(Umran Dergisi)
İhmal, kötü niyet veya iklim değişikliği nedeniyle ormanların cayır cayır yandığı, Türkiye’nin de dahil olduğu savaşların coğrafyamızı altüst ettiği, yıkımın, açlığın, yoksulluğun kurbanı olan mültecilerin akın akın sınırları zorladığı, korona salgınını devam ettiği günümüzde, Türkiye, bir yandan orman yangınları ile boğuşurken diğer yandan sel felaketi ile karşılaştı. Diğer yandan Suriyeli mülteciler konusu, toplumda infial yaratarak birtakım provokasyonlarla kaşınırken bir de Afgan mülteciler krizi gelip gündeme oturdu.
Dünyada Doğal kaynakların yavaş yavaş tükenmesi, yeni kaynak arayışları, var olan kaynakların nasıl paylaşılacağı sebebiyle çıkan askerî, ekonomik ve sosyal çatışmalar çevre sorunlarına daha derin bir farkındalık getiriyor. Yer küreyi hoyratça kullanan kapitalizm, neo-liberalizm dünyayı yaşanılır bir yer olmaktan çıkarmış, insanları mutlu etmekten ziyade, insanlık için bir bataklık haline getirmiştir. Gelecekte yaşanacak büyük gıda krizi, denizlerde canlı hayatın yok oluşu, daha büyük seller, kuraklık, salgın hastalıklar sebebiyle büyük yok oluşa doğru ilerleyen dünyamızda bugün yaşadıklarımız buz dağının görünen kısmıdır.
Tabiata bu kadar müdahale ederseniz yıllar sonra döner sizi vurur. Yaşanan afetler çok kazanma hırsının sebep olduğu beton medeniyetinin sonucudur. Kişisel menfaat sonucu çizilmiş imar rezaletlerine rant uğruna göz yumulması, imar uğruna su yataklarının daraltılması, sel ve heyelan bölgelerine imar ve yapılaşma izni verilmesi, tabiatın katledilmesi sonucudur.
İnsan kaynaklı “küresel ısınma” nedeniyle yüksek şiddette yağmurlar, heyelanlar, orman yangınları, susuzluk, kuraklık devam edecektir. Tabiat ve hayat dengesini bozan iklim değişikliğinin yıkıcı etkisi insanoğlunun sağlıklı yaşamasını giderek zorlaştıracaktır. Ekolojik hasarlar ile yer altı suları çekilecek, tarımsal üretim düşecek, gıdaya erişim daha da zorlaşacaktır. Sağlıklı bir çevre yoksa sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir beslenme, sağlıklı bir sosyal hayat da olmayacaktır. Türkiye Avrupa’nın plastik ve kimyasal çöplerinin bir numaralı ithalatçısı haline getirildi. Yakın zamanda Marmara denizinde yaşanan müsilaj felaketi de denizlerin çöp ve atıklarla bir plastik havuzuna ve fosseptik çukuruna çevrilmesi nedeniyle yaşanmıştır. Çevre tahribatı, inşaat çılgınlığı, betonlaşma, yeşilin yağmalanması, yandaş kayırmalarına baktığımızda, içinde yaşadığımız sistemin bizatihi kendisi sorunlar doğuran bir sistemdir.
Felaket Ortaya Çıkmadan Önlemek Esas Olmalıdır…
Uzmanların ifadesine göre, esas olan yangının ilk 15 dakikada tespit edilmesi, süratle kontrol altına alınıp ilk saat içinde söndürülmesidir. Aksi takdirde yangının kontrol atına alınmasın giderek zorlaşacağı söylenmektedir. Orman yangınları ile mücadele ekiplerinin asıl işi büyümüş yangını değil, henüz yeni filizlenmiş yangını söndürmektir. Devletin, afetlerden sonra değil ondan önce riskli bölgelere gidip, riski azaltma noktasında neler yapılabileceğini tespit etmesi ve ona göre hazırlanması gerekiyor. Risk yönetiminin ihmal edildiği yerlerde kriz yönetimi başarılı olamaz. Etkin bir risk yönetimiyle afetlerin yıkıcı etkilerinin azaltılması mümkün olur. Son yaşadığımız orman yangınları ve sel felaketlerine afet yönetimi açısından baktığımızda, risk azaltma ve hazırlık aşamalarının ihmal edildiğini görüyoruz.
