1 Kasım 2020 Pazar

İSLAM DÜNYASINDA YAŞANAN KRİZ! Bu Kaostan Yeni Bir Düzen Çıkar Mı?

(Umran Dergisi)

 

İslam Düşmanlığında Yeni Dalga

Soğuk Savaş döneminde tüm iç ve dış politikalarını “komünist tehlike” üzerinden yürüten ABD, 1990’lardan itibaren bu tehlike ortadan kalkınca yeni bir güvenlik konseptine ihtiyaç duydu. Önceleri Sovyetleri çevrelemek için geliştirdiği “yeşil kuşak” projesinin yürümediğini görünce bu defa İslam ve Müslümanları “terörle” ilişkilendirecek projelere başvurdu. ABD ve onunla beraber hareket eden işgalci güçler, bir taraftan Müslümanların en hassas noktalarına saldırarak, tahrik ederek, terörize etmeye çalışırken, bir taraftan da her türlü şeytani projeyi uygulayarak İslam’ı cahillikle, karanlıkla ve esaretle eşdeğer hale getirip İslamofobi’yi kışkırtarak, İslam coğrafyasında giriştikleri işgal, katliam ve talana bunu mesnet teşkil ettiler.

Yakın zamanda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un sarf ettiği “Paralel bir düzen yaratmaya çalışan İslamcı ayrılıkçılıkla mücadele etmeliyiz” şeklindeki sözlerini bu zaviyeden değerlendirmemiz gerekiyor. Müslümanların kendi dil, din ve kültürlerini yaşamalarını ayrılma girişimi olarak niteleyen Macron, İslam’ın dünyada kriz yaşayan bir din olduğunu ileri sürerek, “Bu aynı zamanda köktendincilik, dini ve siyasi projeler arasındaki gerilimlerle bağlantılı derin bir kriz ve giderek çok güçlü sertleşmeye yol açıyor.” ifadesini kullandı.

Avrupa’nın önceleri geçici bir iş gücü olarak baktığı Müslümanların, Avrupa’da artık kalıcı olduklarını gördükleri andan itibaren rahatsız olmaya başladılar. İslam karşıtı söylemleri ile bir algı oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskıları artırmaya, işgal ve asimilasyon projelerinde Müslümanları siyasi bir araç olarak kullanmaya başladılar. Şayet Macron’un Fransa İslâm’ı projesi Fransa’da kendilerince başarılı olursa, bazı revizyonlarla, bunun diğer AB ülkelerine de model oluşturacağını umuyorlar. Böylece “Almanya İslâm’ı”, “Hollanda İslâm’ı”, “Avusturya İslâm’ı” gibi Avrupa’da “ulusal İslâmlar” inşa etme yönündeki projelerin pilot çalışmasının Fransa ile başlatılacağı anlaşılmaktadır. Macron’un “Fransa İslam’ı” projesi ile ilgili olarak Fransız düşünce kuruluşu Montaigne Enstitüsü’nün, Macron’a yakınlığı ile bilinen Hakim El Karoui başkanlığında “İslamcılık Fabrikası” adıyla bir rapor yayımladığını biliyoruz. Bu raporda El Karoui gibi self-oryantalist bir devşirmenin, “mevcut durumun sürmesi, Müslümanların entegre olmalarına engel oluyor” ifadesi raporun asıl amacını gösteriyor. Asıl amacın; reforme edilmiş, içi boşaltılmış, görünürlüğü minimize edilmiş, hayata dair temel iddialarından arındırılmış, Avrupa norm ve değerlerine uydurulup ehlileştirilmiş bir İslâm anlayışı, yani “İslamsız bir Müslümanlık” ihdas etme olduğu anlaşılıyor. Fransız Ortadoğu Uzmanı Gilles Kepel “Müslüman zihinleri kazanma savaşı: İslam ve Batı” adlı kitabında “Müslüman zihinleri kazanmak için verilen en önemli savaş, artık Filistin, Afganistan ve Irak’ta değil, Paris, Londra ve diğer Avrupa şehirlerindeki Müslüman topluluklardadır” diyor.

