(Umran Dergisi)
Uzun bir bayram tatiline rağmen Türkiye'nin sıcak gündemi mola vermeden devam etti. Alt-üst kimlik, erken seçim üzerinden cumhurbaşkanlığı seçimi, Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla, doğal gaz krizi üzerinden enerji tartışmaları devam ederken, "Kuş gribi" ile Mehmet Ali Ağca'nın tahliyesi en çok ağırlığını hissetiren konular olarak gelip gündeme oturdu. Türkiye'yi yakından ilgilendiren dış gündemde ise İran'ın nükleer faaliyetlerine karşı çıkan ABD ve İsrail’in askeri ve istihbarat yetkililerinin Türkiye’ye yaptıkları ziyaretler vardı. Ayrıca, Almanya'da vatandaşlık için başvuran Müslümanlara uygulanan "vicdan testi" de üzerinde durulması gereken bir konuydu.
Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Laikçilik
Kendisini memleketin gerçek sahibi zanneden zevat, Çankaya'ya eşi başörtülü birini istemiyormuş. Dolayısıyla cumhurbaşkanını bu Meclis'in seçmemesi için karşı tedbir olarak erken seçim taleplerini ısrarla gündemde tutuyorlar. TBMM tarafından sonuçlandırılması gereken cumhurbaşkanlığı seçimine başörtüsünü dolayarak laiklik tartışmaları gibi farklı noktalara çekmek istiyorlar.
Türkiye'nin adil ve özgür bir ülke olmasını, refahını düşünmek yerine, ilkel doğmalarıyla dini değerlere hasmane tutumlarına devam ediyorlar. Sanki eşi başörtülü biri oraya oturursa Çankaya'nın bir yerine bir şey olacak. Aynı mantıkla hareket edildiği takdirde Sezer’in de o koltukta oturmaması gerekiyor. Çünkü Sezer'i de bir çoğunun eşi başörtülü olan bir Meclis seçti. Sezer'in bugünkü hassasiyetlerini toplumun büyük bir kısmı paylaşmadığı halde, koltuğunda oturmaya devam ediyor ve buna kimse ses çıkarmıyor.
Her zaman olduğu gibi Türkiye'yi esas gündeminden uzaklaştırarak kendi sahte gündemleri ile oyalıyorlar. Şu an "şeriat fobisi üreterek" manuplasyon yapmanın zorluğunu yaşayanlar hangi konuda istikrarsızlık ortamı oluşturabileceklerini kara kara düşünüyorlar. CHP'li Mehmet Sevigen, 2006 yılında erken seçime gidilmesi için gereken her şeyi yapacaklarını söyleyerek, "Bizim görevimiz bu parlamentoya cumhurbaşkanı seçtirmemek, bu yıl seçim yapılmasını sağlamak olacaktır” diyor. Bu görevi kim verdi CHP'ye acaba? Emekli General Kemal Yamak'ın kitabında sözünü ettiği CHP içindeki Özel Harpçi'ler mi devreye girdi ? Her konuda durmadan konuşan düzenin yılmaz bekçisi CHP, partilerinin içindeki Özel Harpçi milletvekillerin bulunduğu açıklaması karşısında sus pus olmuş durumda. Partinin çok sert genel başkanı susmuş, 70 model politikacı Topuz'ların da sesi çıkmıyor. Yoksa onlar da mı..........? Halkın değerlerine düşman Kuvvacıların da nedense hiç sesi çıkmıyor.