2013-2020 yılları arasında 2500 yangının meydana geldiği bir Türkiye’de, devlet bir adet bile yangın söndürme uçağı almamışsa ve hangi gerekçe ile olursa olsun Türk Hava Kurumu’nun uçaklarını hangarlarda çürümeye terk etmişse orda bir yönetim zaafı var demektir. ‘Koca memleketin o kadar ormanlık alanı var, akıl edip bir yangın uçağı alamamışlar mı?’ diye sorarlar insana. Özel şirketlerden uçak ve helikopter kiralamanın makul ve mantıklı bir izahı varsa topluma anlatılmalıdır.
THK’nın deposunda bekleyen uçakların bakımının yapılması için gereken 4 milyon dolarmış. Yığınla israfın olduğu Türkiye’de devede kulak mesabesinde olan böyle bir harcama neden yapılmadı? Kurumunun basketbol kulübüne ayrılan 40 milyon dolarlık bütçesinden 4 milyon doları kesip uçakların bakımı için kullanılamaz mıydı? İtibardan tasarruf olmaz denilerek 28 lüks aracı 60 milyon dolara almanın makul görüldüğü bir ülkede, 360 milyon dolara makam uçağı alınan bir ülkede, Türkiye’nin iki saatlik faiz ödemesine denk gelen 4 milyon dolar neden bu uçaklardan esirgendi?
Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli "Ormanlarımızı artık İHA ile gözetliyoruz. Bu sayede sahadan alınan görüntüler canlı olarak yangın yönetim merkezi ile paylaşılarak, yangınlara daha etkin ve hızlı müdahale fırsatı oluşacaktır. İHA, 24 saat uçarak gece ve gündüz, 23 bin feette bulunduğu noktadan 3,5 milyon hektarlık orman alanını gözetleyerek, 361 adet yangın gözetleme kulemizin yaptığı görevi yerine getirmektedir." demişti.(17 Haziran 2021). Hadi diyelim THK uçakları bakımsız olduğu için devriye uçuşları yapamadı. Peki, İHA’lar neredeydi?
Aslında Yanan Sistemdi…
Yaşadığımız afetlerde iklim krizinin etkisi olmakla beraber yıkıcılığın insan eliyle daha da arttığını görmemiz gerekiyor. Turizm yağması, marinalara çökme, yeşil alanları parselleyip villalar, oteller kondurma, plansız şehirleşme, ihmal ve vurdumduymazlık, yalan ve talanla elde edilen imkânların kötü kullanılması ile yaşanan kirlenme ve yolsuzluk sistemi toplumun dokularını çürütmeye devam etmektedir.
Yangınlarla milletin canı, evi barkı yanarken yok Bakanlık yetkiliymiş, yok Büyükşehir Belediyeleri yetkiliymiş tartışmaları yapılıyordu. Bu ülkenin her konusunu siyasi malzeme yapmak artık gına getirdi. İktidar ve muhalefetin birbirini karşılıklı suçlaması ile kutuplaşan Türkiye’de yangına körükle gitmek ülkeye hiçbir hayır getirmez. Türkiye, meselelerini kamplara ayrılmadan, toplumdaki öfkeleri çoğaltmadan tartışabilmelidir. Burada özellikle siyasilere büyük görev düşmektedir. Bir çözüm alanı olarak işlev görmesi gereken siyaset bu ülkede bir dost-düşman karşıtlığında yapılmaktadır. Afetlerin toplumda ortak bir hassasiyet duygusu geliştirmesi gerekirken siyasallaştırılması yüzünden toplumda ayrıştırıcı bir husumet dili kullanılmasına vesile edilmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek bir öfke ve nefret diline dönüşmektedir. Hâlbuki felaket anlarında toplumun bütünleşmesi, farlılıkları ortadan kaldırıp işbirliği içerisinde hareket etmesi gerekir. Muhalefet “mal bulmuş mağribî” gibi felâketi fırsata çevirerek ucuz bir faydacılıkla iktidara bir saldırı vesilesi yapmıştır.
