(Umran Dergisi)
Çin’in hapishanelere ve zorunlu Politik Eğitim
Kamplarına beyin yıkamak üzere gönderdiği Uygurların sayıları her geçen gün
artarken, aynı zamanda uygulanan işkence ve zulümler neticesinde yüzlerce insan
hayatını kaybetmektedir. Hayatını kaybedenlerin cenazeleri teslim edilirken
ölüm nedeni hakkında herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. Toplama kamplarında
yaklaşık 3 milyon insanın bulunduğu tahmin edilmektedir.
Toplama kamplarına zorla götürülen Uygurlar,
buralarda kendi inançlarını değiştirmeye ve Komünist Parti ideolojisine
boyun eğmeye zorlanmaktadırlar. Evlerinden, topraklarından, eş ve çocuklarından
zorla alınan bu insanlara, su tanklarına daldırma, kadın tutukluların
yüzlerinde ve vücutlarında sigara söndürme, bileklerinden asılan tutukluları
acı verici nesnelerle dövme, elektrik verme, soğukta bekletme, yoğun ve parlak
ışıkla körleştirme, uzun süre gergin pozisyonda tutma, uykusuz, aç ve susuz
bırakma, günlerce 'kaplan koltuğu' denen hareketsiz koltuklarda oturtma, elleri
kelepçeli ve ayakları prangalı olarak dolaştırılma gibi işkenceler
yapılmaktadır.
Doğu Türkistan'da yaşayan Uygurlara yurtdışına seyahat
yasağı konulmakta, yurtdışındaki Doğu Türkistanlıların memleketlerine dönüş ve
akraba ziyaretine engel olunmaktadır. Uygurların şahsi bilgisayar ve cep
telefonlarını gerekçesiz kontrol edilmekte, yurtdışında yaşayan Uygurların
ailesi ve akrabaları rehin tutulmaktadır. İnanç, ibadet, giyim, kuşam, örf ve
adetlere yönelik yasaklar devam etmekte, camiler ve ibadethaneler kontrol
altında tutulmaktadır. Dil, kültür ve eğitimin hakları engellenmekte, tarihi
eserler, kitap ve kütüphaneler tahrip edilmektedir. Ekonomik baskılar,
gerekçesiz vergiler, mallara el koymalar devam etmektedir.
Uygur kızları zorla uzak bölgelere işçi olarak
gönderilerek adeta kötülüğün kucağına atılmaktadır. Her Uygur evine bir
Çinli erkek sokmak gibi hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği uygulamalar
yapmaktadırlar. İnsanların toplama kamplarını götürülerek insanlık dışı
işkencelere maruz bırakılması, Müslüman çocukların zorla ailelerinden alınarak
toplama kamplarında beyin yıkama operasyonuna tabi tutularak ailelerine,
inançlarına, değerlerine düşman olarak yetiştirilmeye çalışılması asla kabul
edilmeyecek uygulamalardır.
Çin ile ilişkiler zora girmesin, reelpolitik bunu
gerektiriyor diye bütün bu zulümlere göz yummak, sessiz kalmak zalime boyun
eğmek değil midir? Esat gibi bir zalime nasıl karşı durduysak, o mazlum
insanlara nasıl kucak açtıysak, bu kardeşlerimizin hakkına hukukuna da sahip
çıkmak zorundayız.
Reel politik kavramını, Henry Kissinger, Diplomasi
adlı kitabında ''güç hesapları ve ulusal çıkarlar üzerine kurulu dış politika''
olarak tanımlamakta, siyasetin güç temelinde şekillendiğini, güçlü olanın
siyaseti belirlediğini belirtmektedir. Politikadan din, ahlak, namus, şeref,
haysiyet gibi insani duyguları çıkarıp herhangi bir ideale, ilkeye veya fikre
bağlı kalmaksızın sadece mevcut gerçekleri göz önüne alarak amaçlarını
gerçekleştirmeye çalışan bir düşüncenin adıdır reelpolitik. İnsanı
hayatın, siyasetin öznesi olarak kabul etmek yerine nesnesi sayan, vicdanı,
ahlakı, insanlığı, inanç ve idealleri bir yana bırakarak tek hedefi politik
amaçlar olan bir bakış açısı.
