1 Eylül 2006 Cuma

MÜSLÜMANLARIN 6. GÖREVİ ZULÜM VE ZALİMLE MÜCADELE ETMEKTİR.

(Umran Dergisi)


CANI SIKILDIKÇA İRTİCA DİYENLER KİMİN YANINDA

30 Ağustos’ta terfi eden bir general devir teslim töreninde yaptığı konuşmada önce bölücü terör tehdidinden bahsediyor, hemen arkasından, “Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmek isteyen ‘Din temelli yapı’ olduğunu” söylüyor. Daha sonra sözlerine, “ Bu hainler..........” diye devam ediyor. Bölücü terör tehdidi ile din temelli bir yapı tehdidi(!) iddiasını yan yana koyarak açıkça Müslümanlara hakaret ediyor. Bu ülkenin dinini, inancını, tarihi mirasını, kültürel kaynaklarını hiçe sayarak halkına “hain” diyen bu zihniyet, bu tür törenlerde mutlaka din ve dindara saldırma yapma gereğini neden hissediyorlar. Ülke insanına hakaret ederek, hak ve özgürlüklerini gasp ederek kişiliklerini lime lime ederek zorla meşruiyet alanının dışına itmek isteyenler kime hizmet etmektedirler acaba?

Derdi gücü din ve dindarlar olanlar bilmelidirler ki, yarın  savaş çıksa cepheye en önde o irticacı dediği kesim koşacaktır. İnancının gereklerini yerine getirmeye çalışan insanları potansiyel suçlu görüp hainlikle itham etmek bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Bu ülkeyi seven biri olarak kabul edilmeniz için resmi ideolojinin bütün kutsallarına teslim olmanız mı gerekiyor? Kendi fikrinden olmayanları gericilikle suçlayanlar asıl dönüp kendi doğmalarına baksınlar. Paşa birlik ve beraberlikten ne anlıyor önce onu açıklasın. Milletini sindireceksin, dinini yaşıyor diye irticacı diyeceksin, okullara sokmayacaksın, kamu alanına sokmayacaksın, önünü kesmek için her şeyi yapacaksın ve ondan sonrada milleti birlik ve beraberliğe çağıracaksın. Bu milletin tepesine oturan oligarklar, ülkeyi adam gibi yönetmek, milletin değerlerine saygı gösterip sahip çıkmak yerine, cüppelerini, çizmelerini giyerek millete göz dağı vermeyi bırakmalıdırlar.

Nasıl bir din temelli yapı ki, dindarlar bu kadar mağdur edilebiliyor. Devletin belli makamlarına gelmiş kimselerin görevi, toplumu tehdit ederek susturmak değil, adaletli davranarak insanları mutlu etmektir. Ekmeğini yediğiniz  milleti itham etmeyi bırakın da, işinizi layıkıyla yapın ki, millet sizi bağrına bassın. Kullandığınız tankı uçağı bile çocuk katili İsrail’de tamir ettiriyorsunuz. Dilinize doladığınız ortaçağın karanlık devrini biz Müslümanlar yasamadık, bizde o zamanlara altın devir yaşanıyordu.  Avrupa’nın koyu bir cehalet içinde yüzdüğü o çağda İslâm toplumlarının geliştirdiği bilim ve kültür  üstünlüğünü biraz tarih bilinci olan herkes bilmektedir.

CİHAD İZZET VE AYDINLIK, GEVŞEKLİK İSE ZİLLET VE KARANLIKTIR.

Hegemonların dünyayı bir satranç tahtası gibi kullandığı, izzet ve şerefi ayaklar altına alınmış  Müslümanların zillet altında yaşadığı,  sahibi ve çobanı  olmayan bir koyun sürüsü gibi, kurtların   iştahları kabardıkça, içine dalıp darma dağınık ettikleri  İslam coğrafyası ile karşı karşıyayız.  Yeryüzünde adaleti sağlamakla mükellef olan Müslümanların, maalesef   Hak”ı ikame ve batılı yok etme noktasındaki duruşları hiç de iç açıcı değildir. İslam dünyası, düşünce, kültür, eğitim ve siyasi alanda işgal altındadır. Sadece toprakları değil, zihinleri de işgal edilmiştir.

Yasadığımız rahatı ve konforu terk edip zora talip olmak ve bu yolda  mütecavizi men ve mazlumun hakkını kurtarma sorumluluğumuz vardır. Mütecavize hayran bir hayatı yaşayıp, sonrada tecavüzden şikayet ediyoruz. Namaz, oruç, hac ve zekat nasıl vazgeçilmez ibadetler ise, her Müslüman’ın dinini hem yaşaması hem de yaşatması için maddi ve manevi gayret göstermesi, malı ve canı ile Allah için çalışması en az diğer ibadetler kadar üzerine farzdır.  Cephede Müslüman’ı tek başına bırakmak caiz değildir.  Tecavüze uğradığı zaman onu korumak ve gerektiğinde onun için savaşmak İslam’ın farz kıldığı bir görevdir.