Özel Harp, Derin devlet, Ağca ve
Darbeler iç içe,
Kendi vatandaşlarına savaş açan ve vatan evlatlarını birbirine kırdıran bu tarz özel örgütlenmeler bilhassa 12 Eylül 1980 öncesinde teşvik ve tahrik ettiği sağda ve soldaki suni kavgalarla idealist gençliği perişan etmiştir. Her yıl ABD’den bir milyon dolar aldığı ifşa edilen Özel Harp Dairesinin(ÖHD) adı, darbe ortamlarının hazırlanmasından faili meçhul cinayetlere, suikast girişimlerinden toplumsal provokasyonlara kadar birçok olayda geçiyor. Yakın zamanda Aksiyon Dergisi'nde eski devrimci Sarp Kuray ile yapılan röportaj bu konu ile ilgili oldukça ibret verici açıklamalarla dolu. Sarp Kuray, “Darbeci paşalar istedi, bombaları patlattık” diyor.
Bülent Ecevit kontrgerilla tartışmaları ile ilgili olarak bir gazeteciye acziyetini şöyle ifade ediyor, "Derin devlet, devletin içinde, ama devletin üzerinde durmaya devam ediyor. Başbakanlığım sırasında bu olayın üzerine çok gittik. Bir kapı açıyorduk kapanıyordu, başka kapı açiyorduk o da kapanıyordu. Kim kapatıyordu demeyin, bilebilsem zaten çözerdik. Abdi İpekçi'nin katili İstanbul'da askeriyenin göbeğinden kaçtı, nasıl olduğu anlaşılamadı. Ben kaygılarımı o zaman Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı ile paylaştım. Çözeceğiz dediler" diyor. Ama maalesef halâ çözülemedi.
Ve de tam bu sırada Mehmet Ali Ağca'nın cezaevinden tahliyesi gerçekleşti. Ağca'nın tahliyesi çifte standartçı kartel medyasına ilaç gibi geldi. Sadece Ağca değil, onlarca kişiyi öldürmüş başka teröristler de tahliye edildi ama medya aynı tepkiyi göstermedi. Ağca'nın yaptığı eylemler, külliyen ret edilmesi gereken eylemler. Ancak medya, 1980 öncesinde sağ ve sol eylemcileri yönlendirerek birbirine kırdıran, ülkeyi kan gölüne çeviren derin mekanizmalardan niçin yeterince bahsetmiyor. Turgut Özal'a silahlı suikastta bulunan kişinin birkaç sene yattıktan sonra salıverilmesi, ayrıca Cumhurbaşkanı tarafından af edilerek salıverilen sol eylemcilerden bazılarının, tahliyelerinden sonra yine bir takım silahlı eylemlerde yakalanmaları da bu kadar ses getirmemişti.
Bu kadar fazla ilgi katili kahramanlaştırarak bir idol haline getiriyor. Bir takım adamlar Ağca'yı çiçek ve bayraklarla karşılamaya geliyor, "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye tezahürat yapıyorlar. Bu tür cinayetlerin, en büyük zararı vatanımıza ve milletimize verdiğini göremiyorlar. Milliyetçiliği, "terörist" ve "cinayet-sever" gösterdiklerinin farkında değiller. Sanki İpekçi'yi öldürmekle, Papa'yı öldürmeye çalışmakla Türkiye'yi yıkılmaktan kurtarmışlar. Akıl ve vicdan sahibi herkes düşünmeli, bu olay ülkemize ne fayda getirdi, toplumdaki kutuplaşmaları artırmaktan, eski yaraları kaşımaktan başka ne işe yaradı.
Salıverdikten 8 gün sonra Ağca’yı yeniden içeri aldılar. Bu vesile ile sık sık çıkarılan “af kanunları”nın mahzurları dile getirildi. Umarız, adalet, caydırıcılık, ıslah gibi değerlerin yaygınlaşıp kökleşmesine engel olan "af kanunlarının" toplum vicdanında yaptığı tahribatı bundan sonra siyasiler daha derinlemesine düşünerek karar verirler.
