(Umran Dergisi)
Diyarbakır’da PKK’ya Kafa Tutan Anneler Evlatlarını İstiyor
Diyarbakır'da çocukları PKK tarafından zorla veya kandırılarak dağa
kaçırılan annelerin bu işten sorumlu tuttukları HDP’nin il binası önündeki
oturma eylemleri Türkiye gündemine oturdu. 23 Ağustosta Hacire Ana'nın HDP il
binasına gelerek Kürtçe feryatları ile PKK’dan oğlunu istemesi ve oğlunu alması
evlatlarını hasretle bekleyen diğer annelere de umut oldu. Şimdiye kadar derin
acılar çeken, sessizce ağlayan, kayıp evlatlarının sevdiği yemekleri
kendilerine haram eden analar birer Hacire Ana olmaya başladı.
Düşünün ki bir gün evladınız sırra kadem basıyor. Elinizden uçup gidiyor.
Bir daha ne bir haber ne bir iz buluyorsunuz. Beyinleri yıkanmış, şuurları
ellerinden alınmış, belki canlı bir bomba olmuşlar vücutları parça parça olmuş
ya da kaçmak isterken infaz edilip toprağa gömülmüşler. Dağa kaçırılan binlerce çocuğun yüzde 75’inin
akıbeti hakkında net bilgi yok, kaçı yaşıyor acaba bilinmiyor. Dağa giden
çocukların yüzde 50’si 2-3 yıl içinde ölüyor. Ölüm sebebi çatışma, örgüt içi
infaz veya hastalık olarak değerlendiriliyor.
Evladını kaybetmenin verdiği stres ve üzüntü nedeniyle felç geçirdiğini
belirten bir baba "Yavrumu benden alarak ciğerimi parçaladılar.
Oğlumu almadan gitmeyeceğim. İlaçlarla,
elimdeki bastonla ayakta duruyorum. 1,5 yıl hastanede tedavi gördüm.
Böbreklerim iflas etti, psikolojik destek aldım. Bu acıyı bize yaşatanların
Allah belalarını versin." diyor. Örgüt tarafından öldüğü
açıklanan kızı için boş mezar yaptıran acılı anne terör örgütünce vazgeç diye
tehdit edildiklerini ama asla vazgeçmeyeceğini söylüyor
Bu eylemi gerçekleştirenler sadece buzdağının küçük bir kısmı, böyle
binlerce aile var. İnşallah korkuyu yenen bu anaların eylemi HDP’nin bütün
binalarının önünde daha da büyüyerek devam eder. Çünkü bu direnişin, bu evlat
nöbetinin kararlı bir şekilde devam etmesi gerekiyor.
Olaya HDP sessiz duruyor. Anlaşılan o ki, Kandildeki patronlarından
korkup bir şey diyemiyorlar. Bir zamanlar Müslüman anaları ağlatan Türkiye’deki
asker-bürokrat vesayeti gibi Kürt analarını da ağlatan bir PKK vesayeti var.
Öncelikle Kürtleri ve Kürt meselesini PKK vesayetinden kurtarmak gerekiyor.
Hazineden milyonlarca para alan HDP, elde ettiği siyaset imkânını
kullanmayarak, PKK’ya eleman temin eden askere alma şubesi gibi çalışıyor. Kandil’in
vesayetini sürdürmeyi tercih ediyor. Kürt halkının PKK terör örgütünün
tasallutundan kurtulmasını istemiyor. Kendisine adil bir çözüm ve kalıcı bir
barış için uzatılan elleri; terörle cevaplayan PKK, arkasındaki küresel sömürü
ve terör baronlarının ajanı ve piyonu olmayı tercih ediyor. İçinde bulundukları
bu düşkün halden kurtulmak yerine parti binasının önünde bekleyen analara
bakarak pişmiş kelle gibi sırıtmaları, tehdit etmeleri ne kadar utanmaz, arsız,
dinsiz imansız olduklarını göstermektedir.
