(Umran Dergisi)
Türkiye’nin ABD ile
Fırat’ın doğusunda oluşturmağa çalıştığı güvenli bölge müzakerelerine tam
yoğunlaştığı bir sırada Rusya ve İran destekli rejim harekete geçerek İdlib’in
güneyindeki kasabaları ele geçirerek Türk gözlem noktalarını tehdit etmeye
başladı. Ne zaman Türkiye bölgede ileri bir adım atsa tahterevallinin iki
ucundaki Amerika ve Rusya mutlaka Türkiye’nin önünü engelleyici girişimlerde
bulunmaktadırlar. Yaşanmakta olan hadiseler, bize kendimizden başka dostumuzun,
tutunacak hiçbir dalımızın olmadığını göstermektedir.
Varlıklarını ülkelerin
yıkımı üzerine kurmuş şer güçler hegemonyalarını sürdürebilmek için işgal ve
talanların, karışıklık ve çatışmaların bölgede bitmesini istemiyorlar. Nasıl
Osmanlıyı parçalamak için geçmişte küfür tek millet olduysa, şimdide aynı
oyunları bölgede ve Türkiye üzerinde oynamaktadırlar. Topraklarımızı kalıcı
olarak işgal edemeyen Batılılar, içeriden zihnen işgal ederek medeniyet iddiası
ve tarih bilinci felç edilen bir kuşak oluşturdular. Yazdıkları senaryolara
göre oynayan kafası kiralık figüranlar icat ettiler.
Böylece bölgedeki
sınırları cetvelle çizilmiş kabile devletlerinin başına getirdikleri kral,
emir, şeyh ve diktatörlerle anlaşıp Müslümanlara her türlü zulmü uyguluyor,
gerekirse darbe yapıyorlar. Türkiye İhvan’a sahip çıkıp kadrolarını himaye
etti. Aynı şekilde Katar’a uygulanan ambargo ve ablukada Katar’ın yanında yer
aldığı gibi orada üs kurarak asker gönderdi. Esed rejiminin zulmünden kaçan
mazlumlara kucak açtı. Türkiye’nin bölgede oyun kuran, politikalara yön veren
bir aktör olabileceğini gören emperyalistler çok tedirgin olmakta, paramparça
ettikleri İslam coğrafyasında Türkiye’nin rol oynamaması için önüne her türlü engeli
çıkarmaktadırlar.
İKİ UCU KİRLİ DEĞNEK
Mardin, Diyarbakır ve
Van'da HDP'li belediye başkanlarının terör iltisakları nedeniyle görevden
uzaklaştırılması ve yerlerine kayyum atanması siyaset gündemini oldukça
hızlandırdı.
Haklarında terör örgütü üyeliği/yöneticiliği suçlaması olup bu nedenle soruşturma geçiren kişileri HDP’nin ısrarla aday göstermesi HDP'nin iyi niyetli olmadığını ve problem çıkarmak istediğini gösteriyor. Sabıkası, soruşturması olmayan kimseleri aday göstermek yerine bu tarz problem olan kişileri seçmesi toplumu germek istediğini, huzur istemediğini gösteriyor.
Teröristin adını caddeye verir, terör mağdurlarını işten çıkarır, terör nedeniyle işten atılmış kişiyi dolaylı yoldan işe alır, milletin parasıyla teröre lojistik sağlarsanız devlet buna izin vermez. Eş başkan diye icat ettikleri bir uygulama ile Kandil’den ismi gelen birini seçilmiş başkanın yanına koyarak belediyede en üst görevlerde yetkilendiriyorlar. Belediye ile terör ilişkisi kabul edilemez. Belediyenin görevi Kandil’e adam, oradan talimatla iş yapmak göndermek değildir. Bunu hiçbir devlet kabul etmez.