“Kuş Gribi”ndeki gariplikler
Virüs Türkiye’de nasıl bir anda 30 kentte sıçradı - ki bu kentler arsında göçmen kuşların güzergâhında olmayan kentler de var. Doğubeyazıt’ı etkileyen virüs İran ve Ermenistan’ı nasıl aştı da geldi? Virüsü göçmen kuşlar yayıyorsa, neden sadece Türkiye’de görüldü? Göçmen kuşlar başka bir yere uğramıyor mu? Daha önce sadece Uzak Doğu ve Güney Asya’da görülen hastalığın, bu bölgeler dışında ölüme yol açtığı tek ülke Türkiye mi? Buna benzer soruların net bir cevabını verebilen yok. Bir panik aldı yürüdü ki sanki yer yerinden oynuyor. Bütün Türkiye’de ölen insan sayısı 4, bünyesinde virüs taşıdığı tespit edilen hasta sayısı 20. Buna karşılık bayram tatilinde trafik kazalarında ölen insan sayısı 109 ama vak’a-i adiye sayılıyor. İşin içinde bir tuhaflık var ama bakalım kokusu ne zaman çıkacak.
Tarım Bakanı, “Kümes hayvancılığını yok edeceğiz” diyor. Sağlık Bakanı da “Artık köy tavuğu ve köy yumurtası kavramı tarihe karışmak zorundadır.” diyor. Anadolu insanı için kümes sahibi olmak, tavuk beslemek bir yaşam biçimidir. Tavuksuz, kazsız, ördeksiz bir köy düşünebilir misiniz? Tek geçim kaynağı olan tavuğunu, ördeğini elinden alırsanız geçimini, geleceğini elinden almış olursunuz. Tavukları, güvercinleri toptan itlaf edeceksiniz de havada uçan kuşu ne yapacaksınız? Yoksa Rus politikacı Jirinovski’nin ileri sürdüğü, “Kuşları kurşuna dizelim” gibi dahiyane(!) çözümlerini mi uygulayacaksınız?
Hele ekranlara yansıyan itlaf görüntüleri tam bir facia. Tavukları torbalara koyarak diri diri çukura atıp üzerine dozer ile toprak örtülmesi veya ateşe vererek canlı canlı yakılması insanın yüreğini burkuyor. Bu tarz bir hayvan katliamı bir insanlık ayıbıdır.
Kuş gribi aynı zamanda Romanya v.s. gibi ülkelerde de gözüktü ama nedense Türkiye’de ortalık toz duman. Zamanında gerekli tedbirler alınmadığı için, daha doğrusu devlet devletliğini yapmadığı için şimdi milyonlarca kanatlı hayvanı itlaf etme kolaycılığı ile işin içinden çıkmaya çalışıyorlar. Bu hastalığın aşısı var ama, aşı üretmek için 1982 yılında Manisa’da kurulan enstitü yanlış politikalar sonucu, zarar ediyor diye iki yıl önce kapatılıyor. Bu denli alt yapısı oluşmuş bir araştırma merkezi niçin kapatılır, anlaşılır gibi değil. Dışarıdan ilaç ithal edip aracıları zengin etmek daha mı kolay?
Üstüne üstlük, Türkiye’nin kriz nedeniyle yakında bir milyar doların üzerinde ithalat yapma durumunda kalacağı söyleniyor. Bu defa insanın aklı komplo teorileri ile daha da karışıyor. Dar gelirli ailelerin beslenmesinde önemli bir yer tutan sektördeki krizin kırmızı et fiyatlarını artıracağı ve yine 120 bin çalışanı, yem sanayi, toptancı, nakliyecisi ile birlikte bir milyon kişiyi olumsuz yönde etkileyeceği ve işsizliği artıracağı da işin cabası.
“Vicdan Testi” vicdanları rencide
ediyor.