Yangınlar sırasında akıl almaz bir bilgi kirliği ve dezenformasyon ile ortaya koymaya çalışılan algı yönetimi, yaşanan çaresizlik, çay paketi atmaları, bakanların beyanatları, bir belediye başkanının “Evi yanmayanlar ‘keşke benim de evim yansaydı’ diyecek” şeklindeki zırvalamaları, halkın devlete olan güvenini sarsmıştır. Aslında sel ve yangın enkazının altında kalan; siyaset enkazıdır, bürokrasi enkazıdır, ihmal ve beceriksizlik enkazıdır. Her şeyden önemlisi bir ahlak enkazı yatmaktadır. Çevreye, canlılara, suya toprağa saygısız, kazanç için doğayı katleden açgözlü bir zihniyet ülkenin sahilleri, su havzaları, ormanları ve su kaynaklarıyla oynayarak, ekolojik dengeleri altüst etmiştir. Dere kenarlarını yapılaşmaya açan, rant hırsıyla dere yataklarına ve heyelan bölgelerine imar izni ve ruhsat veren, HES’lerle derelerin doğal yataklarını değiştiren, selleri önleyecek ormanları tahrip edenler, mazgalları, altgeçitleri, kanalları teknik şartnameye uygun yapmayanlar bugünkü felaketlere zemin hazırlamıştır.
Yurt Dışını Vatanına Tercih Eden Mülteciler…
Nasıl bir ümitsizlik halidir ki yurt dışını vatanlarına tercih ediyorlar? Afganlı ana küçücük çocuğunu duvarın ötesindeki Amerikalı askerin eline teslim ediyor. Doğup büyüdükleri toprakları, sevdiklerini terk edip kendilerini bu hale düşüren zalimlerin topraklarına gitmek için can atıyorlar. Afganistan’dan kaçmaya çalışan yüzbinlerce kişinin yollara düştüğü, oluşan izdihamlarda ezilerek, uçağın iniş kalkış takımları arasında sıkışarak, uçakların kanatları üzerine oturarak düşüp ölenlerin görüntüleri uluslararası toplumun gündemine otururken Müslüman olarak bizim de canımızı yakıyor.
Vicdanını kaybetmiş, acılara duyarsız, güvensizliklerle dolu çarpık uluslararası
sistemde; açlık, kıtlık, iç savaşlar, dikta yönetimler, gelecek için ümitsizlik
hali göç hareketlerinin başat sebepleridir. Egemenlerin strateji oyunlarını
kurbanı bu aç, susuz, çaresiz insanların ellerinden paralarını, eşyalarını, hatta
üzerindeki elbiseleri dahi alıp, öldüresiye dövüp yarı çıplak vaziyette ölüme
terk ediyorlar. Kadınların çocukların içinde bulunduğu botlar batırılmaya
çalışılıyor. Hücumbotları büyük bir süratle yanlarından geçirip, oluşturdukları
dalgalarla botu ala bora etmeye çalışıyor, ellerindeki mızraklarla botları batırmaya
kalkıyorlar. Korkudan titreyerek kıyıda bir kayaya tutunmaya çalışan çocuklara
su verilmesine bile karşı çıkıyorlar. Küfürlerle, hakaretlerle, tehditlerle
karşılıyorlar insanları. İnsanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığına
şahit oluyoruz. Göç eden insanların ülkelerini sömürerek elde ettikleri
zenginliğin küçücük bir parçasını paylaşmaktan ödleri kopuyor.