Ancak, iyi hal kağıdı verilerek
adaylığına itiraz edilmeyen, seçim propagandası yaparken müdahale edilmeyen,
kazananlarına mazbata verildikten dört ay sonra görevden uzaklaştırma sebebi
topluma makul ve mantıklı bir yol ile izah edilmelidir. Burada ilk akla soru şudur; “Madem
bunlar belediye başkanlığından alınacak kadar terör suçlusuydu, bunların seçimlere
girmesine niçin izin verildi, neden ses çıkarılmadı?” Bugünler için hazırlık mı
yapıldı? Çözüm sürecinde de benzer bir durum yaşanmıştı. PKK belediyelerin
imkân ve araçlarını kullanarak hendekler, tüneller açarken, patlayıcılar
depolarken devlet o zaman da bunlara göz yummuş, valilere ‘bunlara dokunmayın’
diye talimat verilmişti. Türkiye’nin kanayan yarası olan böyle bir meselede
devlet pusuya yatıp tuzak kurabilir mi? Bu şekildeki bir yöntem ve yönetimle
Kürtler ile diyalog kurabilmek ve desteklerini alabilmek oldukça zor gözüküyor
Toplum oy hakkının
işlevsiz hale getirilmesine vicdanen karşı çıkar. İstanbul’un yenilenen
seçimlerindeki “adaletsizlik” hikâyesi bunun en son örneğidir. Kürt oylarını
kazanabilmek için Öcalan’dan mektup getirildi, kırmızı bültenle aranan
kardeşi Osman Öcalan TRT Kürdi’ye çıkarıldı. Buna rağmen
İstanbul’daki Kürtlerin büyük çoğunlukla Ekrem İmamoğlu’na oy verdiği seçim
sonuçlarından anlaşılıyor.
Diyarbakır, Van ve
Mardin büyükşehir belediyeleri seçimden önce zaten kayyumlar tarafından
yönetiliyordu. Peki, seçime gidildiğinde ne oldu? Diyarbakır’da 62,9’la, Van’da
53,8’le, Mardin’de 56,2’yle seçimi HDP aldı. Seçilmiş başkanların görevlerinden
uzaklaştırılmaları, seçime ne gerek
vardı anlayışını doğuruyor. Yerel yönetim seçimlerini kayyumdan, HDP’yi de
terörden arındırmadan bu işin içinden çıkmak mümkün görülmüyor.
Terörden medet uman, teröre destek veren, birliğimizi ve dirliğimizi bozan hiçbir eyleme bu aziz vatanda göz yumulmayacağını herkesin anlaması gerekiyor Seçilmiş olmak, seçilene suç işlemek ve hukuka uymamak imtiyazı tanımaz. Ancak bu süreçte alınan idari kararlar devlete ve hukuka olan itimadı sarsmamalıdır. Hukukun üstünlüğü esas alınmalı ve cezaları kesinleşmiş yargı kararlarına göre hareket edilmelidir. Haklarında herhangi bir yargı kararı olmayan yeni seçilmiş belediye başkanlarını görevden almak, halka “bu işler artık siyasetle, seçimle falan olmuyor” dedirtmekten başka bir işe yaramaz. Bu da PKK’ya hiç kimsenin veremeyeceği moral desteği vermek demek, o seçmen kitlesini siyaset dışı arayışlara itmek, PKK’nın ekmeğine yağ sürmek demek olur. Hatırlanacağı üzere, Leyla Zana’nın TBMM’de Kürtçe yemin etme teşebbüsünden sonra HEP’li milletvekillerinin Meclis çıkışında polis tarafından gözaltına alınış şekli bölgede ciddi duygu kırılmalarına yol açmıştı.
Görülen o ki, Kürt
oylar derin bir kimlik bilinci yaşıyor. Hakim ittifakın din soslu milliyetçilik
hikâyeleri fayda getirmiyor. Kürtlere yönelik bu kadar milliyetçi, otoriter bir
politika izlenmesi Kürtlerinin önemli bir kısmının AK Parti ve Erdoğan’a olan
sempatilerini azaltıyor. Başlangıçta AK
Parti daha babacan, daha kucaklayıcı bir devlet tavrı sergilemişti, ancak bugün
güvenlik politikalarına mahkûm edilen bir AK Parti söz konusudur. AK Parti’nin
altını oyan Bahçeli ve Soylu politikaları ile bu sorunun çözülemeyeceği artık
görülmelidir. Yapılan uygulamalar geniş Kürt topluluklarında nasıl bir izlenim
bırakıyor, nasıl bir duygu bölünmesine yol açıyor düşünülmesi gereken bir
konudur.