Kendi çocukları Avrupa’da, büyükşehirlerde kolejde okuyor, Maldivlerde
tatil yapıyor bu alçakların. Diyarbakır’da Annelerin feryadı aynı zamanda büyük
bir sorgulamanın fitilini de ateşledi. HDP kapısındaki annelerden biri bunlara
büyük bir ders veriyordu: “Senin oğlun
dağa gitsin, bakalım sen oturuyor musun? Bizim canımız gitmiş, senin umurunda
mı? Diyarbakır’da genç bırakmadınız, ya cezaevinde ya toprağın altındalar.
Başlarım sizin Kürdistan davanıza. Alıştınız insanları dağa göndermeye. Size
verecek çocuğumuz yok, getirin. Bunların çocukları lüks okullarda okuyor. Yeter
artık.” diyerek tepki gösteriyordu.
Tecavüze uğrayan küçük yaşlarda hamile kalan, alçak emellerine alet ettikleri
çocuk yaştaki kızların acıklı hikâyeleri yürekleri sızlatıyor. Dağlarda ne işi
var o kız çocuklarının. Kürt töresinde, geleneğinde böyle bir namussuzluk,
şerefsizlik görülmüş değildir.
Bu ülkenin anaları 40 yıldır ağıt yakıyor.
12 Eylül darbe dönemi solcu, ülkücü, İslamcı, Kürt demeden her eğilimden
çocukların gençlerin anasının ağlatıldığı bir zulüm dönemdir. . O yılların
Diyarbakır Cezaevi’nde görevli Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın uyguladığı
vahşetten birkaç örnek aktaralım:
“Günün her saatinde
işkence vardı. Bazı günler elektrik, bazı günler askı, gergi. Kötü şeyler de
yapılıyordu; cop, sopa kullanma gibi. Başka işkenceler de vardı. Kafana
zeytinyağı döküp bit atıyorlardı. Veya seni sıkıca bağlar, tepene de bir serum
takarlardı. Bazen günlerce o serum kafanda dururdu. Her 3 saniyede bir damla
kafanda hep aynı noktaya düşerdi. Aynı işkenceyle bağışıklık kazanmaman için
haftada bir işkence yöntemini değiştirirlerdi. Bir hafta lağıma sokarlardı
mesela. ‘Bu sizin hamamınız, tertemiz olmadan çıkmayacaksınız’ derlerdi. Öbür
hafta sürekli pislik yedirirlerdi. Kapı açılıp karavanayı içeri getirmeden önce
gardiyan bizi çok döverdi. Ta ki bir
tarafımızdan karavanaya kan akana kadar döverdi. O işkence döneminde günde üç
öğün kanlı karavana yedik. İnsanlar işkencelere dayanamayıp kendilerini
asıyorlardı. Cinsel organlara ip bağlıyor, sonra bu ipi mahkûmların boynuna
asıyor ve günlerce koğuşta böyle dolaştırıyorlardı. Artık kolay yoldan ölümün yolunu
arıyorduk.”
“Komutan Esat Oktay
Yıldıran’a bir tutuklu ‘Senin marş söyletme uygulamana katılıyorum. Her gün
İstiklal Marşı’yla beraber 75 marş söylüyorum. Kemalizm derslerine katılıyorum.
Elbiseni giyiyorum. Türkçe konuşuyorum. Benden daha ne istiyorsun?’ diye sordu.
Yıldıran olanca zalimliğiyle, ‘Başlarım ulan senin İstiklal Marşı’na,
anayasana, eğitimine; hain olacaksın oğlum hain!’ diye bağırdı.” [1]
PKK’nın yeşerip büyümesi, yüzyıllarca kardeşçe yaşadığımız bu kadim
toprakların savaş alanı haline gelmesi, o dönemde Kürt çocuklarına Diyarbakır
Cezaevi’nde yapılan zulümlerin sonucudur.