Rahmetli Akif Emre bir yazısında; “siyaset,
toplumsal sorumluluk, adalet duygusu, yeryüzüne muştuladığımız merhamet her ne
varsa hepsinin elde edilen statüko adına ertelendiğini, hatta unutulduğunu
hatırlayan yok gibi. Real politik adına girilen labirentin tuzaklarını,
açmazlarını ya edilgen biçimde seyrediyor yahut bir hikmet arıyoruz. Statükoyu
korumak, gözetmek zorunda olanlarla statükoya rağmen eskimeyen, pörsümeyen
gerçeği dillendirmek durumunda olanlar arasında mesafe kapanıyor gittikçe. Asıl
çürüme burada başlıyor. Reel siyasetin içinde olanları kim uyaracak?” [1] diyordu.
Çin’in zalimane uygulamalarını protesto etmek için
yapılan gösteri ve yürüyüşleri engellemek, CIA planlaması ve uygulaması gibi
göstermek vicdanları rahatsız etmektedir. Müslümanın görevi zulme ve zalime
karşı durmaktır. Biz sahip çıkmadığımız sürece elbette birileri bu durumu
sahiplenmeye ve manuple etmeye çalışacaktır. Her şeye rağmen, bizim oradaki
mazlum din kardeşlerimize sahip çıkmak mecburiyetimiz vardır.
Müslüman olan hiçbir kimse, bu dayanılmaz zulüm ve
katliamlara, cani işgalcilerin kahpece tecavüz ve aşağılamalara sessiz ve
tepkisiz kalamaz. Müslüman’ın şeref ve haysiyeti ile oynuyorlar. Tepki
göstermeyip susmamız, bu ümmete zulüm edenlerin cüretini artırıyorsa, İslam’ın
ve Müslümanların aşağılanmasına, onurlarının ve dirençlerinin kırılmasına neden
oluyorsa, susmamız da haramdır.
Hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "kötü
davranışlar karşısında ilgisiz olan ve hiçbir tepki göstermeyen kimse, canlılar
arasında sadece nefes alıp veren bir ölüdür." Hz.
Peygamber, “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan benden
değildir” diyor.
Seyyid Kutub; “Acaba Müslümanlar
nasıl zevkle yiyip içiyorlar, nasıl rahat uyuyorlar? Din kardeşleri en aşağılık
en rezil insanların ellerinde en kötü işkenceleri görürken, çeşit çeşit zillete
layık görülürken?” diyor.
Yine Resulü Ekrem; “Yardım edin ey
Müslümanlar’ diye feryat eden bir kardeşinin çağrısını işitip de onun yardımına
koşmayan Müslüman değildir” buyuruyor.
Yüce Allah Kuran'da Müslümanlara şöyle
sesleniyor: Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz,
bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize
katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan
zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75)
Ölüme terkedilmiş Müslümanlar
Siyonist rejimin, Filistinlilere karşı her gün
işlediği cinayetler, özellikle “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” gösterilerinde 233
Filistinlinin şehadeti ve en az 24 bin Filistinlinin yaralanması artık kimseyi
eskisi kadar etkilemiyor, endişelendirmiyor. Bu konu, hem Arap dünyasında, hem
dünya kamuoyu nezdinde ve bizim toplumuzda sıcak bir gündem olmaktan çıkmış,
önceliği olmayan tali bir konuya dönüşmüştür.
Saltanatlarına bir şey olmasını istemeyen Suudi
Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve son zamanlarda ise
Umman gibi bazı Arap ülkeleri bırakın Müslümanlara sahip çıkmayı, Siyonist
rejim ile ilişkilerini normalleştirmeye ve haysiyetsizce işbirliği yapmaya
çalışıyorlar.
Mahzun Kudüs’e İsrail’den vize alarak ve ancak Tel
Aviv üzerinden gidebiliyorsun. Mescidi Aksa Siyonistlerin pis postallarının
işgali altında. Öldüre öldüre bitiremedikleri kuşatılmış Gazze’yi ambargo ile
yavaş yavaş ölüme terk etmişler. En son Katar’ın gönderdiği yakıt da tükendi.
Elektrik üretilemiyor, hastaneler çalışamıyor, ilaç yok, malzeme yok,
işbirlikçi Mısır sınırı kapatmış nefes aldırmıyor.
İsrail’e ses çıkaramayan korkaklar Yemeni cehenneme
çevirdiler. Kendi aralarında askeri koalisyon kurarak Yemen’e bomba yağdırıyor,
Müslümanların evlerini başlarına yıkıyorlar. Açlık, hastalık, kolera ve sefalet
kol geziyor. Su yok, ekmek yok, ilaç yok. Krallar, şeyhler, diktatörler
saraylarında sefa sürerken yüzbinlerce insan açlıkla pençeleşiyor, on binlerce
çocuk ölüyor.