Bir Müslüman’ın zelil düşmesi  bütün Müslümanların zelil düşmesi demektir.    Bu düşkünlük hali bugün Müslümanları perişan etmiştir. İslâm bu aşağılık katillerle en çetin şekilde savaşmayı emretmiş, karanlık ve zalim yönetimlere rıza gösterenleri ise lanetlemiştir. Resulullah’ın  "Haksız olarak birisinin dövüldüğü yerde durmayın. Çünkü, böyle bir yerde durup da zulme uğrayana yardım etmeyenin üstüne lanet yağar." sözü bunun en açık delilidir. Müslüman, kardeşine bir kötülük ve zarar geldiği zaman onun yardımına koşmaya ve  zulmü def edip adaleti tesis etmelidir.

Kur’ân-ı Kerim’de,  iman ve salih amel hep beraber zikredilmiştir. Bunun karşısında, kalpleri hastalıklı olanlardan ve münafıklardan da bahsedilir. Münafıkların namaza tembel tembel kalkışları anlatıldığı gibi, toplumsal sorunlar karşısındaki ihmalkar tavırları da iman zaafına bağlanmıştır. Bazen müminlerden geride kalıp kadınlar gibi oturanlar, bazen de boş gözlerle bakan münafıklardan  ve çeşitli bahaneler ileri süren tiplerden bahsedilmiştir.  Bu tiplerin mevsimin sıcaklığına itirazları, mahsulün toplanması veya evimiz açık türü mazeretleri hep iman zaafı olarak görülmüştür. 

Kur’an’la kendisini ıslah etmeyen, Fatiha suresinde Allah’a verdiği sözleri unutan  bugünün Müslümanlarının, mevcut zillet halinden kurtulamayacaklarına ve  kusuru bir başkasında arama yaklaşımının da kendini aldatmaktan başka bir şeye yaramadığını görmeleri gerekir. Üzerine düşeni yapmak yerine, kabahati başkalarına yükleyen, suçu başkalarında arayan, kendi eksiğini sorgulamayan Müslümanlarda ilgisizlik, duyarsızlık almış başını gidiyor.  Davası “keyif” olanlar, sıkıntıya gelmeyenler, “kıl beşini, gör işini” anlayışıyla işinde gücünde olanlar, yaptıkları ufak tefek yardımlarla, haftada bir bazı sohbetlere katılarak bir iki sayfa meal okumakla sorumluluktan kurtulduklarını zan ediyorlar.

HUGO CHAVEZ KADAR ŞAHSİYETLİ OLMAK

İslâm dünyası tarihinin en parçalanmış, en kaotik dönemini yaşıyor.  Ortak bir ruha ve akla sahip bir İslâm dünyasından bahsedebilmek henüz mümkün değil.  Bir fikir ve ideal birliği, bir gönül birliği ortak bir düşünce iklimi henüz yok. ABD, taşeronu İsrail ile birlikte Ortadoğu’yu içinden çıkılması zor bir kaosun içine atıyor;  her yanı ateşe veriyor.  Bölgedeki kukla yönetimlerden ve kabile devletlerinden de her türlü yardımı alıyor. İsrail’in  Lübnan’ın sivil halkını bir ayı aşkın zaman bombalayarak katliamdan geçirmesi, bölge yönetimlerini pek etkilemedi. Kimse İsrail’e ültimatom vermedi, Chavez kadar şahsiyetli davranıp elçisini geri çekemedi.

Suudi bazı sözde din alimleri, “Hizbullah’a yardım etmenin haram olduğuna” dair alçakça bir fetva yayınlıyorlar. İslam dünyası işgal altında iken  bu tür fetvaları yayınlamak, tıpkı Irak’ta olduğu gibi ABD’nin Şii dünyası ile Sünni dünya arasına koyduğu nifakı daha derinleştirmeye katkıda bulunmaktır. İslâm dünyasındaki zaafları ve kaosu derinleştirmeye çalışan Amerikan projelerine destek vermektir. Nasıl bizdekiler sadece “ilke ve inkılapları” düşünüyorsa, Suudiler de Şiilerle olan tarihi ihtilafın bir yana bırakıp İslam ümmetinin geleceğini düşünmek, ümmetin tüm mensuplarına  sahip çıkmak yerine  “Vahhabilik”i önceliyor.

Ümmetin şeref ve izzetini canı pahasına savunan Müslümanların yanında olmak yerine ya mezhebi takıntılarını dinlerinin önüne çıkarıyor, ya da sadece kendi iktidarlarını düşünüyorlar. Ne ölen masumların hayatıyla ne de bir ülkenin hayasız bir saldırıyla yerle bir edilmesiyle ilgililer. Ne suçlunun cezalandırılması, ne de mazlumun ahına ses vermekle ilgileniyorlar. Kimi mezhebi değerlerinin, kimi de “Çağdaş değerlerinin tehdit altında olması”ndan dem vurarak esas tehlikenin bombalar altında ezilenlerden geldiğini söyleyecek kadar vicdansız ve utanmaz olabiliyorlar.

İçinde bulunduğumuz coğrafyanın değiştirilmesi operasyonunun artık başladığını bizzat ABD Dışişleri Bakanı Rice söyledi. Geleceğin dünyasını kurmaya çalışan küresel hegemonya, İslâm dünyası ile  terör imajını yan yana koyarak, İslâm coğrafyasını üs, İslâmiyet’i de tehdit olarak kullanıyor. Bush’un “İslami faşistler” gibi asla kabul edilemeyecek düşmanca ifadesi boşuna söylenmiş bir söz değil. Kimse “Ne demek istiyorsun” diye soramadı. Bir taraftan katliam yaşanırken, yüzlerce kadın, çocuk, sivil katledilirken despotik yönetimler  kendi statükolarının devam etmesi pahasına bu kabadayılığa ve sınır tanımaz katliama ses çıkarmadılar.

Tıpkı İncirlikte üslenen ABD uçaklarının Irak’ bombaladığı gibi, bu defa Konya’da eğitim gören  İsrailli pilotlar, bir ay Lübnan"a bomba yağdırdı. Şimdi de İran’ı hedefe koyan İsrail, askerlerini Bolu Dağ Komando Tugayı’nda eğitmek istiyor. Bolu’daki dağlık arazi Lübnan, Suriye ve İran arazileri ile paralellik gösteriyor. İsrail askerleri hep çölde savaşmış, ilk defa böyle bir araziye çıkarak ileride İran ve Suriye’ye yapacağı saldırıların provasını yapmak istiyorlar.

Şimdi de ABD,  İsrail’in güvenliğini sağlamak için Lübnan’a BM barış gücü göndermek istiyor. ABD’nin  itibarını beş paralık ettiği BM, yine eskiden olduğu gibi  bölgede güvenliği yeterince sağlamayacak, bölge halkı ile kutuplaşacaktır. Bu gücün içinde bulunacak bir Türkiye’nin Hizbullah ile karşı karşıya getirilmesi, İslâm dünyasını daha da parçalayacağı gibi Türkiye’ye de hiçbir fayda getirmeyecektir. Lübnan’a gönderilecek BM barış gücü içinde yer alacak  Türk askeri, şayet ABD  güdümü dışında orada bir şeyler yapabilecekse, İsrail saldırganlığını önleyip adalet ve huzuru temin edebilecekse gitsin. Aksi halde, eğer Türkiye Güney Lübnan’da  İsrail çıkarlarını korumaya yönelik “mayın eşeği” konumunda düşünülüyorsa, İslâm dünyası ile ilişkilerinde bir daha zor tamir edilecek bir tahribata yol açacaktır.

İSLAMIN GÜCÜ VE DİRENCİ

Batının ve yerli yandaşlarının İslam’ı tek düşman olarak kabul etmelerinin sebebi İslam’ın gücü ve direncidir. Müslümanlar sahip oldukları değerlerin kıymetini anladığı zaman, kendi sabitelerine sadık kalarak dünyaya yeni bir nefes, yeni bir ruh verecek uzun soluklu bir mücadeleye talip olduğu zaman, önlerinde duracak hiçbir güç yoktur. Kısa yoldan zafere ulaşmak isteyen ashabını Allah Resulü uyarıyor; Habbab b. Eret’in  müşriklerin yaptığı  eziyetleri şikayet etmesi üzerine şöyle buyurur: “Sizden önce öyleleri vardı ki,  kendisi için hazırlanan çukura konuyor, sonra bir testere ile vücudu başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazılarının etleri, demir taraklarla taranıyordu. Ama bütün bunlar yine de onları dinlerinden döndüremiyordu. Yemin ederek ifade ediyorum ki, Allah bu dini tamamlayacaktır....... Fakat siz acele ediyorsunuz.”

İşte Hizbullah örneği. ABD sayesinde sahip olduğu ileri teknoloji ürünü silahlarla İsrail sivilleri vurdu, evleri, yolları, köprüleri yıktı, hastahaneleri, depoları, fabrikaları bombaladı. Ancak elindeki korkunç silah gücüne rağmen karada istediği hedeflere ulaşamadı. Hiçbir zaman vermediği kayıpları verdi. 1967’deki 6 gün savaşlarında Mısır, Suriye ve Ürdün ile aynı anda bir çok cephede savaşmasına rağmen bu kadar kayıp vermedi. Yenilmez diye bilinen ordusuyla bölge ülkelerine korku salan İsrail, Hizbullah karşısında şaşkına döndü. Kısa zamanda işini bitireceğini zan ettiği Hizbullah karşısında yenilerek geri çekildi. Hamas’ın ve Hizbullah’ın mücadelesi,  tavrının anlamı ve örnekliği ümmete bir mesajdır.

 

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...