(Umran Dergisi)
Modern insan tabiatı tahrip ederek âdeta delik deşik etti. Fıtrat dışı bir hayata sürüklenen insanoğlunun fıtratını yitirirken tabiatı da bitirme noktasına getirmesi kaçınılmazdı. Hak ve hakikaten uzaklaşan modernite insanla ve tabiatla da bağını kopararak dünyayı yaşanmaz bir hâle getirdi. Gıda ve tarımda bugün içinde bulunduğumuz zorluklar işte bu gayri insani medeniyet anlayışının ürünüdür.
Dünyada etkisi her geçen yıl daha fazla hissedilen iklim krizine bir de bölgesel ekonomik ve siyasi krizler ile küresel salgın şartlarında gündeme gelen yasaklar, kısıtlamalar, korumacılık, kendine yeterlilik gibi hususların da eklenmesiyle tarımsal üretim ve gıda konusu kritik bir mesele hâline gelmiştir. Artık tarımda yeni bir dönem ve yeni bir düzen başlamaktadır. Gıda güvenliği ve egemenliğinin önemi arttığı için tarım potansiyeli ve üretimi yüksek ülkeler yeni tarım düzeninde “zengin ülkeler” diye adlandırılacaktır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile OECD raporlarında; “Önümüzdeki 10 yıl içinde gıda fiyatlarında yüzde 40’a varan artışlar yaşanacak. Buna bağlı olarak dünyada bir gıda krizinin patlak vermesi kaçınılmaz görünüyor. Özellikle 2020 yılından sonra dünya nüfusundaki hızlı artış, hane başına düşen gıda harcamasını yüzde 30 artıracak. Gıda arzındaki sıkıntılar kalıcı problemlere yol açarken tarım ürünlerinin yakıt üretiminde kullanılması gıda krizini derinleştirecek”[1] denilmektedir.
Dünya genelinde kişi başına düşen tarım arazisi ve su başta olmak üzere doğal kaynaklar azalmakta, tarımda gelişme hızı ve verimlilik düzeyi düşmektedir. Buna karşılık, kişi başı günlük gıda tüketimi ve şehirleşme artmaktadır. FAO tarafından hazırlanan çalışmada, dünyada nüfusun 2050’de yüzde 34 artışla 9,1 milyara ulaşacağı ve dünya nüfusunun beslenmesi sorununun tüm ülkelerin ve uluslararası kuruluşların öncelikli politika alanlarından birisi olacağı belirtilmektedir.[2]
Asırlarca tarım toplumu olarak yaşayan insanlığın ekoloji ile bağlantısı gayet insaniydi. Ancak makinelerin, kimyasal gübrelerin, kimyasal zehir olan ilaçların, hormonların, ebter tohumların, GDO’lu tohumların tarımsal üretime girmesi ile insanlık tarımsal hafızasını kaybetti. Tek hedef birim alandan en fazla ürünü elde etmek olunca ekolojik ilkeler yok sayıldı. Sanayi atıkları ile toprak ve su kirletildi. Suni gübrelerle, genetik oynamalarla gıdaların dengesi bozuldu. Sera gazlarının etkisiyle iklimler değişti.
Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliği birbirinden ayrıldı. Hayvanlar dar alana sıkıştırılarak otlaklara, çayırlara, meralara salınmadan hormonlarla büyütülmeye çalışıldı. Sonuçta biyolojik çeşitlilik azaldığı gibi toplumun beslenme ihtiyaçlarını sağlıklı bir şekilde ekolojik yollarla karşılama imkânı da ortadan kalktı. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) verilerine göre, geçen yüz yılda, mahsul çeşitlerinin yüzde 90’ından fazlası yok oldu ve bugün sadece dokuz bitki türü toplam mahsul üretiminin yüzde 66’sını oluşturuyor - diyabet, obezite ve yetersiz beslenme gibi yaygın sağlık risklerine sebep oluyor.[3]
Dünyayı Kıskandıracak Bir Coğrafya Üzerinde Yaşıyoruz Ama…
Üç kıta arasında doğal bir köprü olan Türkiye, bereketli topraklar üzerinde su ve güneşin buluştuğu, coğrafi ve iklim çeşitliliği nadir bulunan, biyo-çeşitlilik açısından dünyada benzerine az rastlanan tarım potansiyeli yüksek zengin bir coğrafya. Türkiye, familya, cins ve tür sayısı bakımından zengin bir bitki örtüsüne ve dünyanın en zengin endemik türlerine sahip bir ülkedir. Âdeta bir gen bankası üzerinde yaşıyoruz. Dünyadaki 8 gen bankasından 3’ü Türkiye’de bulunmaktadır. Ülkemizde 11 bin 707 bitki türü bulunmaktadır. Bunların 3 bin 649’u, yani % 35’i endemiktir.[4] Yani sadece bizim ülkemizde yetişmektedir. 40 civarında ülke barındıran Avrupa’nın endemik bitki türü sayısı ise sadece 2 bin 742 civarındadır.
Dört tarafı verimli tarım alanlarıyla kuşatılmış, tabii zenginlik, tabiat güzelliği, genç nüfus, coğrafi konum itibarıyla dünyanın en şanslı ülkelerinden biri olan ülkemizin nasıl bu hâle geldiğini, bunca zenginliğe rağmen dışarıya neden avuç açtığını, niçin tarım ürünleri ithal etmek zorunda kaldığını anlamakta insan zorlanıyor. 2000’li yıllarda dolar bolluğunun sıcak paraya dönüşmesi üzerinden olumlu bir konjonktür yakalayan Türkiye, 2003’ten 2013 yılına kadar düşük kurun dayanılmaz hafifliğini yaşadı. Bu dönemde düşük kur ile ülkeyi sanayide olduğu gibi tarımda da üretimden vazgeçirip ithalatçı yaptılar.
Bir zamanlar “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” konumunda olan, dahası kendinden on kat fazlasını doyuracak kadar toprağa sahip, iklim/bitki çeşitliliği, su kaynaklarında kendine yeterli olma potansiyeli taşıyan Türkiye gibi bir tarım cennetinde kabul edilemez bir tablo ile karşı karşıyayız. 15-20 yıl öncesine kadar tarımda kendi kendine yeten eşsiz bir konumdaki ülkemiz, tarım ürünlerinde dışa bağımlı, varlık içinde yokluk çeken bir konuma düştü. Vaktiyle ülke buğdayını, mercimeğini, nohudunu, pirincini, tütününü kendisi üretirdi. Bugün, çöken tarım politikalarının kurbanı olarak hayli sıkıntılı günler yaşayan Türkiye, şimdi sebzeden meyveye, buğdaydan arpaya, pamuktan pirince, tohumdan yeme kadar yüzlerce kalem ürünü ithal ederek ihtiyacını karşılıyor. Bir yandan ülke ekonomisini sarsan, diğer yandan da üretimi ve istihdamı darbeleyen politikalar üretimdeki çöküşle birlikte tarım alanlarını vururken, tarlalardan çekilen köylüler, işsizlikten kent merkezlerine yığılıyor, metropollere göç ederek sosyal sıkıntıları da büyütüyor.
Her geçen gün pahalılaşan girdi ve enerji fiyatları karşısında giderek daha zor şartlarda üretim yapmak zorunda kalan üreticiler ürünlerine verilen fiyattan ve kazançlarının düşüklüğünden yakınırken, tüketiciler de fahiş fiyatlardan şikâyet ediyor. Yüksek girdi maliyetleri üretimi zorlaştırıyor, pazarlama sıkıntısı üreticinin belini büküyor, mazot, yem, gübre, ilaç fiyatlarında durmayan zamlar milyonlarca köylüyü çaresiz bırakıyor. Milyonlarca dekar tarım alanı atıl durumda, tarımda kullanılan makinalar depolara terkedilmiş, tarımsal ürünleri işleyen fabrikalar çalışamaz hâlde, üretim için direnen köylüler elektrik paralarını ödeyemiyor, traktörüne mazot alamıyor.
Türkiye’de yüz binlerce çiftçi borç batağında direniyor. Bankalara kredi borçlarını ödeyemiyor, tarlalar ve makineler icrayla satılıyor. Daha vahimi de Harran ve Çukurova’nın bereketli topraklarını beton yığını inşaatlar kaplamış. GAP bölgesinde daha 10 yıl öncesine kadar fıstık, zeytin, nar ağaçlarıyla dolu on binlerce dekar verimli tarım arazisinde, güzelim narenciye bahçelerinde şimdi beton blokları yükseliyor. Rant ve faiz ekonomisinin açgözlüleri lehine, verimli tarım alanlarımızı, zeytinliklerimizi, meralarımızı, kayısı ile fındık gibi dikili arazilerimizi maden, enerji, turizm, imarına kurban ediyor, tarım dışına çıkarıyoruz. Bunda tarımı kent rantlarına feda eden yerel yönetimlerin gafleti, verimli ovaları beton kentleşmeye teslim eden anlayışları rol oynadı. Bir yandan çevreyi katlederken bir yandan da tarımı baltalamaya devam ettiler.