Her Cumartesi günü İstiklal caddesinde toplanan Cumartesi Anneleri arasında
bir Berfo Ana vardı. Berfo Ana, oğlu Cemil Kırbayır, 12 Eylül 1980 darbesi
sonrasında gözaltına alınıp bir daha haber alınamayan cumartesi annesiydi. 33
yıl oğlunu bulmak için mücadele eden, 'Benim evladım gelir diye kapıyı bacayı açık bıraktım. Ay geçti, gün
geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi' sözleriyle akıllarda kalan Berfo
Ana 105 yaşında bu dünyadan göçüp gitti. .
Diğer taraftan, bu ülkede evladını kınalayıp kınalı kuzusunu vatan
savunması için askere gönderen her ananın ciğerinin ta köşesine bir sızı
saplanır. O sızı evlat vatan borcunu
ödeyinceye kadar devam eder. Ya da “evladınız şehit oldu” haberi verildiğinde o
ananın yüreğinde kıyamet kopar, arşı inleten bir ana çığlığı duyarsınız. Dayanamazsınız o kanadı kırılan ananın
feryadına.
Kulp İlçesinde odun toplamaya giderken teröristlerce katledilen 7 kişinin
mensup olduğu Hiyan Aşireti PKK ile mücadelesinde bugüne kadar tam 59 kurban
vermiş. PKK ile mücadele eden birçok aile de birçok kurban vererek o toprakları
terk etmek mecburiyetinde kaldı. Türkçeyi zor konuşan Mardinli ana PKK
tarafından 5 yıl önce kaçırılan polis oğlu için nöbete durmuş vaziyette.
15 Temmuz sonrası tutuklanan, müebbet hapis alan askeri okul
öğrencilerinin anneleri, KHK ile işinden atılan, işini, aşını kaybedenlerin anneleri de AKP
İstanbul İl Merkezi önünde oğulları için eylem başlatıp hak arıyorlar.
Bir başka eylem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde işten atılan
işçilerin CHP İl binası önündeki oturma eylemi. İşsiz kalmış babalar, anneler,
onların mağduriyetini yaşayan küçücük yavrular günlerdir gözyaşı döküyor,
uğradıkları haksızlık karşısında feryat ediyorlar.
Kırk yıldır bu ülke bir yıkım süreci yaşıyor. Kırk yıldır bu ülkenin
anaları ağlıyor. Kırk yıldır analar çocuklarından kopartılıyor. Kırk yıldır
analar, kendilerinden kopartılan çocuklarının dirisini de ölüsünü de arıyor.
Kırk yıldır kapısına cenaze geliyor anaların. Öyle anneler vardır ki, bir
evladını vatanın asker ocağına gönderir bir evladını örgüte kaptırır. İkisi
içinde gözyaşı döker, ikisi için de dua eder birbirlerini vurmasınlar diye. Bu
bir gün şehit anasıdır, öteki gün terörist anasıdır. Bir diğer gün Cumartesi
anasıdır, ya da Diyarbakır anasıdır.
Ana anadır. Analara kimlik sorulmaz, analar arasında ayrımcılık yapılmaz.
Analara yapılacak en büyük zulüm çocuğunu ondan kopartmaktır. Kırk yıldır
çocuklarını analarından kopartanlar, buna sebep olanlar, anaların yüreğinden
fırlayan çığlıklara kulak tıkayanlar, işledikleri günahın hesabını
vermelidirler. Eğer bu dünyada bu hesabı veremezlerse bilsinler ki Rabbim
mutlaka bunun hesabını soracaktır.
Çözüm Sürecinde Yapılan Yanlışlıklar
2013-15 yılları arasında yaşanan Çözüm sürecinde devletin yalnızca bir tarafı muhatap olarak kabul etmesi, Bölgede sosyolojik ve siyasal karşılığı olan kişi, grup ve yapıları dikkate almaması, önemli bir yanlışlıktı. Çözüm sürecinin başta İslami kesimler olmak üzere tüm toplumsal katmanları kuşatması, sürece dâhil edilmesi ve hassasiyetlerinin dikkate alınması gerekiyordu. Özellikle bölgede halk üzerinde etkin olan âlim, kanaat önderi, cemaat ve kurumlar muhatap alınmalı ve sürece dahil edilmeliydiler.