Ayrıca, seçimlerden 141 gün sonra ve yargı kararları olmadan kayyum atamakla, dünyaya “siyasi erk seçilmiş muhalifler görevden alıyor” görüntüsü vererek ülkenin hukuk imajını zedelediği gibi Türkiye karşıtlarına da propaganda malzemesi verilmiş oldu. Şer güçlerin bu tip olayları gerekçe göstererek “Kürt hamisi rolü”ne soyunmalarına fırsat vermemek gerekmektedir.
Belediyelerin teröre kaynak aktarmasına elbette asla göz yumulamaz. Ancak başka Belediyelerde de rüşvet, iltimas, imar ve ruhsat yolsuzluklarına da engel olunmadı. Buralarda yaşanan haksızlık ve hukuksuzluklar, israf ve yandaş kayırmaları ayyuka çıktı. Kısacası bu kokuşmuş düzenden herkes nemalandı. Sen alan açarsan, rüşvet ve yolsuzluk çarkı oluşturursan, sui-misal olursan; o da kendi örgütünün finansmanında aynı yöntemleri kullanır. Hedefler farklı olabilir ama yöntemler hep aynı oldu ve terörle atbaşı giden ekonomik ve hukuki ahlaksızlık dağları aştı.
Tabii ülkemizde bir de çifte standart var. Bir CHP milletvekili Mısır'ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yapılan antidemokratik darbe ile ilgili paylaşımında, sandığı ve halk iradesini küçümseyen bir ifade biçimi kullanarak “Seçimle geldik diye kafa tutan Mursi üç günde gitti. Demokrasinin sandıktan ibaret olmadığını anlayabildi mi?” demişti. Bu muhterem, üç Belediye başkanının görevden uzaklaştırılmasını ise ''seçmen iradesinin gaspı'' olarak nitelendiriyor. Tutarsızlık diz boyu maalesef.
Ümmete Her Koldan Saldırılar Devam Ediyor - KEŞMİR
Hindistan'ın yarım
asırdan uzun süredir Cammu Keşmir'e özel statü tanıyan Anayasanın 370.
maddesinin 5 Ağustos'ta iptalinin ardından bölgenin içinde bulunduğu durum ve
geleceğiyle ilgili gerilim sürüyor. Sıcak gelişmelerin yaşandığı Cammu
Keşmir'de keyfi göz altıların yapıldığı, güvenlik güçlerinin orantısız güç
kullandığı, kamuya açık toplantıların yasaklandığı, okulların kapatıldığı,
mobil ağlara ve internete kısıtlama getirildiği bildiriliyor. Topraklarının
büyük bir kısmı Hindistan işgali altında olan Keşmir'de insani bir kriz kapının
eşiğindedir. Hindistan'ın kabul edilemez uygulama ve kararlarıyla Müslümanların
zaten zor şartlarda yaşadığı Keşmir bir ateş hattı olma yolunda ilerlemektedir.
Keşmir sorunu, İngiliz
sömürgesinden kurtulan Hint Yarımadası'nda Pakistan ve Hindistan'ın iki ayrı
ülke olarak Ağustos 1947'de bağımsızlıklarını ilan etmesiyle başladı. İngilizler
1947'de Hindistan'dan çekilirken, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgeyi
Pakistan’a, Hintlilerin yoğun olduğu bölgeyi de Hindistan’a vermişler, Keşmir
bölgesinin hangi tarafta kalacağını ise, Keşmir halkının buna karar vereceği
bir referandumun sonucuna bırakmışlardı. Nüfusunun yüzde 90'ı Müslüman olan
Keşmir halkı, 1947'de Pakistan'a katılmaktan yana tavır alsa da dönemin prensi,
Hindistan ile birleşmeye karar vermiş, ancak karara Müslüman Keşmir halkı karşı
çıkmıştır. O günden bugüne kadar bu bölgede sürekli çatışmalar yaşanmış ve on
binlerce Müslüman katledilmiştir.
1 Ocak 1949'da
Birleşmiş Milletler arabuluculuğunda imzalanan anlaşmaya göre iki ülke de
askerlerini geri çekecek, Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılacak
halkoylamasıyla Keşmir'in geleceği karara bağlanacaktı. Ancak Hindistan, anlaşma maddelerine hiçbir zaman uymadı.
