1 Ağustos 2008 Cuma

HEM MEMLEKET KARIŞIK, HEM KAFALAR KARIŞIK... Vatanseverlikten Kaoseverliğe Giden Yol

(Umran Dergisi)

                                                         Buralarda her şey karadır beyim her şey kara..
                                                         Aydınlığı bilmezik sabah güneş doğmasa.

                                                          Allah hökumata devlete zeval vermesin beyim...                                                                             Biz bekleriz bi seksen sekiz sene daha

                                                                                                          Menşure Şahin

 

Tezatlar ve Çifte Standartlar Ülkesi

Radikal yazarı Oral Çalışlar, “Solcuların kafası karışık” diyor. Darbecilere karşı çıkıp çıkmama konusunda düşünüp duruyorlarmış.  Zavallıların kafası karışmasın da ne yapsın. Ortalık toz duman Türkiye’de. Bir kavgadır almış başını gidiyor. Kamplaşma kutuplaşma had safhada.

Tabii, sadece solcuların değil öteden beri Müslümanların da kafası karışık. Ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilemiyor. AB örneğinde olduğu gibi dün “hayır” dediğine, bugün rahatlıkla “evet” diyebiliyor. Kendisi bir bedel ödemeyi göze alamadığı için, sonuçlarını araştırmadan problemlerini başkalarına hal ettirmek istiyor. Ama başkalarının bu meseleleri hal ederken işin içine kendi değerlerini katacaklarını düşünemiyor. İslam’ın çağa cevap verebileceği gerçeğini bir yana bırakıp, başka medeniyet ve fikir havzalarında kurtuluş reçeteleri arıyor. Ruhunu kaybetmiş dünyaya yeni bir nefes verecek değerlere sahip olduğunun farkında değil.

Bir tarafta vesayet rejiminin devamından yana olan, sahip olduğu imkânları elden bırakmak istemeyen egemen bir gurup eline geçirdiği laikçilik sopasını Müslümanları dövme aracı olarak kullanmaya devam ediyor.

Bir tarafta askeri okuldan başlayarak belli bir formasyonla yetiştirilen bir zümre, aldığı eğitimle siyaseti yönlendirmeyi tarihsel misyon olarak kendinde hak olarak görüyor ve cumhuriyet tehlikeye düştüğünde kendilerine koruma ve kollama görevi düştüğüne inanıyor.  Ülkenin dış güvenliğini sağlamakla görevli olmasına rağmen, siyasi hayatı tanzim etmeye yönelik, “Bilgi Destek Eylem Plan”ları hazırlayıp, “Aydınlatma Timleri” aracılığıyla "kamuoyu oluşturma gücüne sahip üniversiteler, üst yargı organlarının başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi ve bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması" gerektiğini vurguluyor. Siyasi iktidarı biçimlendirmeye çalışan bir dernek görüntüsü veren, “siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı destekleyip, birliği bozmak, güneydoğu halkını rahatsız etmek” gibi antidemokratik ve ilkel işleri planlayan denetimsiz unsurları içinde barındırdığı görüntüsü veren bir TSK.

Bir tarafta vatanseverliği kendinden menkul ulusalcı bir zümre, kaos kıvamında vatanseverliğiyle ülkede darbe yapmak üzere derin çeteleşme yapılanmalarıyla vatanseverlikten kaos severliğe evrilmiş.

Bir tarafta, Susurluktaki karanlık ilişkilerin ortaya çıkması için o zaman ‘bir dakika karanlık eylemi’ yapanlar, şimdi Ergenekon avukatlığına” soyunup, iddiaları ‘deli saçması’ olarak tanımlayanlar.

Şemdinli soruşturmasını yürüten Van Savcısı meslekten atılırken ses çıkarmayan, buna karşılık Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıya ‘eşkıya’ diye bağıran siyaset baronu ana muhalefet partisi başkanı.

Susurluk’ta çürümeye başlayan, Şemdinli’de kokuşan sistem,  Ergenekon ile kalın barsaklarını boşaltıyor şimdi.

