(Umran Dergisi)
Sebep ''manevi yozlaşma''
"Okullarda Şiddet" konulu bir ankette, "Son zamanlarda okullarda artan öğrenciler arasındaki şiddet olaylarını neye bağlıyorsunuz?" sorusuna cevap verenlerin yüzde 55.6’sı "Manevi değerlerdeki yozlaşma", yüzde 21’i "Aile içindeki eğitim yetersizliği"ne bağlıyor. Bu iki sebep toplam %76'ya tekabül ediyor. Geriye kalan %23 ise, diğer etkenleri önem sırasına göre şöyle sıralıyor "Ceza kanunlarındaki yetersizlik", "Eğitimdeki yetersizlik", "Diğer etkenler ve Güvenlik yetersizliği".
Geçen ay mankenler ve şarkıcılardan müteşekkil 20 kadının fuhuş yaptıkları iddiasıyla gözaltına alınması, dikkatleri, sorumsuz yayıncılık anlayışı ile bireylerin psikolojik ve sosyolojik çöküntüsüne neden olan TV programlarına çevirdi. Televizyonlarda büyük bir rezalet yaşanıyor. Aileler beraberce oturup TV izleyemez hale geldi.
Lüks yaşam, mafya özentiliği, temel sorunlarını çözememiş, eğitimini tamamlayamamış gençlerin büyük bir kısmı için model haline gelmekte, medya tarafından gösterilen parıltılı hayat gençleri tahrik etmekte,. reyting uğruna binlerce genç feda edilmektedir. Her gece cipleri ve sık sık değiş tokuş edilen kız arkadaşları ile gezen ünlü isimlerin magazin programlarında gösterilmesi gençleri o renkli hayata özendirmektedir. Bu insanların gayriahlaki yaşamları topluma örnek bir yaşam gibi sunuluyor. Sanal şöhret, gençleri felakete sürüklüyor.
Manevî değerlerimize karşı savaş açanlar, şimdi ne kadar sevinseler yeridir. Her tarafımız lime lime dökülüyor. Nereye el atsanız, elinizde kalıyor. Kokuşma ve çürüme had safhada. Her taraftan pislik fışkırıyor. Sokaklardan alevler yükseliyor. Okullar kâbus yuvası. Ülkemin evlatlarına yazık. "İrtica ile mücadele" adı altında, milletin değerlerine savaş açanlar; gençleri ayakta tutacak değerleri bir bir yıktılar. Her şeyi kırıp dökerek dengeleri bozdular. Örtü yasakları ile, ÖSS tuzakları ile gençlerin hayalleri yıkıldı, geleceği karartıldı. Okullardaki şiddetin, kanlı PKK gösterilerinin ve fuhuşa itilen kızların asıl sebebi manevi değerlerdeki aşınma ve aile kurumundaki yıpranmadır. Bu tablonun sorumluları eserleriyle ne kadar övünseler azdır.
Kirli Savaş Kimin İşine Yarıyor?
Türkiye’de sahneye konulmak istenen kardeş kavgasına emperyalist güçlerin oyunları çerçevesinden bakmak gerekiyor. Çatıştırarak çözmeye ayarlı küresel strateji, toplumsal barış ve uzlaşma arayışlarını görünmez bir el ile sabote etmektedir. Türkiye'de de bir takım oyunların tezgahlanabilmesi için PKK ve benzeri örgütlerin var olması gerekiyor. Bu tür örgütlerin var olabilmesi için de, terörün, şiddetin ve kanın devam etmesi gerekiyor.
Güneydoğu'nun birçok yerinde ve İstanbul'da dozu yükseltilmiş terör olayları yaşanıyor. Küçücük çocukların öne sürüldüğü gösterilerde arabalar ateşe veriliyor, lastikler yakılıyor, dükkanlar yağmalanıyor, orta direk vatandaşın bindiği belediye otobüsü sapıklar tarafından ateşe veriliyor.
