1 Kasım 2018 Perşembe

TÜRKİYE'DE NELER OLUYOR ANLAYABİLİYOR MUYUZ?

Türkiye'de yaşananların ne olduğunu anlayabilmek için dünyaya biraz yukardan, biraz geniş açıyla bakmak gerekiyor. Değişen dünya şartlarını, küreselleşmeyi ve onunla gelen "yenidünya düzeni" yayılmacılığını anlamak lazım.

Biraz ağaçları bırakıp ormanı görmemiz lazım. Bugün hakikaten Türkiye’deki tartışmanın tarafları kimlerdir? Bunu tespit etmemiz lazım

Amaç Türkiye'yi BOP’un pilot ülkesi yapmak. Ve bu amaca göre yeniden şekillendirmek.

Kültürel ve ekonomik olarak yıllarca dışlanmışlar,  sayısal olarak ulaştıkları yüzde 60'lık oranla,  şimdi bizzat merkez haline gelmeye başlamıştır.

Türkiye'de siyaset, artık varoşların oylarıyla iktidar olabiliyor. Ve dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de siyaset rant dağıtılarak yapılıyor.

Çıkar dağıtanlar aynı zamanda kalabalıkları da en dış çemberlerden daha iç çemberlere doğru taşıyorlar.

İşte o dış çemberden, köylerden, varoşlardan kopup gelenler bugün merkeze yaklaşmaya başladı.  Kökeni o dış çemberler olan politikacılar yavaş yavaş merkeze oturmaya başladılar.

Bugün bile 'Kasımpaşa kabadayısı' diye anılan, yani bir nevi ikinci (belki de üçüncü, beşinci) sınıf kabul edilen Recep Tayyib Erdoğan'ın Başbakan olması merkezdekileri delirtiyor. Takkeli, sakallı, tornacı bir hacı babanın oğlu olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması merkezdekileri delirtiyor.

Ne diyorlardı, "Son kaleyi de bunlara mı teslim edeceğiz". Kale kime karşı savunulur. Kale ancak düşman kuvvetlerine teslim edilmemek üzere savunulur. Yani millete bakış tarzları bu.

Cumhurbaşkanlığı seçimini hatırlayalım. Ne oldu? Baykal çıktı dedi ki; “Eğer anayasa mahkemesi bizim müracaatımız doğrultusunda karar vermez ise Türkiye’de karışıklık çıkar” dedi. 

Onunla da kalınmadı, Türk Silahlı Kuvvetleri hiç karışmaması gereken bir konuda kalkıp internet sayfasında adeta Anayasa Mahkemesini belirli bir kararı almak için zorladı. Her ikisinin tavrı da tamamen hukuk dışıydı. 

Ve bu hukuk dışı tavırlara itibar ederek karar veren Yüksek Mahkemenin tavrı ise bir hukuk cinayeti idi. Başbakanın ifadesiyle demokrasiye kurşun sıkılmıştı. 

Cumhurbaşkanlığı etrafında kopan kıyamet; Türkiye’de vesayet rejiminin devam etmesinden yana olan güçlerle vesayet rejiminin son bulmasını, Türkiye'nin artık dünya standartlarında bir demokrasi olmasını isteyenler arasındadır.

Yılların ihmalinden, toplumsal-kültürel farklılaşmadan, kimliklerin inkâr edilmesinden ve yığınların yoksullaşmasından doğan bu değişim statükoyu endişelendirmektedir. 

İşte bu endişe nedeniyle, bir anlamda merkezin temsilcisi olan geçmiş bir Cumhurbaşkanı çıkıp, 'Rejim ağır tehdit altında' diyebiliyordu. Onun bu sözlerini merkezdeki taraftarları 'Laiklik elden gidiyor' diye okuyordu.

Toplumsal değerleri göz ardı eden bu totaliter anlayış, gücü elinde bulunduran bir takım kurumları millete karşı bir taraf yaptığı için kavga kaçınılmaz oluyordu.