70 yaşındaki Medine Bircan’ın “başı açık fotoğraf” getirmediği için tedavisini yapmayıp ölümüne sebep olan Ergenekoncu rektörün zulmüne ses çıkarmayan sözde demokratlar, şimdi darbe zanlısı Kuddusi Okkır için hukuktan ve insanlıktan bahsediyor, konuyu meclise taşıyorlar.

Başörtüsüne karşı çıkarak tesettürlü avukat avcılığına çıkan Barolar Birliği, “içki yasağını” kişilik haklarının ihlali olarak görüp hükümet aleyhine dava açıyor.

Kutlu doğum haftasında ilahi okuyan çocukları cumhuriyet karşıtı eylem yaptı diye suçlayanlar, yılsonu gösterilerinde dansöz kıyafeti giydirilerek göbek attırılan çocukları çağdaşlık adına alkışlıyorlar.

Ülkede mahalle baskısından bahseden laikçi saldırganlar, Kozan’da kompozisyon birincisi olmuş Tevhide isimli körpe kızcağızı zorla sahneden indirdiler. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, Tevhide için hiçbir teşebbüste bulunmuyor, hiçbir şey yapmıyor. Ama Esenyurt’taki düzmece “Alevi öğrenci dövüldü” haberini duyunca koşa koşa okula giderek konuyu araştırıyor ve iftiraya uğrayan öğretmeni suçluyor.

Bir tarafta “silah” olarak “hukuk”u kullanan, hukuku ve adaleti katleden, insanın hukuka inancını yitiren 367 faciası. Daha sonra başörtüsü aleyhinde verilen hukuk katliamı radikal karar.

Bir tarafta Madımak için ağlarken, Başbağlar için susanlar.

Bir tarafta Sarıyer’deki okulda öğretmenlik yapan bir bayan öğretmen, eşini 300 erkekle nasıl aldattığını kitap haline getiriyor ve hala görevine devam edebiliyorken, diğer bir okulda gizli mescit haberleriyle yeri yerinden oynatanlar.

Bir tarafta, çok önceden Nokta Dergisinde yayınlanmış olan ve doğruluğu teknik inceleme ile ispatlanmış olan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait  Darbe Günlükleri" ortada dururken, Ergenekon’a gelinceye kadar bunca zamandır bu isimlere ilişkin herhangi bir soruşturma açmayanlar.

Bir tarafta milletin kutsallarına hayâsızca saldıranlar. Aklı, bilimi, dini hiçe sayarak bu ülkeye dar gelen Kemalist ideolojiyi tartışmasız bir şekilde nas kabul eden, Kemalizmi sorgulayanları ise ‘hain’,  ‘iç düşman’ veya ‘satılmış’ diye yaftalayanlar.

Bir tarafta Pazar artıklarından, çöp bidonlarından yiyecek toplayan açlık sınırı altında yaşayan bir milyon, yoksulluk sınırı altında yaşayan yirmi milyon insan.

Bir tarafta, bürokrasinin kilit noktalarını tutmuş, korumalarıyla gezen, devletin lojmanlarında oturup her ay maaşını tıkır tıkır alan, halkın çektiği sıkıntılardan bihaber, gettolarında mutlu bir hayat süren tuzu kuru laikçi, statükocu dinozorlar. Toplumda azınlık olmalarına rağmen medyada ve kilit bürokratik mevkilerde çoğunlukta olan, adeta ilahi bir yanılmazlığa sahip bürokratik elitlerden oluşan gizli bir iktidar.

Bir tarafta, kendilerinden olmayan memleket evlatlarını düşman gibi gören, iktidar olmayı yandaşlarını iyi pozisyonlara tayin etmek ve eşe dosta ihale dağıtmak zanneden ucuz iktidar heveslileri. Sivil Anayasa teşebbüsünün geri çekilerek sadece türban üzerinden Anayasa değişikliğine gitme basiretsizliği. Ufuk Uras’ın Ayışığı ve Sarıkız darbe girişimleri için meclis araştırması açılması için hazırladığı önergeye imza vermeyen yargı darbesine muhatap bir iktidar partisi.

Bir tarafta, Türkiye’de görülmemiş bir soygun, vurgun ve talan cephesi oluşturan çıkar ittifakları, diğer tarafta, Türkiye’yi seven ve milleti için her bedeli ödemeye hazır olan Türkiye sevdalıları.

