1 Şubat 2019 Cuma

REELPOLİTİK İLE MORALPOLİTİK ARASINDA

(Umran Dergisi)

 

Çin’in hapishanelere ve zorunlu Politik Eğitim Kamplarına beyin yıkamak üzere gönderdiği Uygurların sayıları her geçen gün artarken, aynı zamanda uygulanan işkence ve zulümler neticesinde yüzlerce insan hayatını kaybetmektedir. Hayatını kaybedenlerin cenazeleri teslim edilirken ölüm nedeni hakkında herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. Toplama kamplarında yaklaşık 3 milyon insanın bulunduğu tahmin edilmektedir.

Toplama kamplarına zorla götürülen Uygurlar, buralarda kendi inançlarını değiştirmeye ve Komünist Parti ideolojisine boyun eğmeye zorlanmaktadırlar. Evlerinden, topraklarından, eş ve çocuklarından zorla alınan bu insanlara, su tanklarına daldırma, kadın tutukluların yüzlerinde ve vücutlarında sigara söndürme, bileklerinden asılan tutukluları acı verici nesnelerle dövme, elektrik verme, soğukta bekletme, yoğun ve parlak ışıkla körleştirme, uzun süre gergin pozisyonda tutma, uykusuz, aç ve susuz bırakma, günlerce 'kaplan koltuğu' denen hareketsiz koltuklarda oturtma, elleri kelepçeli ve ayakları prangalı olarak dolaştırılma gibi işkenceler yapılmaktadır.

Doğu Türkistan'da yaşayan Uygurlara yurtdışına seyahat yasağı konulmakta, yurtdışındaki Doğu Türkistanlıların memleketlerine dönüş ve akraba ziyaretine engel olunmaktadır. Uygurların şahsi bilgisayar ve cep telefonlarını gerekçesiz kontrol edilmekte, yurtdışında yaşayan Uygurların ailesi ve akrabaları rehin tutulmaktadır. İnanç, ibadet, giyim, kuşam, örf ve adetlere yönelik yasaklar devam etmekte, camiler ve ibadethaneler kontrol altında tutulmaktadır. Dil, kültür ve eğitimin hakları engellenmekte, tarihi eserler, kitap ve kütüphaneler tahrip edilmektedir. Ekonomik baskılar, gerekçesiz vergiler, mallara el koymalar devam etmektedir.

Uygur kızları zorla uzak bölgelere işçi olarak gönderilerek adeta kötülüğün kucağına atılmaktadır. Her Uygur evine bir Çinli erkek sokmak gibi hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği uygulamalar yapmaktadırlar. İnsanların toplama kamplarını götürülerek insanlık dışı işkencelere maruz bırakılması, Müslüman çocukların zorla ailelerinden alınarak toplama kamplarında beyin yıkama operasyonuna tabi tutularak ailelerine, inançlarına, değerlerine düşman olarak yetiştirilmeye çalışılması asla kabul edilmeyecek uygulamalardır.

Çin ile ilişkiler zora girmesin, reelpolitik bunu gerektiriyor diye bütün bu zulümlere göz yummak, sessiz kalmak zalime boyun eğmek değil midir? Esat gibi bir zalime nasıl karşı durduysak, o mazlum insanlara nasıl kucak açtıysak, bu kardeşlerimizin hakkına hukukuna da sahip çıkmak zorundayız.

Reel politik kavramını, Henry Kissinger, Diplomasi adlı kitabında ''güç hesapları ve ulusal çıkarlar üzerine kurulu dış politika'' olarak tanımlamakta, siyasetin güç temelinde şekillendiğini, güçlü olanın siyaseti belirlediğini belirtmektedir. Politikadan din, ahlak, namus, şeref, haysiyet gibi insani duyguları çıkarıp herhangi bir ideale, ilkeye veya fikre bağlı kalmaksızın sadece mevcut gerçekleri göz önüne alarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalışan bir düşüncenin adıdır reelpolitik. İnsanı hayatın, siyasetin öznesi olarak kabul etmek yerine nesnesi sayan, vicdanı, ahlakı, insanlığı, inanç ve idealleri bir yana bırakarak tek hedefi politik amaçlar olan bir bakış açısı.