  • Tüm askeri ya da sivil müdahaleler,
  • Tüm toplumsal mühendislik çalışmaları,
  • Siyasetin doğal mecrasında ilerlemesine mani olmak için yargının alet edilmesi,
  • Ve bazı toplumsal taleplerin rejim için tehlikeli ilan edilmesi gibi devlet ve merkez politikaları,

Türkiye gerçeğini terse çevirmeye yetmemiş, tersine kavgayı tahrik ederek büyütmüştür.

Toplum, ’ilerici-gerici’, ‘laik-dindar’, ‘inançlı-inançsız’, ‘başörtülü-başı açık’ ayrımına dayalı kamplara bölünmüştür.

Türkiye’deki kavganın görünür görünmez birçok sebebini saymak mümkündür.

Nedir bunlar?

·          Devlet içi kamplaşmalar (solcular, liberaller, Amerikancılar, Asya eksenini savunanlar, ulusalcılar, milliyetçiler ve İslami hassasiyeti olanlar v.s.)

·          Ordu içi eksenler

·          Özelleştirme politikalarının neden olduğu paylaşım kavgası

·          Sıcak para nedeniyle Türkiye ekonomisinin bıçak sırtı hali

·          50 yılın 100 yılın hesabını yapan dış güçlerin kendine yerli işbirlikçiler bulması

·          Medya ile işbirliği yapan dış güçlerin askeri bürokrasiyi kıskaç altına almaya çalışması

·          Siyasi ve sosyal bünyemizle ilgili yapısal hastalıklar

·          Milli ve manevi değerlerimizin siyasi ve toplumsal çatışma alanı haline getirilmesi

·          İnsanların kimliklerinin kamusal alana yansıtılması önündeki anti-demokratik engellemeler

·          Türkiye’nin bir korku ülkesi haline getirilmesi

·          Türkiye’nin kendi toprağını bombalayan bir ülke haline getirilmesi

·          Ulusallaşma süreci ile alakası; Ordunun bu süreçte taraf olması. Dolayısıyla;

·          Ordu-Halk kutuplaşması,

·          Ordu-Müslüman kamplaşması,

·          Milletin inanç temelinde kamplara bölünmesi (Alevi, Sünni gibi.)

·          Laikliğin din karşıtı bir akide gibi, yeni bir din gibi kullanılması

·          Laikliğin, din ve inanç konularının siyasi amaçlarla sürekli kaşınması ve kullanılması,

·          Devlet kurumlarının inançlarla ve inananlarla kavgalı duruma düşüp taraf tutması,

·          Devletin insanları dil, din, etnik köken bakımından tek tipleştirmeye çalışması.

Toplumsal huzursuzluk, gerginlik ve çatışma alanları her geçen gün genişletilmiştir. Kamplaşma ve kutuplaşma sürecinin yıkıcı tahribatı Türkiye'yi için için kemirmektedir.

Bunun sonucunda devlete ve adalete olan güven duygusu zedelenmiştir.

Ne mutlu Türk’üm diyene!” demeyenler haindir, düşmanımızdır!” diye muhtıra yayınlayanların, böyle çürümüş ve tefessüh etmiş bir sistemde nasıl  mutlu Türk” olduğunu, doğrusu insan merak ediyor.

Türkiye’deki kriz milleti sindirmek isteyenlerin tavırlarından kaynaklanmaktadır. Hayatımız korkutma imkânlarına sahip kişi ve kurumlar tarafından korkutulmakla geçmiş, biz korktukça statüko buradan güç ve iktidar devşirmiştir.

  • Türkiye’deki çekişme dinci-laik çekişmesi değil,  bir statüko çekişmesidir.
  • Türkiye’deki kavga ülkede kimin dediğinin olacağı kavgasıdır. 

Milletin dediği ve istediği esas olmalıdır. Ama birileri buna itiraz ediyorlar. ‘Bizim şartlarımız çok farklı’ diyorlar. Yakın tarihimiz hep bu tartışmalarla doludur. Milletin ‘iyi’ dediğine ‘kötü’ demeyi marifet zannedenler, isteklerini demokrasi yoluyla yapamayınca bu sefer darbelere müracaat etmişlerdir.

Daha sonraki darbe ve müdahalelere de zemin hazırlayan 27 Mayıs 1960 ihtilâli ‘milletin dediği olması’nın ilk müşahhas hâlidir.