Ümmet yanıyor, haçlı saldırıyor, Yahudi saldırıyor,
Budist saldırıyor. Yetmiyor Afganistan’da, Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta,
Libya’da Müslüman Müslümana saldırıyor, birbirlerinin kanını akıtıyorlar. Şer
güçlerin ayak basmadıkları bir İslam ülkesi neredeyse kalmamış. İslam dünyası
ile düşük yoğunluklu bir savaş devam ediyor. Milyonlarca Müslüman yerinden
yurdundan edilmiş. Yıkım, talan, zulüm, işkence ve katliamlar devam ediyor.
Zalimler ne hukuk dinliyorlar, ne ahlak ne de vicdan. Günümüzde Müslümanlar
tıpkı dümeni kırılmış bir teknenin akıntıya kapılması gibi müstekbirlerin
belirledikleri senaryoların peşinde itile kakıla rol almaktadırlar.
Ümmet İçin İçin Ağlıyor
Bugün Suriye, Yemen, Filistin, Afganistan, Irak,
Libya, Arakan, Doğu Türkistan’da oluk oluk Müslüman kanı akıyor. Adamlar silah
gücüyle Müslüman beldelerde istedikleri gibi at oynatıyorlar. Müslümanları
telef ediyor, ülkeleri, şehirleri viran ediliyor, ırz ve namusları
kirletiliyor, çocuklar katlediliyor, zenginlikleri talan ediliyor.
Maalesef bunca vahşet karşısında İslam ülkelerinden
güçlü bir ses yükselemiyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileyiş dönemine kadar
İslam dünyası hiç bu kadar güçsüz kalmamıştı. Bugün onları koruyabilecek güçlü
bir devlet olsaydı durum daha farklı olabilecekti.
Dünyanın siyasi, ekonomik ve kültürel dengelerine
baktığımızda, bu dengelere yön veren bir kaç ayrı uluslararası güç veya güç
bloğu olduğunu görürüz. Bunlar dünyadaki olaylara kendi çıkarları açısından yön
vermeye çalışmaktadırlar. Ancak, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini
oluşturan Müslümanlar, bu tablonun içinde bulunmamaktadır. Müslümanların dünya
görüşlerini, menfaatlerini, taleplerini ifade eden, bunları uluslararası
platformlarda savunan ‘aktif merkezi bir güç’ ve organizasyon
yoktur. Müslümanlar bu zulümleri, cinayetleri
katliamları durduracak dünya çapında ‘güç ve iktidar sahibi’
olamamışlardır. Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan Müslümanların BM daimi
üyeleri arasında hiç yer alamamıştır.
Sayıca çok olan Müslümanların bu kadar aciz kalmasının
sebebini araştırdığımızda, bu insanların bir ümmet bilincinden yoksun,
birbiriyle didişen bir “yığın” olduğunu görmekteyiz. Ümmet son iki
asırdır tarihin en zayıf, en güçsüz ve edilgin dönemini yaşıyor. Osmanlı
Devleti’nin yıkılması sonucu İslam dünyası arasındaki bağlar bütünüyle
çözülmüş, Müslüman toplumların her biri bir batılı devletin kucağına
savrulmuştur. İslam coğrafyası bu mağlubiyet sonrasında kültürel, siyasi,
ekonomik, her türlü işgale maruz kalmıştır. Kimlik bunalımları yaşayan
Müslümanlar, cesaretini, özgüvenini yitirmiş, kendisini ezen Batı’nın mukallidi
haline gelmiştir.
Müslümanlar milliyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik,
bölgecilik gibi düşüncelerle param parça edilmiştir. Suni sınırlarla
bölünmüş, birbirleriyle kavgaya itilmiştir. Tarih boyunca Müslümanların başına
gelen felaketler hep tefrika yüzünden gelmiştir. Şu an Müslümanlar, büyük bir
zenginliğin üstünde oturmalarına karşılık, yönetimi elinde bulunduran
emperyalistlerin uşağı kukla rejimler, hain ve zalim yöneticiler nedeniyle,
İslam coğrafyası fakirliğin, ezilmişliğin ve zavallılığın sembolü haline
gelmiştir.
Koskoca İslam coğrafyası kan ve gözyaşı içinde. Her
yerde feryat, her yerde kan, her yerde yıkım ve çaresizlik var. Başı eğik,
onuru zedelenmiş, ezilmiş, yenilmiş bir ümmet için için ağlıyor. Bu kadar
zengin potansiyeli olan bir coğrafyanın, nasıl çileli insanların yaşadığı bir
yer haline geldiğini görmek, insanın içini acıtıyor.
İslam ülkelerinin bir bölümü bağımsızlığını sömürgecilere
hizmet karşılığında lütuf olarak almıştır. Arap dünyasında aşiretlere göre
ülkeler oluşturdular. Sömürgeciler her bir ülkenin başına, gardiyanlık yapsın
diye ipi kendi ellerinde birer diktatör, piyon koydular. Koca koca ülkeleri,
her biri psikiyatrik birer vaka olan, emperyalistlerin kuklası despot
yöneticilerle kontrol ettiler. Müslüman coğrafyaların başında kanser uru gibi
duran ve adeta yeminli İslam düşmanı olan kukla düzenler, halkına hizmet etmek
yerine, onu kontrol etmek, hak ve hürriyetlerini kısıtlamak gayretinde oldular.
Bu ülkeleri idare edenler, kendi değerlerinden kopup
Batılı olmaya heves ettikleri için zillet ve meskenete duçar olmuşlardır. Her
bir İslam ülkesi ABD’nin ve batının ağzına bakar hale getirildi. İsrail’e
destek verdirildi. Düşman ve onun komplolarından gaflet etmek, ne yazık ki tüm
İslam ümmetini kapsayan toplumsal bir münker olarak karşımızda durmaktadır.
Şeytanı taşlamak gerekiyor.
Bir Müslüman’ın ümmet üzerinde böylesine şiddetli bir
zulüm devam ederken, yatağında rahat uyuması, yalnızca kendi çıkarlarını
düşünmesi kabul edilebilir bir durum değildir. İçinde bulunduğumuz devir,
gaflete kapılmaya, sessiz kalmaya, umursamazlığa, dünya hayatının kısa
faydasının peşine düşmeye, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit öldürmeye
uygun bir devir değildir.
Toplumdaki akıl sahiplerinin, insanları fesattan
alıkoymak gibi bir görevleri vardır. Biz eğer bilenler olarak bu görevleri
üzerimize almıyorsak, o zaman, umudumuz dağdaki çobanın gayretlerine kalmış
demektir. Nice peygamberin, hakkın ihyası ve bâtılın ortadan kaldırılması
uğruna onca eziyet ve sıkıntıya katlanmış olduğunu biliyoruz. Sıra kendimize
gelince bin bir bahane öne sürerek bu sorumluluktan kaçıyoruz. Zulmün,
kötülüğün, fesadın ve ahlaksızlığın yayılmasına seyirci kalıyoruz.
Hani müminler birbirinin kardeşi idi. Hani Müslümanlar
bir vücut gibi idiler. Bir uzuv rahatsız olunca, vücudun diğer uzuvları da
rahatsız olurdu. Hani birbirimize buğz etmeyecek, haset etmeyecek birbirimize
sırt çevirmeyecek, bölünüp parçalanmayacaktık. Müslüman, Müslüman kardeşinin
canını, malını, ırz ve namusunu, kendi malı, kendi canı ve kendi ırz ve namusu
gibi koruyacaktı.
Yeryüzünde bunca günah işlenirken, koskoca bir İslam
âlemi Müslüman kardeşlerini haçlı ve Siyonist katillere nasıl teslim eder? Bu
olanlar karşısında nasıl ilgisiz kalır? Binlerce kilometre uzaktan gelip İslam
âleminin kalbine çöreklenen haçlı haydutlarıyla, mazisi kan ve katliamla dolu
bu canilerle ilişkilerinde nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabilirler?
Müslümanlar çözüldükçe, küfrün eli güçlendi.
Güzel günlere dönmek istiyorsak önce birbirimize dönmemiz, ‘Aynı bedenin
azaları’ olduğumuzun şuuru içinde olmamız gerekiyor. Bir vahdet ve kardeşlik
bilinciyle kendimize gelmediğimiz sürece küresel gücün karşısında duramayız.
Sözün tükendiği, iş yapmanın gerektiği bir dönem
yaşıyoruz. Kurtarıcı ve sahip de beklemeyelim. Çünkü Allah sahip olalım diye
bizi gönderdi.
[1] Yeni Şafak, 01 Aralık 2016