1 Eylül 2020 Salı

ESAS MESELE… Bugünü Anlamak, Yarına Hazırlanmak

(Umran Dergisi)


Yeni Dünya Düzeni Tartışmaları Ve Türkiye…

Global dünya düzeninin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilen ve coğrafya,  askeri güç ya da gelişmişlik düzeyine bakmaksızın tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 karşısında, ülkelerin sergiledikleri tutum, neo-liberal illüzyonun uluslararası işbirliği ve barış ütopyalarının yetersizliğini ve bu felsefenin yenildiğini göstermiştir. Başta ABD olmak üzere uluslararası siyasete yön veren küresel güçler, Covid-19 konusunda barışçıl bir tutum sergileyememiş, ne bir politika ne de bir söylem geliştirememişlerdir. Ülkeler salgın sürecinde kendi problemlerini çözmek derdine düşmüş, birbirlerinin sağlık malzemelerine el koyacak kadar bencil tavırlar sergilemişlerdir. Uluslararası sistemin işlevsizliğinin anlaşılması sonucunda, küreselcilik karşısında ulusal hareketler yükselişe geçmiş, liberal görüş korumacı düşünce karşısında zorlanmıştır. Uluslararası örgütlerin yetersiz kalması nedeniyle, ileriki zamanda ulus devletlerin ve küreselleşme sürecinde neoliberal politikaların dayatılmasıyla hayli yıpranan devlet egemenliğinin yeniden yükselişe geçeceği anlaşılmaktadır.

Hemen hemen dünyanın tamamını karantinaya alan bu salgın, hızla yayılarak ileri teknoloji ve sağlık sistemlerine sahip bilgi çağı insanını hazırlıksız yakalamış, sosyo-ekonomik hayatı yavaşlatan ve küresel piyasaları derinden sarsan küresel bir krize dönüşmüştür. Tarihe baktığımızda, her büyük felaketin ardından dünyada ekonomik ve siyasal alanda değişiklikler yaşanmışa ve güçler dengesi değişmiştir. Günümüzde de küresel sistem siyasi, ekonomik ve  sosyal değişimlere gebe gözükürken, dünyanın artık eskisi gibi bir yer olmayacağı, yeni dünyanın güvenlik, sıkı kurallar ve dijital eksen etrafında şekilleneceği görülmektedir. Korona virüs nedeniyle dünyada bir korku kültürü oluşturulmuş ve insanlar bu takıntı ile şartlandırılmış olduğu için hükümetlerin almış olduğu kararları toplumlar sorgulamadan direkt kabul eder duruma gelmiştir. Yine bu salgınla beraber totaliter rejimler için bir baskı aracı haline gelebilecek olan kitlesel gözetleme ve izleme yöntemlerinin dünyada yaygınlaşacağı görülmektedir. Bu teknolojilere her ülke sahip olmadığı için, güvenlik açısından teknoloji devi şirketlerin ve ülkelerin karşısında elleri kolları bağlı kalacaktır.

Diğer taraftan, salgın, bir ülkenin stratejik olarak kendi kendine yetebilen bir ülke olmasının önemini göstermiştir. Artık ülkeler, salgın süreciyle ortaya çıkan değişim dinamiklerini analiz ederek bunlara yönelik politikalar geliştirmek durumundadırlar. Bulunduğu coğrafya gereği iç ve dış sorunlarla karşı karşıya olan Türkiye’nin de siyasi, sosyal ve ekonomik değişimler geçirmesi kaçınılmazdır. Bölgede etki alanını genişletirken eğitim, işsizlik, yoksulluk, kronik cari açık, toplumdaki psikolojik kırılmalar gibi iç meselelerini halletmesi, Suriye ve mülteci meselesini çözmesi ve terör belasından kurtulması gerekmektedir. Türkiye tarım alanında çok büyük potansiyele sahip olmasına rağmen, tarım politikasındaki eksiklikler nedeniyle daha önce kendi kendine yeten ülke iken bugün gıda ithal eden bir ülke konumuna düşmüştür. Ayrıca son günlerde Türkiye’nin yönetim biçimi (başkanlık mı yoksa güçlendirilmiş parlamenter sistem mi) konusunda toplumda ciddi bir tartışma ve farklılaşma ortaya çıkmıştır.