Rahmetli Akif Emre bir yazısında; “siyaset, toplumsal sorumluluk, adalet duygusu, yeryüzüne muştuladığımız merhamet her ne varsa hepsinin elde edilen statüko adına ertelendiğini, hatta unutulduğunu hatırlayan yok gibi. Real politik adına girilen labirentin tuzaklarını, açmazlarını ya edilgen biçimde seyrediyor yahut bir hikmet arıyoruz. Statükoyu korumak, gözetmek zorunda olanlarla statükoya rağmen eskimeyen, pörsümeyen gerçeği dillendirmek durumunda olanlar arasında mesafe kapanıyor gittikçe. Asıl çürüme burada başlıyor. Reel siyasetin içinde olanları kim uyaracak?” [1] diyordu.

Çin’in zalimane uygulamalarını protesto etmek için yapılan gösteri ve yürüyüşleri engellemek, CIA planlaması ve uygulaması gibi göstermek vicdanları rahatsız etmektedir. Müslümanın görevi zulme ve zalime karşı durmaktır. Biz sahip çıkmadığımız sürece elbette birileri bu durumu sahiplenmeye ve manuple etmeye çalışacaktır. Her şeye rağmen, bizim oradaki mazlum din kardeşlerimize sahip çıkmak mecburiyetimiz vardır.

Müslüman olan hiçbir kimse, bu dayanılmaz zulüm ve katliamlara, cani işgalcilerin kahpece tecavüz ve aşağılamalara sessiz ve tepkisiz kalamaz. Müslüman’ın şeref ve haysiyeti ile oynuyorlar. Tepki göstermeyip susmamız, bu ümmete zulüm edenlerin cüretini artırıyorsa, İslam’ın ve Müslümanların aşağılanmasına, onurlarının ve dirençlerinin kırılmasına neden oluyorsa, susmamız da haramdır.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "kötü davranışlar karşısında ilgisiz olan ve hiçbir tepki göstermeyen kimse, canlılar arasında sadece nefes alıp veren bir ölüdür." Hz. Peygamber, “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan benden değildir diyor.

Seyyid Kutub; “Acaba Müslümanlar nasıl zevkle yiyip içiyorlar, nasıl rahat uyuyorlar? Din kardeşleri en aşağılık en rezil insanların ellerinde en kötü işkenceleri görürken, çeşit çeşit zillete layık görülürken?” diyor.

Yine Resulü Ekrem; “Yardım edin ey Müslümanlar’ diye feryat eden bir kardeşinin çağrısını işitip de onun yardımına koşmayan Müslüman değildir” buyuruyor.

Yüce Allah Kuran'da Müslümanlara şöyle sesleniyor: Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa, 75)

Ölüme terkedilmiş Müslümanlar

Siyonist rejimin, Filistinlilere karşı her gün işlediği cinayetler, özellikle “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” gösterilerinde 233 Filistinlinin şehadeti ve en az 24 bin Filistinlinin yaralanması artık kimseyi eskisi kadar etkilemiyor, endişelendirmiyor. Bu konu, hem Arap dünyasında, hem dünya kamuoyu nezdinde ve bizim toplumuzda sıcak bir gündem olmaktan çıkmış, önceliği olmayan tali bir konuya dönüşmüştür.

Saltanatlarına bir şey olmasını istemeyen Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve son zamanlarda ise Umman gibi bazı Arap ülkeleri bırakın Müslümanlara sahip çıkmayı, Siyonist rejim ile ilişkilerini normalleştirmeye ve haysiyetsizce işbirliği yapmaya çalışıyorlar.

Mahzun Kudüs’e İsrail’den vize alarak ve ancak Tel Aviv üzerinden gidebiliyorsun. Mescidi Aksa Siyonistlerin pis postallarının işgali altında. Öldüre öldüre bitiremedikleri kuşatılmış Gazze’yi ambargo ile yavaş yavaş ölüme terk etmişler. En son Katar’ın gönderdiği yakıt da tükendi. Elektrik üretilemiyor, hastaneler çalışamıyor, ilaç yok, malzeme yok, işbirlikçi Mısır sınırı kapatmış nefes aldırmıyor.

İsrail’e ses çıkaramayan korkaklar Yemeni cehenneme çevirdiler. Kendi aralarında askeri koalisyon kurarak Yemen’e bomba yağdırıyor, Müslümanların evlerini başlarına yıkıyorlar. Açlık, hastalık, kolera ve sefalet kol geziyor. Su yok, ekmek yok, ilaç yok. Krallar, şeyhler, diktatörler saraylarında sefa sürerken yüzbinlerce insan açlıkla pençeleşiyor, on binlerce çocuk ölüyor.