Hindistan bölgede asker bulundurmaya devam ettiği gibi Müslümanların çoğunlukta
olduğu Cammu Keşmir'i de kendine bağladı. Hindistan, sorunun başlangıcından bu
güne Cammu Keşmir bölgesinde Müslüman nüfusu azaltmak için oraya Hintli nüfus
aktararak demografik yapıyı kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır.
Tıpkı İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde olduğu gibi küresel güçler, Keşmir'de meydana gelebilecek çatışma ve gerilimler üzerinden çıkar hesapları yapmaktadırlar. Camiler ve mescitler Hindistan tarafından terör yuvaları olarak, toplu ibadetleri terör eylemi olarak lanse edilmektedir. Aynı oyun burada da oynanmakta İslam terörle özdeşleşmeye çalışılmakta, sonuçta yine Müslüman kanı akıtılmaktadır.
Keşmir, Hindistan saldırılarında veya mayınlarında sakat kalmış insanlarla doludur. Sadece 1990-99 yılları arasında Hint saldırıları sonucunda ölen kadın, çocuk, asker sayısı 63.000 kişinin üzerindedir. Her gün neredeyse ortalama 20 Müslüman şehit edilmektedir. Kadınlar tecavüze uğramakta, medrese ve hastaneler bombalanmakta, okullar ateşe verilmektedir. Halkın kendi dillerini konuşması, bayanların örtü takması yasaklanmaya çalışılmaktadır. Sosyal ve ekonomik kıskaca alınmış olan Keşmir’de vahşet feci boyutlardadır. Yapılan zulümler, işkenceler, baskılarla gizlenmekte, İnsan hakları örgütlerinin hazırladıkları raporlar yok sayılmakta olduğundan başta BM olmak üzere dünya olaya sessiz kalmaktadır. Kısacası ümmetin bir sorunu olan Keşmir kanayan bir yara olarak devam etmektedir.
Eğitim Yılı Başlıyor
Kendimizi bildiğimizden
beri gelen her hükümet her bakan Eğitim Reformu’nun şart olduğundan bahseder.
Ancak yaptıkları iş havanda su döğmekten öteye geçmez. Ufak tefek yamalarla iş
geçiştirilir. İşinin uzmanı olmayan, siyasi dengelere göre görevlendirilen
Bakanlara teslim edilen eğitimi her gelenin kafasına göre yaptığı
değişikliklerle bir yamalı bohça görünümündedir. Ülkenin kimlik meselesi
hakkında fikri olmayan, tarih şuurundan yoksun, donanımsız kadrolarla yönetilmeye
çalışılan milli eğitim hali içler acısı.
Bir ülkenin, bir
milletin en önemli meselesi eğitimdir. Geleceğin parlak veya karanlık olması
eğitime bağlıdır ve eğitim ile şekillenir. Nureddin Topçu merhum; “Maarif
hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. Şu halde millet
maarif demektir.” diyor.
Konforlu lüks okul
binaları yapmak, daha çok derslik yapmak, bedava kitap dağıtmak meseleyi
çözmüyor. Asıl olan o kitapların içinde ve o okullarda müfredat olarak neyi
öğretiyorsunuz ve hangi vasıftaki öğretmenler eğitim veriyor meselesidir.
Öğretmen düzelmeden insan kalitemiz asla yükselmez. Milyarlarca lira para
harcayarak teknoloji çöplüğüne döndürülen okullarda bu projelerin eğitimimize
katkısı ne oldu acaba? O paralar öğretmenin niteliğini yükselmek için
harcansaydı daha iyi olmaz mıydı?
Cumhuriyetin
kuruluşundan beri Kemalist ilkelerle yönlendirilmeye çalışılan eğitim
politikaları bir mankurtlaştırma projesi olarak devam ede geldi. Eğitim
Kemalist ideoloji üzerine değil; millî, dini ve evrensel değerler üzerine
kurulu olmalıdır. Kemalist ilkelerle Türkiye’yi eğitimi şekillendirmekle, ideolojik
muhtevayı zihinlere yüklemekle Türkiye’yi yönetmenin mümkün olmadığı artık
anlaşılmalıdır. 17 yıllık iktidar döneminde 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerine
taş çıkartacak şekilde okulların içini dışını Atatürk ve Atatürkçülük
malzemeleri ile doldurmak neyin nesi anlamak mümkün değil.