Geçtiğimiz yıldan beri gündemde
olan, içinde kişi, hak ve özgürlüğü kısıtlayıcı uygulamalar olduğu gerekçesiyle
kamuoyunun şiddetle tepki gösterdiği Terörle Mücadele Kanun Tasarısı Diyarbakır
olaylarından ardından Hükümet tarafından Meclis gündemine alındı. Türkiye bir
ay içinde olağanüstü hal konumuna sokuldu. 'Terör yükseliyor, hükümet yargıya
müdahale ediyor, ordu yıpratılıyor' gibi gündemlerle sanki bir yerlerden
düğmeye basıldı. Sanki TMK’nın çıkartılması için uygun bir atmosfer
oluşturuldu.
Oligarşi, iktidara el koyabilmek için korku ve paniği artırarak, toplumda yılgınlık ve çaresizlik yaratarak, kamuoyu desteği sağlamak için bu kardeş kavgasının varlığına ihtiyaç duymaktadır.
Bugün yaşananlar ne Türklerin ne de Kürtlerin yararınadır. Elbette bütün bölgeyi parçalayıp kendi çıkarları için yeniden dizayn etmeye çalışanların yararınadır. Etrafımızdaki ülkeler hızla çözülüyor. Çevresindeki derin çözülme ve bölünme fırtınasının ortasında kalan Türkiye'nin bunların dışında kalacağını sananlar yanılıyorlar.
Kuzey ırakta binlerce A.B.D.misyoneri ve Mossad ajanı çalışıyor. Amerika Irak’ı, enerji kaynaklarının başına oturmak ve İsrail’in güvenliğini sağlamak için işgal etmiştir. A.B.D bayrağı ve silahları altında kurulacak bir Kürdistan devleti emperyalist bir projenin ürünü olacaktır. Bu amaç için beş bin Kürt Amerika tarafından Guam adasına götürülüp CIA ajanı olarak eğitilmiştir. Emperyalizmin ve bölge devletlerinin birbirlerine karşı koz olarak kullandıkları bu insanlar işgalcilerin hizmetkarı konumuna getirilmiştir. Mazlum Kürtler'in Ebu Gureyb ve Guantanamo işkencecileri ile, Felluce, Samarra, Telafer cellatları ile işbirliği içerisinde görülmesi ümmet adına kötü bir çelişkidir.
Eğer mesele çözülmek isteniyorsa!
Terörle mücadele adına özgürlükleri kısıtlamak, hakları rafa kaldırmak, toplumu yasaklara boğmak terörü tırmandırmaktan başka bir işe yaramaz. Devletin silahın ve şiddetin dışında bir çözüm projesi olmalıdır. Örgütün silah bırakması için gerekli ortam sağlanmalıdır. Polisiye tedbirlerle, süngü gücüyle şiddeti önlemek mümkün değildir. Bu ülkede daha insanca bir dil geliştirmek gerekiyor. Yıllarca en sert uygulamalar yapıldı ama istenilen sonuç alınamadı. Şiddet şiddeti doğurdu. 20 yıldır süren bu savaş herkesi yormuştur. Bu kirli savaş hem Türk analarını, hem de Kürt analarını ağlatmaktadır. Daha doğrusu ülkemin anası ağlamaktadır.
PKK’ya sempatisi olsun olmasın
bugün Kürtlerin çoğunluğunda ezilmişlik,
itilmişlik ve yenilmişlik duygusu var. Devletin bu insanlarla bir gönül bağı
kurması gerekiyor. PKK’ya duyulan sempatinin kaynaklarını ortadan kaldırılmak
devletin yapması gereken bir görevdir. Milli Mücadele’de düşmana karşı beraber
savaşan Türkler ve Kürtler arasında, bunca provokasyona rağmen bir çatışma
yaşanmamıştır.
Korku üzerine inşa edilen ulus-devletin, Kürt
meselesine sadece bir güvenlik meselesi olarak bakması ve
ulusçuluk üzerine inşa edilen TC’nin inanç,
düşünce, kültür alanındaki ideolojik dayatmaları bugünkü etnik siyasallaşmanın
ana sebebidir. Türkiye’de Türk-Kürt sorunu yoktur.