Kurtuluş Savaşı’na giren ve Kuvay-ı Milliye temelinden CHP’ye gelen kadrolara bakıyoruz; Kemalist hareketi görüyoruz. Bu hareketin bel kemiğini Jön Türkler ve İttihatçı kadrolar oluşturuyor.

Temeli, ‘ordu-devlet-memur’ merkezli bir örgütlenme şeklinde oluşuyor. Ve kendilerini devleti kurtarma ve milleti yeniden inşa etme hareketi olarak görüyorlar.

Biliyorsunuz, İttihat-Terakki son döneminde Osmanlıcılık ve İslamcılık projelerini bırakarak Türkçülüğe yöneldi.

Oluşturulan ilk Türk Milli Devleti, Osmanlı bakiyesi halkı uluslaştırmaya başladı. Atatürk “Bir ümmetten bir ulus yaratık” diyordu.  Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugünkü askeri darbe süreçlerine kadar geçen sürede ülkede yaşanan en önemli çatışma,  kurgulanmış “ulusal-milli kimlik” ile “İslami Kimlik” arasında yaşanmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar kardeşçe ilişkiler devam etmiştir. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin söz sahibi olmaya başlamasıyla birlikte birtakım ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bunun sebebi de, İttihatçıların Türkçü yaklaşımı olmuştur. Koca Osmanlı Devleti’ni yıkıp-dağıtanlar kendilerini “en milliyetçi”, “en devletçi” gören İttihatçılardı.

Bugün yine aynı şeyler tekrarlanıyor. Kendilerini devletin sahibi olarak gören  en ulusalcılar”, “en devletçiler  kendilerinin dışında kalanları “ötekiler”, “sözde vatandaşlar”, “iç mihraklar” gibi kavramlarla nitelendirm,ilerdir.

İttihatçılar, Osmanlı’nın anasını ağlatırken bunu “Vatan, millet” diyerek yapıyordu, bugünün Neo-İttihatçıları da, ulusalcı Kemalistleri de aynı teraneleri söylüyorlar.

Bu gerçekleri böylece tespit ettikten sonra gelelim yine Türkiye’mizin dip akıntılarına.

Tanzimat Fermanı gibi önümüze koyulan 28 Şubat gerçeğini, Türkiye henüz daha atlatabilmiş değil. Bu süreç millet lehine dönmeye başlayan tarihi yörüngeyi tekrardan istedikleri yöne çevirme çabasıydı. Dipten gelen dalgaya bir gözdağı verildi. Ama hala daha taşları yerine oturtabilmiş değiller kendilerince.

Bu nedenle,

Bu ülkede en basit bir dini faaliyeti sorun haline getiriyorlar.

27 Nisan gece muhtırası mahiyeti itibariyle bugüne kadar verilen muhtıraların en aptalcasıdır. İçimizdeki ahmaklar meseleleri çözmek yerine yara haline getiriyorlar. Eh siz küçük meseleleri yara haline getirirseniz birleri de bu yarayı kaşır. Kangren haline getirir.

Milletin dediği olmasın da ne olursa olsun” diyenler, Türkiye’yi çıkmaz sokaklara sürüklediler. Ülkenin meşgul olduğu her problemin altında maalesef bu anlayış yatıyor.

Çoğunluğun değerlerinin topluma yansımasına imkân vermediğiniz zaman bir uzlaşma ortamı kalmıyor artık. Birlikte yaşama imkânı zorlaşıyor ve kavga başlıyor.

Diğer bir nokta;

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de büyük sermaye yaşanan kanlı bilmecelerin, savaş süreçlerinin doğrudan faili ve sorumlusudur. Türkiye'nin büyük sermayesi kontrgerillanın içerisindedir ve yönlendiricisidir.

Bu kampanyada Aydın Doğan'ın denetimindeki basının "laiklik cihadı"nı başlattığını görüyoruz. Bunlar bir tesadüf değildir. Anadolu sermayesi ile İstanbul sermayesinin kavgası da bundan sonra bu gelişmelerin sonuçları üzerinden gidecektir.

