(Umran Dergisi)
Türkiye’nin yakıcı gündemlerinden biri olan “mülteci” meselesi siyasetin de en sıcak çatışma konularından biri olarak gündeme yerleşti. Dünyanın sıcak meselesi olan sığınmacılar ve yasadışı/düzensiz göç meselesi, Türkiye'de de en çok tartışılan konulardan biri. Toplumda yabancı karşıtlığı arttığı gibi konu siyasetin de gündemini belirliyor. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ'ın İzmir'de bir kuyumcuya girerek Suriyeli dükkân sahibinden kimlik sorması, kuyumcuya bazı sorular yöneltirken aşağılayıcı tavırlar sergilemesi ve bu anları gösteren “ Sessiz İstila” isimli provokatif videoyu "Bunlardan 900 bin tane var. Türkiye, tehlikenin farkında değil misin?" diye sosyal medyadan yayınlanması tepki çekti.
Mülteci karşıtlığı yaparken insanları ırklarından, dillerinden, inançlarından dolayı ayırıma tabi tutmak, hedef göstermek, insani bir durum olmadığı gibi özel hayatı ihlal etmesi, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesi ve nüfuzu kötüye kullanması nedeniyle de suçtur. Bu kafa ancak nefreti körüklemekten başka bir şeye yaramaz. Acaba aynı cesareti mesela TÜSİAD’ın bir önceki başkanı olan İtalyan asıllı, Torino doğumlu Simone Kaslowski'nin iş yerlerine de gidip gösterebilir miydi? Özdağ’ın çıkışları göçmenlik meselesi etrafında bombanın fitilini ateşleme niteliği arz ediyor.
Bolu Belediye Başkanı gibi CHP’lilerin, zaman zaman Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener’in Batıda’ki ırkçılar gibi insani değerleri hiçe sayan göçmen karşıtı söylemleri sokağı kışkırtıcı şekilde cereyan ediyor. Bu ülkenin merhamet elini uzattığı göçmenlere yönelik ırkçı saldırıları kışkırtmayı siyasi hedeflerine malzeme yapmak, insanların sokağa dökülmelerine sebep olmak vahim olayların yaşanmasına kapı aralamaktadır. Sığınmacılar üzerinden toplumun kamplaştırılması ve çatıştırılmasından medet ummak, siyaset devşirmek çok tehlikelidir.
Köpürtülen sığınmacı karşıtlığı ne yazık ki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı üretme noktasına gelmiştir. Bu meselenin sokakları tahrik edecek noktaya taşınması endişe vericidir. Irkçı ve kışkırtıcı dilin ve hedef göstermelerin acı neticelerini görüyoruz. En son vahşet İzmir’de yaşanmış üç Suriyeli genç diri diri yakılarak öldürülmüştü. Özdağ: “Zafer Partisi iktidarında Türkiye’deki tüm sığınmacılar 1 yıl içinde geri dönecek, gerekirse zorla” diyor. Bunun provasını Ankara Altındağ’da 2021 Ağustos ayında yapmışlardı. Suriyeli ve Türkiyeli gençler arasında çıkan tartışma sonrası bıçaklı kavga çıkmış, bir Türk’ün ölümü sonrası Suriyelilerin evleri, dükkânları taşlanmış, yakılmış ve Suriyelilerin evleri soyulmuştu.
Kavram Karışıklığı Ve Statü Kargaşası…
Mesele sadece Suriyeli mültecilerle ilgili değil. Başta Afganlılar ve Afrikalılar olmak üzere başka ülkelerden de gelen kontrolsüz bir göç dalgasının altındayız. Sınırlarımızdan bir şekilde geçerek ülkemize gelen bu insanların nasıl adlandırılacağı ve sayıları konusunda da durum hayli karışıktır. Tanımlamalar çok çeşitlidir ve sayıları hakkında çeşitli iddialar vardır. Ensar- muhacir ayırımından başlayan, mülteci, geçici mülteci, göçmen, sığınmacı, kaçak göçmen, düzensiz göçmen, aday vatandaş, vatandaşlık alanlar gibi muhtelif adlandırmalar mevcut.
Statü açısından da Türkiye’deki yabancılar muhtelif kategorilere ayrılmaktadır. Bu kategoriler arasındaki belirsizlikler ve adlandırmadaki karmaşıklık kamuoyundaki endişeleri ve göçmen karşıtlığını artırmaktadır.