Birleşmiş Milletler ’in 5 ülkenin kontrolündeki gayri adil yapısı ve yaşanan
katliamlara, zulümlere, despot yönetimlere karşı sessiz kalması artık bu
kuruluşun miadını doldurmuş olduğunu gösteriyor. Siyonizm’in art arda iki dünya
savaşı çıkartarak Yalta Konferansında kurduğu Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile
onun şemsiyesi altında oluşturduğu dünya düzeni artık işlerliğini yitirmiş, bir
mevta haline gelmiş bulunmaktadır. NATO ise barışı korumak yerine işgallere, 15
Temmuz gibi darbeler alet edilen, İslam’ı birinci düşman ilan eden bir kuruluş
olarak Irak, Libya ve Afganistan’daki başarısız olmuş, dünyada kurulu çarpık
düzeni devam ettirmekten başka bir işe yaramayan, ABD güdümünde bir yapılanma
olarak önemini ve güvenirliliğini yitirmiştir. BM’den sonraki en büyük küresel
kuruluş olan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ise İslam Dünyasının
parçalanmışlığı ve İslamofobi karşısında hiçbir şey yapmayan sadece kınama
mesajları yayınlayan, olaylar karşısında kıymeti harbiyesi olmayan tabela bir
kuruluş olarak kalmıştır. Mülteci sorununda küresel bir norm ve politika
belirlenememesi, adil bir çözüm üretilememesi uluslararası sistemin iflas
ettiğini göstermektedir.
Meselenin Altında Yatan Gerçeklere Odaklanmak…
ABD, NATO ve diğer küresel güçlerin Suriye ve Afganistan’daki nihai hedeflerine projektör tutmak gerekmektedir. Dış güçlerin bilinçli bir şekilde Türkiye’ye yönlendirdiği mülteci akını kontrol edilmediği takdirde, yakın bir gelecekte sosyolojik ve demografik problemler doğuracağı ve bunun sonunda Türkiye’nin içini karıştıracak siyasi bir mesele haline gelebileceği göz ardı edilmemelidir. Batı, mülteci dalgaları kendisine ulaşmadan başka yerlerde durdurmak planı uyguluyor. Zor ve provokasyonlara açık bir dönemden geçen Türkiye’nin, kendisine biçilen bu dalgakıran rolüne karşı çıkıp, bu planı bozması gerekiyor. Türkiye’ye yönelik göçe, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) uygulayıcısı küresel güçlerin oyunları ve güvenlik açısından da bakmak gerekiyor. Bu gelenlerin içinde özel yetiştirilmiş kimselerin de olduğu muhakkaktır. Bunların Türkiye içinde ne gibi faaliyetler icra edeceklerini düşünmek gerekiyor.
Göç olgusu, toplumların sosyal, ekonomik, kültürel ve güvenlik yapılarıyla yakın ilişkisi bulunan, önemli etkiye sahip olan bir olaydır. Ülkemizde yaşanan yoğun göçe bağlı olarak, kayıt dışı istihdam, ucuz işgücü, yerli işsiz sayısında artış, çocuk işçiler, sosyal ve ekonomik dışlanma, cinsel istismar gibi bir takım sosyolojik ve ekonomik sorunlar yaşanmaktadır. Suriyelilerin devletten aldığı sosyal yardımlar, dükkânlarının ruhsatsız olduğu ve vergi ödemedikleri yönündeki iddialar, pandemi nedeniyle işsizlikle ve açlıkla boğuşan, işlerinden olmuş, her gün yağan zamlarla hayat ve geçim şartları zorlaşan halkın içindeki yabancı düşmanlığını artırmaktadır.
Dil, kültür ve hayat tarzı farklıkları toplumsal uyumu güçleştirmekte, etnik ve mezhepsel kutuplaşmayı tetikleyebilecek bir zemin oluşmaktadır. Bazı sınır illerinde ve büyükşehirlerin bazı mahallerinde demografik yapı değişmektedir. Mültecilerin hayat şartlarındaki zorluklar ve eğitim imkânından yoksun olmaları sosyal sorunlara uygun zemin hazırlamaktadır. Bir takım lokal asayiş olaylarının daha sonra kitlesel eyleme dönüşme ihtimali vardır. Altındağ ilçesinde Suriyeli gençler ile mahalleli gençler arasında çıkan kavga sonucu yaralanan birinin hayatını kaybetmesinin ardından Suriyelilerin evlerine, işyerlerine, arabalarına, canlarına yönelik saldırıları sosyal medya üzerinden körükleyen 148 kişi yakalandı. Çoğunun yağma, kasten yaralama, uyuşturucu madde bulundurma ve hırsızlık gibi suçlardan kaydı bulunduğu anlaşıldı.