Ümmet yanıyor, haçlı saldırıyor, Yahudi saldırıyor, Budist saldırıyor. Yetmiyor Afganistan’da, Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta, Libya’da Müslüman Müslümana saldırıyor, birbirlerinin kanını akıtıyorlar. Şer güçlerin ayak basmadıkları bir İslam ülkesi neredeyse kalmamış. İslam dünyası ile düşük yoğunluklu bir savaş devam ediyor. Milyonlarca Müslüman yerinden yurdundan edilmiş. Yıkım, talan, zulüm, işkence ve katliamlar devam ediyor. Zalimler ne hukuk dinliyorlar, ne ahlak ne de vicdan. Günümüzde Müslümanlar tıpkı dümeni kırılmış bir teknenin akıntıya kapılması gibi müstekbirlerin belirledikleri senaryoların peşinde itile kakıla rol almaktadırlar.

Ümmet İçin İçin Ağlıyor

Bugün Suriye, Yemen, Filistin, Afganistan, Irak, Libya, Arakan, Doğu Türkistan’da oluk oluk Müslüman kanı akıyor. Adamlar silah gücüyle Müslüman beldelerde istedikleri gibi at oynatıyorlar. Müslümanları telef ediyor, ülkeleri, şehirleri viran ediliyor, ırz ve namusları kirletiliyor, çocuklar katlediliyor, zenginlikleri talan ediliyor. 

Maalesef bunca vahşet karşısında İslam ülkelerinden güçlü bir ses yükselemiyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileyiş dönemine kadar İslam dünyası hiç bu kadar güçsüz kalmamıştı. Bugün onları koruyabilecek güçlü bir devlet olsaydı durum daha farklı olabilecekti.

Dünyanın siyasi, ekonomik ve kültürel dengelerine baktığımızda, bu dengelere yön veren bir kaç ayrı uluslararası güç veya güç bloğu olduğunu görürüz. Bunlar dünyadaki olaylara kendi çıkarları açısından yön vermeye çalışmaktadırlar. Ancak, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan Müslümanlar, bu tablonun içinde bulunmamaktadır. Müslümanların dünya görüşlerini, menfaatlerini, taleplerini ifade eden, bunları uluslararası platformlarda savunan ‘aktif merkezi bir güç’ ve organizasyon yoktur.  Müslümanlar bu zulümleri, cinayetleri katliamları durduracak dünya çapında ‘güç ve iktidar sahibi’ olamamışlardır. Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan Müslümanların BM daimi üyeleri arasında hiç yer alamamıştır.

 

Sayıca çok olan Müslümanların bu kadar aciz kalmasının sebebini araştırdığımızda, bu insanların bir ümmet bilincinden yoksun, birbiriyle didişen bir “yığın” olduğunu görmekteyiz. Ümmet son iki asırdır tarihin en zayıf, en güçsüz ve edilgin dönemini yaşıyor. Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonucu İslam dünyası arasındaki bağlar bütünüyle çözülmüş, Müslüman toplumların her biri bir batılı devletin kucağına savrulmuştur. İslam coğrafyası bu mağlubiyet sonrasında kültürel, siyasi, ekonomik, her türlü işgale maruz kalmıştır. Kimlik bunalımları yaşayan Müslümanlar, cesaretini, özgüvenini yitirmiş, kendisini ezen Batı’nın mukallidi haline gelmiştir.

Müslümanlar milliyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik, bölgecilik gibi düşüncelerle param parça edilmiştir.  Suni sınırlarla bölünmüş, birbirleriyle kavgaya itilmiştir. Tarih boyunca Müslümanların başına gelen felaketler hep tefrika yüzünden gelmiştir. Şu an Müslümanlar, büyük bir zenginliğin üstünde oturmalarına karşılık, yönetimi elinde bulunduran emperyalistlerin uşağı kukla rejimler, hain ve zalim yöneticiler nedeniyle, İslam coğrafyası fakirliğin, ezilmişliğin ve zavallılığın sembolü haline gelmiştir.