Arap Baharı diye adlandırılan Arap Cehenneminde patlak veren Suriye İç Savaşı’ndan bu yana, Türkiye kendi güvenliğini merkeze alan haklı politikaları nedeniyle Batılı müttefikleriyle(!) kavgalı haldedir. Terör örgütlerine silah veren, onları koruyup kollayıp gözeten, onlarla petrol anlaşmaları yapan sözde müttefikler, Türkiye’nin hiçbir güvenlik tezini desteklemedikleri gibi her fırsatta köstek olmaktadırlar. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Sovyetlerin Batı için tehdit olmaktan çıkması sonucunda, Türkiye de Batı nezdindeki stratejik önemini kaybetmiş ve Batı birçok konuda Türkiye’yi karşısına almaya başlamıştır. Şimdi Batı’nın güdümünden çıkıp kendi ayakları üstünde durmaya çalışan, “Hayır” diyebilen Türkiye’yi, dört bir koldan harekete geçerek kuşatmak ve aşağı çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Dünyanın önemli deniz ulaştırma yollarını bünyesinde barındıran Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon kaynaklarının büyüklüğü, bölgeyi enerji transferinde önemli bir kavşak yapmanın yanında, aynı zamanda önemli bir enerji merkezi haline getirmiştir. Doğu Akdeniz konusunda sıkıştırılarak yalnızlığa itilmeye çalışılan Türkiye’nin dış politikada etkili olabilmesi için her yönden güçlü olması gerekmektedir. Libya, Suriye ve Doğu Akdeniz’de önemli adımlar atmış olan Türkiye, salgın sürecinde sergilediği sosyal devlet anlayışı ve maske diplomasisi ile birçok ülkeye askeri nakliye uçakları ile yaptığı sıhhi malzeme yardımları ve vatandaşlarının hızla tahliyesi ile bölgede bir güç olarak varlığını hissettirmiştir. Ayrıca adalet ve özgürlük taleplerini bölgesel ve küresel alanda dile getirmesi, mazlumlara sahip çıkması ve ’önce insan’ ağırlıklı dış politikası, yönetici elitler hariç, halklar nezdinde Türkiye’nin itibarını artırmıştır.

Haksız kıta sahanlığı ihlalleri yapması nedeniyle İsrail’le gerginlik yaşayan Lübnan bölgede Türkiye ile iş birliğine gitme aşamasındayken Beyrut patlaması meydana geldi. Bu patlamaya Türkiye’nin bölgedeki etkinliği ve Doğu Akdeniz’deki enerji merkezli dizayn açısından bakmak gerekiyor. Patlama sonucunda çıkartılacak bir mezhepsel iç savaş ile zaten istikrarsızlaştırılmış olan Lübnan’a Fransa gibi sömürgeciler yeniden manda yönetimini getirip oturmak niyetindedirler. İsrail ise kendi Hayfa Limanına alternatif olan her yeri devre dışı bırakıp Akdeniz’e çıkış noktalarını kontrol altına almak istemektedir.

Düşük maliyet sebebiyle üretimlerini Çin’de yaptırmak için oraya yatırım yapan ABD ve AB ülkeleri Çin’den mal akışını azaltmak için alternatifler aramaktadırlar. Bu durum Türkiye’deki bazı sektörleri olumlu etkileyecek ve Türk ihracatçılar için bir fırsat teşkil edecektir. Ayrıca yurt içinde de artık Çin yerine, yerli ve milli ürünlere olan talep artacaktır.

Dünya Nereye Gidiyor…

Günümüzde başta İslam dünyası olmak üzere küresel ölçekte insanlığın, adaletsizlik, zulüm, sömürü, katliam, kaynakların talan edilmesi, çevrenin tahribi,  açlık, yoksulluk, kan ve gözyaşı altında kıvrandığını görmekteyiz. Büyüyen jeopolitik gerilimler nedeniyle çatışmalar artıyor, çatışmalar devam ettikçe insani krizler de artıyor. Evini, yurdunu terk eden milyonlarca insan denizlerde, sınırlarda telef oluyor. Afrika’dan, İran-Pakistan-Bangladeş-Afganistan odaklı İslam coğrafyasından Batı ülkelerine milyonlarca insan yürüyüş halindedir. Maalesef Müslümanlar ve İsrail karşısında süklüm püklüm duran Araplar nefrete dönüşen bir aşağılanma duygusunun esiridir.

ABD ve Avrupa’daki gelişmiş devletlerin salgın karşısındaki acizliği, küresel dünya sisteminin kırılgan olduğunu ve güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olmadığını göstermiştir. Yaşlılarını ölüme terk edecek kadar bencilleşen Batı dünyasının tüm askeri ve ekonomik imkânlara rağmen çökebileceği görülmüştür.

