1 Nisan 2021 Perşembe

YENİ BİR GELECEK UMUDUNU DİRİ TUTABİLMEK…

(Umran Dergisi)


İslam Dünyası’nda Zorluklar Karşısında Çaresizlik… 

Yakın geçmişte Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un İslam’ın kriz yaşayan bir din olduğu iddiası çok geniş bir yankı bulmuştu. Macron'nun içine düştüğü zihniyet çarpıklığını ve ideolojik bir fanatizmle İslam düşmanlığı yaptığını biliyoruz. Ancak çuvaldızı kendimize batırırsak, bugün İslam dünyasının derin bir siyasi, hukuki ve ekonomik krizin içerisinde olduğu inkâr edilemeyecek bir gerçektir. 

Bugünkü zillet haline nasıl gelindi? Kur’an terk edilmiş bırakıldı. Allah’ın ipine topluca sarılmaktan uzaklaşıldı. Hz. Peygamberin örnekliği terk edildi. İtaat, ibadet ve kalp Allah’tan gayrısına tahsis edildi, Heva ve heves ilahlaştırıldı. Dine öncülük eden bir kısım kanaat önderleri, üstatlar, İslam ile ilgili bir takım yanlış yorumları, felsefi yaklaşımları, vehimleri, mezhebi taassupları Kur'an'ın ve Resulün önüne geçirdiler. Dünya gerçekliğinde karşılığı olmayan söylemler, hayalcilik,  hakikati eğip bükme gibi hususlar din anlatısına egemen oldu. Dini düşünce, yaşadığı çağla ve insanların ihtiyaçları ile ilgilenip canlı kalmak yerine, hayali bir başlangıç ​​noktasında donduruldu. Çünkü biz asr-ı saadetin gerçek ve sahih yönü ile değil işimize gelen yönleri ile ilgilenir, kullanır olduk.

İslâm'daki kardeşlik anlayışı coğrafi sınırları, ulusal kimlikleri, etnik ayrılıkları aşan bir kardeşlik anlayışı olmasına rağmen,  İslam ümmetinin başsız kalmasından dolayı ümmet vahdetini kaybederek parçalandı. Ümmet bilincini kaybeden Müslümanlar kavimlere bölünerek batılı emperyalistlerin elinde kolay yutulan küçük lokma haline geldiler Geleceğimizi kavmimizde, mezhebimizde, ulus devletimizde aramak gafletine düşüldü. Bu şeytan aldatmacayla tuzağa düşüldü, tüm cahili hayat tarzı ümmeti kuşattı ve sömürgeleşmeye müsait hale getirildi.

İslam dünyasının yaşadığı kriz, çarpık siyasi temsil ve adaletsizlik merkezli yapısal ve kurumsal bir krizdir. Otoriter devlet yapıları, yükselen değişim, adalet ve siyasi temsil taleplerini karşılamada aciz kaldı. Başta petrol rantı ile lüks ve israf içinde yaşayan ülkeler olmak üzere bütün İslam dünyasında üretime dayanmayan ekonomik sistemler, yoğun genç nüfusa yeni istihdam alanları üretemedi ve adil bir gelir dağılımı sağlayamadı.

İslam’ın muhtevası modern kapitalist değerlerle doldurularak dönüştürüldü. Siyaset, ekonomi, sosyal ve hukuki alanlardaki iddialardan vazgeçilip küresel kapitalist sisteme eklemlendi. Bunun sonucunda, yaşanan düzenin müdafiliğini yapacak bir Müslüman kesim oluştu. İslam toplumları yaşamakta oldukları psikolojik ve entelektüel kriz içinde debelenmektedirler. Bugün İslam dünyasının karşı karşıya olduğu sorunların temelinde itiraz etmeden kabullendikleri batılı modernite ile İslam arasındaki uyumsuzluk yatmaktadır.

21. yüzyıla birçok karmaşık sorunla giren İslam dünyası, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve tek kutuplu dünyanın ortaya çıkışıyla beraber dünya gündemine getirilen Samuel Huntington’ın meşhur “Medeniyetler Çatışması” iddiasıyla, terör belasını besleyen bir kaynak olarak gösterilmiş ve her türlü saldırıya açık bir alan hâline getirilmiştir. İslam dünyasının içinde bulunduğu şartlara baktığımızda, medeniyetler arası çatışmadan öte bölge içi çatışmalar Müslüman toplumları zaafa düşüren bir tehlike olarak önümüzde durmaktadır. Bizim birlik olmamızı, birlikte hareket etmemizi istemeyenler, her türlü fitne kazanını kaynatmaya devam ediyorlar. Düşmanın tuzaklarına bilerek veya bilmeyerek alet olan içimizdeki beyinsizlerin, kifayetsiz muhterislerin ve satılmış ruhların işledikleri fiiller nedeniyle coğrafyamızda bir kargaşa yaşanmaktadır.