Bir tarafta, Türkiye’nin milli servetini, aziz milletimizin emeğini ve alın terini sömürmeye ve soymaya çalışan küresel çıkar lobileri, diğer tarafta, Türkiye’yi ayağa kaldırmaya ve onurlu bir geleceğe taşımaya kararlı olan yiğit Anadolu çocukları.

Memleketin içinde bulunduğu durumu gösteren bu tür örnekleri daha çoğaltmak mümkün. Say sayabildiğin kadar. Ama bu kadar örnek bile memleketin kamplaşma ve kutuplaşmalar sonucunda  iç karartan halini net olarak ortaya koyuyor.

Bir Anekdot ve Duruşumuz

Zamanın birinde bir parti yeni iktidar olmuş. Yandaş bürokratlar oturmuşlar mevki makam paylaşımı yapıyorlar. Herkes kendine bir yer beğeniyor, seçtiği uygun bir makamı kendisine ayırıyormuş. Kenarda oturup olan biteni seyreden dayısı olmayan bir garip memur, bu paylaşımın yapılıp bittiğini görünce “Peki ben ne olacağım” diye sormuş derler.

Evet, bizimde bu ülkede yaşayan bireyler olarak, bu ülkede yaşayan Müslümanlar olarak bu gidişata karşı ne yapacağımıza dair bir diyeceğimiz olmalı. Meseleyi entel, felsefi ve derin sosyolojik izahlara boğarak, dolambaçlı gerekçelere başvurarak, çözümü başkalarına havale ederek işin içinden çıkamayız. Bu izahları varsın işin erbabı toplum bilimciler yapsın. Bizler sade insanlar olarak, arı duru İslam’a inanmış Müslümanlar olarak hem hayatı sadeleştirmeli ve hem de duruşumuzu netleştirmeliyiz. Bunun yolu da yaratılışı ve hayatı Müslüman’ca yorumlayıp anlamlandırmamızdan geçiyor. Özümüzü değiştirmeden bu işin içinden çıkmamız mümkün değildir.

Kafa karışıklığı insanları umutsuzluğa sevk ederek pasifize etmektedir. Yılgınlığa düşmüş bir toplum, “Artık bu iş olmuyor!” deme noktasına gelmiş. Heyecanını kaybetmiş ve ruhen yorulmuş bir toplum. Olmayan ne? Hangi iş olmuyor? Bu soruları kendine sorup cevap aramak yerine, köşesine çekilmiş, düşünmüyor, akletmiyor, gidişata itiraz etmeye mecali kalmamış.

Allah(C.C.) insanı bazı şeylere muhtaç olarak yarattı. Diğer insanlarla işbirliği içinde dayanışarak-toplu olarak yaşayacak şekilde yarattı. Tek başına ihtiyaçlarını karşılayamayacak olan insan topluma muhtaç olduğuna göre sadece kendi mutluluğunu değil toplumunda mutluluğunu düşünmek zorundadır.  Kendi hakkı kadar diğer insanların da hakkını gözetmek zorundadır. 

Tevhidin aydınlığını bize taşıyan Kur’an-ı Kerim’in özünde fert ve toplum dayanışması vardır. Mensubu bulunduğumuz İslam medeniyetinde başkaları için üzülmek, başkalarının ihtiyaçlarını karşılık beklemeden gidermek anlayışı vardır. Yine bizim inancımızda Müslümanın asgari görevi, “İyiliği emir, kötülükten nehiy” olarak bildirilmiştir. Dikkat edilirse burada emretmek var, yasaklamak var. Yaptırım var. Bu da otorite ve gücü gerektiriyor. Kötülüğü ortadan kaldırmak müminler üzerine bir sorumluluk olarak yüklenmiştir. Cenab-ı Allah bu görevi hakkıyla yerine getirenleri de “gerçek kurtuluşa erenler" (Al-i İmran, 104) ve “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” (Al-i İmran, 110) olarak tarif etmiştir.