D. Mehmet Doğan
üstadımızın ifade ettiği gibi, Türkiye’nin derin yapısı bize şunu söylüyor;
“Siz neyi seçerseniz seçin, resmi ideoloji yerli yerindedir. Kültürel alanda ve
eğitimde tek parti ideolojisini değiştiremezsiniz, Sizin iktidarınız en fazla
siyaset alanında kalır.”[1] Demek ki, 28 Şubatta gözyaşları içinde
okudukları Onuncu Yıl Marşı’nda; “Çıktık
açık alınla on yılda her savaştan; On yılda on beş milyon genç yarattık
her yaştan” denildiği gibi istedikleri nesli oluşturmaya devam ediyorlar.
Tarih dersini seçmeli
ama tek adama irca edilmiş inkılap tarihini mecburi hale getirirseniz,
çocuklarımızı tarihin 1919’da başladığına inandırmaya devam edecekseniz bu
milletin varlığını yok sayıyorsunuz demektir. Tarih kültürü vermek yerine, Atatürk
dogmatizmini din gibi körpe zihinlere zerk etmeye devam ederseniz, Genç
nesilleri inkılâp tarihi ile alternatifsiz CHP zihniyetine yönlendirirsiniz.
Nitekim seçimlerdeki genç nüfusun oylarından görmek mümkündür.
1928’den önce
yayınlanmış Türkçe kitapları okuyamayan. 1927’de vefat etmiş büyük dedesinin
mezar taşını okuyamayan, 1928’den önceki arşivi, mektupları, belgeleri
okuyamayan cahil bir nesil yetiştirildi. Bir İngiliz çocuğu Shakespeare
okuyunca anlayabiliyor ama bizim çocuğumuz Fuzuliyi anlayamıyor. Dünyanın başka
bir yerinde böyle bir kültür katliamı ne görüldü, ne de düşünüldü. Doksan yılda
dil üzerinde oynanarak nesiller arasındaki bağ koparıldı, eğitim üç yüz
kelimelik sokak Türkçesine mahkûm edildiği için fikirde, bilgide de mutabakat
kalmadı, zihni karmaşa devam edip durdu. Onun için Cemil Meriç üstadımız; “Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler
köksüz” diyor.
Dünyanın ileri
ülkelerinde genç kuşaklara liselerde çok güçlü bir felsefe, mantık, ahlak
eğitimi verilmektedir. Bu dersleri seçmeli yapmak, bilmeyi, düşünmeyi, yazmayı
öğretmeden sadece test çözmeye mahkûm etmek yol değildir. Tamiri, ıslahı mümkün
olmayan bugünkü ideolojik eğitim sisteme yerine yepyeni bir sistem kurmak
gerekiyor. Öncelikle de dili düzeltmek gerekiyor. Çünkü bir takım anlamı
belirsiz, yerleşmemiş uyduruk kelimelerle bir yere varılmaz.
OECD ülkeleri arasında
yapılan PISA testi sonuçlarına göre, Türkiye’deki öğrenciler bilim, matematik
ve okumada OECD ortalamasının altında kaldığı ve Türkiye 72 ülke arasında 50.
sırada yer alırken, önceki testlere göre de performansının gerilediği ortaya
çıkmıştı. Orta öğretimdeki sınıf geçme sisteminde öğrencinin sınıfta kalması
için aptal olması lazım. Hiç bir şey öğrenmeden mezun ettiğimiz çocuklardan
binlercesi ÖSS sınavlarında sıfır çektiğini görüyoruz.
Vasıflı kuşaklar yetiştirmenin yolu bilgi ve kültürün yanında ahlak ve karakter terbiyesi veren, sanat ve estetiğe önem veren bir eğitimden geçer. Eğitim çocukları bilgi hamalı yapmak yerine onlara değer kazandırmalıdır. Önce iyi bir insan nasıl olunur, ahlak nedir, vicdan nedir, adalet nedir, bunları öğretmek lazım çocuklara. Özgür düşünceli, açık fikirli vatanına, milletine bağlı nesiller yetiştirmeliyiz. Eğitimin diplomalı okuryazar yetiştirmek yerine kendi toprağından ve kültüründen beslenen bir kimlik inşa etmesi lazım gelir.
[1] D.
Mehmet Doğan, Karar Gazetesi, 01.04.2019