Kendini İslâmi çerçeve içerisinde yorumlayan orta ölçek sermayenin ağırlığı giderek artıyor Türkiye’de. Dolayısıyla bunların sistem tarafından tasfiye edilmesi lazım. Bu tasfiye süreci gerekirse askeri bir içerik taşıyacak.

Sincan'da tanklar, Türkiye'de laiklik tehdit altında olduğu için yürümedi. Türkiye'de büyük sermaye tehdit altında olduğu için tanklar yürüdü. Tekelci-sermayenin, egemenlik peşindekilerin karın ağrısı nedeniyle o tanklar yürüdü.

Dolayısıyla Türkiye'deki kavgayı iyi okumak lazım. Türkiye'deki kavga her ne kadar laiklik üzerinden yürüyen bir kavga gibi gözükse de, sorun yaşayan egemenlik düzeniyle bağlantılıdır.

TÜSİAD yıllarca bütün iç savaş süreçlerini, bütün kontrgerilla gücünü, bütün militer yapıyı, bütün emperyalist ilişkilerden kaynaklanan istihbarat kapasitesini bu haksız rekabette seferber etti, karşı tarafı ezdi geçti. Şimdi ona göre karşı taraf TÜSİAD ölçeğinde olmasa bile, bir takım avantajları kullanıyor. Bu avantajlar D–8 olabiliyor, bugünlerde körfez sermayesi olabiliyor, v.s.

Türkiye'de küresel finans oligarşisiyle bağlantılı medya tekelleri var. Bunlar büyük bir zihin yorgunluğu yaratmak ve kendi politik hedeflerini kabul ettirmek için toplumu inanılmaz bir zihin bombardımanına tabi tutuyorlar.

Bu meyanda, Ertuğrul Özkök'ün Danıştay baskını için çıkıp da, "Bu Türkiye'nin 11 Eylül'üdür" demesi boşuna değil. 11 Eylül Amerikan halkında zihin yorgunluğu yaratmak ve zihinlerini teslim almak üzere yürütülen medya kampanyalarının adıdır.  

Türkiye'deki Danıştay saldırısında en vahim olan noktalardan biri yapılan muazzam ideolojik taarruzdur. Bütün izlerin birbirine karıştırılması, ortalama insan beyninin bilme, tetkik etme, analiz etme yeteneklerinin silinmesi söz konusudur.

Türkiye'de zihin sömürgeciliğinde bir aşamadır Danıştay baskını. Çünkü ne sorulması gereken sorular sorulmuştur, ne doğru hukuki temeller üzerinde bir yargılama süreci başlatılmış ve geliştirilmiştir. İçi boşaltılmış bir senaryolar demeti halkın beynindeki karmaşayı daha da fazla arttırmış ve olay Müslümanlara sövme aracı haline getirilmiştir.

Böyle değerlendirildiğinde, bu zihin sömürgeciliğini, Türkiye'de başarıyla uyguladıklarını söyleyebiliriz.

Tabii ki, Danıştay baskını gibi senaryoların Türkiye'deki kutuplaşmalara yansımaları da planladıkları gibi cereyan ediyor. İslamcılar siniyor, laikçiler ön plana çıkıyor.

ULUSALCILIK

Türkiye'de, milletin iradesini felç etmek için, korkutma, ürkütme, saldırgan bir üslupla ulusalcılık kisvesi altında kitleleri kuşatma stratejisi gündemde.

Ama ulusalcının küfrü gözünü öyle karartmış ki, hiçbir şey onun için önemli değil. Nasıl bir ulusalcılık bu anlamak mümkün değil.

Bütün bunlar değerlendirildiğinde bu ulusalcılığın açıkçası belirli merkezlerden yönlendirilen bir ulusalcılık olduğu anlaşılıyor.

Türkiye'de ulusalcılığın arkasında her akımı görmek mümkündür. Bu akımları dış güçler, o bölgelerdeki siyaseti ve halkı kendi istekleri doğrultusunda maniple etmek amacıyla kullanmaktadırlar.

Türkiye,  İsrail'in bölgedeki o korkunç katliamlarına, o soykırımcı psikopatlar çetesine en büyük desteği sunan bir ülke konumundadır. O desteğin sürdürülmesi için, kitlelerin korkutulmasının, ürkütülmesinin, iç savaş ve darbeyle tehdit edilmesinin önemi çok büyüktür.

İşte bu yüzden, sahte ulusalcılar her gün yatıp kalkıp insanları darbeyle, ezilmekle, baskıyla tehdit ediyorlar. "28 Şubat'tan daha beter yaparız sizi" diyorlar.

Soros’un kurduğu "Açık Toplum Enstitüsü"nün verdiği desteklere bakınız. Türkiye'de pıtrak gibi kuruluşlar arka arkaya kuruluyor. Gay ve lezbiyen kulüpleri dahil - hepsine de fon veriliyor.

Türkiye'de egemenlerin istediği insanları atomize edip kendi yalnızlığı içerisinde kuşatıp teslim almaktır. Tüketim toplumunun kölesine dönüştürüp, egemen sistemin kölesi yapmak istiyorlar. Ve bütün bunları özgürlük olarak sunuyorlar.

Ekranlarda cıvık cıvık müzikler. Hatunun biri yağlı bir haramzade sevgili bulmuş, müzik dünyasına adım atmış, kalçaya göbeğe ameliyat yaptırmış, çıkmış sahnede silikonla doldurduğu orasını burasın sallaya sallaya şarkı söylüyor. 

Bir diğer kanalda evladını "milli birlik ve beraberliğe" kurban veren bir şehit annesi gözyaşları içinde ağlıyor: "Yavrumun kanı yerde kalmasın komutanım" diyor.

Veyahut “Artık vatan sağ olsun diyemiyorum komutanım” diyecek kadar içi yanmış.

Laikçinin biri şu sözleri sarf edecek kadar aklını yitirmiş,  "'Atatürk mü Muhammed mi?’ sorusu bir gün mutlaka radikal dincilerce sorulacaktır “ diyor. “Küfrü gözünü karartmış” diye bir söz vardır ya, işte tam böyle aklı tutulmuş mahlûkları tarif ediyor.

Türkiye'nin manzarası bu.

Anlamak istemedikleri nokta ise şudur; sadece Atatürkçülük, Cumhuriyetçilik ve laiklik sözleri ile işin bitmediğidir. İnsanların karnı doymazsa, yüzü gülmezse, yarını güven içinde olmazsa, dayak yemekten, işkence görmekten korkarsa, adalete güvenini yitirmişse, inandığı gibi yaşayamıyorsa ne birlik olur, ne dirlik olur, ne dini dava kalır, ne de milli dava.

KİMLİK  KAVGASI

Bakıyorsunuz Türkiye'de kimlikler havada uçuşuyor. Ulusal kimlik, dinsel kimlik, cinsel kimlik, etnik kimlik, kültürel kimlik, anayasal kimlik, alt kimlik, üst kimlik, yan kimlik, liberal, radikal dinci, ikinci cumhuriyetçi, Türk, Kürt, İslâmcı, Kemalist, Atatürkçü v.s.

Kimlik mücadelesi kapitalist dünyanın efendilerince teşvik ediliyor. Sermayenin tatlı karlar elde etmesi için insanların cinsel, dinsel, etnik kimliklerin peşinden koşup enerjilerini tüketmeleri gerekiyor.

Çok uluslu çok dinli bir imparatorluğu yitirmenin acısıyla tek uluslu bir model tercih eden devlet anlayışı,  Ahaliye farklı etnik kimlik seçeneği tanınmadı.

Vatandaşlıktan başka kimliklerin inkâr edildiği bir ortamda yalnızca İslam değil insan da yok demektir.

ÇÖZÜM 

Bizi bir birimize bağlayan değerlerimiz vardı.  İslam kardeşliği, ümmet bilinci. Ne yazık ki rejim bunları yok etti. Asırlarca bir ümmet bilinci içinde yaşayan Anadolu insanı şimdilerde birbirlerinin boğazını keser hale gelmiş.

Sorulması gereken soru şudur;  85 yıldır gelen nesilleri nasıl yetiştirmişiz ki şimdi bu belalara duçar oluyoruz?

Farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı dinlerden halkların huzur içinde yaşadıkları Osmanlı’dan sonra, bu hale nasıl gelindi. Böyle bir imparatorluğun mirasına konan cumhuriyet, niçin 85 yıl geçmesine rağmen - Türkçülük olsun Kürtçülük olsun - bu şöven eğilimlere ve örgütlenmelere yataklık yapmaktadır?

  • Burada; dışarıdan ithal hüviyetleri deli gömleği gibi millete zorla giydirip kimliksizleştiren cumhuriyet kadroları suçludur.
  • Birçok halkın bir arada yaşadığı bir mozaikten cımbızla ırk seçip, ona "onurlu" bir kimlik yakıştıran; diğerlerine ise "etnik unsur" deyip dışlayanlar suçludur.
  • Herkesi fabrikasyon haline getirip tek tipleştirmeye çalışan sistem ve çarkları suçludur.

Hangi görüşe sahip olursa olsun, kendi insanlarımıza saygı duyabilecek olgunluğa ulaşmamız gerekiyor.

Mümin olmanın temel ölçütü sadece kendi evinin önünü süpürmek değil, kapitalizme, emperyalizme, Siyonizm’e, zulme, sömürüye karşı olmaktır.

Kavmiyetçilik anlayışı Müslümanların birlik ve beraberliğini bozan en önemli fitnedir ve İslam ümmetinin başının en büyük belasıdır. Ne zaman milliyetçilik akımları ortaya çıkmış o zaman dağılma süreci başlamıştır.

Tarih, Müslüman Kürdün ile Müslüman Türkün ittifakından hep büyük zaferlerin ve büyük gelişmelerin ortaya çıktığını kaydetmiştir. Tarihte hafızalarımızı bugün kanatacak hiçbir Türk-Kürt savaşı olmadı; kaynaştılar, hatta yer yer birbirlerine dönüştüler.

Her Müslümanın asimilasyon politikalarına karşı çıkması gerekiyor. Türkler ve Kürtler olarak ümmet bilinci içerisinde kardeşçe yaşamanın geçmişte mümkün olduğunu bugünde mümkün olacağını akıldan çıkarmamalıyız.

Bir kavmin kendi dili ile konuşup yazamaması gibi bir zulmü hiçbir ilahi terazi kabul etmez. Bu zulüm karşısında Müslüman kardeşlerini yalnız bırakıp sessiz kalmak ümmet sorumluluğuna da sığmaz.  Bu sorun Kur-an ve sünnetin de kabul edeceği bir şey değildir.

Bütün bu zulümlere sebep olan sistemi ve bir din gibi dayattığı tek tipçi, tek ulusçu, farklılıkları yok sayan laikçi ideolojisini sorgulamak ve reddetmektir.

Kürt sorununun kalıcı ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün kavimleri adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami adalet sisteminin kurulması için çalışmalıyız.

Sonuçta, biz Kürt, Türk bütün Müslümanlar, topluca Allah’ın ipine ve birbirimize sarılmalıyız.

Bedir’de, Hayber’de, İstanbulun fethinde, Malazgirt’te, Çanakkale’de ve Kurtuluş savaşında ve yeryüzünün nice yerlerinde yükselen sancak bir ırkın gücüne dayalı sancak değil imanın ve İslam’ın yükselen sancağı idi.

Ulusçuluğu ve kapitalist tüketim kültürünü aşarak küllerimizden ayağa kalkmalıyız. Kuran’a sarılarak Müslümanlar olarak kendimizi yeniden oluşturmanın imkânlarını üretmeliyiz.

Kur’an ölçülerinde büyük inkılâbı yaşamak, yaygınlaştırmak, şirke, zulme, ifsada karşı tevhit ve adaleti ikame etme mücadelesi vermeliyiz.

Allah’ın vaat ettiği mübarek yardımına, mağfiretine ve rahmetine hak kazanmalıyız.

Eğer biz üzerimize düşeni yaparsak, özümüzü tevhidi anlamda değiştirerek Allah’ın yardımına hak kazanabilirsek, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecektir. O zaman da inşallah,  muhteşem gelişmeler yaşanacak, galibiyet ve zafer Müslümanların olacaktır.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...