Özellikle Trump geldikten sonra ABD, NATO üyesi Avrupalı devletlerini savunma harcamaları konusunda sıkıştırmaktadır. Fransız lider Macron’un NATO’nun “beyin ölümü” ifadesi NATO’daki dayanışma ruhunun zayıflamakta olduğunu göstermektedir. İttifak ağının en güçlü tarafı olan Avrupa ile ABD arasında bir çözülme süreci başlamıştır. Batı içerisinde halı altına süpürülen NATO benzeri çok sayıda anlaşmazlık Covid-19 ile yeniden gündeme gelmeye başlamıştır.

Covid-19 sürecinde Avrupa’da ölümlerin artarak devam etmesi, salgını kontrol altına alma noktasındaki başarısızlık, zor günlerde yaşadıkları yalnızlık ve dayanışma zafiyeti Avrupalılık, Schengen serbest dolaşımı gibi pek çok AB kurucu değerini tartışmaya açmıştır. İtalya çözüme katkı vermeyen AB üyeliğini ciddi şekilde sorgularken, AB projesinin ve liberal düşüncenin aldığı bu darbe Avrupa’nın birlik niteliklerini kaybetmesi ve Avrupa içi çatışma ihtimallerini arttırma eğilimi göstermektedir.

Çin büyüyen iktisadi gücüyle ABD’yi dengelerken, bir nevi Marshall Planı diyebileceğimiz Kuşak-Yol Projesi ile birçok bölgeye sızıp yerleşmeye devam etmektedir. Rusya ise bazı bölgelerde gösterdiği agresif rol kapma tavrına rağmen, petrol fiyatlarının düşmesi sonucunda yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle eskisi kadar büyük bir tehdit değildir.

İhanet Anlaşmaları

Israil ve Birleşik Arap Emirlikleri(BAE) arasında imzalanan “ilişkilerin normalleştirilmesi” anlaşması, Filistin Devletinin açıklamasında da belirtildiği gibi hem Arap halklarına karşı bir komplo hem de Filistin halkının sırtına saplanmış bir hançerdir. Filistin Kurtuluş Örgütü Yürütme Konseyi Genel Sekreteri Saib Ureykat anlaşmanın "Filistin halkının meşru haklarının yok edilmesi, Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak kabul edilmesi ve mültecilerin geri dönüş hakkının iptali" anlamına geldiğini belirmiştir. Mısır, Bahreyn, Umman gibi ülkelerin destek açıklaması yaptığı bu anlaşma ile İsrail daha azgınlaşacak, Yahudileştirme ve yerleşim birimlerinin genişletilmesine hız verecektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı, "BAE'nin bu riyakar davranışını tarih de bölge halklarının vicdanı da unutmayacak ve asla affetmeyecektir" açıklamasını yapmış ve "zaten ölü doğan ve hiçbir geçerliliği olmayan ABD planı üzerinden gizli hesaplar yapmaya çalışan BAE, bu şekilde Filistin'in iradesini de yok saymaktadır." ifadesini kullanmıştır.

Diğer taraftan, uluslararası hukuk ihlal edilerek 6 Ağustos 2020 tarihinde Yunanistan ile Mısır arasında Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge (MEB) anlaşması imzalandığı duyurulmuştur. Daha öncede Güney Kıbrıs Yönetimi, adeta KKTC’ni yok sayarak bu tarz anlaşmaları tek başına yapmıştır. Uluslararası hukuka göre, deniz yetki alanları sınırlandırması devletlerin ana kıtaları esas alınarak yapılır. İki kıta devleti arasında deniz yetki alanı sınırlandırmasında adaların esas alınması söz konusu değildir. Bu hükümsüz anlaşma bölgede en uzun kıyıya sahip Türkiye’nin haklarını hiçe saymak olduğu gibi, Mısır’ın da Türkiye ile yapacağı bir anlaşmaya nazaran daha az MEB sahasına sahip olması sonucunu doğurmuştur. Sırf Türkiye’ye karşı düşmanlık nedeniyle kendi halkının geleceğini Yunanistan’a ipotek eden Mısır Hükümeti yaptığı bu ahmaklığı ve ihaneti kendi halkına izah etmekte zorlanacaktır.