Her şart altında toplumsal dokunun korunması gerekiyor. Yüksek oranlı göç dalgaları, demografik değişimler gerilim doğurur, büyük çalkantılara sebep olur. Bolu Belediye Başkanı’nın apartheid rejimlerini andıran cümleleri, tarih boyunca mazlumlara kucak açan, adaleti ve hakkaniyeti savunan, insan ayırt etmeden misafirperverlik eden bu toplumu yaralamıştır. Tahammülsüz Başkan "Bu misafirlik fazla uzadı, yabancı uyruklular için 10 kat suya ve katı atık ücretine 10 kat zam yapacağız." diye sorumsuz olduğu kadar tehlikeli de olan bir söylem kullanmıştır.
İktidarın da muhalefetin de yabancı düşmanlığını körüklemek yerine uzun vadeli sürdürülebilir entegrasyon politikaları üzerinde çalışmalar yapması gerekmektedir. Türkiye’ye girişlerin daha sıkı kontrol edilmesi gerekmektedir. Sığınmacıların kontrol ve denetimden uzak şekilde istedikleri yerlere gidip yerleşmelerine bir sınır getirilmelidir. Gettolaşmaya, şiddet ve asayişsizlik olaylarının yayılmasına, huzursuzluğun genişlemesine müsaade edilmemelidir.
“Yeni Büyük Oyun”u Görmek…
Orta Asya’nın kalbi olarak nitelendirilen Afganistan, Orta Asya’da bir koridor niteliği taşıdığı ve emperyal emelleri olan ülkelere stratejik avantajlar sağlayacak konumda bir ülke olduğu için tarih boyunca bölgeyi ele geçirmek isteyen büyük güçlerin müdahalelerine maruz kalmıştır. Çin, Türki Cumhuriyetler, Pakistan ve İran arasında bulunan konumuyla İç Asya, sıcak sular, Hint Alt Kıtası ve Ortadoğu’ya çıkış için tek kavşak noktası konumunda bulunmaktadır. İbn Haldun’un “Coğrafya Kaderdir” sözünü doğrularcasına Afganistan, stratejik konumu nedeniyle tarihin farklı dönemlerinde egemen güçlerin odak noktası olan bir ülke olmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya ile İngiltere arasında Orta Asya coğrafyasını kapsayan “Büyük Oyun” diye adlandırılan hegemonya ve güç mücadelesinde; İngiltere, Rusya’nın Hindistan’a, Rusya ise İngiltere’nin Orta Asya’ya nüfuz etmesini engellemeye çalışmıştır. 11 Eylül 2001’den sonra ABD’nin Afganistan’a müdahalesiyle başlayan “Yeni Büyük Oyun” da ise büyük güçler bölgenin petrol, doğal gaz rezervleri ve yeraltı zenginlikleri üzerinde etkili olmaya çalışmaktadır. Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası”ndaki Avrasya senaryosu bir anlamda uygulamaya konmuştur. Afganistan’a hâkim olan, Güney Asya’ya, Ortadoğu, Orta Asya ve Çin-İran eksenine müdahale etme imkânı elde ettiğinden, dünya siyasetinde söz sahibi olmaktadır. Afganistan’da 42 yıldır devam eden iç savaş/kaos halinin temelinde, küresel ve bölgesel rekabet içinde olan güçlerin arasındaki güç dengesinin korunması için ülkenin istikrarsızlığa mahkum edilmesi yatmaktadır.
Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesi, Rusya’nın “Yakın Çevre Doktrini” ve ”Avrasyacılık” yaklaşımı Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” gibi yaklaşımları hem Orta Asya’nın önemini daha da artırmıştır. ABD, Çin ve Rusya Orta Asya’da üstünlük sağlamak, bölgedeki geçiş yollarını ve enerji kanallarını kontrol etmek ve bölgedeki ülkeleri ekonomik, siyasi ve askeri olarak kendilerine bağımlı kılmaya yönelik politika izlemektedirler. Bölgede ve “Asya’nın Anahtarı” olarak anılan Afganistan üzerinde gerçekleşen hareketlilik, “Yeni Büyük Oyun” kapsamında büyük güçlerin Afganistan’ı gelecekte kontrol altında tutma amacına yöneliktir.
Tarih boyunca jeopolitik öneminden dolayı küresel güç olma isteğindeki devletlerin ilgi odağı olan bölgeye, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte büyük güçlerin ilgisi daha da artmıştır. ABD’nin 2001’de Afganistan’ı işgal etmesi sonrasında, bölgede ABD’nin ağırlığını artırmasını önlemek için Rusya, Çin’le ittifak yaparak ABD’yi bölgeden uzaklaştıracak politikalar uygulamaktadır. Tıpkı Ortadoğu gibi Orta Asya’da, bugün dünya üzerinde Batı ve Doğu’nun menfaatlerinin çatıştığı coğrafyalardan biridir.
Afganistan’daki çatışmanın siyasi bir çözüme ulaştırılması gerektiği fikrini savunan Çin, kendisi için önemli bir güvenlik sorunu olarak gördüğü Uygur kökenli mücahidlerin Afganistan’daki kaos ortamından yararlanmasından endişe ettiği için Kabil’deki elçiliğini kapatmamış, Çin’in Afgan halkının istek ve tercihlerine saygı duyduğunu belirtilen açıklama yaparak Taliban ile temaslarını sürdürmüştür. Rusya’nın amacı ise “yeşil kuşak” olarak adlandırılan İslam'ın Komünizm’e karşı kullanılması projesinin yeni bir sürümü ihtimaline karşı tedbir almak, Taliban yönetimi altındaki Afganistan’dan Tacikistan ve Özbekistan başta olmak üzere, eski Sovyet ülkelerine ve oradan da Rusya’ya Orta Asya kökenli radikal militan akışı ihtimalini ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle Elçiliğini kapatmayarak diplomatik ilişkilerine devam etmiştir.
“Yeni Büyük Oyun”’un aktörleri birinin diğerlerinden daha güçlü olmasını
engellemek için dengeleme politikası izlemektedirler. İşte buradaki denge
noktası da heterojen etnik çeşitliliği, sürdüremediği barış ve istikrarsız
yapısıyla Afganistan’dır. ABD, Afganistan’ı bu haliyle terk ederek çıkmakla,
Çin, Pakistan ve Türkiye’nin dolayısıyla Özbekistan’dan Kırgızistan’a, Kazakistan’dan
Türkmenistan’a tüm Orta Asya coğrafyasını karıştırmak ve de Çin ile Rusya’nın
arasını bozmayı hedeflemiştir. Afganistan’ın şaşırtıcı bir şekilde 9 gün içinde
Taliban’a teslim edilmesi, Taliban’ın beklenmedik bir şekilde
"zaferi" kucağında bulması kafaları karıştırmaktadır. ABD devşirmesi
Eşref Gani de bu oyunun bir parçası olabilir mi? 1996-2001 yıllarında Taliban
yönetimini ilk tanıyan ülkelerden biri olan Birleşik Arap Emirliği şimdi ise
Taliban karşıtı Eşref Ganiyi ülkesinde misafir etmektedir. DEAŞ tekrar canlanır
bahanesiyle Suriye’yi terk etmeyen ABD, Taliban’ı bile kâfir ilan DEAŞ’ın
Horasan kolu katliamlar yaparken Afganistan’ı kaçarak terk etmektedir. Biraz
tuhaf değil mi?