İşte bu noktada yarın hesaba çekilecek olan bizlerin ne yapması gerektiği hususu önem kazanıyor. Yani o garip memurun sorduğu soruya benzer bir soruyu kendimize sormamız gerekiyor. “Peki, biz ne olacağız”. Bu hesabı nasıl vereceğiz? Aşırı bir dünyevileşme var. Bazı hasen çabalarla, sağa sola üç beş kuruş yardım yapmakla, bazı sohbetler katılmakla, bir iki sahife meal okumakla kendini tatmin eden insan, neyi ne kadar yapması gerektiğini ve hesabını nasıl vereceğini iyi düşünmelidir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zümer, 9) ayetiyle Rabbim bilenlerin sorumluluğu olduğunu beyan etmektedir.

İki hatamız vardır; (1) Kendimizi ve dinimizi ciddiye almamak, (2) Rakiplerimizi ciddiye almamak. Karşımızda organize bir güç vardır. Bireysel mücadele ile bir yere varmak mümkün değildir. Parmaklar bir araya gelirse yumruk olur. Damlalar bir bendin arkasında birikirse büyük bir enerjiye dönüşür. Onların yaptıklarına sadece kızarak bir yere varamayız. Karanlığa söverek, boşluğa yumruk sallayarak da bir yere varılmaz.

Allah’a kulluk edenlerle, kulluk etmek istemeyenler arasındaki bir mücadeledir bu. Bunların hedefi Allah’ın dinidir. Küresel sistem ve onun yerli ortaklarına karşı duracak ve alternatif bir sistem üretecek tek güç İslam olduğu için, sürekli şeriata küfrediyorlar. Onların şeriat diye adlandırdıkları şey aslında İslam’dır. İslam’ın kendi iddialarından vazgeçmesini istiyorlar. Sadece uysal bir şekilde dayatılan hayat tarzına itaat etmesini, hayata müdahale etmemesini istemiyorlar. Laikçi elitlerin ’laik devlet’ anlayışı inanca müdahale şeklinde uygulanmaktadır. Din adına yapılan her faaliyeti laik devlet karşısında bir eylem olarak göstererek, aslında halkın devlete olan bağlılığını zayıflatmakta, giderek ülkeye daha çok zarar vermektedirler.

Halkının inanç değerleri ile zıtlaşanlar, halkının kimlik ve kişiliği ile oynayan bu jakoben taife ile nasıl aynı vatan ve birlik beraberlikten bahsedeceğiz. Kimlikler üzerinden yürütülen bir kavga var Türkiye’de. Ciddi bir kardeşlik sorunu var bu ülkede. ‘Biz’ ve ‘öteki’ anlayışı Türkiye’yi yiyip bitirme noktasına getirmiştir. Nasıl bir uzlaşma olacak burada? Bir taraf kendi ilkel kutsallarından taviz vermeyip kaya gibi dururken, bir tarafın sürekli taviz vermesi midir uzlaşma? Bu ülkede Müslümanlar dışında herkes istediğini söylerken, Müslümanlar kuşdiliyle konuşur hale getirilmiştir.

Kafası kirli bir zevat, “Türkiye’nin özel koşulları” safsatasını ileri sürerek, Türkiye’de yaşayan insanların değerlerini, hassasiyetlerini ve kökenlerini dikkate almadan kendi tabularını topluma dayatmış olmaları, temel hak ve özgürlükler üzerinde baskı uygulamaları bir gerginlik unsuru olarak Türkiye’deki kutuplaşmayı giderek artırmaktadır.

Her vesile ile İslam’a saldıran, en basit bir dini faaliyeti bile irtica olarak yaftalayan bir taife var Türkiye’de. Bunların cahiliye devri müşriklerinden hiçbir farkı yoktur. Bunlar çağımızın Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleridirler. Allah’ın Resulü o zaman ki statükoya nasıl karşı durduysa, o statükonun temsilcileri ile nasıl mücadele ettiyse, bunlarla da o şekilde mücadele edilmelidir. Onun mücadelesini örnek alarak hareket etmek ise gerçek sünneti yaşamaktır.  Sünneti sadece sağ eli ile su içmek, sol ayak ile tuvalete girmek şekilciliğine indirgemekten de kurtarmak gerekmektedir.