Koskoca İslam coğrafyası kan ve gözyaşı içinde. Her yerde feryat, her yerde kan, her yerde yıkım ve çaresizlik var. Başı eğik, onuru zedelenmiş, ezilmiş, yenilmiş bir ümmet için için ağlıyor. Bu kadar zengin potansiyeli olan bir coğrafyanın, nasıl çileli insanların yaşadığı bir yer haline geldiğini görmek, insanın içini acıtıyor.

İslam ülkelerinin bir bölümü bağımsızlığını sömürgecilere hizmet karşılığında lütuf olarak almıştır. Arap dünyasında aşiretlere göre ülkeler oluşturdular. Sömürgeciler her bir ülkenin başına, gardiyanlık yapsın diye ipi kendi ellerinde birer diktatör, piyon koydular. Koca koca ülkeleri, her biri psikiyatrik birer vaka olan, emperyalistlerin kuklası despot yöneticilerle kontrol ettiler. Müslüman coğrafyaların başında kanser uru gibi duran ve adeta yeminli İslam düşmanı olan kukla düzenler, halkına hizmet etmek yerine, onu kontrol etmek, hak ve hürriyetlerini kısıtlamak gayretinde oldular.

Bu ülkeleri idare edenler, kendi değerlerinden kopup Batılı olmaya heves ettikleri için zillet ve meskenete duçar olmuşlardır. Her bir İslam ülkesi ABD’nin ve batının ağzına bakar hale getirildi. İsrail’e destek verdirildi. Düşman ve onun komplolarından gaflet etmek, ne yazık ki tüm İslam ümmetini kapsayan toplumsal bir münker olarak karşımızda durmaktadır.

Şeytanı taşlamak gerekiyor.

Bir Müslüman’ın ümmet üzerinde böylesine şiddetli bir zulüm devam ederken, yatağında rahat uyuması, yalnızca kendi çıkarlarını düşünmesi kabul edilebilir bir durum değildir. İçinde bulunduğumuz devir, gaflete kapılmaya, sessiz kalmaya, umursamazlığa, dünya hayatının kısa faydasının peşine düşmeye, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit öldürmeye uygun bir devir değildir.

Toplumdaki akıl sahiplerinin, insanları fesattan alıkoymak gibi bir görevleri vardır. Biz eğer bilenler olarak bu görevleri üzerimize almıyorsak, o zaman, umudumuz dağdaki çobanın gayretlerine kalmış demektir. Nice peygamberin, hakkın ihyası ve bâtılın ortadan kaldırılması uğruna onca eziyet ve sıkıntıya katlanmış olduğunu biliyoruz. Sıra kendimize gelince bin bir bahane öne sürerek bu sorumluluktan kaçıyoruz. Zulmün, kötülüğün, fesadın ve ahlaksızlığın yayılmasına seyirci kalıyoruz.

Hani müminler birbirinin kardeşi idi. Hani Müslümanlar bir vücut gibi idiler. Bir uzuv rahatsız olunca, vücudun diğer uzuvları da rahatsız olurdu. Hani birbirimize buğz etmeyecek, haset etmeyecek birbirimize sırt çevirmeyecek, bölünüp parçalanmayacaktık. Müslüman, Müslüman kardeşinin canını, malını, ırz ve namusunu, kendi malı, kendi canı ve kendi ırz ve namusu gibi koruyacaktı.

Yeryüzünde bunca günah işlenirken, koskoca bir İslam âlemi Müslüman kardeşlerini haçlı ve Siyonist katillere nasıl teslim eder? Bu olanlar karşısında nasıl ilgisiz kalır? Binlerce kilometre uzaktan gelip İslam âleminin kalbine çöreklenen haçlı haydutlarıyla, mazisi kan ve katliamla dolu bu canilerle ilişkilerinde nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabilirler?

Müslümanlar çözüldükçe, küfrün eli güçlendi.  Güzel günlere dönmek istiyorsak önce birbirimize dönmemiz, ‘Aynı bedenin azaları’ olduğumuzun şuuru içinde olmamız gerekiyor. Bir vahdet ve kardeşlik bilinciyle kendimize gelmediğimiz sürece küresel gücün karşısında duramayız.

Sözün tükendiği, iş yapmanın gerektiği bir dönem yaşıyoruz. Kurtarıcı ve sahip de beklemeyelim. Çünkü Allah sahip olalım diye bizi gönderdi.


[1] Yeni Şafak, 01 Aralık 2016

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...