Bütün Problemlerin Temelinde Sistemin Bozukluğu Ve Çarpıklığı Yatıyor…
Dünya yeni bir dönemeçten geçiyor. Afganistan'da şahit olduğumuz gelişmeler, bölgeyi ve İslam dünyasını yıllarca etkileyecek dersler ihtiva ediyor. ABD’lilerin demokrasi getirme ve insan haklarına saygı gösteren rejimler kurma bahanesiyle işgal ettikleri toprakları nasıl kan gölüne çevirdiklerini ve kendi çıkarlarını nasıl her şeyin önüne koyduklarını görüyoruz. Afganistan’daki tablo, Gâvura güvenmenin, onun vicdanına sığınmanın nasıl bir kayıp ve felaketle sonuçlanabileceğini gösteren ibret verici bir tablodur.
Çıkarı ve hırsı uğruna vicdanı körelmiş olan küresel egemenler ve onların yerli işbirlikçileri, savaş, işgal, etnik temizlik, tehcir, zulüm, doğa katliamı, adaletsizlik, ayrımcılık gibi insani değerlerle çatışan ne kadar rezillik ve kötülük varsa hepsini icra etmektedirler. Dünyada milyonlarca insan açlık ve susuzlukla boğuşuyor. FAO verilerine göre dünyada 820 milyondan fazla insan açlıkla boğuşurken diğer tarafta 670 milyondan fazla kişi ise obezite ile mücadele ediyor. Her sene yetersiz beslenme ve açlığa bağlı nedenlerle 25.000 kişi hayatını kaybediyor. Dünya Bankası raporunda dünyada çöplüklere atılan yiyeceklerin açlıktan ölen insanların 15 katını besleyecek düzeyde olduğu bilgisine yer veriliyor.
Güçlünün diline göre hükmünü icra eden bozuk dünya düzeninde çark güçlüden yana işlemektedir. Bir avuç kapitalistin, birkaç emperyalist devletin menfaati için şiddet meşrulaştırılmakta, özellikle İslam coğrafyasında terör bir aparat olarak kullanılarak bu köhne düzen devam ettirilmektedir. Kapitalizm, neo-liberalizm insanlar için çözüm olmaktan ziyade, insanlık için bir bataklık olmuş durumdadır. Yaşadığımız korona salgını bile mevcut kapitalist sisteminin sürdürülemez olduğunu bize göstermiştir.
Bir tıkanmışlık hali söz konusudur. Sorun hem insanda hem de sistemdedir. İkisi de birbirini olumsuz yönde beslemektedir. İnsana, hayata ve dünyaya dair yeni bir bakış açısı, yeni bir hayat felsefesine ihtiyaç var. Dünyadaki çarpık düzene, adaletsizliğe, zulme ve paylaşım dengesizliğine dur demek, bunun karşısında adil paylaşımcı, güçlünün haklı olmadığı, zayıfın ezilmediği yeni bir dünya kurmak üzerimize farzdır. Sömürü hortumlarıyla ayakta duran kapitalist sistemin nefesini kesip aynen komünizm gibi tarihin çöplüğüne atmak zamanıdır. Vicdansızlık, haksızlık, adaletsizlik, açgözlülük virüsüne karşı, insanın ve toplumun çürümesini durdurmak, toplumu ayağa kaldırmak için çok daha fazlasına; topyekûn bir “ahlak ayaklanmasına” ihtiyaç vardır.
Öldürülen, ezilen, yok edilmek istenen bir ümmetin mensubuyuz. İnsanlığın duyarsız ve kayıtsız kaldığı bunca zulme artık ümmetin ses vermesi gerekmektedir. Bosna’da, Çeçenistan’da şimdi de Suriye’de Irak’ta, Afganistan’da, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da insanlığın öldüğünü, bütün insani değerlerin katledildiğini gördük.
Küresel zalimliğe karşı durmak, bu çarpık dünya düzenine direnmek, değiştirmek çabasında olmak, mazlumların ve mağdurların sesi olmak gerekiyor. Biz, yeryüzüne hakkı, adaleti hâkim kılmak için daha köklü çözümler üretilmesi gerektiğini ve adil bir dünyanın ancak vicdanları harekete geçirdiğimiz zaman mümkün olduğunu inanıyoruz.