Almanya'da vatandaşlık için başvuran Müslümanlara sadece uygulanan (Hindular dahil hiçbir dine mensup olanlara uygulanmayan) "vicdan testi"nde sorulan sorular son derece düşündürücü. Kendi kokuşmuş değerlerine Müslümanların uyum sağlayıp sağlamadığını tespit etmek amacıyla yapılan uygulama, önyargı ve hoşgörüsüzlük kokan, ırkçı zihniyetle hazırlanmış, ayırımcı ve yabancıları dışlayıcı bir uygulamadır. Uluslararası hukukun temel ilkeleriyle ve hukuk normlarıyla bağdaşmayan 30 soruluk testte; 11 Eylül ile ilgili görüşlerinin sorulması yanında , kızınız Müslüman olmayan biriyle evlenmek isterse tepkiniz ne olur? Homoseksüel oğlunuz erkek arkadaşını eve getirirse tepkiniz ne olur? gibi temel değerlerimizi sorgulayan sorularla Müslümanların kendileriyle ne kadar entegre olduklarını ve asimile olup olmadıklarını test ediyorlar. Uyguladığı dışlama ve damgalamaya yönelik politikalarıyla AB'nin neresinden tutarsanız tutun lime lime dökülüyor. Halâ bu sevdadan vazgeçmeyen AB'cilere ithaf olunur.
Doğal Gaz ve Enerji politikaları
İlk önce Rusya ile Ukrayna arasında patlak veren, daha sonra da İran’ın Türkiye’ye verdiği gazı kısması ile daha çok gün yüzüne çıkan, Türkiye’nin enerjide dış kaynaklara bağımlılıktaki yüksek riski yeni yeni konuşulmaya başlandı gündeme taşıdı. Türkiye2nin doğal gazda Rusya’ya %65 oranında bağımlı olduğunu belirten Enerji Bakanı, “bu oran yüksek bir oran” diyor. İyi de üç yıldır sorumlu mevki de oturuyorsun. Bugüne kadar hangi tedbirleri aldınız, şu millete bir anlatın da öğrenelim.
Böyle yüksek bir oranda dışa bağımlı olan Türkiye’nin, olağanüstü hallerde kriz yaşamaması için bulundurması gereken stok için bugüne kadar halâ depolama kapasitesinin olmaması büyük bir hatadır. Silivri’de yapımı devam eden 1,6 milyar metreküplük doğalgaz deposu ancak Haziran ayı sonunda devreye girebilecekmiş. Tuz gölü altındaki mağaralarda gazın depolanması ise daha henüz başlanmamış bir proje. 20 yıldır gaz kullanan Türkiye'nin henüz bir yeraltı deposu kuramaması büyük bir eksikliktir.
İthal edilen gazın yaklaşık %17’sini evlerde, geri kalanını elektrik üretimi ve sanayi kuruluşlarında kullanıldığı Türkiye’de belki ciddi bir ısınma problemi olmayacaktır. Ama elektriğinin %45’ini doğalgazdan üreten Türkiye’nin ciddi bir gaz kesintisi durumunda, elektrik darboğazının yanında, sanayide de önemli oranda üretim kaybına sebep olacaktır.
20 Ocak’ta İran soğuk hava nedeniyle kendi tüketiminin arttığı gerekçesiyle Türkiye’ye verdiği gazı kısınca, Botaş hemen sanayi tesislerine verdiği gazı %50 azalttı. 11 yıl önce de, Rusya ile yaşadığı kriz nedeniyle Ukrayna doğalgaz kesintisi yapmış Türkiye’yi üç gün gazsız bırakmıştı. Ancak, aşırı bağımlılık nedeniyle bugünkü durum geçmişe göre daha tehlikeli bulunuyor.
Sahip olduğu alternatif enerji kaynaklarının sadece üçte birini kullanan Türkiye’nin, kendi kömürünü, suyunu, jeotermal, güneş ve rüzgar potansiyelini bir yana bırakıp, stratejik bir unsur olan enerjide, dışarıya bu kadar bağımlı hale gelmesi, arz güvenliğini tehlikeye soktuğu gibi, siyasi ve ekonomik açıdan da yeni tehditler altına girmesi demektir.