Türkiye ile ilişkileri iyi olmayan İsrail ve Mısır gibi devletlerle işbirliği yaparak Türkiye’yi yalnızlaştırma politikası takip eden Yunanistan ve GKRY ikilisinin, Batılı ağababalarının kışkırtmasıyla imzaladıkları bu tür anlaşmalar hem bölge gerçeklerine hem de uluslararası hukuka aykırı olduğu için Türkiye açısından yok hükmündedir. Türkiye bu bölgede sanki yokmuşçasına ilan edilen ve araştırma izni verilen bu alanlara ilişkin olarak, Türkiye bölge üzerindeki egemenlik haklarını korumak için gerekli adımları atmakta, bölgede sular giderek ısınmaktadır. Batı’nın bu şımarık çocuğunu İstiklal Savaşında da İngilizler üzerimize salmıştı ancak akıbetleri İzmir’de denize dökülmek oldu. Şimdi yine bu piyonu kışkırtarak üzerimize salıyorlar. Karşılıklı restleşmelerle devam eden bu çekişme, inşallah Türkiye’nin kararlı ve dik duruşuyla yine onların hüsrana uğramasıyla sonuçlanacaktır.

Şimdi Gelelim Esas Meseleye…

Türkiye’de daha önce Müslümanlara hayat hakkı tanımak istemeyen ceberutların koydukları birçok yasak kalktı. Elhamdülillah şimdi başörtülü savcımız da var, başörtülü subayımızda var. Bizi yönetenler namaz kılıyor, devlet başkanımız camide Kur’an okuyabiliyor. Doğal gazı da bulduk çok şükür. Artık inşallah enerji için eskisi kadar döviz ödemeyecek ve cari açığımızı azaltacağız. Bundan 30-40 sene önce bunlar hayal bile edemezdik. Bundan tam 50 yıl önce 29.Mayıs 1970’te İstanbul’un fethi yıldönümünü Topkapı’da kutladıktan sonra binlerce kişi fetih yürüyüşü adı altında Topkapı’dan Fatih Camiine geldik. Orada Cuma namazını kıldıktan sonra Sultanahmet meydanına yürüyerek polis tarafından kuşatılmış olan Ayasofya camisinin önünde ‘Ayasofya açılsın’ diye sloganlar attık.  Ve şimdi bu rüyamız gerçekleşti, fetih mirası caminin açılışınıda gördük Allah’a şükür.

Peki, şimdi ne yapacağız? Başka bir amacımız, hedefimiz, idealimiz kaldı mı? Yapılacak her şey yapıldı bitti mi? Bundan sonra ne yapmak gerekiyor? Afrika’da kuyu açmaya mı gidelim, yoksa kurban kestiğimiz ülkelerin sayısını mı çoğaltalım? Yardım kolisi dağıtacak yer mi arayalım? Cami ve imam hatip okulları mı açalım? “Ne yapalım*” gibi can alıcı bir soru önümüzde duruyor. Hiç kimse işin kolayına kaçıp,  “Sen yardım götürmeye, cami yapmaya, imam hatip okulu açmaya karşı mısın?”  demagojisine yeltenip topu taca atmasın. Bunlar hasenat kapsamına giren hususlardır. Allah birçok ayetine bizden salih amel işlememizi istiyor. Her türlü fahşa ve münkerin kol gezdiği yaşadığımız bir düzende Müslüman olarak unuttuğumuz “Emri bi’l-maruf, nehyi ani’l-münker” farzını nasıl yapacağız? Kerim Kitabımızda mü’min erkek ve kadınların özellikleri sayılırken emri bi’l-maruf nehyi ani’l-münker, namaz ve zekatla birlikte, hatta onlardan önce zikredilir. Ayrıca şu hadisi şerif bize ibret verici bir hatırlatmadır; “Ya marufu emredip münkerden nehyedersiniz, ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz, mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz de yardım gelmez”. Bugün ümmet bu hadisi şerifte işaret edilen bir durumu yaşıyor mu yaşıyor.

Terör örgütleri, paralı askerler ve devlet dışı aktörleri vekaleten kullanarak, terörizmle mücadele bahanesi altında, İslam coğrafyasında gerçekleşen işgal, katliam, hıyanet ve zulümler devam ediyor. İslam coğrafyasının bir daha doğrulmayacak şekilde belini kırmaya çalışıyorlar. Artık bölgesel bir güç olmanın ötesinde bölge üstü bir güç olma yolundaki Türkiye’yi terörle dizayn etmek mümkün olmayınca, bu sefer Yunanistan, Ermenistan gibi küçük aktörleri pışpışlayıp üzerimize salıyorlar. Yeni risk ve çatışma alanları oluşturarak piyonlarr üzerinden bir şer ekseni oluşturuyorlar.

Bu haksız, adaletsiz, merhametsiz dünya düzenine dur demek isteyen herkesin, Allah’ın ve Resulünün iyiliğin emredilmesi, kötülüğe mani olunması yolundaki buyruklarına göre hareket etmesi gerekmektedir. Bugünkü İslam dünyasının yaşadığı zillet hali, dünyevileşmeyi öne çıkaran, malının makamının elinden gitmesinden korkup, bu imkânın gidebileceği endişesiyle hiçbir şeye karışmayan, haksızlığa, yolsuzluğa sessiz kalan ‘nemelazımcı’ insanların varlığı nedeniyledir. Birbirinin derdiyle hemhal olmayan,  birbirini anlamayan, sürekli çatışan, siyaseti ahlaksız yollarla sürdüren aşırı politize olmuş insanların ve takım tutar gibi parti tutan, ya toptan seven, ya da toptan yeren insanların varlığı nedeniyledir.

Öncelikle zihinlerimizi işgalden kurtarmamız gerekiyor. Mesele şunun bunun yanında olmaktan çıkarılmalıdır. Hakikatin, adaletin, merhametin, ehliyet ve liyakatin yanında olmalıyız. Tarih ve siyaset bilinci olmayan, kendi kültürüyle, kendi değerleri ile barışamamış bir toplumun ortak bir gelecek oluşturması mümkün değildir. 

Dünya Yeni Bir Döneme Girmektedir...

Gelişmeler uluslararası sistemde birtakım düşünceleri değiştirebilecek veya bazı süreçleri hızlandırabilecek bir potansiyel taşımaktadır. Avrupa Birliği ideali, Transatlantik ilişkiler ile onun karşıtı Avrasya içi ilişkilerin hepsinin bir değişim ve dönüşüm ile karşı karşıya kalacağı anlaşılmaktadır. 3 Haziran 2020’de Dünya Ekonomik Forumu (Davos) resmi sitesinden yapılan açıklamada, Davos’un Yönetim Kurulu Başkanı Klaus Schwab, 2021 Davos toplantılarının ana temasını, “GREAT RESET” (Büyük Yeniden Başlama) olarak belirlediklerini duyurdu.

Neo liberalizm denilen finans kapital düzeni, zenginleri daha zengin yaparken, orta sınıfları daha da fakirleştiriyor. Yoksulların ise zaten kıpırdayacak hali kalmamış. Emperyalist küresel sermaye, hayli bir zamandır sistemin çıkmaza gireceğini ve artık böylesine acımasız bir gelir dağılımı bozukluğunu sürdürmenin kolay olmadığını görüyor. Dolayısıyla, bu baskı, karmaşa ve kaos ortamında bazı şeylerin değişmesi gerektiği ve yeni güç merkezlerinin oluştuğu bir ‘Great Reset’ (Büyük Sıfırlama olarak da adlandırabiliriz) dönemine vurgu yapıyorlar. Bu kapsamda, ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri alanlarda, menfaatlerin kesiştiği Doğu Akdeniz gibi meselelerde,  uluslararası ilişkiler ve bölgesel aktörler arası ilişkiler yeniden şekillenmeye devam ediyor.

Bugünden ders çıkarma imkân ve kabiliyetine sahip olan ülkeler ön plana çıkıp yarınlara hazırlanabileceklerdir. O nedenle, Türkiye, bir taraftan sınırlarında, denizlerinde tezgâhlanan tuzaklarla, başına örülen çoraplarla boğuşurken, küresel sistemdeki değişimleri dikkate alarak gelecek ile ilgili stratejiler geliştirmeye yönelik  çalışmalara önem vermek durumundadır.

Dünyanın dengeye, adalete, merhamete, hak ve hakikat medeniyetine ihtiyacı olduğunu biliyoruz. Batı merkezli inşa edilmiş dünyaya yeni bir ruh ve nefes verecek ve insanlık adına adil bir denge kuracak olan yegâne çarenin İslam olduğuna inanıyoruz. Mazlumların umudunun yeşerdiği ülkenin ise Türkiye olduğunu görüyoruz. Bu iki değerin bir araya gelerek insanlık için kurtuluş meşalesini daha yükseklere çıkarması en büyük arzu ve dileğimizdir.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...