İsveç’te İslam ve göçmen karşıtı ırkçı bir grup cadde ortasında Kur’an-ı Kerim yaktı. Norveç’te polisin gözü önünde Kur’an-ı Kerim yırttılar. İsveç’te bir mescidin önüne yakılmış Kur’an-ı Kerim sayfaları ve domuz pastırması bırakıldı. Almanya’da, Avusturya’da, Hollanda’da camilere baskın yapılması, kundaklanması, Fransa’da Charlie Hebdo’nun Hz. Peygamber’i tahkir eden karikatürleri inadına yeniden yayımlaması gibi olaylar, Batı’da Müslümanların gittikçe Hitler dönemi Yahudileri konumuna itilmeye çalışıldığının işaretlerini veriyor. Haçlı seferleri ile büyük katliamlar yapan, sömürgecilik ile dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan eden, insanları köleleştiren, darbe ve suikastlarla vatansever yöneticileri kuklalarla değiştiren, iki dünya savaşında 100 milyonlarca cana kıyan, Kızılderili katliamı yapan, pedofil papazları ile kiliselerde çocuk iğfal eden bir kültürün mensupları şimdi çıkmış İslam’a ve Müslümanlara parmak sallıyorlar.

Batı’da İslâm ve Müslümanlarla ilgili ortaya konulan her proje Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra “Batı’nın yeni düşmanı İslam’dır” şeklindeki paradigma değişimi ile birebir ilişkilidir. Bu değişim, dünyanın siyasi ve stratejik dengelerini değiştiren 11 Eylül ile hızlandırılmış, Samuel P. Huntington’un Medeniyetler Çatışması adım adım dünya siyasetinin temel paradigması haline gelmiştir. Bu tarihten itibaren İslam karşıtlığı artış göstermiştir. Afganistan ve Irak işgal edilmiş, Ortadoğu alev alev yanmaya başlamış, Libya ve Suriye iç savaşları ile milyonlarca insan katledilmiş, yerinden yurdundan edilmiş, İslam beldelerinde taş taş üstünde bırakılmamıştır.

İslam Dünyasının Parçalanmışlığı

Macron’un “İslam’ın kriz yaşayan bir din” olduğu iddiası çok geniş bir yankı bulurken, günümüzde İslam dünyasının derin bir siyasi, hukuki ve ekonomik kaos içerisinde olduğu da inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bugün İslam dünyasının dört bir yanında birbirinden son derece farklı dini yorumlar, görüşler ve yönetim şekilleri hakimdir. Neyin gerçekten İslam'a uygun neyin aykırı olduğunu belirleyecek, bu konuda dünya Müslümanlarına yol gösterecek merkezi bir otorite yoktur. Katoliklerin Vatikan'ı, Ortodoksların Patrikhaneleri vardır ama İslam dünyasında onların sorununu çözecek, birliğini sağlayacak, dini bir birlik ve merkez bulunmamaktadır. Dünyanın değişik yerlerinde herhangi bir Müslüman topluluk haksızlığa ve zulme uğradığı zaman, Filistin, Suriye, Keşmir, Yemen, Doğu Türkistan veya Myammar’da terkedilmiş ve ümidi kalmamış mazlum insanların “Hukuk ve insanlık âlemi nerede?” feryadına cevap verecek, perişan durumdaki Müslüman âleminin acziyetten kurtulup, dünyada onurlu yerini almasını sağlayacak bir “İslam Birliği” maalesef yoktur. Oysa İslam'ın özünde böylesine bir dağınıklık ve başıboşluk değil, birlik vardır. Dünya, bugün bu birliğe muhtaçtır.

Bölgemizde yaşanan çatışmalar ve yıkımlarla ilgili olarak siyasal tavrımızı, konumumuzu, bizim adımıza, bize rağmen başkaları inşa ediyor, geleceğimizi dışarıda birileri biçimlendiriyor. Müslümanların dağınıklığı ve provokasyonlara açık vaziyeti İslâm dünyasını Batı politikalarının kurbanı haline getirmiştir. Müslüman toplumların, kendileri adına düşünen, kendileri adına konuşan, kiminle ilişki kurup kurmayacaklarını emreden, küstah Emperyalist-Siyonist akıl doğrultusunda hareket etmesi, onların çıkarlarına ve taleplerine boyun eğerek birbirleriyle çatışması, utanç verici bir durumdur. Bu şeytani planların farkında olmadan birbirleriyle savaşıyor, birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Keşmir’den tutun Afganistan’a, Libya’ya, Yemen’e, Sudan’a, Irak’a, Suriye’ye, Filistin, Azerbaycan’a kadar birçok yerde savaşlar, çatışmalar, çekişmeler ve terör yaşanıyor. Filistin’i destekleyen nerdeyse hiçbir Arap devleti kalmadı. Filistinliler, İsrail karşısında çatışmanın en dip noktasında bulunuyorlar. Küfür ile kol kola girmiş Suudi Arabistan ve BAE’nin başı çektiği bazı yönetimler sadece Türkiye karşıtlığında ittifak etmeyi becerebiliyorlar(!).

Bölgenin Yaşadığı En Karanlık Bir Dönem

Halkı Müslüman olan ülkelerin kahir ekseriyeti, zulüm idarelerinin pençesinde olup, siyaseten güdümlüdür ve hiçbirisinin dünya çapında bir ağırlığı, itibarı ve ciddiyeti yoktur. Müslümanlar, kendi ülkelerinde siyasi erk konusunda söz sâhibi değildirler. Hepsinin tepesinde despotlar, tiranlar, hanedanlar, oligarşiler bulunmakta ve insanları adetâ kendilerine secde ettirmektedirler. Yönetimlerin toplumda bir destekleri yok, politik muhalefet oluşamıyor ve ekonomileri halk için dönmüyor. Kendi halkıyla bir bağı olmayan, bu çağın ürünü olmayan ne idüğü belirsiz devletçiklerin liderleri, Allah’tan ziyade Amerika ve İsrail’den korkuyorlar. Zor kullanarak iktidarlarını dayatan bu yönetimler gerçek anlamda ülkelerini yönetemediği gibi, son derece istikrarsız olan bu sistemlerin bir geleceği de yok.  En vahimi ise Müslümanların çoğunun bu çarpık hâli zihinlerinde meşrulaştırmış olmasıdır.

Şu an “Arap Ligi” üyesi ülkelerin birçoğunu zengin, militarist, Batı yanlısı  kuklalar yönetiyor. Bunların kontrolü gerçek bir güç temeli üzerinde değil kum üzerinde duruyor. Bunların emrindeki, Ezher Üniversitesi dahil, din adamı-ulema taifesi,  “Siyasal İslam’ın karşısında yer aldıklarını deklare ediyor, despot yöneticilerin uygulamalarını sorgulamadan onaylıyorlar. Suudi Yüksek Ulema Meclisi, İhvan’a verdiği destekten dolayı Katar’ın kuşatılmasını doğru bulan ve Müslüman Kardeşler Teşkilâtını “terörist” ilan eden resmi bir açıklama bile yayımlamıştır. Sudeys denen Kâbe imamı olacak adam, Kâbe’deki cuma hutbesinde dönemin Suudi Arabistan Kralının darbeci Sisi’ye desteğini övmüş, İhvan’ı ve Hamas’ı da terörle ilişkilendirmekten çekinmemişti. Kervana Mısır’dan, Kuveyt’ten, Libya’dan gibi birçok ülkeden katılan önemli isimler olmuş, hepsi de, içinde Yûsuf el Karadâvî’nin de bulunduğu sözde “terör listesi”ni onaylayan, Mısır darbesini benimseyen beyanlarda bulunmuşlardır.

İslam beldelerinde, baskıcı yönetimlerin sert müdahaleleri yüzünden dinî tefekkür ve fikrî üretim durma noktasına gelmiştir. Rejimin emrine giren Ezher Üniversitesi “din dilini ıslah” adı altında birçok ayet ve hadisi müfredattan çıkarmış ya da yorumunu gündeme adapte etme cüretini göstermiştir. İslâm’ın duvarlar arkasına hapsedilmesi ve güncel hayata dair herhangi bir dinî referansın ortaya konulamaması anlamına gelen bu duruma bakıldığında, İslam dünyasını İslâmî kimlik ve İslâmî siyaset bakımından oldukça karmaşık ve fırtınalı bir sürecin beklediğini görüyoruz.

Sykes-Picot Anlaşmasının İkinci Evresindeyiz

Osmanlı devletinin yıkılmasının öncesinde Fransa ile İngiltere arasında yapılan Sykes-Picot Anlaşması’nın ikinci yüzyılının eşiğinde bulunuyoruz. Bilindiği gibi, bu anlaşmadan sonra bölge bölündü ve Siyonist bir devlet kuruldu. O günden beri İsrail sınırlarını genişletmeye devam ediyor.  Şu an Irak, Suriye, Yemen, Libya ve diğer ülkelerde yaşanan çökertme operasyonu, İslam dünyasının yeniden bölünmekte olduğunu gösteriyor.  Bu bölme parçalama stratejisinde, Türkiye ve İran dahil olmak üzere tüm İslam toprakları hedeftir. Türkiye’de gezi olayları ve 15 Temmuz darbe girişimi bu amaçla yapıldı. Mısır gibi bir ülkeyi bir dilim ekmeğe muhtaç ederek kendilerine uşak yaptılar.

Bölgedeki İslami yapılanmaları kara listeye alan Suudiler, ABD’ye milyarlarca dolar haraç vererek ayakta durmaya çalışan müptezel bir pozisyona mahkûm edildi. BAE gibi ülkeler, Siyonist rejimle normalleşme anlaşmaları imzalayarak Müslümanlara karşı ittifak yaptılar. İsrail’in Filistinlilere ait geri kalan toprakları da kontrol altına aldıktan sonra “gerçek” bir Ortadoğu devleti olarak kayıtlara geçme stratejisinin piyonu oldular. Kendi aralarında doğru dürüst bir beraberlik ve dayanışma sağlayamayan bu kabile devletleri kılıç dansıyla Amerikan mandası olmaktan ve İsrail ile ittifak kurarak Siyonist projenin hedeflerine hizmet etmekten, içine düştükleri zillet ve aşağılanmadan da utanmıyorlar.

İslam Dünyasının Yaşadığı Krizin Nedeni

Müslümanlar Batı'nın meydan okumasına cevap verememiş bir durumda olduğu için, tarihinin en büyük medeniyet krizini yaşıyor ve bu mağlûbiyetin faturası çok ağırdır. Son üç yüz yıldır var olan medeniyet krizi sanattan kültüre, siyasetten eğitime kadar bütün alanlarda kendini gösteriyor. Ortaya çıkan bu kırılmanın en belirgin nedeni kendini geliştirme, eğitimini düzeltme yerine taklit ve zillet bataklığında bocalayıp. İslami hareketleri besleyecek entelektüel derinliklerin olmamasıdır. Oysa ne kadar düşünce üretirseniz o kadar var olursunuz.

İslam, insan hayatını düzenlemek için Allah’ın koyduğu bir kurallar bütünü olup, kendine özgü bir sistemi ve yönetim biçimini öngörmektedir. Ve Müslümanlardan bu sisteme uygun bir hayat yaşamalarını ister. Müslümanca yaşamanın yolu ise Müslümanca bir hayat inşa etmekten geçer. Kurulu sisteme karşı kendi alternatifimizi inşa edemiyor, bir düşünce sistematiği geliştiremiyorsanız bugün yaşanan zillet hali kaçınılmaz olacaktır. Teorisi olmadan ortaya konulan pratikler sadece günü kurtarmış, neticede İslam dünyası bütünlüğünü yitirmiş, ümmet, İslam dışı sistemlerin kimlik dokumasına maruz kalmış, zenginlikleri talan edilmiş, onurları zedelenmiş, insanlığı kurtuluşa çağırma misyonunu yitirmiş, bu içler acısı duruma düşmüştür.

İslam dünyasında, dini ve politik popülizm her şeyi sıradanlaştırıp, kısırlaştırdığı için doğru dürüst yeteneklerin, düşünürlerin, entelektüellerin, dava adamlarının ortaya çıkmadığını görüyoruz. Çağımızın dünyasına kalıcı katkılarda bulunabilecek düşünürler, toplumsal olaylara yön verebilecek entelektüeller, tarihçiler, teorisyenler yetiştiremediler. Dolayısıyla evrensel iddialarda bulunabilecek doğru dürüst bir dil, düşünce ve felsefe üretemedik. Bunun yerine günümüz Müslümanları, etnik, mezhepçi, hizipçi parçalanmalar sebebiyle, sloganlarla, kalıplarla, klişelerle konuşan,  istenildiği zaman istenilen yöne sevk edilebilen “sürü toplumlara” dönüştü. Siyasi kaygılarımız entelektüel kaygılarımızdan daha önemli hale geldi ve günü kurtarmanın verdiği haz bizi tatmin edince Müslümanlığımız bir türlü istenilen derinliğe ulaşamadı.

İslam dünyasının karşı karşıya olduğu asıl sorun kafalardaki zihinsel savrulma ve dağınıklıktır. Yaşanan krizin nedeni, başkalarının kurguladığı ve hayata geçirdiği modernizme eklemlenip uyum sağlarken, Müslümanın zihnini de bu gayri islami hayata uymaya zorlamasıdır. Tebliğ ile temsil birbirine uymamakta, eylem ile söylem arasında derin uçurumlar bulunmaktadır. Kalpler ve zihinler, görüntüsü muhteşem ama derinliği, ahlakı, etkisi sıfır bir Müslümanlık anlayışına teslim olmuş vaziyettedir. Sulh, selamet, barış anlamına gelen bir dinin mensuplarının yaşadığı coğrafya kan-revan içindedir. İslami değerlerden uzaklaşıp gerileyince, İslam âlemi zayıflamış, parçalanmış ve devasa nüfusuna rağmen Batı sömürgeciliğinin saldırısı altında haksızlığa uğrayan bir ümmet haline gelmiştir. Ancak, burada yenilen "İslam" değildir. Yenilen "Müslümanım" diyen ama İslam’ı hayatına hakim kılmayanlardır.

İslam dünyası iyi bir hal üzerinde bulunmamakta, Müslümanlar İslam’a yakışmamaktadır.  Dünya, İslâm hakkındaki hükmünü bizlerden gördüğü Müslümanlık ile vermektedir. İslamiyet güneş gibidir ama bizi gerçeğe yabancılaştıran hamaset zirve yaptığı için düşünce yerlerde sürünmektedir. İşte bu nedenle, zihinsel, entelektüel, ideolojik, politik, kültürel saldırılara cevap veremiyoruz.

Müslümanlar kendi inanç ve idealleri istikametinde bir dünya inşa etmek yerine başkalarının emrinde çalışmayı tercih ettiler. Bu paradoks sürdürülebilir bir durum olmadığı gibi insanları ikiyüzlü yapmaktadır ve bilinç yarılmasına neden olmaktadır. Yerlerde sürünen İslam dünyasının artık ayağa kalkması gerekmektedir. Müslümanların aynı dili konuşması, aynı hedefi dövmesi lazımken, herkesin ayrı telden çaldığı bir dünyada hiçbir yere varılamaz.

Dünya’nın birçok yerinde tarihçiler, düşünürler, ekonomistler, akademisyenler dünyanın geleceğini ve yenidünya düzenini tartışıyor. Bu konularda öne çıkmış, söylediklerine kulak verilen yüzlerce isim ve kuruluş var. Peki, biz Müslümanlar olarak bu tartışmaların neresinde bulunuyoruz? Hangi pozisyonda olduğumuzun farkında mıyız? İslam dünyasında böyle bir felsefi entelektüel birikimin olmadığını, ses getirecek düşünürlerin ve akımların niçin doğmadığını sorguluyor muyuz? Eğer bizler birikimimiz ile bu tartışmalara bir katkıda bulunamıyor isek, dışımızdaki kurumlar ve kişiler bizin adımıza tartışırlar ve geleceğinizi inşa ederler.

Yaşadığımız dünyayı şekillendirebilmemiz için Müslümanlar olarak hem sahip olduğumuz potansiyeli hem de yapısal sorunlarımızı ve zaaflarımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Hayatı yeniden anlamlandırmak, değerlerimiz istikametinde yeni yapılar üretmek gerekiyor.  Toplumsal hayatiyet derin sorumluluk bilinciyle ve bilgelikle üretilen tez ve projelerle ancak sürdürülebilir.

Müslümanların Dünya’daki Yeri

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın(İİT) üyesi 57 İslam ülkesi bulunuyor. Bu ülkeler dünya nüfusunun % 23 oluşturuyor. 7,4 milyarlık dünya nüfusunun 1,7 milyarı İİT ülkelerinde yaşamaktadır. Ancak bu nüfus büyüklüğüne karşılık, İslam İşbirliği Teşkilatı, iktisaden geri olup, dünya toplam gayri safi yurtiçi milli gelirinin(GSYH) sadece %8,6’sını oluşturmaktadır. Kişi başına gelir rakamları 57 İİT ülkesinin 17 tanesinde 1000 doların altındadır. Ortalama kişi başı gelir dünya ortalamasından 3’te 1 oranında daha düşüktür..

İİT ticaretinin dünya ticaretine oranı da oldukça düşüktür. İİT toplam ihracatının dünya toplam ihracatındaki payı %8,5’tur. Bunun çoğunu da başta Allah’ın bahşettiği petrol olmak üzere doğal kaynaklar oluşturmaktadır. Petrol ürünleri ihracatını çıkardığınızda ihracatta aldığı pay % 5,6’ya gerilemekte nüfusuna göre üçte bir düzeyinde kalmaktadır. Teşkilata üye ülkelerde teknoloji yoğun malların üretimi oldukça düşük olup dünya toplam ileri teknoloji ihracatındaki payı sadece binde 4’tür.  Petrol gelirinin yarısını da, insani gelişme yerine, silah ve savunmaya harcamaktadır.

İslam İşbirliği Teşkilatı cesamet bakımından dünyadaki sayılı büyük örgütlerden birisi olmasına rağmen, şimdiye kadar ortaya koyduğu performans nedeniyle ne ekonomik ne de siyasi anlamda dünya çapında bir etki yaratamamıştır. İİT, 50 yıllık geçmişine rağmen üye ülkeler arasında beklenen işbirliğinin gerçekleştirme noktasında yetersiz kalmıştır.  Teşkilat üyelerinin kendi aralarındaki ticaret seviyesi de yine düşük düzeydedir. Bunun ana sebeplerinden biri üye ülkeler arasında çeşitli anlaşmazlık, çekişme ve devam eden savaşlardır.  Üye ülkelerin bir kısmı aşırı yoksul, diğer kısmı ise sadece doğal fosil kaynaklardan gelen gelir nedeniyle oldukça zengindir. Emek, bilgi ve zeka ürünü olmayan bu zenginlik mîde bulandıran görgüsüzce bir israfa sürüklemekten başka bir sonuç vermemektedir.

Müslüman nüfusun eğitim düzeyi  ve insani gelişmişlik endeksi dünya ortalamasının altındadır. 114 yıldır verilen Nobel Bilim Ödüllerine baktığımızda Müslüman bilim adamımızdan, 1 Pakistan, 1 Mısır ve 1 Türk bilim adamı olmak üzere toplam 3 kişi ödül aldı. Bu ödülü alanların tamamının Batı ülkelerinin, laboratuvarlarından veya eğitim imkânlarından faydalandığını görüyoruz. İslam dünyasının büyük bölümünde, analitik düşünceye dönük, sorgulayıcı, araştırıcı, bilgi üretmeye yönelik bir eğitim yerine,  çocuğun zihinsel gelişimine faydası olmayan, teslimiyetçi, sorgusuz, ezberci, dayatmacı bir eğitim sistemi var. Bu anlayış yetişen neslin düşüncesine ve ürettiklerine olumsuz olarak yansıyor.

Devletlerimiz İslam ahlakından kopuk bir şekilde yönetilmektedir. Aydınlarımızın çoğu kendi köklerine yabancı birer Batı devşirmesidir. Çünkü eğitim sistemi gayri İslami, gayri milli, seküler, materyalist ve sömürgecidir. Bu köhnemiş otoriter devlet yapıları yükselen siyasi değişim, adalet ve temsil taleplerini karşılamada aciz kalmaya devam ederse yaşadığımız çatışma ve kaos dönemi daha uzun süre devam edecektir. Şu an İslam coğrafyası ve merkezindeki Ortadoğu neredeyse küresel kaosun düğüm noktasıdır. Çatışmalar içinde çalkalanan İslâm dünyasının küresel liderlik savaşlarında esamisi bile okunmamaktadır.

Müslüman toplumlar o kadar çökmüşler ki, bize zulümden başka bir şey getirmeyen batı ülkelerini kurtarıcı olarak görebiliyorlar. Müslümanların kendi toplumundan kaçıp, Hristiyan coğrafyasının merhametine sığınma yolunda denizlere açılarak boğulması, Aylan bebeğin kıyıya vurmuş yüz üstü yatan cesedini seyretmek insanın içini acıtıyor.

Yaşadığımız Süreç Zaaflarımızla Yüzleşme Dönemidir

Olaylara, meselelere, hayata vahyin penceresinden bakılmadığı için, malda, makamda, lükste, konforda elitleşirken, ahlakta, kültürde, nezakette ve insanlıkta büyük bir bedevileşme krizi yaşanmaktadır. Cüzdanlar, kasalar, makam koltukları dolmuştur ama ama gözler doymamıştır. İzzeti ve şerefi İslam’da ve Resulün ahlakında bulması gereken toplumumuzda, şeref ve itibar malda, makamda ve parada aranır olmuştur. Bir makama gelebilmek için gerekirse ahlakını, adaletini, merhametini ve değerlerini bile gözden çıkarabilen makam bağımlısı tipler türemiştir.. Ruhları ve bedenleri lüks, konfor, gösteriş, israf ele geçirmiştir. Maddi imkânlar arttıkça maneviyat yok olmuş, mefkure unutulmuştur.

İslam’ı yüceltmek yerine, kavmimizi, ırkımızı, cemaatimizi, mezhebimizi yüceltme gayreti içine girilmiştir. Davet ve eğitim çalışmalarına ağırlık vermek yerine, bütün enerjilerini siyasal iktidara yönlendirmiş olan Müslümanların düzene bağımlılıkları artmıştır. Adaletin, merhametin, vicdan ve hikmetin hakim olduğu diriltici bir yol üzere gitmek varken, dini değerlerimizi yok sayan bir sistemin muhibbi ve aşığı olunmuştur.

İnancımızla çelişen, örtüşmeyen o kadar çok ayıplarımız, kusurlarımız var ki, hangisini söyleyelim. “Nasıl bu hale geldik, ne oldu bize, bu işte payımız nedir” diye kendimizi sorgulamamız gerekiyor. On yıllardır devam eden Kur’an okumalarından, tefsir ve meal derslerinden, Siyer okumalarından neden bir değer sistemi, bir model, bilgi felsefesi, siyasi felsefe çıkaramıyoruz.

21. Yüzyıla söyleyecek doğru dürüst bir sözümüz, kurucu/inşa edici bir iddiamız ve oluşmuş bir kültürümüz yok. Köklü sorunları günübirlik politikalarla çözeceğimizi sanıyor, ödünç alınmış bir kültürle yaşıyoruz. Kendi inancı temelinde bir iddia ortaya koyamayan, bir siyaseti olmayan Müslümanlar, devlet/iktidar ile inancı arasında sıkışmış bir sürü görüntüsü veriyor adeta. Sorumluluklarını başkalarının güdümüne havale etmiş, bütün meselesi mevcut şartlarda daha iyi nasıl yaşayabilirim derdinde. Oysa Rabbimiz şöyle buyuruyor;  Ey iman edenler, “Raina-Bizi güt” demeyin. “Unzurna-Bizi gözet” deyin ve dinleyin. Kâfirler için acı bir azab vardır.”(Bakara, 104). Bu ayet bize yönetim ile ilişkimiz hakkında “sürü olmayın” uyarısında bulunuyor.

Bu krizden Çıkış Mümkündür

Müslümanların birçok problemi olduğu ve hatalarımızın da olduğu doğrudur. Bu problemleri çözmeye, hataları telafi etmeye, bugünün dünyasında karşılaşılan olumsuz tutum ve tavırlarla nasıl mücadele edileceğine dair düşünmeye ve çalışmaya ihtiyaç vardır.

Süreci anlamak için önce ’Biz neredeyiz? sualini kendimize sormalıyız. Şu anda yaşadığımız tıkanma hâlini “Hangi zihinsel üretim ile aşabiliriz?”. Enfal, 53’teki: “Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve (bilin ki) Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.  ayeti temel düsturumuz olmalıdır.

Kur’an’ın öngördüğü şahitliği önce kendi şahsiyetimizde göstermeli, Müslüman zihnin yeniden inşası için kavramları İslam’ın istediği şekilde kullanmalıyız. Müslüman, bütün İslami değerlere uygun hareket eden kişi demektir. Müslümanı ancak inancı bağlamalıdır. Kendimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. İktidar merkezli düşünmek yerine yaşadığımız sistemi sorgulamalıyız. Her alanda egemenlere karşı uzlaşma yerine bir hesap sorma tavrı içinde olmalıyız. Allah, uzlaşma ihtimaline karşı Resulü ikaz etmiştir. “Sana gelen bu ilimden sonra onların hevasına uyacak olursan senin için Allah’tan ne bir yardımcı, dost; ne bir koruyucu vardır.” (Ra’d,  37). Küçük lütuflarla, kısa süreli iktidar hevesleriyle avunmayı bırakmalı, kokuşmuş bir bataklıkta yaşamaya tenezzül etmemeliyiz.

İslam’ın belli ritüellere hapsedilmiş bir din olmaktan çıkarılması, bir hukuk, ahlak ve medeniyet projesi olarak algılaması, Kur’an’daki İslam’ın ve Hz. Peygamberin yaşadığı Müslümanlığın yaşanması gerekmektedir. Müslüman olmadan İslami bir hayat mümkün değildir. İyi bir Müslüman olarak ahlak, vicdan, adalet temel ilkelerimiz olmalıdır. Kuran'ın nurundan ve hikmetinden kaynaklanan bu İslami yükselişi tekrar başlatmak için Müslümanların Kuran ahlakını temel alan bir yol göstericiliğe ihtiyaçları vardır.

Müslümanın kirlenmiş zihninin temizlenmesi gerekmektedir. İslam âleminin karşılaştığı problemlerin çözümü ve yeni bir medeniyet dirilişinin gerçekleştirilmesi için öncelikle bizim yeni bir dile ve derin bir kavramsal dünya inşa etmeye ihtiyacımız var. Problemi teşhis edememiş, ona dönük projesi olmayan anlayışlar her daim baskı politikalarına teslim olacaktır.

Kur’an bizden ümitli olmamızı istiyor. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin; bilin ki, hakkı inkâr eden insanlardan başkası Allah’ın hayat bahşedici rahmetinden ümit kesmez.” (Yusuf, 87). Hz. İbrahim’in, Nemrut’un zulmünden nasıl çıkıp Mekke’de yeni bir başlangıca imza attığını biliyoruz. Biz de yılgınlıktan kurtularak, insanlığı şirkin fesadından kurtarmak, Rabbani ilke ve hakikatleri onlara götürmek, bu ilkeler ışığında yeni bir gelecek inşa etmek için önce kendimizi inşa etmenin yollarını aramalıyız.

Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir. İnşallah bir gün gerçek bir Arap Baharı yayılacak, bu diktatörler şebekesi, çöle, kuma ve toza karışacaktır. Nerede ve ne zaman olduğu bilinmez ama bu tıkanıklığın mutlaka aşılacağına dair ümidimizi muhafaza ediyoruz, biiznillâh.

 

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...