Türkiye’de dört tür yabancı var: (1)Suriyeli sığınmacılar, (2) sınırların kevgire dönmüş olması nedeniyle gelen şartlı mülteciler, (3) buradan ev alarak vatandaş olanlar, (4) kayıt dışı göçmenler.
Birinci kategoride; uluslararası hukuka göre “mülteci” kategorisine girmeyen “Geçici Koruma” olarak adlandırdığımız statü altında olan ve Göç İdaresi Başkanlığının web sayfasında 28 Nisan itibarıyla yayımladığı rapora göre sayıları 3 milyon 762 bin 686 olan Suriyeli var. Bu toplam içinde 50 bin 639 kişi yedi ayrı geçici barınma merkezinde iskân ediliyor. Kalan büyük çoğunluk Türkiye’nin 81 iline dağılmış durumda.
İkinci kategoride; resmi rakamlara göre Türkiye’de ikâmet izniyle yaşamakta olan toplam 1 milyon 417 bin 997 yabancı var. Bunların yaklaşık üçte ikisi kısa dönemli ikâmet izni ile kalıyor. İkâmet iznine sahip yabancıların 764 bini İstanbul’da yaşıyor. ikâmet izni ile kalanlar içinde en kalabalık grubu 165 binin biraz üstüne çıkan sayılarıyla Iraklılar oluşturuyor. Türkmenistan’dan gelenler 125 bine yaklaşan sayıları ile ikinci grup. Bunu 115 binle İranlılar izliyor. Suriyeli olup ikâmet izni almış olanların sayısı ise 109 bin 388. Ayrıca 87 bin 296’sı çocuk olmak üzere 200 bin 950 Suriyeli de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş. Bunların 47 bini Türkmen. Ayrıca, 17 bin Afgan’a, 101 bin 995 Ahıska Türküne ve 6 bin 787 Uygur’a vatandaşlık vermişiz.
Üçüncü kategoride; “uluslararası koruma” diye adlandırılan statü altında 320 bin yabancı var. Bunlar dünyanın muhtelif çatışma bölgelerinden kaçıp Türkiye’ye sığınan ve Birleşmiş Milletler(BM) Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından “Şartlı Mülteci” statüsünde kayda alınan ve üçüncü bir ülkeye gönderilmeyi bekleyenlerdir. Bunların arasında Afganlıların yanı sıra Irak, İran, Sudan, Yemen, Mısır, Pakistan, Bangladeş ve birçok Afrika ülkesinden gelen mülteciler bulunuyor. BM’nin gönderilme taahhüdü altında olmasına karşılık, bunların sayısının azaldığına dair bir emare görülmemektedir.
Dördüncü kategoride; 250 bin dolara gayrimenkul alarak vatandaşlık elde edenler. Ruslar, Araplar, İranlılar, İstanbul'da, Antalya'da, Ege'de evler alıyor, araziler kapatıyorlar. Emlak fiyatlarının hızla artışının sebeplerinden birinin de yabancıların alımları olduğu ifade edilmektedir. Konut fiyatlarının en çok arttığı İstanbul ve Antalya gibi illerimiz, yabancılara gayrimenkul satışının en çok olduğu yerler. Yabancılardan yatırım için istenen meblağ daha önce bir milyon dolardı, ancak döviz sıkıntısı artınca bu rakam düşürüldü. Gerçi şimdi rakamı 400 bin dolara çıkardılar ama hala Türkiye’de vatandaş olmanın bedeli çok ucuz. Döviz gelirlerini arttırmak için vatandaşlığın birkaç yüz bin dolara satılması, konut üzerinden vatandaşlık verilmesi incitici bir durum olduğu gibi hem de ülkenin demografik yapısını değiştiren, sosyolojik ve kültürel sonuçları olan bir vakıadır.
Dördüncü kategoride; Türkiye’ye “düzensiz göç” çerçevesinde gelip kayıt dışı durumda yaşayanlar var. Düzensiz göç, sınırları izinsiz aşarak veya yasal yollarla gelip yasal çıkış süreleri içerisinde ülkeden ayrılmayan kişileri kapsıyor. Kâğıtsızlar da bu statüyle tanımlanıyor.