O dönemde çözüm müzakerelerine katılan HDP’lilerin Diyarbakır havaalanında uçaktan inerken T. C. Devleti ile pazarlık yapan tek yetkili pozlarında gösterdikleri afralar tafralar, çözüm sürecinde bölgede psikolojik üstünlüğün PKK tarafında olduğu izlenimi oluşturmuştur. Görüşmelerin sadece PKK/HDP ile yürütülmesi, PKK’nin bölgede bir tür hegemonya kurduğunun ve bölgede tek egemen güç olma stratejisinin tescili olmuştur. İslami kesimin de dahil olduğu çok aktörlü masa kurulmamasının bölge insanını tedirgin ettiğini ve bundan şikâyetçi olduğunu biliyoruz.
Bu Amerikan çakalları çözüm süreçlerine hiçbir zaman samimi ve sıcak bakmadılar. Gelişmeler Dolmabahçe Mutabakatı noktasına kadar getirilmişken birdenbire masanın niçin devirtildiği anlaşılamadı. Yasin Börü gibi Müslüman çocukların hunharca katledildiği 6-8 Ekim olaylarında güvenlik güçlerinin sivillere yönelik saldırılara neredeyse hiç müdahale etmemesi, can ve mal kayıplarının önüne geçmemesi, FETÖ yapılanmasının bir komplosu olduğu söylendi. Devletin bir nevi tuzak kurarak gösterdiği müsamahayı fırsat bilerek hendekler kazdılar, şehirlerin viran olmasına sebep oldular.
Taksim’deki Ana da Diyarbakır’daki Değil mi?
HDP’ye kol kanat geren, ona taşıyıcı annelik yapan CHP ile aydın denilen
kesim ve sözde sanatçılar olaya kör ve sağır. Gezi vandallarına ve hendekçilere
destek veren, Cumartesi Annelerine sahip çıkan bu kesim, Diyarbakır anneleri
için tek kelime etmiyor. Sosyal medya üzerinden köpekler için kan bağışı
çağrısında bulunuyor, göz akıntısı olan bir ineğin görüntüsünü paylaşarak, “
inekler ağlamasın” diyorlar. Altın madeni yatırımlarına karşı çıkıp dağda taşta
eylem yapıyor, Türkiye’ye kıyısı olmayan okyanusların korunması için
kampanyalar düzenliyorlar. Acılı annelerin feryatlarına kulak tıkayan bu taife
Bomonti Bira Fabrikası için gösteri yapıyorlar. Bu vicdan yoksunu taifenin
nezdinde ağlayan annelerin bira kadar değeri yok. Dicle’nin, Fırat’ın,
Murat’ın, Karasu’nun, Aras’ın, Zap Suyu’nun kuzularını kapan çakallara ses
çıkarmıyorlar. Diyarbakır’ın Analarının çığlıklarına kulaklarını tıkayanlar bu
ülkenin siyasetçisi, aydını, sanatçısı olamaz.
Mesleki sorunların dışındaki her konuya maydanoz olan Türk Tabipler
Birliği PKK’ya karşı yapılan askeri operasyonu bir “Halk Sağlığı Sorunu” olarak
gördüğünü açıklayıp karşı çıkmıştı. Şimdi anaların feryadına lal olmuş suskun
duruyor. Çocuklara yönelik şiddet, çocuk işçi, çocuk evlilikleri gibi konularda
tepki ortaya koyan insan hakları dernekleri ve sivil toplum kuruluşlarının,
PKK/HDP’nın kullandığı ve teröriste dönüştürdüğü çocukları görmezden gelmesi
bir çifte standart örneğidir.