İnsana, halkına değer verme ve adaletli davranma sorunu vardır. Adaletin gerçekleşebileceği noktasında
insanlarda inanç eksikliği vardır. Yapılan
haksızlıklar PKK'ya sempati yaratıyor. Bu sempatinin
kaynaklarının kesilmesi lazım. Bir
ülkede adalet olursa, kişi hak ve hürriyetlerine saygı
gösterilirse, Türk'ün, Kürt’ün,
Laz’ın meselesi kalmaz. Türk ve Kürt
ulusalcılığına dayanmadan , Müslümanların yitirdiği ümmet bilincinin yeniden ihyası ile oluşacak
bir İslami kimlik meseleyi çözecek tek anahtardır.
Cumhurbaşkanı'nın Duruşu Halkın
Değerleriyle Uyuşmuyor.
Cumhurbaşkanı Sezer, Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada "İrticai tehdit kaygı verici boyutlara ulaşmıştır." diyor. Konuşmasının en can alıcı bölümlerini sanki ezbere okuyor; "İrtica siyasete, eğitime ve devlete sızmaya çalışmakta, Cumhuriyet'in temel niteliklerinin yıpratılmasına yönelik etkinlikleri sistemli biçimde uygulamaktadır.” Ve hızını alamıyor, “Ayrıca, devletin ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal temel düzenini din kurallarına dayandırmak amacıyla dinin, din duygularının ve kimi objelerin...sömürülmesi, toplumumuzu kamplara bölmeye yönelik bir girişim olarak duyarlılık yaratmaktadır." diyor. En büyük takıntısı olan başörtüsü konusunda ise, “Türban bireysel özgürlük kapsamına alınarak, kamusal alanda da bu uygulamanın kaçınılmaz olduğu vurgulanmak istenmektedir." dedikten sonra çözümü patlatıyor, "Bireyin dini inanç ve ibadet yaşamı, kamu düzenini korumak için sınırlanabilir." diyor. Diktatörlüklerde bile bu anlayış yok. Dini ibadet alanına devlet müdahale ediyorsa bunun adı laiklik değil, faşizmdir.
Sezer, 28 Şubat’ın sloganı olan “İrticaya Karşı Topyekün Savaş” tan bahsediyor. Terörü "ikincil bir tehlikeye indirgiyor" ve gündemi irtica yaygaraları ile dolduruyor. Bugün sokaklarda, okullarda adam doğrayan gençlerin, o dönemin çocukları olduğunu fark etmiyor. Bu hassas dönemde verdiği mesajlara bakın: “Laiklik din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanmakta, bu tanımla laiklik din ve vicdan özgürlüğüne indirgenmekte ve anlamsız kılınmaya çalışılmakta”imiş. Laiklik “din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımlanırsa ne olur? Bu tanım Cumhurbaşkanı’nı niçin rahatsız ediyor? Sezer’in dünyaya sol kamptan, Cumhuriyet gazetesinin penceresinden bakıp, delilsiz ispatsız suçlamalarda bulunması Müslümanları rahatsız etmektedir. Bir Cumhurbaşkanının kendi ülkesinin vatandaşlarına gerici demeye hakkı yoktur.
Devletin istihbarat bilgilerine sahip biri olarak bu sözleriyle ne tür 'etkinlikleri' kast ettiğini, ortada gözle görünür bir irtica tehdidi olup olmadığını açıklamıyor. Cumhurbaşkanı bu tavrıyla tarafsızlığını yitirmiştir. Kendi yaptığı atamalarda sol görüşlü ve CHP sempatizanı olan çok sayıda atama yaparken, hükümetin yapmış olduğu atamalarda hukuk devletine ve demokrasiye yakışmayan “eşlerinin başı örtülü olması" takıntısında ısrarlı olması inananları rencide etmektedir.
Kutlu doğum haftası kutlamalarının coşkuyla kutlandığı bir dönemde Peygamberimizin doğumuyla ilgili kutlama demeci vermeyip, aksine Müslümanları rencide edici laikçi demeçler vermekle, Cumhurbaşkanı maalesef "cumhur"la buluşamamıştır. Birleştirici ve bütünleştirici olması gerekirken, tersine giderayak toplumu germektedir.
Sezer'in bu konuşması aslında cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde AK Parti'ye devlet adına meydan okuma olarak değerlendirilebilir. Rejim krizi yaratarak istemedikleri birinin Çankaya'ya çıkmasını engellemek veya Sezer'e benzer bir adayı AKP'ye kabul ettirmek için, askeri bürokrasi, Cumhurbaşkanı, CHP, YÖK ve rektörler, cüppelerini yeniden giyeceklerini söyleyen yüksek yargı mensupları ve Cumhuriyet Gazetesi ve benzeri medya sürekli irtica tehdidinin var olduğunu gündemde tutuyorlar.
Savcının Başına Gelenler
Bir ilçede görevli JİTEM personelinin, resmi araçla,
planlı, haritalı ve listeli olarak bombalama eylemleri gerçekleştirmesi, bu
kişilerin nasıl organizeli olduğunu ve bir yerlerle bağlantılı hareket
ettiklerini gözler önüne sermektedir.Bu olayda inkar edilemeyecek düzeyde
teknik deliller vardır. Bu sanıkların içinde
bulunduğu yasadışı örgütler bölgede birçok eylemin sorumlusudur. Orada bir istikrarsızlık yaratılmak
isteniyor. Olayın içinde bizzat muvazzaf askeri
personel yer almaktadır ve hedefleri
oligarşik menfaatlerini korumak için insanlarımızı kardeş kavgasına
sürükleyecek ve darbe ortamı hazırlayacak provokasyonlar yapmaktır. Şemdinli'deki
iş kazasında açığa çıkan olay lokal değildir, bazı askeri
personelin kişisel hatalarıyla sınırlı olmayıp, ülke
çapında devam eden provakasyonlar serisinin küçük bir parçasıdır. Bu defa
başaramayıp, yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardır.
Devlet içerisindeki örgütlenmelerin
şiddete başvurması kabul edilemez.
Devlet, bu safraları içinden atmalıdır.
Şiddet ortamı yaratarak buradan beslenen
çevrelerin, halkı devlete karşı kışkırtmak amacıyla yaptıkları eylemler çok
ağır bir suçtur. PKK örgüt üyeliği hangi madde ile yargılanıyorsa,
Şemdinli’de silahlı eylem yapanlar da aynı maddeden yargılanmalıdır. 12 Eylül
öncesi sokaklarındaki sağ-sol savaşı gibi, şimdi de sokaklarda Kürt-Türk savaşı
çıkartarak yeniden bir darbe zemini hazırlamak vatana hıyanettir.
Türkiye’de bugüne kadar yargı bu çeteler konusunda iyi bir sınav vermedi. Devlet içindeki örgütlenmeleri ortaya çıkaramadı. Olay yine iki çavuş, bir itirafçı ile sınırlı kaldı. Olayın azmettiricileri adaletin pençesinden sahip oldukları kimliği kullanarak sessizce sıyrılmaktadırlar. Devlet Şemdinli olayının üzerine gereğince gitseydi, yöre halkının devlete güveni artacaktı. Ancak Büyükanıt hakkındaki iddia sanki orduya karşı yapılıyormuş gibi kabul edilip üstü örtülmeye çalışınca, perde arkasındaki kirli elleri göremeyen halkın, devlete ve orduya bakışı değişir, devlet – millet bütünlüğü zedelenir.
Türkiye’de devleti sorgulamak, devletin hukuk dışılığını ortaya çıkarmak isteyenler “haddini aşmakla” suçlanmaktadır. Gerçeği ortaya çıkarmak isteyen kimseleri Devletin ve kurumların düşmanıymış gibi göstermek, komplocuların üzerinde yoğunlaşması gereken dikkatleri, gerçek vatanseverlerin üzerine kaydırarak hedef saptırmaktır. İşte savcı Ferhat Sarıkaya’nın başına gelenler. Bu ceza ile bu tür soruşturmalarda savcılara haddinizi bilin mesajı verilmek isteniyor.
Devlet düşmanı gibi gösterilme riskiyle karşılaşan insanlar cesaretleri kırılarak sünepeleştirilirler. Gerçekleri bile konuşmaktan korkmaya başlarlar. Devlet gücünün kirli işlerde kullanılabileceği hususunda toplumda oluşmaya başlayan anlayış sonucunda devletin kurumları çürümeye yüz tutar. Devletin ve kurumların güvenilirliği zedelenir. Devletle vatandaşların arasındaki gönül bağı kopar. Vatandaş devletin adaletinden ümidini keser ve AİHM kapılarında adalet dilenciliğine başlarlar.