Türkiye’deki göçmen sayısı hakkında rakamlar muhtelif. 5-6 milyondan 8-10 milyona kadar çıkıyor. Bir ilçede resmi verilere göre 60 bin gözüken mülteci sayısı, bağımsız araştırmalar sunucu 200 bin olarak tespit ediliyor. Çünkü Göç İdaresi Başkanlığı dışında göçmenlerle ilgili kayıt tutan bir kurum yok. Deklare edilen kayıtlar genellikle şeffaf olmaktan uzak ve tartışmalı olduğu için 7-8 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor ama gerçek rakamın ne olduğunu bilemiyoruz. İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı, Türkiye'de yaşayan yabancılarla ilgili yaptığı açıklamada; Türkiye'de; öğrenciler, Antalya'daki yerleşik İngiliz, Alman ve Ruslar, eğitim alan polisler gibi yabancıların da aralarında bulunduğu 5 milyon 500 bin 690 yabancı var. Bunların içine toplam sığınmacı sayısı ise 4 milyon 82 bin 693 imiş. Ülke genelindeki 30 Geri Gönderme Merkezi'nde 80 farklı ülkeden 12 bin yabancı uyruklu varmış.
Mesele Ensar-Muhacir Kalıbıyla İzah Edilemeyecek Bir Meseledir…
Mazluma sahip çıkmak insani ve İslami bir görevdir. Onları kovmak, katillerin kucağına atmak insanlık suçudur, günahtır. Ancak bütün gelenler homojen bir yapıda olmadıkları için, bu farklı statüleri aynı kefede değerlendirmek veya “hicret” kavramını referans göstererek izah etmek meselenin anlaşılmasını zorlaştırdığı gibi çözüm yolunu bulmayı da çetrefilli ve ihtilaflı hale getirmektedir.
Bilhassa konuyu salt "ensar-muhacir" bağlamında ortaya koymak meselenin anlaşılmasında yanıltıcı olmaktadır. Hz. Peygamber(s.a.v) zamanında Müslümanlar kendilerini Mekkeli müşriklerden korumak ve İslam’ı yaymak için hicret ettiler. Oysa bu düzensiz göçün hepsinin nedeni Müslümanların kendi ülkelerinde İslam’ı yaşamalarına veya İslam’ı yaymalarına çıkarılan güçlükler değil. Aksine, bu kitleler İslam düşmanlığı yapan ülkelere göç etmeye çalışıyorlar. Onların çoğunu Türkiye'de tutan faktör AB ile yapılan geri kabul anlaşmasıdır.
Bazen Suriyeli göçmenlerle, Avrupa’daki Türkleri kıyaslamak yanlışlığına da düşülmektedir. Oysa ki, oradaki insanlarımız Türkiye’deki bir iç çatışma nedeniyle oraya sığınmadılar. O ülkelerin resmi talebi üzerine işçi olarak gittiler. İçlerinde mülteci ve kaçak göçmen olarak vasıflandırılacakların sayısı toplama oranla yok denecek kadar azdır.
Mevcut duruma baktığımızda krizin ağırlaşma istidadı gösterdiğini, meselenin halledilememesi durumunda sosyolojik açıdan ülkemizi derinden etkileyebilecek gelişmelere gebe olduğunu görmekteyiz. Mesele hem insani boyutlarıyla, hem de güvenlik açısından önemli tehditler içermektedir. Bu insanların bir proje çerçevesinde Türkiye'ye yönlendirilip yönlendirilmediği üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Mülteci akınlarını, göçmen işgallerini sıfır kayıplı vekâlet savaşlarının bir uzantısı olarak görmek gerekiyor. Emperyalistler güya terörü kaynağında kurutmak amacıyla bu coğrafyadaki dengeleri alt üst ederken esas hedeflerinin terörizmi bitirmek olmadığı, ülkelerin tabii kaynaklarını elde etmek, bölgeyi kaos ortamında bırakarak kendi hegemonyalarını sürdürmek olduğu ortaya çıkmıştır. Sığınmacıların bulunduğu ülkelerde sosyal problemler yaratmak ve bu ülkelerin politikalarını yönlendirmek de hedefleri arasındadır. Emperyalistler artık Tam Spektrumlu Savaş ve Akıllı Güç stratejisi uygulamakta, burada asimetrik savaş, hibrit savaş, siber savaş ve diplomatik oyunlar devreye girmektedir. Pandemi, iklim değişikliği, terör, göç, finans krizlerinin hepsini bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir.
Mülteciler ve
sığınmacılar mevzusu sosyal medyada belli gruplar tarafından sürekli kaşınmaktadır.
Toplumsal barışı dinamitlemek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Mültecilerin
daha ucuz ücretle çalışarak ülke vatandaşlarının işsiz kalmalarına vesile oldukları,
devletin mültecilere toplumun dar gelirli kesimlerine verilenden daha geniş
maddi imkânlar sağladığı gibi şikâyetlerle, mahrumiyetler içinde yaşayan toplum
kesimleri tahrik edilmektedir. İşini kaybeden, geliri hayat pahalılığı
karşısında eriyen insanlarımız sığınmacılar yüzünden aç ve işsiz kaldıklarına
inanıyorlar. Bu yüzden mültecilere öfke duyuyorlar.
Sığınmacı meselesi, siyasette, sosyal medyada, sokakta her yerde sürekli köpürtülüyor. Bazı mihraklar sorunu çözmeyi değil daha da büyütmeyi amaçlıyor. Mültecilerle ilgili, toplumdaki dinamikleri kışkırtıcı nitelikteki bazı sahte sözler ve görüntüler, Türkiye’de çekilmediği anlaşılan bazı montaj videolar nedeniyle yapılan sert tartışma ve kavga ortamı ülkeyi germektedir. Bir kısmı silahlı binlerce “mültecinin” herhangi bir müdahaleyle karşılaşmaksızın dağlık bir bölgede yürüdüklerini görüyorsunuz. Yürüdükleri yer Türkiye toprakları mı bilinmez ama görenler öyle olduğuna inandırılıyor. İnsanlar sokakta gördükleri her yabancıyı sığınmacı sansınlar diye Ortadoğulu turistleri göçmenmiş gibi gösteren videolar yayınlanıyor. Rakamlar çarpıtılarak, sokaklara provokatörler salınarak sosyal medya üzerinden kışkırtma yapılmaktadır. Ayrıca yabancılar da kışkırtılıp çatışmaya çekilmek istenmektedir. Dolayısıyla iktidarı ve muhalefetiyle siyasilerin oy hesabı yapmadan bunu görmeleri gerekiyor. Çünkü köpürttükleri nefret söylemi maalesef meselenin çözümüne hiçbir katkı sunmamakta, toplumda sessiz istila gibi ırkçı söylemlere desteğin sosyal, psikolojik ve siyasal zemini doğmaktadır.
Anlaşılıyor ki, 2023 seçimleri yaklaştıkça haddi aşan söylemler ve eylemler karşımıza çıkacak, mülteci sorunu büyütülmeye devam edilecektir. Ümit Özdağ ile Süleyman Soylu arasındaki sert tartışma bunun işaret fişeğidir. Soylu: “Ben bu adamı adam yerine ve insan yerine koymam… Bu hayvandan aşağı bir adamdır… Esfeli safilindir… Soros çocuğu ve operasyon çocuğudur… İstihbarat elemanı olduğu apaçık bellidir… “ ifadelerini kullanırken, Ümit Özdağ da: “Süleyman, zerre kadar erkeklik onurun varsa, saat 11.00'de beni kapının önünde bekle. Seni yarın İçişleri Bakanlığı'nın önünde bulacağım oğlum. O zaman göreceğiz. Korkak herif, korkak Süleyman, çık karşıma.” gibi ifadeler kullanmıştır.
Türkiye’nin ‘göçmen sorunu’ üzerinden gerginlik oluşturmaya çalışan bir ekip var. Zafer Partisi’nin sosyal medya hesaplarından paylaşılan materyal incelendiğinde, sosyal psikolojiyi bilen ve milletin sinir uçlarını kaşıyarak yabancı korkusunu yaymayı hedefleyen etki ajanlarının varlığı hissediliyor. Görünen o ki, seçimlere yaklaştıkça, Türkiye'de bu konudaki tartışmalar artacak ve toplumsal parçalanma büyüyecektir.
Batının İkiyüzlü Bencil Tavrı…
Dünyada bu kadar insanın vatansız yersiz yurtsuz kalması Batının sömürgeci politikaları nedeniyledir. AB Türkiye’yi göçmenleri tutan bir tampon ülke olarak görmektedir. Türkiye, sığınmacı yükünü tek başına üstlenmiş; bunun bir insanlık sorunu olduğunu, bu sorumluluğun ve yükümlülüğün paylaşılması gerektiğini sürekli olarak belirtmesine rağmen Batılı ülkeler mülteciler konusunda ayrımcı yaklaşımlar sergilemiş ve sorumluluğu paylaşmamışlardır. Suriyeli sığınmacıların ülkelere dağılımına bakıldığında, dikkat çeken bir tablo söz konusudur. Türkiye’de toplam 3 milyon 738 bin 32 Suriyeli sığınmacı olmasına karşılık, Almanya 530 bin, İsveç 130 bin, Avusturya 50 bin, Kanada 54 bin, ABD 33 bin Suriyeli sığınmacı kabul etmiş. Macaristan'da, 28 göçmenin ülkeye kabul edilip edilmemesi için referandum yapılmış, referandum sonucu halkın yüzde 86'sı göçmenleri istemediği için bunların alınması da gerçekleşmemişti. Zaten kabul ettiklerini de seçmece olarak belirli kriterlere uyanları alıyorlar.
ABD, Suriye'nin kuzeyinde kurduğu garnizon devletçiği için PKK/PYD terör örgütü eliyle demografik yapıyı değiştirdi, şimdi sığınmacıların ülkelerine dönmelerini istemiyor. Aynı şekilde AB’de fazla sığınmacı kabul etmediği gibi, Türkiye'deki sığınmacıların kendi ülkelerine dönmelerini de istemiyor. ABD ve AB sığınma hakkını tanıyan uluslararası kanunlara, belgelere ne saygı gösteriyor ne de uyuyorlar.
Türkiye’nin bugüne
kadar 500 bin Suriyeliyi gönderdiği güvenli bölgelere şimdi de 1 milyon göçmen
daha göndereceğini açıklaması Batılıların işine gelmiyor. Bu politikayı,
Türkiye’nin hem Suriye’de ve bölge halkları nezdinde itibarını artıracağı için
engellemek, hem de bölgede “kaos” ve “istikrarsızlık” olsun diye istemiyorlar. Atlantik
ötesinden,10 bin km uzaktan gelip bölgeye, petrole el koymanın amacını Türkiye
görmeliydi. ABD ve AB’nin çok açık olan bu göç projesi oyununa
gelmemeliydi.
Batılı ülkeler göçü
kendi topraklarına gelmeden başka ülkede durdurma stratejisini bencil bir
şekilde uygulamaya devam etmektedir. Fransa’da aşırı sağcı Le Pen “1 milyon
göçmen = 1 milyon işsiz Fransız” sloganıyla büyük bir çıkış yakalamıştı.
Hollanda’da ırkçı parti lideri Wilders de ülkesinin yabancılardan arındığında
daha özgür ve refah dolu bir cennete dönüşeceği iddiasıyla oylarını artırmıştı.
Türkiye ise kendi topraklarını insanlık adına sığınmacılara kapısını açmıştır.
Göçü bulunduğu yerde durdurma ve yönetme stratejisini daha sonra uyanarak
uygulamaya başlamıştır. Rusya-Ukrayna krizindeki mülteci ayrımcılığı bunların
çifte standart anlayışlarını göz önüne seriyor. Ukrayna-Polonya sınırında
mahsur kalan üçüncü ülke vatandaşları : 'Bizden başka herkesi aldılar'
diyorlar. Sadece Ukraynalı mülteci sorunuyla meşguller. Diğerlerini üzerimize
yıkıp aradan çekildiler.
Aslında işin arka
planında küresel bir operasyon var gibi gözüküyor. Ne zaman ki Cumhurbaşkanı
Erdoğan 1 milyon Suriyeli sığınmacının güvenli bölgeye
taşınacağını, bunun için sekiz aşamalı bir plan hazırlandığını söyledi,
ortalık ondan sonra karıştı. Türkiye’nin itibarını artıracak bu plan, hiç birinin
işine gelmediği için hem Esed ve PKK/PYD’yi hem de Batılıları rahatsız etti. Nitekim Süleyman Soylu bu gerçeği TGRT'ye
yaptığı açıklamada şu sözlerle dile getirdi: "Bu olayların hepsi bir
merkezden yönetiliyor. Batı eksenini AB ve ABD oluşturuyor.
Büyükelçilerin içinde olduğu operasyon yapılıyor. AB, Türkiye'nin
'göçmen deposu' olmasını istiyor. Bu teklifi kaç kere getirdiler.
Bizim yaptığımız insanlık yetmiyor. Tam tersini
istiyorlar. Türkiye'yi daha sonra operasyon yapabilecekleri bir
sistemin içerisine düşürmek istiyorlar."
AB İle Yapılan Geri Kabul Anlaşması…
Türkiye ve AB arasında mülteciler ile ilgili 18 Mart 2016 tarihinde yapıldığı iddia edilen bir anlaşmadan söz ediliyor. Ve bu anlaşmanın sonlandırılması gerektiği dile getiriliyor. Bahsi geçen belge, resmi bir anlaşma olmaktan ziyade, Türkiye üzerinden Avrupa’ya düzensiz göç akışını durdurmayı amaçlayan “AB-Türkiye Bildirisi”(EU- Turkey Statement) başlıklı “mutabakat” şeklinde paylaşılan bir metindi. Kasım 2015’te Türkiye’ye gelen George Soros, 8 Kasım 2015’te WSJ’’ye verdiği röportajda şu mesajları vermişti: “(1) Sığınmacıların Türkiye’de kalması daha ucuz ve verimli çözümdür. (2) Avrupa’ya giden mültecileri Türkiye’de durdurmak için işbirliği şart ve başta Almanya Başbakanı Angela Merkel olmak üzere Avrupalı liderler bu işbirliği için istekli.”
İşte bahsedilen bu
işbirliği, Almanya Şansölyesi Angela
Merkel, Avrupa Komisyonu Başkanı Claude Juncker ve Hollanda Başbakanı Mark
Rutte ile Türkiye tarafından Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun aralarında
hazırladıkları bir “mutabakat metni” ile gerçekleştirildi. Buna göre;
·
20 Mart 2016
itibariyle Türkiye’den Yunanistan kontrolündeki adalara geçen tüm yeni düzensiz
göçmenler Türkiye’ye iade edilecekti,
·
Yunan
adalarından Türkiye’ye iade edilen her Suriye için başka bir Suriyeli AB’ye
yeniden yerleştirilecekti,
·
Türkiye ile AB
arasındaki düzensiz geçişler sona erdiğinde veya önemli ölçüde azaldıktan
sonra, “gönüllü bir insani kabul planı” etkinleştirilecekti,
·
Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarına AB sınırları içinde vizesiz dolaşım imkânı sağlamak
için yol haritasının yerine getirilmesi, Haziran 2016 sonuna kadar
gerçekleşecek biçimde hızlandırılacaktı,
·
AB, Türkiye ile
yakın iş birliği içinde, Türkiye’deki mültecilerin ihtiyaçları için başlangıç
olarak tahsis edilen 3 milyar Euro’nun ödemesini daha da hızlandıracaktır. Bu
kaynakların harcanması tamamlanırken; AB, 2018 sonuna kadar 3 milyar Euro ek
finansman için harekete geçirecekti,
·
AB ve Türkiye,
gümrük birliğinin yükseltilmesi üzerine devam eden çalışmaları memnuniyetle
karşılamaktadır deniliyordu,
· AB ve Türkiye Suriye içindeki insani koşulları iyileştirmek için çalışacaklardı.
Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım 24 Kasım 2016’da TRT’de gazetecilere; “Düşünün, Türkiye olmasa ne olacak? Bütün bu Ortadoğu’dan, kargaşanın, savaşın yaşandığı bölgelerden akın akın mülteciler Avrupa’yı istila edecek ve çok büyük bir sorunla yaşamak zorunda kalacaklar. Türkiye buradan bütün bu sorunları, kendi içerisinde yönetebilen bir ülkedir.” diyordu. Yani 5-6 milyon mültecinin Avrupa’yı istila etmek yerine kendi yönettiği ülkeyi istila ediyor olmasını, övünülecek bir politika olarak anlatıyordu. Bu imzadan sonra olan oldu, Türkiye iki yönlü sığınmacı akınına uğradı. Avrupa’yı “istiladan” koruyup Türkiye’yi bir “göçmen deposu” haline getirerek Avrupa’nın önünde bir “tampon ülke” yaptılar. Bir taraftan Suriye’den Türkiye’ye gelişler devam etti bir taraftan da Türkiye’den Avrupa’ya geçenler Türkiye’ye geri gönderildi. AB ise verdikleri üç beş kuruş Euro dışında anlaşma dedikleri bu mutabakatın hiçbir maddesine uymadı. 2021-2027 AB Bütçesi’ne, Türkiye’deki mültecilere destek için herhangi bir kaynak konmadı. Taahhüdü yerine getirilmeyen bir anlaşma olur mu?
Mültecilerin çoğu son durak olarak Türkiye’yi değil Avrupa’yı görüyorlar ama kendilerine engel olunduğu için Türkiye’de kalıyorlar. Kısacası ortada bir anlaşma falan yok ve her zaman ki gibi Türkiye yine yalnız bırakıldı. Ne vizeler kalktı, ne gümrük birliği anlaşması genişledi, ne de diğer taahhütler yerine getirildi. Bu nedenle hala geri kabul şartlarını yerine getiren Türkiye’yi dünyanın göçmen idare merkezine dönüştüren, anlaşma denilen bu mevkute iptal edilmelidir. Milyonlarca Ukraynalıyı kabul ettiklerine göre demek ki isterlerse Suriyeli, Afgan, Iraklı mültecileri de kabul edebilirler. Etmek istemiyorlarsa mültecileri kimler yerinden ettiyse, bu faciaya kim sebep olduysa gidip onlarla görüşsünler.
Tutarlı Ve Gerçekçi Bir Çözüm Politikası Üretilemedi…
Türkiye’ye sınırlardan kontrolsüz bir şekilde giren mültecilerin ve sığınmacıları önü alınmazsa ileride çok tehlikeli yerlere savrulabilme ve çok daha büyük sorunlara dönüşme ihtimali yüksektir. Yasa dışı yollarla Türkiye’ye akın eden kitleleri, açık kapı politikasıyla herhangi bir elemeye tabi tutamadan, suç geçmişlerine bakamadan, göçmenlik haklarının bulunup bulunmadığı önemsenmeden, kimliklerine dikkat etmeden ülkeye doldurmak sosyolojik ve güvenlik açısından tehlikelere gebedir. Kontrolsüz bir şekilde toplumun içine salınmış olan, ikamet izni, çalışma izni ve vatandaşlık verdiğimiz bu insanların ülkelerindeki adli sicillerini biliyor muyuz? Bunların kaçında silah olduğunu biliyor muyuz? Bunların içine, yarın Türkiye’yi cehenneme çevirecek şekilde eğitilmiş terör unsurları ve istihbarat elemanları sızmış mıdır bilmiyoruz.
Türkiye’ye gelen sığınmacıların bir kısmının Esed ve İran istihbaratı tarafından Türkiye’de karışıklık çıkarmak için gönderilmiş olacağını, zamanı gelince veya fırsat bulurlarsa ortalığı karıştırıp Türkiye’ye zarar vermeye çalışabilecekleri iddiaları var. Kamufle edilerek Türkiye’ye sızdırılmış bu terör unsurlarını umarız devlet kontrol edebiliyordur. Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden iki üç bin kilometre yolu aşarak sınırlarımızı yürüye yürüye geçen, dikkat çekici sayıdaki 18-30 yaş arası mesleksiz erkek güruhun kitleler halinde gelmesi gerçekten izaha muhtaçtır . İran’ın kaçak göçmen kartını Türkiye’ye karşı kullandığına, yasa dışı yollarla Türkiye’ye girmelerine İran istihbaratı ve PKK’nın yardımcı olduğuna dair iddialar var. Bunların bazı yerlerde asayiş haberlerine konu olmaya başlaması, “Burası Eminönü değil Afganistan önü” gibi tahrik edici ifade kullanmaları, Kaçak Pakistanlıların, İstanbul'un göbeğinde silah zoruyla insan kaçırıp fidye isteyecek kadar çeteleşmeleri, “selfi çekiyoruz” gibi yapıp kadınları fotoğraflayıp Tik-Tok’ta yayınlamaları toplumdaki gerilimi artırmaktadır,
Deniz Ülke Arıboğan, bu paylaşımların yabancı istihbarat birimleri tarafından hazırlanıp sürüme sokulduğunu söylüyor. Şimdiden mülteciler arasında değişik mafyatik faaliyetlerin ortaya çıkmaya başladığını duyuyoruz. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanında sığınmacılar tarafından oluşturulan gettolar iç çatışmalara, ırkçı, ayrılıkçı kapışmalara zemin hazırlıyor. Belirli bölgelerde kontrolsüz yığılmalar, bu işi çatışma unsuru haline getirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Yabancı düşmanlığına dönük manipülatif faaliyetler ile mülteciler arasında görülen çeteleşme görüntüleri bir patlama sinyali veriyor. Yoğun göçün yol açtığı toplumsal/kültürel çatışmaların tansiyonu her geçen gün yükseliyor. Yeni bir kutuplaşma ekseninin ortaya çıkmaya başladığı, yeni bir fay hattının oluşmaya başladığı,sorunun her geçen gün büyüdüğü görülüyor.