Fikir ve proje yoksunluğu
Türkiye`nin en önemli ve acil meselesi olan Kürt meselesinin adil bir
çözüme kavuşması için meselenin doğru tespit edilmesinin yanında, doğru bir
zeminde tartışılması, takip edilen yol ve yöntemin doğru olması gerekmektedir.
Laik, Batıcı Kemalist ideolojinin,
Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren dayatmaları, İslami
kimliği, ümmet bilincini dışlaması ve Müslüman halkı ötekileştirilip,
düşmanlaştırması neticesinde ortaya çıkan ve bugüne kadar binlerce insanın
ölümüne ve büyük acıların yaşanmasına yol açan Kürt meselesinin çözümünde silah
ve şiddetin bir hak arama yöntemi olarak görülmesinden vazgeçilmesi
gerekmektedir.
Allah Resulünün “Kavmiyetçiliğe davet eden de bizden değildir” hadisine ve
Veda Hutbesindeki “Asabiyecilik ayaklarımın altındadır” mealindeki
sözlerini hatırlayalım. Yaşadığımız bu toprakların kavmiyetçilik uğruna kan ve
gözyaşı ile ıslanması insanın içini acıtıyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bölgede sistem eliyle Kürt halkı
itilip kakılmaya hor görülmeye başlandı. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan
laikçilik, ulus devlet paradigması ve bir kavmi kimliğin üst kimlik haline
getirilmesi, “Dillerimizin ve renklerimizin ayrı olması Allah’ın
ayetlerindendir.” (Rum:22) ilahi buyruğuna aykırı hareket edilerek farklı
kimlikleri inkâr, imha ve tenkiller şeklinde icra edilen zulümler ülkemizin
aleyhine olmuş, uluslararası güçlerin ve emperyalizmin temsilcilerinin eline
koz verilmesine sebep olmuştur. Ulus-devlet kimlikli laik cumhuriyet sisteminin
100 yıldan beri o bölge halkına yönelik sergiledikleri, şovenist, jakoben
yöntemler bölge halkında tepkisel olarak Kürt kimliğine yönelme
eğilimi doğurmuştur.
Kemalist ideolojinin zihinlere
yönelik işgal sadedinde, bu ülkenin Müslüman çocuklarına her sabah “Kemalizm
dininin amentüsü” olduğu ırkçı Mahmut Esat Bozkurt tarafından itiraf edilen
“Türk oldukları ve bu yüzden mutlu oldukları” andını söylemekle ve Allah’ı bir
yana bırakarak “varlığını Türk varlığına armağan” etme putperestliğine
zorlamakla dağa taşa “Ne Mutlu Türk’üm
Diyene” yazmakla mesele çözülememiştir.
Rejimin “iç düşman” olarak kabul ettiği İslam ve Kürtlere karşı takip edilen inkâr, asimilasyon politika ve uygulamalarıyla, katliamlar, işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalar, göçe zorlamalar, mecburi iskânlarla büyük zulümler gerçekleştirilmiştir. Şiddet şiddeti doğurmuş, 40 yıldır devam eden terör örgütü PKK ile mücadele neticesinde 50 bin civarında insan ölmüş, Türk ve Kürt analar ağlamış, binlerce kadın ve çocuk dul ve yetim kalmış ve devlete maliyeti 500 milyar Doları geçmiştir.
Statükonun devamından yana olanlar Kürt sorununu bugüne kadar hep
kullanışlı bir manivela olarak kullanılmışlardır. Gerek askeri vesayetten yana olanlar, gerekse
de Kürt sorunundan nemalanan tüm kesimler sorunun devamını istemiş, çözüme
yönelik çabaları sonuçsuz bırakmaya çalışmışlardır. Uyuşturucudan ve silah
ticaretinden büyük paralar kazandıkları için çatışmanın devam etmesini
istediler. Siyonistlerin değirmenine su taşıyan Kürt siyasetinin derinleri ile
Türkiye siyasetinin derinleri, el ele vererek ve birbirlerinden beslenerek bu
ülkeyi cehenneme çevirdiler.