100 yıl önce, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak tasfiye edenler, şmdi de yeni planlarını uygulamak için yurtlarımıza bütün güçleriyle vahşice saldırıyorlar. İslam, insanlık için bir umut olmasın ve bir daha ayağa kalkmasın diye her tarafı yerle bir ediyorlar. Kendilerinden başkasını insan tanımayan ahlâk, fazilet ve merhamet yoksunu bu yamyam sürüleri, hayvanlardan da aşağı suçları irtikâp edebiliyorlar. Küresel hegemonyalarını tehlikeye sokacağını düşündükleri büyük İslami meydan okumayı ortadan kaldırmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Totaliter zulüm  rejimlerden kurtulmanın mücadelesini vereceğini düşündükleri İslâm dünyasının gerçekleştireceği bağımsızlık mücadelesini engellemek istiyorlar.

Temelinde tevhid, adalet ve ahlak olann İslam dini, insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunları çözebilecek dinamiklere sahip olmasına rağmen, maalesef Müslümanlar bugünkü dünyaya bir düşünce ve eylem sistemi teklif etmek edememektedirler. Yakıp yıkılıp viran edilmiş, yurtları kana bulanmış, birbirine düşman edilmiş, dünyada bir hüsran yaşayan Müslümanların, “birbirlerinden başka velilerinin olmadığına” dair imanlarını tazelemeleri gerekiyor. Allah’tan başka veli edinenlerin halinin, hem bu dünyada hem de ahirette hüsran olacağını akıllarından çıkarmamaları gerekiyor.

Bölgemizdeki Değişim Sürecinde Müslümanların Durumu…

Tunus’ta ortaya çıkan bir kıvılcımla, toplumun birikmiş öfkesinin patlaması sonucu başlayan ve Arap Baharı olarak nitelenen halk ayaklanmaları ile tağutların devrileceği sanıldı. Hâlbuki bu ayaklanmaların yıkacağı despot yönetimlerin yerine ne getirileceği konusunda Müslümanların ne bir bilgileri, ne bir planları, ne de hazırlıkları vardı. Üstelik bu ayaklanmalar önceden devşirilmiş olan batıcı generallerin kontrolünde başlamıştı. Emperyalistler bu hareketleri yönlendirmek için güdümleri altındaki asker, yargı, istihbarat, polis, bürokrasi, ekonomi ve medya gibi imkânlarını çoktan devreye sokmuşlardı bile.

Arap Baharı sürecine baktığımız zaman, gelişmelerin doğru okunamadığını, yanlış yöntemlere başvurulduğunu, hazırlıklı olunmadan silahlı mücadeleye girildiğini, mevcut çürümüş sistemi tamir edecek çözümlere gidildiğini görüyoruz.  Bunun sonucunda, hem sistemler değiştirilemedi, hem de Müslümanlar büyük bedeller ödemek zorunda kaldı. Bu eli kanlı diktatörlerin neden bu kadar kolaylıkla makamlarını terk ettikleri düşünülüp akıl edilmedi.

Tunus’ta NAHDA hareketi en fazla oyu almasına rağmen hükümeti, sosyal demokrat, liberal, laik ve solcu partilerle uzlaşarak paylaşmayı tercih etti. Çünkü ordu ve bürokrasi hala ülke yönetimine ve denetimine hâkimdi. Mısır’da, halk Muhammed Mursi’yi seçmesine ve yeni anayasayı %65 oranında onaylamasına rağmen, darbeciler hem Mursi’yi görevden alıp hapse attılar hem de anayasayı yürürlükten kaldırdılar. Yani Müslümanlar seçimleri kazansa dahi iktidarı devam ettirmek imkânını bulamadı. Zira bu coğrafyadaki orduların neredeyse tümünün emperyalizm tarafından devşirilmiş olduğu ve bölgede emperyalizm adına bir işgal ordusu gibi görev yaptıkları göz ardı edildi.

Daha önce benzer müdahaleler Cezayir ve Filistin’de yaşandı. Cezayir’de FIS  %85 oy alarak iktidar olduğunda, başta Fransa olmak üzere batılı ülkelerin desteğiyle işbirlikçi orduya hemen darbe yaptırıldı ve akabinde çıkan olaylarda 200.000 Müslümanı katlettiler.  ABD eski Savunma Bakanı Yardımcısı olan ve kamuoyunda 'Karanlıklar Prensi' ismiyle ün yapan Richard Perle, ‘‘An End to Evil’’ (Şerre Son)[1] kitabında;  “Seçimler 1991’te Cezayir’de denenmiştir. Orada yozlaşmış statükonun yerini az daha kökten dinciler alıyorlardı. Böyle bir sonuç kabul edilemez.” diye yazıyordu. Filistin’de halkın %65 desteğini alan HAMAS’ın  Filistin’in tamamında hükümet olması engellendi ve Gazze’ye hapsedildiler. HAMAS’ı destekleyen Müslüman halk kuşatma, ambargo, saldırı ve katliamlarla büyük acılara ve zulümlere maruz kaldı.

Ne acıdır ki, İslam dünyasında iktidar, özgür bırakılmış, dileyenin sahip olabileceği bir güç değildir. Arkasında ordular ve farklı emperyal güçler vardır. Afganistan cihadında söz sahibi olan Hikmetyar, Burhaneddin Rabbani, Ahmet Şah Mesut gibi isimlerin hiçbiri Afganistan'ı yönetemedi.  Kimsenin tanımadığı ve Afganistan cihadında adı bile geçmeyen, ABD’den getirilen Karzai ülkenin başına geçirildi.

Türkiye’ni Manzarası…

Türkiye’yi yönetenlerin din konusunda ortaya koyduğu pragmatik ve idare-i maslahatçı tavır, milliyetçi ve devletçi söylem,  İslamcılığının giderek muhafazakarlığa kaymasına sebep olmuştur. Sığ zihinsel yapısı  ve ötekileştirici tavrıyla muhafazakârlık ve sistem içi hükümet olma anlayışı sorunların kökenlerine inmeyi engellemiştir. İslamcılığı “muhafazakâr demokratlık” içine sıkıştırmanın, neoliberalizmi İslamcı kılıf ile yaygınlaştırmanın yıkıcı sonuçlarını korkarım çok uzak olmayan bir gelecekte görebiliriz.

Ülkemizde yaklaşık 100 yıldır tahakkümünü sürdüren Kemalist-seküler-kapitalist-ulusalcı devlet tıkanmış ve çürümüştür.  Sistem içi hükümetler hak-batıl karışımı sistemin restorasyonu ile oyalanırken, yaşanan kirliliği ve istikamet krizini üzülerek müşahede ediyoruz. Sistemin sahipleri artık halkı kandıramadıklarını anladıkları için değirmenlerinin işletme hakkını, bekçiliğini ve tamir etme görevini halkın inanabileceği bir kesime verdiler.
Böylece, zora dayalı laikçilik ve sopa politikaları yerine, havuç politikalarıyla gönüllü sekülerleşme teşvik edilmeye, siyasi ve ekonomik desteklerle sistemin devamını sağladılar. 

Türkiye’de, küresel kapitalist sisteme uyumlu, bireysel ibadetler alanına indirgenmiş, ekonomik, kültürel, siyasi ve hukuki alanlarda hayatı düzenleme iddialarından vazgeçilmiş bir din algısı ile yola devam edilmektedir.  Kimsenin memnun olmadığı, sıkıntıları yumak yumak büyüdüğü mevcut gidişatı değiştirecek bir çıkış yolu bulmak yerine,  yapılan icraatlar mevcut statükoyu tahkim etmenin ötesine geçemiyor.

İktidarı ve muhalefetiyle tıkanmış olan siyaset, nasıl bir Türkiye vizyonu düşündüklerini,  iç ve dış meselelere nasıl yaklaştıklarını, ekonomiyi nasıl düze çıkaracaklarını, ahlaki yozlaşmayı nasıl engelleyeceklerini açıklamak yerine, enerji ve mesailerini ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan seçimlere nasıl bir ittifak kompozisyonuyla katılacaklarına hasretmiş durumdadırlar. Mevcut siyaset ve ittifak anlayışları siyasal kilitlenmeyi beslemektedir. Türkiye’de siyaset, toplumdan, toplumun ihtiyaçlarından ve toplumun gerçek gündeminden kopuk bir vaziyette, siyaset baronları arasında bir kayıkçı kavgasına dönüşmüş durumdadır.

Yozlaşmış ve köhnemiş devlet yapısı ile giderek beklentileri artan toplum arasındaki karşılaşmanın bir çatışma ve kaos ortamına dönüşmemesi için, geldiğimiz bu kritik kavşakta realist, ciddi, cesur bir muhasebeye ve bu muhasebe sonucunda kuşatıcı bakış açılarına ve çözüm tekliflerine ihtiyaç vardır.

Arap dünyasındaki ihanet rejimleri dışında, genel olarak ümmet arasında, Türkiye’ye karşı jeostratejik konumundan, tarihi mirasından ve son yıllarda yaptığı askeri ve siyasi hamlelerden kaynaklanan bir takdir ve hayranlık hissi vardır. İslami hareketler, bu güçten cesaret alıyor ve Türkiye’ye yöneltilen eleştirileri kendilerine karşı yapılmış hamleler gibi görüp, Türkiye’nin yanında yer alıyorlar.. Bu gelecek için umut verici bir durumdur ve bu nedenle Türkiye ortaya koyacağı modelle sınırlarını aşan bir etkinlik üretmek zorundadır.

İslam Coğrafyasında Yaşananlardan Yeterince Ders Alabilmek…

Halihazırda İslam aleminin içinde bulunduğu durum karamsar bir tablo çizmektedir. İslam coğrafyasında yaşananlara baktığımızda Müslümanların yaşadığı hal bir umutsuzluk halidir. Birçok Müslüman, bugün karşı karşıya bulunduğumuz baskılar, tehditler ve temel sorunlarla hesaplaşma ihtiyacı duymayacak kadar duyarsızlaşmıştır. Evrensel bir İslam anlayışında şu an ümmet arasında bir mutabakattan ziyade birbirinden çok farklı görüşlere sahip yapılanmalarla muhatabız. Hem farklı ülkelerdeki İslami hareketler arasında hem de aynı ülke ve hatta aynı örgütsel yapı içerisinde ciddi yaklaşım farklılıkları olduğunu görüyoruz. Bu yüce dinin ulvi hedeflerinden hayli uzak, çeşitli gruplar ve anlayışlar peydah olmuştur.

Ancak, insan umutlarıyla, hayalleriyle, idealleriyle yaşar. Yahya Kemal “insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar “ diyor. Hayaller istek ve ideallerimizin bir yansımasıdır. Hz. Ali, “Hayallerinize dikkat edin fikirleriniz olur, fikirlerinize dikkat edin davranışınız olur. Davranışınıza dikkat edin alışkanlıklarınız olur, alışkanlıklarınıza dikkat edin, Ahlakınız olur, Ahlakınıza dikkat edin kaderiniz olur.” buyuruyor. Kendisini geliştirmek isteyen, görmek istediği yeri arayan insan hayal eder.   İnsanı ve toplumu harekete geçirecek duygu, sıkıntının geçici olduğuna inanmak ve mücadele neticesinde sıkıntının yerine ferahlık geleceği umududur. İnsan umutları, hayalleri, idealleri ile hayata tutunur. Geleceğe dair umutları kaybolan insan dinamizmini ve yaşama heyecanını kaybeder.  Müslümanlar geçmişte cahili bir toplumdan muhteşem bir medeniyet ürettiler. İslam, rahmetiyle, adaletiyle insanların fevç fevç ona yöneldiği bir din oldu. Ayrıca, ülkemizde ve İslam coğrafyasında, Allah'ın kitabına, Resul’ünün yoluna inanan ve bu yolda gayret gösteren insanların varlığı çaresizlik hissimizi bir nebze de olsa teselli ediyor. Bu nedenle, umudumuzu kaybetmeden, öncelikle içinde bulunduğumuz durum üzerinde düşünmek, yüzleşmek, toplumsal ve siyasal değişimin imkânları üzerinde konuşmak ve bu süreci derinlemesine analiz etmek zorundayız.

Bu marazi halin kendi kendine olmadığını, bunun içerden ve dışarıdan kaynaklanan sebeplerinin bulunduğunu, bunların bir sürecin sonucu olduğunu kavramamız gerekiyor.  Hastalığı tedavi etmek istiyorsak ve geleceği yeniden inşa etmek gibi bir derdimiz varsa, önce geçmişi ve sonra bugünü konuşmak ve değerlendirmek gerekiyor. Maziyle iftihar ederek geçmişe hapsolma hastalığından kurtulmamız, geçmişin tecrübelerden dersler çıkaran, onları değerlendiren bir yol izlemeliyiz. Tarihten hem hesap soran hem de tarihe hesap veren bir geriye dönüş bilinciyle hareket etmeliyiz. Ne hamaset yapalım, ne de tarihi tecrübeyi yok sayma gayreti içerisinde bulunalım. Gelecek, geçmişin mirasından ve bugün yaşadığımız tecrübe üzerinden inşa edilecektir. Bugün başımıza gelenler dün yaptıklarımızdan dolayıdır. Bu günü doğru yaşamayanlar, bugünü ihya edemeyenler, geleceği de kaybederler. Geçmişte ve bugün yaşadıklarımız geleceğimizin referansı olacak, geleceğimizi bugün yaptıklarımız belirleyecektir. Dolayısıyla, gelecek tasavvuru mevcut durumun ve bunun arka planını oluşturan medeniyet hafızasının iyi araştırılmasını gerektirir. Geçmiş ve bugünle sağlıklı bir ilişkimiz olmadan geleceği inşa etmek mümkün olmayacaktır. İbn-i Haldun “suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş hale ve geleceğe benzer”[2] diyor. Yani geçmiş ve şimdinin hakikatini bilirsek gelecek bize kapılarını açcaktır.

Müslümanlar İçin Nasıl Bir Gelecek?

Müslümanların gelecek tasavvuru nedir? Mevcut İslami çalışmalar geleceğe ilişkin bir umut veriyor mu? Dünyaya ilişkin bir tahayyülleri var mı ve bu ne kadar gerçekçi?  İnsan doğasının, cinselliğin sorgulanır hale geldiği, tıp teknolojisinin fıtrata yöneldiği, genetik ile ahlak arasındaki ilişkinin sorgulandığı bu çağda günümüze ve geleceğe nasıl bakacağız?  Müslümanlar olarak dünyadaki değişimleri nasıl okuyacağız? Girdiğimiz “dataizm” çağında liberal ahlak, dijitalleşme ve mahremiyet üzerine ne söyleyeceğiz? Emperyalist güçlerin kendi menfaatleri istikametinde eksen belirlemeye çalıştığı bir dünyada, Orta Doğu ve İslam Dünyası nasıl şekillenecek? Bütün bu gelişmelerin Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Bu gibi soruları çoğalttığımızda şu anda gelecek hakkında bir şey söylemenin zor olduğunu görüyoruz. Bu konuların dikkatle düşünülmesi ve analiz edilmesi gerekmektedir. 

Batıda düşünce kuruluşları harıl harıl çalışıyor, her türlü bilgiyi topluyorlar. Medya ve sosyal medyadaki verilerden yola çıkarak insana ait her şeyi kontrol etmeyi, insanları yönlendirmeyi, geleceği şekillendirmeyi planlıyorlar. Geçmişin ve bugünün bilgisinden yola çıkarak geleceği en doğru şekilde bilme ve insanları diledikleri gibi yönlendirme çabası içerisindeler. Hatta bazı kurumlar yaptıkları reklam, kamuoyu araştırması, algı yönetimi, toplum mühendisliği ve benzeri çalışmalarla yarın neyi tercih edeceğimizi belirliyorlar. Byung Chul Han “ikinci aydınlanma salt verilerle işleyen bilginin devridir.” diyor.[3]

Dünyaya hakim olmak isteyenler, insanları istedikleri gibi kontrol edebilmek için her şeytanlığı düşünüyorlar. Covid-19 salgınını kullanarak küresel sisteme uygun, her yönüyle dijitalleşmiş, bulunduğu yerden tüketen, sisteme başkaldırmayan itaatkar toplumlar oluşturmak hedefleniyor. Küresel egemenlikte yeni vizyonlarını ortaya koymak için, bir taraftan, Covid-19 salgının küresel ekonomiye etkilerini, diğer taraftan çevresel, sosyal ve teknolojik gelişmelerin oluşturduğu karmaşık sorunlar karşısında, 'Büyük Reset', '4'üncü Sanayi Devrimi, Kapsayıcı Kapitalizm' gibi konuları tartışırken, Müslümanlar olarak gelişmeleri seyretmek yerine, gelecek vizyonumuzu konuşmamız gerekiyor.

Küresel güç rekabetinde yeniden şekillenen dünya, her geçen gün barıştan, huzurdan, güvenden ve ekonomik imkânları hakça paylaşmaktan uzaklaşmaktadır. Yetersiz, dengesiz, adaletsiz ve çifte standartlı ahlâksız uluslararası sistem, insanlığı fıtrattan uzaklaştırırken, Bakara, 11’de zikredildiği gibi yeryüzünü "ıslah" ettiklerini iddia etmektedirler. Ancak, dünyanın bir ıslah durumundan çok uzaklarda olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Dünya bilim ve teknoloji alanında ciddi gelişmelere sahne olurken, insani değerler aynı ölçüde gelişmiyor. Sömürü ve kapitalist tüketim sisteminin yaygınlaşmasıyla tüm insanlık, telafisi zor bir abluka altına alınmıştır. Daha fazla kâr elde etmek için her türlü yolu mubah gören Makyavelist kapitalist küresel dünya çetesi, insanların elindekini gasp etmiş, zihinlerini kirleterek iradelerini elinden almış, çevreyi tahrip ederek dünyanın zenginliklerinin gelecek kuşaklara bırakılmasını riskli hâle getirmiştir.

Allah’ın hayata müdahalesinin engellendiği ve hayatın dışına itildiği bir dünyada, gücü ele geçirenlerin insanlara tahakküm ettiği, adaletle muamele edilmediği, emanetin ehline verilmediği sistemlerde zulüm, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik kaçınılmaz olmaktadır. Benzer sorunların her yerde baş göstermesi farklı medeniyet paradigmalarını, farklı opsiyonları alternatif bir çözüm olarak gündeme getirmektedir. İşte bu noktada, yeni bir ihya ve inşa hareketine muhtaç olan dünyamızda İslam tek vaz geçilmez çaredir. Bu sorunlara duyarlı Müslümanlar, adaleti ve ahlâkı düstur edinerek, gelecek için stratejik olarak hazırlanarak gelecek tasavvurunu oluşturabilirler.

Arap Baharı’nın kışa dönmesi nedeniyle yaşanan acılar, Arap kamuoyunda toplumsal farkındalığın artmasına ve ciddî arayış ve tartışmaların başlamasına yol açmıştır. Ancak, Müslümanların gelecek tasavvurunun Türkiye’de ve İslam dünyasında henüz cılız ölçekte tartışılmakta olduğunu görüyoruz. Müslümanlar son iki yüz yılda dünya siyasetinde etkisiz bir durumda kaldıkları için maruz kaldıkları ataleti üzerlerinden atmak, yeni bir medeniyet inşa edeceklerine bu imkâna, bu güce, bu potansiyele sahip olduklarına inanmaları gerekiyor.

Canlı kalmak ve dünyayı yeniden inşa etmek için ilke ve değerlere yaslanarak hareket etmek zarureti vardır. İslam, hak ve hakikate tanıklık eden bir dindir. Ümmetin artık, yozlaşmış, çürümüş ve aklı kilitleyen imamet ve saltanat tasallutundan kurtulması gerekiyor. Fitne ve istikrarsızlıklar karşısında geliştirilmiş zaruretler fıkhından, ehveni şer anlayışından kurtulması, yeni zamanların imkânlarına, tarihin yeni ve farklı okumasına geçiş yapması gerekiyor. Kur’an’a ve peygamberin ameli sünnetine dayanan İslami bir çözüm geliştirme fikir ve çabasına yönelmesi, buna uygun bir söylem geliştirmesi gerekiyor.

Müslümanca Konuşmak Yetmiyor, Müslümanca Yaşamak Gerekiyor…

İslam, insana, iman ve salih amel üzere yaşama, insanlık için örnek ve şahit olma hedefini gösterir. İslâm'ın o muhteşem ümmet bilinci, millet sistemi ve de adalet anlayışı ile yüzyıllarca barış, adalet ve kardeşlik iklimine dönüştürdüğü bu toprakların dirilişi, ayağa kalkışı ve tekrar adalet yurdu olmasının yolu, fıtrat, ahlak, hukuk, iman kardeşliği üzerine İslam’a ram olmaktan geçmektedir. Yeni bir gelecek umudunu diri tutacaksak, kavim, mezhep, ulus devlet taassubu gibi cahiliye kirlerinden arınarak, İslam’ın evrensel değerleri ve amaçları üzerinden bir gelecek tasavvuru üzerinde çalışmak gerekiyor. Yitirdiğimiz ümmet olma, kardeşlik, birr ve takva üzere İslami kimliğe yeniden sahip olmaya çalışmalıyız. Allah’ın “salih” kullarının yaşatacağı İslam’ın evrensel değerleri, insanlığı yüceltecek ve dünyayı barışa ve güvenliğe ulaştıracak değerlerdir.  

Bugün içinde yaşadığımız toplumda insanların Kur’an ile bağları zayıflamış veya kopmuş vaziyettedir. İslâm medeniyeti geleneğin ihyası, geleceğin inşası düsturundan hareketle adalet, merhamet, fazilet ve irfan üzerine bina ve inşa edilmelidir. Artık insanoğlunun Allah’ın arzında güvenli ve huzurlu bir hayat yaşayabilmesi için, Allah’ın dinini Allah’a has kılmak kaçınılmaz bir duruma gelmiştir. Bütün peygamberler geldikleri dönemdeki zulüm sistemlerine karşı çıkmışlar ve az sayıda da olsalar mücadeleden asla vaz geçmemişlerdir.  Bu, Habil ve Kabil'den bugüne kadar böyle devam edegelmiştir. Bugün de peygamberlerin yaptığı mücadeleye benzer bir durumla karşı karşıyayız. Yeni bir dirilişi gerçekleştirmek istiyorsak, Kuran'ı rehber edinerek, onun aydınlığına yönelerek batıla, fahşa ve münkereta karşı mücadele etmemiz gerekiyor.

Cahili şirk sistemine karşı mücadele eden sahabe gibi “yürüyen Mushaf” olmak, öncü bir nesil inşa etmek, topluma karşı kullanılan dil ve davet yönteminde 'en güzel şekilde onlarla mücadele et' emrine göre hareket etmeliyiz. Statükoya ayak uydurmak, verili bilgi ile hareket etmek yerine, toplumu inancımıza ve değerlerimize göre şekillendirmek, vahiyle ıslah ve inşa etmeye yönelmek, toplumsal hayata ölçülerimizin benimsenmesini sağlamak ve yeryüzünü ıslah etmeye yönelmek hedefiyle hareket etmeliyiz. Bizler; ‘Nasıl bu hale geldik?’ diye bugün kendimize soruyorsak, yarın da bizden sonrakilerin aynı soruyu sormamaları için bu günü Müslümanca yaşamalıyız. Eğer biz üzerimize düşeni yaparsak, özümüzü tevhidi anlamda değiştirerek Allah’ın yardımına hak kazanabilirsek, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecektir. O zaman da inşallah,  muhteşem gelişmeler yaşanacak, galibiyet ve zafer Müslümanların olacaktır.

Müslümanlar, Allah'a verecekleri hesap bilinci ile yaşamalı ve kendilerini ölmeden önce hesaba çekmelidirler. Madde ve güç esaslı Batılı değerlerin merkeze alındığı arayışlar yerine, Müslümanların kendine özgün, yeni ve kapsamlı arayışlara girmesi gerekiyor. Müslümanlar, uzun bir dönemden beri bilim ve teknoloji alanında belirli bir varlık göstermemekle birlikte,  geçmişte bilim, kültür, felsefe ve sanat alanlarında insanlığa getirdiği değerler göz önüne alındığında, gelecek için umut verici bir imkâna sahip olduğu görülmektedir. Bütün mesele İslam’ın evrensel değerlerini tekrar hayata geçirmek için harekete geçmek meselesidir. Bütün mesele “Bende varım” deme meselesidir.

Gelecek Tasavvurunun Yol Haritası…

Köklü bir değişimi öngören uzun soluklu bir mücadele, her alanda donanımlı kadrolar bulundurmak, vahiy ahlakını ve takvayı kuşanmış geleceğin lider kadrolarını yetiştirmek zorundadır. Bu nedenle önce insana yatırım yapmalı, tevhidi bir davet ve eğitimle Allah yolunda cihada adanmış şahsiyetler inşa edilmelidir. Müslümanların gelecek tasavvurunu ortaya koyan Kuran-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacaktır." (Enbiya, 105) Görüldüğü üzere, ayetin gösterdiği hedefe göre, dünyanın ve insanlığın geleceği 'salih' olma özelliğine sahip insanlar tarafından kurulacaktır.

İslami hayat tasavvurunda, şüphesiz ki, öncelik insanın kendi nefsini vahyin ölçüleriyle ıslah edip Kur’an’la ahlâklanmasındadır. O mükemmel Kitap, ancak mükemmel bir temsilci kadrosuyla sesini ve soluğunu duyurabilir. “Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi, kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur. Onların mükâfatı içine girecekleri Adn cennetleridir.” (Fâtır, 32-33). Vakıa süresinde iman ve amelde, Mukarrebûn” (Allah'a en yakın olanlar) ve “es-Sâbikūne's-sâbikūn” (önde olanlar) diye nitelenen,  olgun ve samimi bir dindarlığa ve şahsiyete sahip, bilgi ve marifette belli bir derinliğe ve niteliğe kavuşmuş adanmış fertlerden oluşan bir birliktelik gerekiyor. Temsil güçlü oldukça tebliğ de güçlü olur, temsil zayıf kaldıkça da tebliğ de zayıf kalır. Kaliteli insanlar ancak kaliteli iş üretebilirler.

Plan ve programları kitleye anlatacak bir taban inşa etmek gerekiyor. Yığınların,  kendi başlarına bir muhalefeti başlatıp yürütmeleri mümkün değildir. Sahih ve net ilkelere dayanan bir kimliğe sahip yetişmiş bir öncü kadrosu bulunmayan bir hareketin ciddi ve sağlıklı bir kalkış gerçekleştirmesi, toplumda dönüşümü gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bir hareketin köklü bir inkılâbı gerçekleştirebilmesi, ancak böyle bir topluluğun kitleleri inanç ve amelde eğitmesi,  dayatılan hayatın pisliğinden arındırması ve suya atılan bir taşın oluşturduğu halkalar misali, halka halka genişlemesi ile mümkün olabilir. Kadronun vazgeçilemez en önemli ve temel şartlarından biri onun “sahih bir kimlik”e sahip olmasıdır.

Ayrıca, Müslümanların güçlü bir örgütlenme ve nitelikli projelerle yaygın bir çalışma içine girmeleri gerekmektedir. Adaleti, ehliyeti ve insanı esas alan bir sistemin inşası için, toplumsal sorunlarla ilgili konularda, uzmanların görev alacağı komisyonlar kurularak, siyasal, kültürel, hukuki ekonomik ve sosyal alanlara ve sorunlara yönelik çözüm projeleri hazırlanmalıdır. Tüm boyutlarıyla düşünülüp tasarımlanmış organizasyonlar başarıyı getirir. Var olan imkânları en etkin bir biçimde bir araya getirerek sonuç alma yetkinliğini organizasyon ortaya koyar.

Tüm toplumsal sorunlarla ilgilenmek, bu sorunlara yol açan adaletsizlikleri, zulümleri, haksızlıkları, yolsuzlukları, sömürüleri ifşa etmek, bir muhalefet bilinci oluşturmak ve hak-hukuk ihlallerine karşı adalet ve özgürlük mücadelesi verilmelidir.

Sistemin kaide, kural ve kurumlarına tabi hükümet olup, çözüm bekleyen kronik sorunların bataklığında boğulmamak ve faturasını da İslam’a kestirmemek için, vahyin ölçüleri ışığında bir toplum inşa etmeye yoğunlaşmak gerekiyor. Kur’an’a sarılmadan, vahyi bir diriliş gerçekleştirmeden, İslami bir toplumsal dönüşüm yaşanmadan, Allah’ın hükümlerine uygun bir yönetim modeli oluşturmadan, küresel soyguncuların sömürü düzenlerini başlarına geçiren bir düzen kurmak mümkün olmayacaktır.

Üzerimizdeki ölü toprağını atarak küllerimizden ayağa kalkmalıyız. Kuran’a sarılarak Müslümanlar olarak kendimizi yeniden oluşturmanın imkânlarını üretmeliyiz. Yeniden kitabımız Kuran'ı müfredat edinmeli, hayatımızı Kuran'la ve Rasulullah'ın örnekliğiyle inşa etmeliyiz. Rabbimizin emri üzerine, yeryüzüne adalet, barış, merhamet gelene kadar, vahye dayalı bir hayat tarzı insanlığı kuşatana kadar, sömürü düzenleri yok olana kadar mücadeleye devam etmeliyiz. Allah yolunda fedakârlıklara katlanarak, bir sabır ve direniş örnekliği ortaya koyarak, Allah’ın vaat ettiği mübarek yardımına, mağfiretine ve rahmetine hak kazanmalıyız. Vesselam…


[1] [1] Şeytana Son Terörde Savaş Nasıl Kazanılır? An End To Evil, Richard Perle, David Frum, Truva Yayınları

[2] İbni Haldun, Mukaddime, Cilt 1, Çev., Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, s 166.

[3] Byung-Chul Han, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, Metis Yayıncılık, s.64

 

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...