Türkiye, tarımda ne yapacağını bilmeyen bir ülke görünümü vermektedir. Gıda sektöründe kayıt dışılık, denetimsiz merdiven altı üretim, haksız rekabet, standartların düşüklüğü plansız üretim ve tartıda hile, ambalaj üzerinde yanlış beyan gibi temel sorunlar mevcut. Son derece zengin bitki türlerine sahip ülkemizde kendimize yeterlilik potansiyelimiz vardır. Esas mesele plansızlık, dağınıklık, öngörüsüzlük ve işlerin liyakat esasına göre yürütülmemesidir.
Tohum Gelecektir…
Günümüzde tohum sektörü, günden güne artan dünya nüfusunun gıda güvenliğinin sağlanması açısından tartışılmaz ve vazgeçilmez stratejik önemi haiz bir meseleye dönüşmüştür. Tohum, artan dünya nüfusunun besin ihtiyacının karşılanması için gereken verim ve kalitede bitkisel üretimin temel girdilerden ve gıda zincirinin önemli halkalarından biridir. Bundan dolayı, ticari olmaktan daha da öte stratejik bir önem kazanmıştır.[5]
Son yıllarda tohumculukta bir hayli ilerleme kaydeden Türkiye, yıldan yıla artan üretim miktarıyla geçen 10 yılda üretim miktarını yüzde yüzden fazla artırmıştır. Sebze tohumluğu hariç diğer çeşitlerde kendine yeten, dünyaya satan bir ülke konumuna gelmeye başlamıştır. Ancak ülkemizde tohum pazarının büyük oranda yabancı şirketlerin kontrolüne geçmesi bir nakısadır. Dünyada gen merkezi konumunda olan Türkiye’nin, özellikle tohumda yabancı tekellerin insafına terk edilmiş olması, kabul edilebilir bir durum değildir. Tohumculuk sektöründe yer alan firmalara sayısal olarak baktığımızda; sektörün % 93’ü yerli, % 3’ü Türk-yabancı ortaklı ve % 4’ü yabancı sermayelidir. Yerli sayısı fazla gözükse de önemli olan az sayıdaki yabancı ve yabancı ortaklı şirketlerin toplam pazardan aldıkları paydır. Mesela, yabancı şirketlerin mısır, şeker pancarı ve ayçiçeği tohumunda pazar payları yüzde 90’a ulaşmaktadır.
2021 yılı itibarıyla Türkiye’nin tohum ihracatı 185 milyon dolar, tohum ithalatı ise 208 milyon dolardır. Tohumda 23 milyon dolarlık bir dış ticaret açığımız vardır ama tohum dış ticaretinde ihracatın ithalatı karşılama oranı 10 yılda yüzde 54’ten yüzde 89 çıkması sevindirici bir durumdur. Açığımız büyük ölçüde sebze tohumundaki eksikliğimizden kaynaklanmaktadır.
Yıllar İtibarıyla Tohum İhracat ve
İthalatına Dair Bazı Değerler (milyon dolar)[6]
Sertifikalı tohumun verimli, temiz, hastalıktan ari ve kaliteli üretim için gerekli olduğu malum. Ancak ata tohumunun önemini göz ardı etmemek gerekiyor. Çünkü bütün tohumların üretimi ana baba tohumlardan geliyor. 2018 yılından itibaren sertifikalı tohum kullanmayan çiftçiye hiçbir tarımsal desteğin verilmemesi yeniden gözden geçirilmesi gereken bir konudur. Çok uluslu şirketlerin laboratuvar ortamlarında geliştirdikleri tohumlar güven vermiyor.
Endüstriyel tarımla üretilen ve ithal edilen gıdanın nasıl üretildiğini bilmiyoruz. İnsanlar tükettiği gıdanın faydalı mı zararlı mı konusunda endişe duyuyor ve korkarak tüketiyor. Bitkisel ve hayvansal üretimin birlikte yapıldığı tarımı yerel tohumla kendi doğal döngüsüne dönüştürmek gerekiyor. Yerli tohumları yasaklamak, kendi yerel tohumlarıyla ekim yapan çiftçiyi destekten mahrum bırakmak tarımsal yapımızın şirketlerin eline geçmesine sebep olmakta bu ise gelecek için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.
Hayvancılık Alarm Veriyor... Halk Et Yiyemez Hâle Geldi…
Geçmişte bölgenin en büyük hayvan üretim potansiyeline sahip olan, hayvancılıkta hem kendine yeten hem de komşu ülkelere canlı hayvan ve et ihraç eden Türkiye, uygulanan yanlış politikalar nedeniyle bugün kaçak hayvan cenneti hâline gelmiştir. Ne yazık ki hem ithalatçı olduk hem de dünyanın en pahalı kırmızı etinin satıldığı bir ülke durumundayız. Şunu unutmayalım ki bu ülkede yetiştirilmediği sürece daha ucuza gıda yemek mümkün değildir.
Kırmızı et fiyatlarını düşürmek için 2010’dan bu yana yapılan canlı hayvan ve et ithalatına 10 milyar dolar harcanmış ama et fiyatları düşmemiştir. Yüzlerce, binlerce besici, çiftçi hayvancılıktan çekilmiş, hayvancılık çökmüş, halk et yiyemez hâle gelmiştir. Devletin görevi; hayvan üretiminin artırılmasını sağlayacak tedbirleri almak, yerli hayvancılığı desteklemek ve üretim artışıyla et fiyatlarında istikrar sağlamak olmalıdır. Hayvan eti ithal ederek yerli üreticiyi küstürmek olmamalıdır.
Hayvancılığın gelişememesinin nedenleri arasında; verim düşüklüğü, beslenme, yem, mera ve organizasyondaki hatalar, hayvancılık düzenlemelerinin politik tercihlere bağlı olarak sık sık değişmesi, hayvancılık piyasasının oluşması için uygun bir ortamın sağlanmaması, yurt dışından canlı hayvan ve hayvansal ürünler ithal edilmesi yer almaktadır. TÜİK verilerine göre Haziran 2021 itibarıyla Türkiye’de büyükbaş hayvan sayısı 18 milyon 318 bin, küçükbaş hayvan sayısı 57 milyon 417 bin baş oldu baş oldu. Ancak konu ile alakalı akademik makalelere ve sektörel kuruluşların açıklamalarına baktığımızda hayvan sayısı rakamlarında rivayetin muhtelif olduğunu görüyoruz. Türkiye’de yıllardır hayvan sayımı yapılmadığı, açıklanan sayının il ve ilçe tarım müdürlüklerinden gelen masa üstü bilgilerle derlendiği anlaşılmaktadır. Gerçek şu ki, ülkemizde nüfus artışıyla orantılı bir hayvan artışı yoktur.
Türkiye’nin mera alanları her geçen yıl daralmaktadır. Ülkenin çayır ve mera varlığı 1940 yılında 44,2 milyon hektar iken 20 yıl sonra 1960’ta 28,7 milyon hektara 2014’te 14,6 milyon hektara gerilemiştir. 80 yıl önceki seviyenin üçte birine 50 yıl evvelki seviyenin yarısına gerilemiştir. Hayvancılığın önemsendiği ve geliştiği ülkelerde mera alanlarına büyük önem verilmekte, hem çok iyi korunmakta hem de çok verimli kullanılmaktadır. Bizde ise hayvancılığa gereken önem verilmediği için kolayca elden çıkarılıyor. Meralar ve otlaklara gözümüz gibi bakmamız gerekirken canını okumuşuz. Türkiye’de özellikle son yıllarda, mera denildiğinde yağmalanacak ve rant elde edilecek yer akla gelir. 6 Aralık 2012’de çıkarılan Büyükşehir Kanunu ile kır-kent ayrımı ortadan kaldırılmış, mera alanlarının amaç dışı kullanılması ve rant yatırımlarına açılması sağlanmıştır. Köy tüzel kişiliklerine ait mera ve taşınmazlar belediyelere veya devletin diğer kurumlarına devredildi. Bazıları özelleştirilip satılma yoluna gidildi. Kamu kurumları, yerel yönetimler ve özel sektör yeni bir yatırım yapacağı zaman gözünü bu hazine alanlarına dikmektedir. Ot biten yerde turistik tesis, sanayi tesisi veya alışveriş merkezi, toplu konut projelerinin yapılması daha kârlı bir iş olarak görülüyor. Hâlbuki ot yoksa hayvan yoktur, hayvan yoksa et yoktur. Halk tabiriyle “et işi, ot işidir”. Ayrıca süt fiyatları nerdeyse sudan ucuz. Üreticinin sütü para etmezse, inek ve dana olmaz. Dana olmazsa et olmaz. Süt para etmediği zaman inekler kesime gitti. İnekler kesilince dana gelmedi. Dana olmayınca piyasa daralmaya başladı.
Dışarıdan uyum sorunu olan, hastalıklı hayvanlar ithal etmek yerine, yerli genetik hayvan kaynaklarının korunması ve yerli ırkları ıslah çalışmalarına ağırlık verilmelidir. Bu ülkenin toprağına, suyuna, iklimine uyum sağlamış yerli ırklar korunmalı, bölgelerin şartları göz önüne alınarak, hangi tip yetiştiricilik yapılması gerektiğine karar verilmelidir.
Türkiye coğrafyası küçükbaş hayvana elverişli olmasına rağmen zorlama bir çabayla büyükbaş hayvancılığı büyütmeye çalışmakta, koyunculuğa verilmesi gereken destek sığırcılığa verilmektedir. Sığırdan süt ve et alabilmek için önüne yem koymak gerekiyor. Hayvancılık maliyetinin % 70’i yemdir ve Türkiye’nin 15 milyon ton kaba yem, 5 milyon ton da fabrika yemi açığı bulunmaktadır. Küresel salgın, kuraklık ve Rusya - Ukrayna savaşının ardından özellikle buğday ile ayçiçeği yağında yaşanan fiyat artışlarıyla ortaya çıkan yem sıkıntısı et ve sütte tehlike çanları çalmasına sebep olmştur. Sadece buğday ve ayçiçeğinde değil, mısır ve arpada da kendimize yeterli değiliz. Kepek dahi yem bitkilerinde dışa bağımlıyız.
Bizim coğrafyanın bitki örtüsüne uyum sağlamış, karnını merada doyuran koyun ön plana çıkarılmalıdır. Sadece elverişli alanlarda yapılan büyükbaş hayvancılığa teşvik verilmelidir. İşletmelere sağlanan kredilerle ve verilen teşviklerde yem sorununun çözülüp çözülmediği dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde tüm destek unsurları heba olmaktadır. Bedava yem kaynağı meralar ve yaylalar firmalara kiraya vermek yerine küçükbaş hayvancılığa ve süt sığırcılığına tahsis edilmelidir. Bundan önceki Tarım Bakanı Ekrem Pakdemirli’nin “Paramız var ki ithal ediyoruz!” anlayışına terk edilen yem hammaddelerinin yurt içinde üretilmesi gerekmektedir. Yeni Tarım Bakanımız Vahit Kirişçi’nin "Paramız olsa bile istediğimizi alamıyoruz" sözleri ithalata dayalı tarım politikalarının iflasının itirafıdır. Türkiye’de zaten kıt olan dövizin ota samana harcanması yazıktır, günahtır.
Diğer taraftan, artan fiyat nedeniyle vatandaş sofrasına et koyamazken içerideki fiyattan daha ucuza Katar’a, İran’a, Irak’a et ihracatı akla ziyan bir durumdur. Alım gücü iyice düşen insanımızın ucuz ve sağlıklı gıdaya erişiminin kolaylaştırılması gerekirken ucuza et ihraç edip pahalıya et ithal etmek anlaşılabilir değildir.
Tarım Ürünleri İthalatı
Üreticilerin yeterli kazanç sağlayamamaları nedeniyle üretimden çekilmeleri sonucu hasatta görülen düşüşler arzda bir açık meydana getirmekte, bunun sonucu tarım ürünlerinin fiyatları artmakta, oluşan açık ve fiyat artışları ithalat yoluyla giderilmeye çalışılmaktadır. Tarlalar boş dururken, TMO’ya patates soğan dâhil ithalat yetkisi veriliyor. Enflasyonu düşük göstermek adına, yurt dışından ucuza ithal etmek tarımı bitirmek demektir. Tarım biterse hayat da biter. Can alıcı soru şudur: “İhtiyacımız olan ürünü biz neden ekemiyoruz?” Bunun cevabını aramak yerine günü kurtarmak adına kolay ithal yoluna başvurmak ülkenin zaten kıt dövizini harcamak ortada bir sorunun var olduğunu göstermektedir. Bu ödemelerle başka ülkelerin çiftçisini ihya ediyoruz.
Üstelik hasat zamanlarında çiftçilerin ürün fiyatlarını baskılayan ithalat yapılması nedeniyle ürünler değerini bulamamakta çiftçi mağdur edilmekte, yaşanan yıkımın sonuçları gelecek nesillerin hayatı açısından tehlike işaretleri vermektedir. Tarımda ithalat politikasının kimi ürünlerdeki fiyat artışı ve enflasyonu düşürmek için uygulanmakta ancak bu uzun vadede ters bir etkiye sebep olmaktadır. Devletin ithalatı değil, üretimi özendirmesi gerekiyor. Son yirmi yılda tarıma verilen tüm destek 156 milyar TL iken, tarım ve gıda ithalatına verilen para bunun on katı olan1,5 trilyon TL’dir. Bu politikadan vazgeçilmediği sürece gıda ürünlerinde yüksek fiyatlar devam edecektir. İthalatta gümrük vergilerinin azaltılması ya da sıfırlanması, tarladaki ürünlerin fiyatını düşürüyor. İthalatta vergi sıfırlandı dendiği an yerli üreticinin fiyatı hemen düşüyor, ürününü satmaya çalışan çiftçi fiyatta diretemiyor.
İthal ürünle rekabet edemeyen çiftçiler, ekip biçmekten çekilmektedir. Tedbir alınmadığı takdirde, son yıllarda hızla azalarak yüzde yediye kadar düşen tarımsal nüfus daha da azalacak, ülkede tarım ürünleri açığı daha da büyüyecektir. Ülkemizde üretilebilecek ürünlerin ithalatını kolaylaştıran politikalar yüzünden, maalesef pazardaki meyve sebze fiyatları artıyor ve mutfaktaki gerçek enflasyonun yükselmesine yol açıyor.
Yağlı tohum ve türevleri, buğday, soya ve küspesi, pamuk, ayçiçeği tohumu, yağları ve küspesi, pirinç, mısır, mercimek, arpa, nohut, kepek, saman, bezelye gibi ürünleri ithal eden Türkiye’nin bizim tahminlerimize göre dışarıya 200 milyar doların üzerinde para ödediğidir. Dünya buğday üretiminde 11’inci sıradaki Türkiye, son 18 yılda 56 milyon ton buğday ithal etmiş. Sadece 2021 yılının ilk dört ayında yaklaşık 3 milyon ton buğday ithalatı yapıldığı bildiriliyor. Olayları objektif değerlendirmekten ziyade siyasi tercihlerine göre değerlendiren arkadaşlar “Efendim buğday ithal ediyoruz ama büyük miktarda da un ve makarna ihraç ediyoruz.” tarzında ithalat faciasına gerekçe üretmeye çalışıyorlar. Bu buğdayın tamamını neden ülkemizde üreterek çiftçimizi ihya etmiyoruz. Bir örnek verelim; 2020 yılında Türkiye 9,7 milyon ton buğday ithalatına 2,3 milyar dolar ödemiş. Hâlbuki çiftçinin ekmekten vazgeçtiği 2,7 milyon hektarlık buğday arazisinde ekim olsa ithalata gerek kalmayacaktı. Hem dışarıya döviz gitmeyecek hem de çiftçimizin köylümüzün karnı doyacaktı.
18 yıllık (2002-2018) tarım ve ormancılık dış ticaret verilerini incelediğimizde dikkat çeken nokta da grafikte de görüldüğü gibi tarımsal ithalatın artan bir trendinin olduğudur. Her yıl tarımsal ithalatın, ihracatın üstünde gerçekleştiği görülmektedir. Tarım alanında ihracatın ithalatı karşılama oranı 1980’de yüzde 531 iken giderek düşerek 2000’li yıllarda yüzde 100’ün altına indiğini dolayısıyla tarımsal ürün ithal eden ülke konumuna gelindiğini görüyoruz.
780 bin km² yüzölçümlü Türkiye, tarımsal hammadde dış ticaretinde net ithalatçı konumundadır. Buna karşılık 547 bin km² yüzölçümlü Fransa, 506 bin km² yüzölçümlü İspanya, 41 bin km² yüzölçümlü Hollanda net ihracatçı durumundadırlar. Bizim ihracat gelirlerimiz onlarınkinden düşüktür. Tarımsal arazi hacmi bakımından, dünyada ilk on ülke arasındayız ama tarımsal verimliliğimiz ve oluşturulan katma değer bakımından arzu edilen yerde değiliz. Türkiye’de tarım katma değerinin millî gelire oranının 1990’lı yılların ortalarında % 16-17’ler düzeyinde olduğu, ancak zamanla yıldan yıla gerileyerek 2018 yılı itibarıyla % 5,5 seviyelerine düştüğü görülmektedir. Böylesi içler acısı tarımsal verimlilik ülkemizin kendi kendine yeter bir ülke olma niteliğini ortadan kaldırmış durumdadır.
Türkiye, giderek boşalan köyler ve tarımdan uzaklaşan çiftçiler yüzünden birkaç yıl içerisinde ithalatla bile çözülemeyecek bir gıda kriziyle karşı karşıya kalacaktır. Ülkemiz açısından kabul edilemez bu tablonun ortaya çıkmasında, yıkıcı özelleştirme uygulamalarının da büyük rolü vardır.
Özelleştirmenin Yıkıcı Etkisi…
Geriye dönüp bakıldığında 1980 sonrası Türk tarımı açısından bir dönüm noktasıdır. Bugün yaşadıklarımızın temel sebebi 24 Ocak 1980 tarihinden itibaren uygulanan neoliberal ekonomi kararlarıyla tarımın rant mekanizmalarının insafına terk edilmesidir. Tarım ve gıda gibi, ülke ekonomisi, halk sağlığı ve millî güvenlikle yakından ilgili stratejik bir alanda Batılı ülkelerin “korumacı” tedbirleri tüm katılığıyla sürerken, bizde “korumacı” anlayış terk edilmiş yerini “piyasacı” anlayış almıştır. Bu kararlar, kendine yeterli tarım kesiminin gelirinin azalmasına, girdi fiyatlarının yükselmesine, tüketicilerin daha yüksek fiyatlarla ürünlere ulaşmasına yol açtı. Devlet tarımdan çekildi, tarım şirketleştirilmeye, kırsal alan boşalmaya başladı.1980’in ortalarından itibaren piyasayı düzenleyen ve çiftçinin ürününü değerlendiren tarımsal KİT’ler özelleştirildi. IMF talimatlarıyla üretici kooperatifleri güçsüzleştirildi, tarımsal destekler azaltıldı, küçük üreticiler korumasız bırakıldı, tarımsal girdilerde ve ürünlerde dışarıya bağımlılık arttı. 1980 sonrası politikalar nedeniyle tarım sektörünün GSYH içinde payı hayli düşmüştür. Tarım sektörünün GSYH içindeki payı 1970’li yıllarda % 36,0 iken 1980 yılında % 25 - 1990 yılında % 16 - 2000 yılında % 13,5 - 2010 yılında % 12,6 - 2020 yılında % 6,7 - 2021 yılında ise 5,6 seviyesine düşmüştür.[7]
Özelleştirme ile birlikte tarımsal ürünleri işleyen fabrika alanlarına plazalar dikildi, yüz binlerce kişiye iş imkânı veren tesisler hurdaya satıldı. TEKEL zarar ediliyor denilerek satıldı. Et Balık Kurumu (EBK), Süt Endüstrisi Kurumu(SEK), Yem Sanayi(YEMSAN) gibi kuruluşların özelleştirme ile kapısına kilit vuruldu. Sonuçta Türkiye üreticisi ürettiğini değerinin çok altında satmaya mecbur edilirken ülkemiz en basit gıda ürünlerine bile muhtaç hâle getirildi. 2001 yılında çıkarılan tütün yasası ile tütün ve tütüncülüğümüz küresel tütün kartellerinin kontrolüne geçti. Devlet tekeli yerine British American Tobacco gibi tekeller oluştu. YEMSAN’ın özelleştirilmesi sonrasında dışarıdan ithal edilen yem hammaddesinden üretilen yemler çok yüksek fiyatlarla üreticiye satılmıştır. Türkiye Gübre Sanayi, İstanbul Gübre Sanayi ve Türkiye Zirai Donatım Kurumu gibi düzenleyici kuruluşların özelleştirmeleri sonucunda gübre hammaddesi ithalatında tekelleşme oluşmuş, gübre üreticiyi sömürme aracına dönüşmüştür.
TEKEL’in elindeki 6 sigara fabrikası satılmış, unun sonucu, yerli tütün üretimi ve üreticisi çökmüştür. EBK’nin 35 tesisinden 18’i satılmış, 5’i bedelsiz devredilmiş, 3’ü tümüyle kapatılmıştır. Kırmızı et üretimi gerilemiş, et fiyatlarının yükselmesi nedeniyle ithalata başvurulması besiciliği darbe vurmuş, et fiyatları almış başını gitmiştir. Yaşanan acı süreç üzerine EBK 2005 yılında özelleştirme kapsamından çıkarılmış ve adı Et ve Süt Kurumu (ESK) olarak değiştirilmiştir. Hâlen 11 kombina ile çalışmaya devam etmektedir. Ancak ESK’nin asıl amacının yerli üretimi destekleme ve geliştirme olması gerekirken, daha çok ithalatın organize edildiği ve rantın paylaştırıldığı bir yer hâline gelmesi düşündürücüdür. Sürekli artan ithalata rağmen et fiyatları düşürülememektedir.
TÜRKŞEKER bünyesindeki 25 şeker fabrikasının 10’u 2018 yılında özelleştirildi. Zarar eden fabrikalar yerine kâr eden fabrikaların özelleştirildiği iddiası ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Dahası mevcut şeker krizinin sebebi piyasada şeker fiyatlarında karşılaşılan ikili bir yapıdır. Talebin daha ucuza şeker satan TÜRKŞEKER fabrikalarına yoğunlaşmasıyla ve bu talebi karşılayamaması nedeniyle krizin oluştuğu değerlendiriliyor. Yüzde 70’i yabancı sermayeli Cargill ve ortaklıklarına ait bulunan NBŞ(Glikoz Şekeri) fabrikalarının kotalarının artırılması, şeker fabrikalarının kotalarının azalmasına ve dolayısıyla pancar üretiminin düşmesine yol açmakta, pancar üreticisi mağdur olmaktadır.
Verimli ve kaliteli bir tarımsal üretim için, damızlık hayvan, fide, fidan, tohum gibi üretim materyallerinin üretilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu amaca yönelik işleri gören Tarım İşletmelerinin birçoğu satılmış, kiralanmış iş göremez hâle getirilmiştir. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin sınai işletmeleri kapatılmış tarımsal sanayinin gelişmesi önlenmiştir. Özelleştirmenin toplum tarafından kabul görmesi için tarımsal KİT’ler ve üretici birlikleri özel bankalara yüksek faizlerle borçlandırılmış, daha sonra faiz ödemeleri zarar gösterilerek “kara delik” edebiyatı yapılmıştır.
Sözleşmeli Üretim Meselesi…
Yıldan yıla artan bir biçimde, çeşitli kurumlar tarafından teşvik edilen alım garantili “sözleşmeli bitkisel ve hayvansal üretim” yöntemi uygulaması kısmi bir üretim planlaması olarak öne çıkıyor. Sözleşmeli tarım, tarım-gıda endüstrisi firmaları veya perakende satış yapan süpermarketler ile üreticiler arasında ürünün ekimi, dikimi hasadını kapsayan üreticinin ürünü teslim edeceğini taahhüt ettiği ve firmaların da ürünü satın alacağını kabul ettiği bir tarımsal üretim şeklidir. Çiftçilerin girdi ve nakit finansman ihtiyacını şirketlerin karşıladığı ve alım garantisi veren bu model, aynı zamanda üretimde nöbetleşme (rotasyon) sisteminin uygulanmasına imkân verdiği için olumlu bir yöntem şeklinde değerlendirilmektedir.
Ancak bu üretim tarzında şirketlerin aşırı kâr hırsı geleceğe dönük problemlerin başlamasına, uzun vadede çiftçinin üretimden uzaklaşmasına yol açmıştır. Çünkü bu yöntem üreticinin üzerinde ciddi bir fiyat baskısı oluşturmaktadır. Şirketler, “Sadece şu fiyattan alırım.” diyerek bir fiyat dikte ediyor ve çiftçideki ürünün fiyatı düşük tutulmaya çalışılıyor. Böylece sözleşme yapan çiftçi, hem sözleşme yaptığı firmaya mahkûm olmakta, hem de diğer çiftçilerin fiyatının belirlenmesine sebep olmaktadır. Genelde firmaların üreticilerle yaptığı sözleşmelerde önceden fiyat belirtilmemekte, fiyatlar daha sonra piyasa şartlarına göre firmalar tarafından belirlenmekte, dikte edilen fiyatlar üreticilerin zarar etmesine sebep olmaktadır.
Sözleşmeli tarım modelinde şirketler ihtiyaç duyduğu tarımsal ürüne istediği miktar ve kalitede daha düşük maliyetle ulaşabiliyorken, tarımsal üretime ait emek maliyeti ve birçok risk ise (sel, kuraklık, don, tarım zararlıları vb.) üreticiye devredilmektedir. Küçük üreticiler açısından bu eşitsiz bağımlılığın artması onları kendi topraklarında maraba konumuna düşürmekte, firmaların işçisi konumuna indirgemekte, bir nevi mülksüz kılmaktadır. 3. Tarım Orman Şûrası Sonuç Bildirgesinde; “Bu sistem çiftçileri soyuyor. Şirketlerin hegemonyasını yaratıyor ve endüstriyel tarımı derinleştiriyor. Her zaman şirket üstte oluyor. İstediği durumu dayatıyor. Anlaşmalara şirket uymuyor. Çiftçi uymadığında gücünü kullanarak ona boyun eğdiriyor.” denilmektedir.[8]
Üreticilerin karşılaştığı olumsuzlukların başında sözleşmelerin yapıldığı tarihler gelmektedir. Üreticiler ilkbaharda ekecekleri ürün için tarlasını bir önceki yılın sonbaharında hazırlamaya başlıyor. Sözleşmedeki ürün için hazırladığı tarlaya başka bir şey ekemiyor. Firmalar ise alım fiyatlarını ekim zamanında açıklıyor. Üretici artık nohut, buğday gibi ürünlerin ekim zamanı geçtiği için ve tarlaya başka bir şey ekemeyeceği için zarar etme pahasına şirketlerin fiyatına mecburen razı oluyor ve ürünü ekiyor.
Firmalar ile üreticiler arasında yapılan sözleşmeler tek taraflı olmakta karşılıklı pazarlık, antlaşma ve uzlaşma gibi hususlar bulunmamakta, şirketler istedikleri zaman cayma hakkına sahip olmaktadırlar. Sözleşmeli üretimde hiçbir üreticinin, alıcının belirlediği kiloya, alıcının belirlediği fiyata ve parasını zamanında alamamasına itiraz etme şansı yoktur. Sözleşme imzalayarak şirketlere bağlanan çiftçiler tohumu, kimyasal gübre ve ilaçları aynı şirketten dayatılan fiyat ile almakta ve ürettiği ürünü yine aynı şirkete teslim etmek mecburiyetinde kalmaktadır. Artık çiftçiler, tarlalarına hangi ürünü ekeceklerine veya ekecekleri ürünün hangi türünü seçeceklerine karar verme hakkını bile kaybetmiş durumdadır. Ülkenin ürün deseni şirketlerin istediği biçimde şekillenmektedir. Az sayıda şirketin eline geçen gıda sistemi böyle giderse ülke tarımını teslim alacak noktaya gelecektir. Dayattığı üretim tarzıyla tarım ve gıdanın az sayıda şirketin eline geçmesi gıda krizini tetikleme riski taşımaktadır.
Enflasyon ile Gıda Güvenliği İlişkisi…
Gıda güvenliği, ülke nüfusuna yetecek sağlıklı ve kaliteli gıda üretimini sağlamak, temel ve stratejik ürünlerde üretim arzının garanti altına almak, stratejik ürünler için asgari stok bulundurmak ve bunun için her türlü denetim ve kontrol mekanizmalarının etkin hâle getirilip uygulanması demektir. The Economist Intelligence Unit tarafından hazırlanan Küresel Gıda Güvenliği Endeksi’nde Türkiye, 113 ülke arasında 69.8 puanla 41’inci sırada yer alıyor.
Gıda enflasyonu birçok ülkede manşet enflasyonun üzerinde seyreden önemli bir sorun hâline gelmiştir. Enflasyon nedeniyle gıda güvenliği milyonlar için tehdit hâline gelmiştir. Küresel gıda talebinin 2050’ye kadar % 60 oranında artması beklenmektedir.[9] Küresel boyutta kamu borcu 2021’de % 7.8 artarak 65.4 trilyon dolara ulaşmıştır. Borçluluk seviyesinin 2022 sonunda 71 trilyon dolara ulaşacağını tahmin edilmektedir. Yüksek borçluluk düşük gelirli ülkelerin gıda güvenliğini tehdit etmektedir. Dünyanın buğday ihracatının 1/3’ünü karşılayan Rusya ve Ukrayna’nın savaşması nedeniyle hem gıda arzında aksamalar başladı hem de gıda güvenliği konusunda ortaya çıkan risklerin yanı sıra gıda fiyatlarında da artış yaşandı.
Türkiye’de ise iş iyice çığırından çıkmış durumdadır. Ekonomik şartların kötü olması özellikle düşük gelir gruplarının temel gıdaya ulaşmasında büyük zorlukların yaşanmasına yol açmaktadır. Kırmızı et, tavuk eti, ayçiçeği yağı, margarin, yumurta, mercimek, zeytinyağı, süt ve yoğurt, nohut, ekmek fiyatları orantısız şekilde artmıştır. Fiyatlar her gün değiştiği için artık zam oranlarını açıklamanın bir anlamı kalmamıştır. Üstelik fiyatların duracağına dair bir emare de görülmemektedir. TÜRK-İŞ tarafından yapılan son araştırmaya göre, 4 kişilik bir ailenin Mart 2022’ye ait açlık sınırı 4 bin 928,08 lira ve yoksulluk sınırı ise 16 bin 052 lira. Türkiye’de 4 bin 250 lira olan asgari ücret göz önüne alındığında bu rakamların nasıl bir sıkıntıyı açıkladığı ortaya çıkıyor. Tüketicinin hane geliri ve alım gücünün düşmesi sonucu yoksulluk ve açlık da giderek artıyor. Ülkemizde özellikle orta sınıfı ve yoksulları çok zor durumda bırakan bir gıda enflasyonu yaşanmaktadır. Bugün Türkiye’de hissedilen gerçek gıda enflasyonun resmî oranın çok üzerinde olduğu biliniyor.
Ürün tarladan mutfağa gelene kadar üretici-tüccar-hâl-komisyoncu-sevkiyatçı-nakliyeci-pazar-markete kadar uzayan tedarik zincirinde akıl almaz bir fiyat farkı bulunmaktadır. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin 2021 yılı Temmuz ayında yaptığı çalışmaya göre 1 kg lahananın üretici fiyatı 0,68 TL iken, aynı lahana hâlde 1,14, pazarda 1,54 ve markette 2,79 TL olmaktadır. Bu bağlamda, üretici fiyatlarıyla karşılaştırıldığında hâl fiyatı % 68, pazar fiyatı % 126 ve market fiyatı % 310 daha pahalı olmaktadır. Üreticiden tüketiciye varıncaya kadar oluşan fahiş fiyat farkının sebebini bulmak ve buna mani olmak çok mu zor? Küçük bir azınlığın 84 milyona bu sıkıntıyı yaşatması kabul edilebilir bir durum değildir. Devletin piyasaları alt üst eden bu baronlara dur diyecek bir gücü yok mu? Tarlada 3 liraya satılan bir ürün markette 23 liraya nasıl satılıyor. Aradaki fark kimin cebine gidiyor? Gıda tedarik zinciri kooperatifler ve üretici pazarları vasıtasıyla kısaltılarak tüketiciler yeterli, sağlıklı, besleyici ve ucuz gıdaya sürekli erişebilmelidir. Üretici ile tüketiciyi buluşturan aracısız bir sistem kurmak gerekmektedir.
Vatandaşın mutfakta
hissettiği enflasyonun başlıca sebepleri:
- Türkiye’nin
tarım politikalarındaki plansızlık,
- Yanlış
ithalat politikaları,
- Döviz
hareketliliği,
- Girdi
maliyetleri nedeniyle ürettiğinin karşılığını alamayan çiftçinin üretimden
uzaklaşması,
- Gübre
fiyatlarını karşılayamayan çiftçinin gübresiz üretim sonucu tarladaki
verimin azalması,
- Çiftçinin gelirinin düşmesi nedeniyle üretimden çekilmesi olarak sıralanabilir
Türkiye’de resmî veriler ve hissedilen gerçek enflasyon arasındaki fark arttıkça, halk giderek yoksullaşmakta ve gıdaya erişim ciddi bir mesele hâline gelmektedir. Belediyelerin ucuza ekmek sattığı Halk Ekmek büfelerinin önündeki kuyruklar buna işaret ediyor. Dünya gıda fiyatları endeksi ile TÜİK’in açıkladığı fiyatlar karşılaştırıldığında, 2008’den sonra dünya ile farklılaşmanın başladığını, 2019’dan sonra ise ayarın kaçtığını ve Türkiye’deki gıda fiyatlarının dünya fiyatlarının neredeyse 3 katına çıktığı görülmektedir. 2002 fiyatları baz (=100) kabul edildiğinde 2020 yılında buğday 837, mısır 465, süt 875, kırmızı et 509, gübre 1752, mazot 668 ve süt yemi 1335 olmaktadır. Bu çerçevede bir ton buğday karşılığında satın alınabilen üre gübresi miktarı 2002’de 923 kg iken 2021’de 438 kg a düşmüştür. Benzer şekilde, 1 litre süt karşılığında alınabilen süt yemi miktarı 2002’de 1,60 kg iken 2021’de 1,04 kg’dır. Geçen yıl tonu 1800 lira olan ÜRE gübresi bugün 9.200 liraya ulaşmıştır. Tam 5 kat artış var. Ocak 2021/Ocak 2022 döneminde mazotta fiyatı da yüzde 111 artmış. Bu fiyatları düşüremediğimiz sürece bu insanları arazisine geri döndüremeyiz.
Kayıtlı Çiftçi Sayısı Azalıyor… Köyler Boşalıyor…
Uzun zamandır işgücünün tarımdan çıkışı hız kazanmış gibi gözükmektedir. Tarımda girdi maliyetleri arttıkça çiftçiler de tarımdan uzaklaşmaktadır. SGK verileri kayıtlı çiftçi sayısının her yıl giderek azaldığını gösteriyor. Düşüşün özellikle 2011’den sonra hızlandığı görülüyor. SGK verilerine göre, Türkiye’de son 12 yılda 475 bin çiftçi tarımsal üretimden ayrıldı, çiftçi sayısı yüzde 46,7 azaldı. TÜİK ve SGK verileri problemi göz önüne seriyor. SGK’ye kayıtlı çiftçi sayısı; 2010 yılında 1.100.000 iken, 2013 yılında 928.000 kişiye, 2017 yılında 705.000 kişiye, 2018 yılında 607.000 kişiye, 2020 yılında ise 547.000 kişiye düşüyor. 2021’in başında biraz yükseliyor; 568 bin 395 oluyor, fakat yılsonunda 500 bin 66’ya geriliyor.
TÜİK verilerine göre tarım sektöründe istihdam edilen kişi sayısı ise 2002’de 7 milyon 458 bin kişiyken, 2020 Şubat ayı itibarıyla 4 milyon 157 bin kişiye gerilemiştir. Bu da son 18 yılda 3 milyon 301 bin kişinin tarım çalışanı olmaktan çıktığını gösteriyor. Tarım sektöründe istihdam edilen kişi sayısının yüzde 44 azaldığı ortaya çıkıyor.[10] Tarım kesiminin ülke nüfusuna oranı1980’de yüzde 56 iken, bu rakam 2000’li yıllarda yüzde 35’e düşmüştür. Türkiye’deki tarım politikaları Türkiye’de üreteni tarlasından kaçırmak üzere kurgulanmış sanki. 2000 yılında 507 bin üretici tütün üretirken, sözleşmeli üretimin sıkıntıları nedeniyle üretici sayısı 50 binlere kadar gerilemiş durumdadır.
İthal ürünle rekabet edemeyen, ürettiği para etmeyen, ürettikçe borçlanan, gübre-zirai ilaç-yem-mazot- elektrik-su zamlarına yetişemeyen çiftçi zarar etmekte, tarımdan kopmaktadır. Kredi – haciz – iflas kıskacına giren çiftçi hapse girmemek için tarlasını, traktörünü satmaktadır. 100 binin üzerinde borçlu çiftçi haciz işlemi ya da tehdidiyle karşı karşıya kalırken eski tarım bakanı Pakdemirli “zarar eden çiftçi yok.” diye beyanat verebiliyordu. 2022 Mart ayı itibarıyla çiftçilerin bankalara ve Tarım ve Kredi Kooperatifine borcu 171 milyar lira civarındadır. Bankalara ve Tarım Kredi’ye olan borcun yanı sıra çiftçilerin girdi temini nedeniyle piyasaya olan borçları da 50 milyar TL olarak tahmin edilmektedir. Sonuçta çiftçinin toplam borcu 220 milyar TL’ye ulaşmıştır. Tarım kredilerinde yasal takip oranı 2016 yılında yüzde 2,6 civarında iken 2017’de yüzde 2,8 seviyesine, 2018’de yüzde 3,8’e ve 2020 Mart ayı itibarıyla yüzde 4,8’e yükselmiştir.
Gençler artık geleceklerini tarımda görmedikleri için kırsalda çalışmak ve yaşamak istemiyor, topraklarını terk ederek şehirlere göç ediyor, orada ucuz emek hâline geliyorlar. Çiftçiler; mazot, gübre, tohum ve ilaç fiyatlarıyla başa çıkamadıkları için, zaruri masraflarını karşılayamadıkları için, ürettiklerini maliyetin altında sattıkları için ekip biçmeyi bırakıyorlar. Borçlarını ödemek için tarlalarını satıp şehirlere göç ediyorlar. Köylerde 60 yaşın altında insan neredeyse kalmamış durumda. Kalanlar da aracıların ve tüccarların insafına kalmış. Onlar ne fiyat verirse başka bir alternatifi olmayan çiftçi onu kabul etmek zorunda kalıyor.
Kırsalda nüfus yaşlanırken ve gençler bu işi yapmaktan kaçınırken, tarımsal üretimde aile emeği yerini ücretli işgücüne bırakıyor. Eskiden genellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinden temin edilen mevsimlik işçi ihtiyacı son yıllarda daha ucuza çalışan yabancı göçmenler vasıtasıyla karşılanıyor. Bu sefer de zaten çok zor şartlarda yaşayan mevsimlik işçilerin yevmiyeleri giderek düşüyor. Bu sosyal açıdan sıkıntılı ve tehlikeli bir durum arz ediyor. Türkiye’nin farklı bölgelerinde yapılan saha çalışmalarında tarım sektöründe çalışan yaklaşık 450-600 bin Suriyeli ve 20-25 bin Afgan çoban olduğu öngörülüyor. İşletmeler yerli işçi bulmakta zorlandığı için yabancı işçilere yöneliyor. Tarımda işgücü yabancılaşıyor.
Büyükşehir kanunu ile
köylü olmanın köyde kalmanın cazip bir yanı kalmadı. 17 bin 800 köy ve belde
büyükşehir belediye sınırları içine alınarak mahalleye dönüştürülürdü. Yaklaşık 10 milyon köylü de bir gecede
şehirli oldu. Daha 15 yıl önce 2007 yılında Türkiye’nin nüfusu 70 milyon
civarındayken bunun 20 milyonu köylerde yaşıyordu. Şu an köy ve beldelerde
yaşayan kişi sayısı 5 milyon 771 bin kişi. Belde ve köylerde yaşayan nüfusun
oranı yüzde 6,8’e geriledi.
Tarım Alanları Azalıyor…
Tarımda çalışanlar tarım alanlarını giderek boşaltıyor. 1990 yılında 27 milyon 856 bin hektar olan tarım arazisi 2020’de 23 milyon 136 bin hektara düşmüş, tarım alanları 20 senede yüzde 16,9 azalmıştır. Artan nüfusa karşın hububat, bakliyat ve sebze ekim alanları her geçen yıl daralmakta, üretim azalmaktadır. Başta stratejik bir ürün olan buğday olmak üzere, arpa, nohut, mercimek gibi önemli ürünlerin ekili tarım alanları içindeki payı azalmaktadır. Türkiye bu ürünleri dünyaya ihraç eden bir ülkeyken özellikle 2010 yılı sonrasında ithalatçı duruma düşmüş vaziyettedir. Son 20 yıl içerisinde 9,6 milyon hektar buğday ekili alanın şu an itibarıyla 6,9 milyon hektara kadar gerilediği belirtiliyor. Arpa ekim alanları da 1 milyon hektar azalmış. 2020 yılında 890 bin ton arpa ithal ettik. 1 milyon hektarlık ekilmeyen araziye arpa ekecek olsaydık 2 milyon 600 bin ton civarında arpa elde edecektik. 900 bin tonun ithalatı karşıladığını düşünürsek elimizde 1 milyon 700 bin ton fazladan arpa kalacaktı. Yani hem yem ihtiyacını büyük ölçüde karşılayacak hem de dışarıya döviz ödememiş olacaktık
TUİK Verilerine Göre
Türkiye’de Ekilen Dikilen Tarım Alanları (Bin hektar)[11]
Yıllar |
1990 |
2002 |
2016 |
2017 |
2018 |
2019 |
2020 |
Tarım Alanı |
27.856 |
26.579 |
23.763 |
23.375 |
23.180 |
23.094 |
23.136 |
20 yıllık süreçte Belçika’nın yüzölçümünden daha büyük bir araziyi üreticiler zarar ettikleri için işlemekten vazgeçmişler. Belçika’nın yüzölçümü 3 milyon hektardır. Bizim çiftçimizin ekmekten vazgeçtiği alan ise yaklaşık 4,7 milyon hektardır. Ayrıca Hollanda yüz ölçümüne yakın bir miktardaki arazi ise nadasa bırakılmaktadır. Hazine arazilerini tarıma açmadan önce hâlihazırda çiftçinin ekmekten vazgeçtiği 4,2 milyon hektar arazinin ekilmesini sağlayalım. Sudan’da, şurada burada ayağı yere basmayan projelere kaynak aktarmak yerine bu kaynakları kendi çiftçimize aktararak hem onları hem de ülkemizi ihya edelim. Boş atıl duran nadas arazilerini tarıma kazandıralım.
Esasında tarım topraklarının kaybı 1980 yılından beri devam etmektedir. O yıldan sonra tarım üzerindeki korumacılığın kaldırılması, çiftçiyi destekleyen kurumların zayıflatılması ve tarımsal KİT’lerin özelleştirme yoluyla satılması ya da kapatılması nedeniyle bu süreç başladı ve tarımı zora soktu.
Kaynak ve Finansman Sorunu Derinleşmektedir…
Türkiye’de 2001 yılında
Dünya Bankası ve IMF tarafından hazırlanan “Tarım Destekleme Reformu” adı
altında bir program uygulanmaya başladı. Bu programın tavizsiz yürütülmesi için
Kemal Derviş Dünya Bankası görevinden ayrılarak Türkiye’ye getirildi. Ancak reformun
sonucu tam bir hezimete yol açtı. Neler yaşandığını kısaca bir bakalım:
·
Türkiye tarımı
en az destekleyen bir ülke durumuna getirildi.
·
Tarımsal
destekleme yetersiz kalınca çiftçinin borcu arttı.
·
Tarımsal kredi
hacmi üçte bire indiği için çiftçinin kredi ihtiyacı giderek büyümeye devam
etti.
·
Tarımsal kredi
faizleri yüzde 30’un üzerine çıktı.
·
“Verimsiz”
oldukları gerekçesiyle kooperatiflerin tüm sanayi işletmeleri kapatıldı ve bu
kooperatiflerin devletten yardım alması yasaklandı.
·
Üretici, ürününü
değerinden pazarlama imkânını kaybederek, aracı tüccarların ya da büyük
marketlerin insafına kaldı.
·
Kaynak kıtlığı
nedeniyle tarımsal üretim kaybı meydana geldi.
· Bölgesel eşitsizlikler derinleşti.
Bu sorunların temelinde, verilen tarımsal desteklerin 2006 yılında çıkarılan “Tarım Kanun’un öngördüğü miktarın altında kalması yatmaktadır. Tarımda gelişmiş ülkelerde desteklemelerin bütçe içindeki oranları bizdekinden daha yüksektir. Mesela, AB’nin 2022 bütçesinde tarıma ayrılan pay yüzde 31 buçuktur. Türkiye’de bütçeden tarımsal desteklemeye ayrılan pay ise 2022 yılı için yüzde 3,7’dir. Kanunun 21. maddesine göre, “Tarımsal destekleme programlarının finansmanı için bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın yüzde birinden az olamaz.” ifadesi bulunmaktadır. Eğer tarımsal destek millî gelirin yüzde 1’i kadar olacaksa, Kanuna göre 2017 yılında tarıma 31 milyar lira destek verilmesi gerekirken 12 milyar lira verilmiş.2018 yılında kanuna göre 37 milyar verilmesi gerekirken 14 milyar lira verilmişi. 2020 yılında bütçeden tarımsal destekleme için ayrılan kaynak asgari 40,5 milyar lira olması gerekirken 22 milyar lira olmuş. Yani olması gerekenin bazen yarısı bazen de yarısından azı ödenmiş. Yine destek miktarı 2021 yılında 43 milyar olması gerekirken 22 milyar da kalmış. 2022 yılı bütçesinde ise tarımsal destekleme ödemeleri için 25 milyar 834 milyon lira ayrılmıştır. Bu rakam, kanuna göre verilmesi zorunlu asgari miktarın yarısından daha azdır. Yani 2007 yılından beri bu kanuna uyulmamış, destekleme bütçesinde hiçbir artışa gidilmemiş, desteklemeler kanunun öngördüğü yüzde bir sınırının altında kalmıştır.
Tarım sektörünün kaynak ve finansman sorunu bütün şiddetiyle devam etmekte, üretici borç sarmalına sürüklenmektedir. Sırf mazota gelen zam desteklemeleri fazlasıyla alıp götürmüştür. Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre, mazotu en pahalı satan ülkeler sıralamasında Türkiye daima ilk yedide, zaman zaman birinci sırada yer alıyor. Ülkemizdeki pahalı mazotun sebebi yüksek petrol fiyatları değil, yüksek vergilerdir. Tarıma verilen desteğin neredeyse tamamı yalnızca mazot üzerindeki dolaylı vergilerden geri alınmaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinin bazılarında tarımda kullanılan akaryakıtta ya ÖTV yoktur, ya da normalin çok altında bir ÖTV alınmaktadır. Bir önceki üretim sezonunda mazotun litresi 6 TL iken bu sene 22 TL’ye ulaştı. Geçen yıl bir dekar buğday üretimi için gereken mazot maliyeti 42 lira iken son zamlarla birlikte bu yıl 160 liraya çıktı. Buna karşılık çiftçiye dekar başına verilen mazot desteği yalnızca 22 TL. Yani verilen tarımsal destek, harcanan mazotun yalnızca 13’ünü karşılıyor.
Yeterli destek alamayan üreticiler çareyi borçlanmakta aramakta, Bunun sonucunda tarım kesiminin kredi borçları her yıl artmaya devam ederek ödenmesi güç bir noktaya doğru gitmektedir. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verilerine göre; çiftçilerin bankalara olan borcu Ocak 2021’de 130 milyar 400 milyon. 2021 sonunda ise 161 milyar 800 milyona yükselmiş. İlgi verilere yıllar itibarıyla geriye doğru baktığımızda çiftçi borcunun har yıl arttığını görüyoruz.
Şurası açıktır ki 2007 yılından bu yana çiftçilerin hak ettiği destekler tam verilseydi, bankalardan kredi almak ya da tefecinin eline düşmek zorunda kalmazlardı. Çünkü devletin 2007’den itibaren tarım desteklerini eksik vermesinden kaynaklı çiftçilerin devletten alacağı 200 milyar liranın üzerine çıkmış durumdadır. Bankaların ise çiftçilerden alacağı olan kredi borcu 161 milyar, Tarım Kredi Kooperatifi ve piyasa borçlarını da dâhil edersek toplam da 220 milyar civarındadır. 2017’de Tarım Bakanı Fakıbaba üreticilere “Sizi tefecilerin eline bırakmamak için bundan sonra desteklemeleri açıklayacağız” demişti. 2002 yılından beri iktidarda olan bir parti o zamana kadar üreticileri tefecilerin eline mi bıraktı ki bakan bu cümleleri sarf ediyordu.
Tarımsal Üretim Planlaması…
Gıda da enflasyon yangınını söndürmek için Türkiye planlı bir tarım politikasına geçmek zorundadır. Ülkenin nüfus artışı, turizm potansiyeli ve muhtemel nüfus hareketleri de dikkate alınarak ürün bazında ne üretileceği, ne kadar üretileceği, nasıl üretileceği tespit edilmelidir. Güvenlik stokunun ayrılması, afet ve savaş durumları için zorunludur. İhraç potansiyeli olan ürünlerde dünya piyasaları takip edilerek ihraç edilecek miktarlar hesaplanmalıdır. Devlet piyasa düzenleme işine yeniden geri dönüp sosyal görevini yerine getirmelidir. “Ne yersen ye” misali “Ne ekersen ek” yaklaşımı terk edilerek tarımsal üretim planlaması yapılmalıdır.
Türkiye de bazı ürünlerin fazlası varken, bazı ürünlerin sıkıntısı yaşanmaktadır. Gıda maddelerinin arzıyla talebi arasında bir denge kurmak gerekiyor. Serbest piyasa sisteminde çiftçi üretim için fiyata bakmaktadır. İyi kazanacağını anladığı takdirde kimsenin sözüne bakmadan ekeceği ürüne karar vermektedir. Bir yıl soğan ve patates çok pahalı ve piyasada bulunmazken, diğer yıl tarlada depolarda çürüyecek kadar çok üretilmektedir. Bir ürünü fazla ürettiğinizde bir yıl 20 kuruş etmezken öbür sene üretici onu ekmeyi tercih etmediğinden fiyatı 5-10 liraya kadar çıkabiliyor. Bu defa çok iyi para etti diye herkes onu ekince fiyat 10-20 kuruşa düşüyor. Dolayısıyla hem çiftçi örseleniyor, hem de tüketicinin aleyhine oluyor. Geçmişte yanlış ve siyasi saiklerle uygulanan destekleme fiyat politikaları sebebiyle bazı ürünler gerektiğinden fazla alana yayılarak, ihtiyaçtan fazla üretilirken bazı ürünlerde ise sıkıntı yaşanmakta, oluşan açık ithalat yoluyla kapatılamaya çalışılmaktadır. Bu örnekleri fındık, mısır, şeker pancar, ayçiçeği vb. çoğaltmak mümkündür.
Tarımsal üretimde ülke genelinde master bir planlama yapılmadığı sürece yerli üretici her türlü değişkenden olumsuz etkilenmeye devam edecek, halk ise ucuz tarımsal ürüne ulaşamayacaktır. Sürdürülebilir ve uzun vadeli destekleme politikaları belirlenmeli, ürün deseni ve su potansiyeli uyumu gözetilerek havza temelli bir üretim ve destekleme sistemi uygulanmalıdır. Havzalar ayırımı yapılırken bölgelerin tarımsal verimliliklerinin yanında sosyal ve ekonomik yapıları da göz önüne alınmalıdır.