Bu İş İslam’la Çözülür
Türkiye artık bu yükü sırtından atmalı, meseleyi doğru bir şekilde
anlayıp acilen bir çözüme kavuşturmalıdır. Kendi iç meselelerini halledememiş
bir Türkiye’nin ne Ortadoğu da ve nede bir başka bölgede etkin bir rol oynaması
ümmetin umudu olması düşünülemez.
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kürdistan coğrafyası, Müslüman
coğrafyanın kalbi sayılabilecek bir mevkide yer almaktadır. Bu bölgede oluşacak
değişimler, Müslüman coğrafyayı temelden etkileme potansiyeline sahiptir. Kürt
meselesinin çözümsüz kalması bütün coğrafyayı ve ümmeti menfi olarak
etkileyecektir.
Kürt meselesinin çözüm yolu bugüne kadar göz ardı edilen İslami bakış
açısı ve tarihi tecrübesinde aranmalıdır. Bugüne kadar Kürt ve Türk halklarının
karşı karşıyı getirilerek çatıştırılması planlarının tutmamasının en büyük
nedeni her iki halkın da Müslüman oluşudur.
İslami değerlere aykırı hiçbir çözüm modeli Müslüman Kürt halkı nezdinde
karşılık bulmaz. Bu sebeple, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil
çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün
insanları adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami
sistemin esas alınması, ulusalcı resmi ideolojinin ve dayandığı batıcı seküler
modern paradigmanın döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla beraber tarihin
çöplüğüne atılması gerekmektedir. Akan kanın, yaşanan ıstırapların bir an önce
durması için bir zulüm kaynağı olan başta Kürt ve Türk ulusalcılığı olmak üzere
tüm kavmiyetçilikleri, ırkçılıkları reddederek, vahyin adil potasında herkesi
adaletle kucaklayıp bütünleştirmek, gidişatı doğru okumak ve akıllı
politikalarla kaybettiğimiz ümmet bilincini yeniden inşa etmek gerekmektedir.
Bölgede var olan sivil toplum kuruluşları ve cemaatlerle diyalogları
sıklaştırmalı, bozulmaya yüz tutan ahlaki yapının düzeltilmesi ve kardeşliğin
yeniden tesisi için başta medreseler olmak üzere bölgedeki İslami çalışmalar
desteklenmeli, var olan çalışmalar daha da güçlendirilmelidir.
Kürtlerin haklarını savunduğunu söyleyenler, en çok zararı yine Kürtler
verdiler. Müslüman Kürt halkı, kendisi üzerinden yürütülen çatışmanın en büyük
mağdurudur. Bölgede yaşayan insanlar
bölgede çözüm ve huzur istemektedirler.
Artık devlet Kürt meselesi ile PKK belasını birbirinden ayırmalı, “kürt
sorunu yoktur” repliğini bırakmalı, attığı adımları lütfediyor gibi bir üslup
ile sunmaktan geri durmalıdır. “daha ne
yapalım, daha ne verelim, her şeyi yaptık yine rahat durmuyorlar” gibi rencide
eden dilden vazgeçmeli, 90 yıldır gasp edilen meşru hakları nedeniyle oluşan
mağduriyetler giderilmelidir.
PKK/HDP denilen Stalinist örgütün kendilerine göre oluşturdukları bir
hedef ve idealleri var. Nihai amaçları Kürtleri İsrail’e yakınlaştırıp
Türkiye’den ve İslam dünyasından koparmaya çalışmaktır. HDP eş başkanının
Güneydoğuyu için “vaat edilmiş topraklar” olarak adlandırma küstahlığını
göstermesi tesadüf değildir.
Bizim de buna karşı alternatif bir ideal oluşturmamız gerekiyor. Bunu düşünelim…
[1] Serbesti Siyasi Fikir Dergisi Sayı. 14 Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi