuruluş veya otoritenin bunları kısıtlayamayacağına, bu hakların Allah tarafından verildiğine inanır. Esir edilen Müslüman esarete itiraz etmelidir. Esaretten kurtulmanın yolu ise, Kur’an ışığıyla donanmak, “Yürüyen Mushaf” olmak, haklarımızı, özgürlüklerimizi, kimlik ve kişiliğimizi korumak, kısaca dik durmaktan geçer.
Büyük bir
yürüyüşü başlatacak, zalimlere korku, mazlumlara umut verecek, sahte
kurtarıcılara dur diyecek gerçek bir tevhidi hareketle köklü değişimler inşa
edecek, hayatını ve ölümünü Allah’a göre yönlendiren bir kimlik. Rabbımız, o
zaman; “İnananlara yardım etmek
bize hak olmuştur”(Rum, 47) diye
buyuruyor.