Tarım Bakanlığı tarafından bölgesel bir planlama yapılarak çiftçi buna göre üretime yönlendirilse hem daha düzgün üretim yapılır, fiyatlar daha tahmin edilebilir olur hem de ithalat engellenir. Dışa bağımlılığı azaltma, bölgesel konumumuz ve lojistik avantajlarımız dikkate alınarak mukayeseli üstünlüğe sahip olduğumuz ürünler ile katma değeri yüksek ürünlerin üretimi ve ihracatını artırmak hedeflenmelidir. Ayrıca, tarımsal üretimde sağlıklı bir üretim planlaması yapılabilmesi için, bitkisel üretim ile hayvansal üretimi birlikte değerlendirmek gerekir. Çünkü her iki alt sektör de başta yem ham maddeleri olmak üzere birçok yönden iç içe geçmiş, birbirini tamamlayan alanlardır.
Kanayan Yara İsraf Konusu…
Türkiye’de israf edilen
ve kaybolan gıdanın maddi değeri 14 milyar dolardır. 2022 yılında verilecek
tarımsal destekler ise 29 milyar lira. Demek ki desteğin yedi katı değerindeki
gıdayı israf ediyoruz. Tarımda yıllık toplam bitkisel üretimin % 25’i hasat,
taşıma, depolama ve tüketim aşamalarında kaybolmaktadır. Kaybın % 60’ı hasat ve
depolama aşamalarında meydana gelmektedir. Bilhassa sebze ve meyvede hasatta
büyük hatalar yapılmaktadır. Tüccarlar
ve aracılar ürüne nasıl muamele edileceğini bilmediklerinden yolda ve depolama
esnasında ürün kaybı yaşanıyor. Çiftçinin ürettiği dört birim üründen biri
ziyan ediliyor. Bir birim de satış safhasında heba oluyor. Tüketici iki ürünü
dört ürün fiyatına alıyor. Üzerine fahiş aracı ve market kârlarını da
koyduğunuz zaman fiyatlar alıp başını gidiyor.
Tarımsal ürünlerin soğuk hava depolarında muhafaza edilerek nakliye sırasında da soğuk zincirin sürekliliğinin sağlanması ve uygun ambalajlama sağlanarak üretim, pazarlama, nakliye ve tüketim zincirinde kayıpların azaltılması gerekmektedir.
Marketlerdeki “iade sistemi” de israfın diğer bir nedenidir. Adeta bir kapitülasyon sistemi kuran marketler, yüksek indirimle alabilmek için bu ürünleri satabilecekleri miktardan fazla alıyorlar. Son tüketim tarihi yaklaştığında satamadıkları ürünü üreticiye iade ediyorlar. Bu sistem hem üreticiyi mağdur ediyor, hem de gıda israfını körükleyen bir kısır döngü oluşturuyor.
Gıda ve Tarım Bir Millî Güvenlik Meselesidir…
Dünyadaki en büyük silah ne konvansiyonel silahlar ne de nükleer silahlardır. Gıda dünyada en önemli silahtır. Stratejik önemine binaen bir “yükselen değer” olarak ifade edilen tarım, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel açıdan büyük öneme sahip bir sektördür. İklim değişikliği, artan gıda fiyatları ve nüfus artışı ile küresel bir boyut kazanan ve hayati önemi ile ulus ötesi bir nitelik arz eden tarım alanında bilhassa buğday, mısır, yağ bitkileri gibi temel gıdalar stratejik ürün hâline gelmişlerdir. Tarım, ülkenin gıda ihtiyacını karşılaması, sanayi sektörüne girdi temin etmesi, ihracat ve istihdam imkânları açısından büyük önem taşımaktadır.
Ülkemizde tarım, denizdeki rüzgâra göre yüzen kaptansız bir gemiye benzemektedir. Eğer tedbir alınmazsa bu gemi karaya oturacaktır. Daha 15-20 yıl öncesine kadar ayçiçeği üretiminde dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olan Türkiye, şimdi Rusya’dan gelen yağ gemilerini bir bayram havasında canlı yayınlar yaparak neredeyse bando ile karşılayacak.
ABD’nin eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger, “Petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz.” diyerek gıdaya yön verenlerin dünyada söz sahibi olacağını belirtmişti. Rusya-Ukrayna savaşını emperyalistler arası bir “tarım ve gıda savaşı” diye niteleyenler var. Dünyadaki tarım ürünleri ihracatında Ukrayna; ayçiçeğinde 1’inci, arpada 3’üncü, buğdayda 6’ncı, soyada ise 7’nci sırada yer alıyor. Büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği ile kümes hayvancılığı konusunda da önemli potansiyele sahip bir ülke. Dünyanın en verimli siyah topraklarının üçte biri de Ukrayna’da bulunuyor. Rusya elindeki enerji üstünlüğünün yanı sıra Ukrayna topraklarını da kontrol ederek dünya tarım ve gıda pazarında da etkili bir güç olmak istiyor tarzında iddialar var. Aynı zamanda Ukrayna’nın güçlü tarım potansiyeli tekelleşmiş büyük gıda ve tarım şirketlerine sahip ABD ve Avrupa’nın de iştahını kabartıyor.
Sonuç Yerine…
Toplumsal hayatın çeşitli yönlerindeki erozyon tarımı da vurmuştur. Genç nüfusun köye dönüşünü sağlamak için “Köye Dönüş Projesi” kapsamında tarım veya hayvancılıkla uğraşan 40 yaş altı kişilere 30 bin TL geri ödemesiz hibe kredi desteği sağlanıyor. Yapısal sorunları halletmeden verilen bu destek de işe yaramamıştır. Maalesef toplumda bir ahlaki erozyon yaşandığı için devletin vereceği destekten yararlanmak için köye dönmüş gibi yapan insanlar o parayı aldıktan sonra yine şehre dönmektedirler. 90’lı yıllarda Orta Anadolu’da buğday alımları yaparken bir ilçede TMO’nun önünde traktörüyle sıra bekleyen bir köylü amca ile sohbet ederken, köyünün kaç hane olduğunu sormuştum. Verdiği cevap çok ilginçti. ‘Beyim eğer devlet bir şey verecekse 40 hane oluyoruz yoksa normalde 15 hane filanız’ demişti.
İnsanı sömürdüğü gibi doğayı da sömüren kapitalist sistemin bizatihi kendisi krizde olduğu için uygulanan neoliberal tarım politikaları da iflas etmiştir. Tarım ve gıda konusu çok detaylı, dallı budaklı ve kapsamlı bir konu. Tarımsal üretim anlamında çok sıkıntılı bir sürece giriliyor. Söylenecek daha çok şey var ama belli ölçüde de olsa ortaya konan fotoğrafla sıkıntıları, yanlışları, eksiklikleri dile getirmeye çalıştık. Çözüm meselesi ise başlı başına başka bir analizi gerekli kılıyor.
Bu aşamada söylenmesi gereken, tarım alanlarını korumak ve toprağa küsen çiftçiyi tekrar üretimle buluşturmak mecburiyetinde olduğumuzdur. Etkin bir müdahale söz konusu olmazsa, çok daha ağır boyutlarda Türkiye’nin karşısına çıkacaktır. Şimdi 84 milyon olan nüfusumuz, TÜİK projeksiyonuna göre 2040 yılında 100,3, 2060 yılında ise 107,0 milyon olacaktır. Ekilen arazilerin azaldığı ülkemizde bu karanlık kuyudan çıkmanın tek yolu, yetersiz günlük politikalar yerine ortak akıl ile oluşturulmuş tümüyle yeniden yapılandırılan yapısal uzun vadeli çözümlerdir. Parçalı palyatif tedbirlerle gıda arzı sorununu çözmek ve sektörde rekabetçi kalmak mümkün değildir. Sorun bir sistem sorunudur.
[1]
https://www.oecd-ilibrary.org/agriculture-and-food/oecd-fao-agricultural-outlook-2018-2027-agr-outlook-
2018-en
[2]
https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2019/07/OnbirinciKalkinmaPlani.pdf
[4]
http://ztbb.org/festival/geleneksel-tip-festivali-2014/turkiyenin-endemik-ve-nadir-odunsu-taksonlari-agaclari-ve-calilari/
[5] https://www.turktob.org.tr/uploads/plugo/bilgimerkezi/raporlar/SEKTOR_RAPORU_2022.pdf
[6] https://www.tarimorman.gov.tr/Tohumculuk-Istatistikleri
[7]
https://www.tarimorman.gov.tr/SGB/Belgeler/Veriler/GSYH.pdf
[9]
https://www.unep.org/news-and-stories/story/rethinking-food-systems
[10]
https://ziraatodasi.gen.tr/haberler/tarim-ekonomisi/son-12-yilda-ciftcilik-yuzde-48-azaldi/
[11] https://www.tarimorman.gov.tr/sgb/Belgeler/SagMenuVeriler/BUGEM.pdf