Fatiha’yı okumayı bilmeyen bir nesil yetişiyor Türkiye’de. 28 Şubat uygulamalarını olumsuz etkileri yavaş yavaş görülmeye başlamıştır. O dönemde gözleri yaşararak okudukları 10.ncu yıl marşında, “Onyılda 15 milyon genç yarattık her yaştan” diyorlardı. İşte eserleri ortada.

Özellikle doğu ve güneydoğuda durum bir faciadır. Bir zamanlar bölgedeki âlimlerin ve kanaat önderlerinin satırla katledilmeleri sonucu, dini eğitim ve terbiye almaktan yoksun bırakılan genç nesil,  terör örgütünün kucağına düşerek dağa çıktı. Bir nesil mahvedildi. Toplumu ayakta tutan bütün dinamikler berhava edildi.  Aileler perişan edildi. Köyünde toprağında rızkını temin etmeye, geçimini sağlamaya çalışan insanlar göçe mecbur edildi.  Kent varoşlarında açlığa, işsizliğe mahkûm edildi. Çaresizlik ve yokluk insanları gayri ahlaki, gayri meşru yollara itti. Yaşanan toplumsal travma sonucunda hırsızlık, kapkaç, uyuşturucu ticareti, mafyavari çeteleşme arttı. 28 yıldır süren umutsuzluk ve çaresizlik kimin eseridir? “Ergenekon-PKK ilişkisi”nin konuşulduğu bu günlerde, bu ihanet çetelerinin yapılanışların karşısında bu halk ne yapsın, bilen varsa söylesin.

Netice-i Kelâm

Hep başkaları bizi dönüştürmeye çalışıyor. Yeniden var olmak için biz ne yapmalıyız. Kabul etmek gerekiyor ki her şeyimiz düzgün değil. Yeniden oluşmaya yeni bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Kendi sabitelerimize sadık kalarak yeni bir izah, yeni bir ıslah ve bir değişim gerekiyor. Bedel ödemeden kolay başarılar beklememek gerekiyor. Kısa yoldan zafere ulaşmak isteyen ashabını Allah’ın Resulü(s.a.s) şöyle uyarıyor, “Allah’a andolsun ki, siz acele ediyorsunuz” diyor. “Sizden önceki inananlar testerelerle kesildi, aslanların önüne yem diye atıldı” buyuruyor.

Kısa vadeli çözümlerle kendimizi avutma zamanı değildir.   Ucuz iktidarı kimseye vermezler.  Bir şeyler yapmak isteyenler gerekli bilgi ve donanıma sahip olmadıkları için, gerçek çözümlemeler yerine, “....mış gibi”  yapma zorunda kalıyorlar. Kendini kurtarmayan dünyayı kurtarmaya çalışıyor. İyi örnekler, örnek modeller geliştirmemiz gerekiyor. Eğer ele aldığımız sorunları çözemiyor, uygulamalarımız gelip duvara tosluyorsa, kendimize şunu sormalıyız; “Biz neyi nasıl yönetiyoruz?” ve “Biz nerde yanlış yapıyoruz?”

Mevlana, “Ağaç isteyen tohum eker” diyor. Meselelerin üstesinden gelmek, daha yaşanabilir bir dünyaya kavuşmak ancak herkesin tohumlar ekmesi ile mümkün olacaktır. Elini taşın altına sokmadan, sadece söylenerek, sızlanarak toplumdaki problemlerin sağlıklı ve kalıcı bir şekilde çözülmesi mümkün değildir. Her alanda herkese düşen farklı görevler vardır. Herkesin yapması gereken mutlaka bir şeyler vardır. Eğer ortalık karanlıksa herkesin kalkıp bir “mum” yakması gerekmektedir. Karanlığın aydınlığı teslim almasına izin vermeyelim. İslam coğrafyasının üzerine çöken kara bulutların dağılması için oturup güneşin doğmasını beklemek yerine, aydınlık günler için gayret göstermek gerekiyor. Biz bir şeyler yapmaz isek güneş de doğmayacaktır. Şairin dediği gibi “bi seksen sekiz sene daha bekleriz” hiçbir şey inşa etmeden.

Bundan sonra, “nasıl bir insan”, “nasıl bir toplum”, “nasıl bir Türkiye”, “nasıl bir dünya” olmalı, bunu konuşmalıyız.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...