Meselenin sayısal veriler dışında insani, vicdani, siyasi, ekonomik, güvenlik, demografik, sosyal ve kültürel boyutu var. Karşımızda, kültürleri, siyasi eğilimleri, arzu ve istekleri dikkate alınarak düşünülmesi gereken bir kitle var. Buna ilaveten, bölgesel ve küresel çatışmalardan beslenen bir boyutu var. Böyle karmaşık bir meseleyi “kalsınlar-gitsinler” veya “ev sahibi-misafir” kolaycılığına sıkıştırarak tartışmak gerçekçi değildir. Kalsınlar diyenlerin de gitsinler diyenlerin de haklı gerekçeleri var. Bunu anlayabilmek önemlidir. “Sığınmacı meselesi” asla Ümit Özdağ gibilerin kafasıyla çözülmez ama bu konuda endişelerini dile getirenlerin de “şucu” “bucu” gibi yaftalaması doğru bir yaklaşım değildir. Bizim kendi gençlerimizin, kendi insanlarımızın da tonlarca sorunu var. Toplumun artan işsizlik, hayat pahalılığı, ağır ekonomik kriz altında bunalımda olduğu bir dönemde insanların hassasiyetlerini dikkate almak gerekiyor. Geniş toplum kesimleri bu sıkıntıların baş sorumlularından biri olarak sığınmacıları görmeye ve öfke duymaya başlamıştır. Sığınmacıların gönderilmesini isteyenleri "ırkçılık", gitmelerine karşı çıkanları ise "hainlik" ile suçlamak meseleyi anlamayı, çözüm üretmeyi engelliyor. Emperyalizmin göç stratejisini esas almadan sığınmacı dostluğu sergileyen kesim de sığınmacıların sebep değil sonuç olduğunu dikkate almadan işi yabancı düşmanlığına götüren kesim de yanlış içindedir.
Devlet bugüne kadar perakende tedbirlerle işi götürdü. Kapsamlı ve uzun vadeli bir göçmen siyaseti geliştiremedi. Açık kapı siyasetinin daha fazla göçü teşvik edeceği gerçeği görmezden gelindi. Suriye iç savaşının ilk aylarında ‘sığınmacı sayısının 100 bine çıkması bizim kırmızıçizgimizdir’ diye açıklamalar yapılıyordu. Ama sayıları milyonlarca oldu. “Türkiye yolgeçen hanı değildir” açıklaması olayı çözmedi.
Sadece Suriyeliler değil yedi düvelden akın akın gelmeye başladılar. Afrika ülkelerinden, Orta Asya Cumhuriyetlerinden, Pakistan, Afganistan, Bangladeş, İran, Irak, Filistin, Yemen gibi yerlerden milyonlarca insan akın akın geliyorlar. Türkiye, isteyenin elini kolunu sallayarak girebildiği, başıboş bir ülke görüntüsü veriyor. Sınırlarımız adeta delik deşik olmuş. Yüz binlerce kaçak nasıl giriyor Türkiye'ye? Devletin gücü insan kaçakçılarına ve menfaat karşılığı onlara göz yuman görevlileri durdurmaya yetmiyor mu? Bir mültecinin yardımsız olarak yürüyerek sınırı geçip otostopla şehir merkezlerine varması bu kadar kolay olamaz. Sınırlarda kurulu bir göç düzeninin olduğu anlaşılıyor. Gelirken sağa sola dağıttıkları paranın dönemine göre 3.500 ile 7.000 dolar olduğundan söz ediliyor. Kamyon damperlerinde gelen insanların koşarak kayıtsız kuyutsuz şehirlere dağılması, bunlarla ilgili bir uyum politikası olmaması, en kötü işlerde sömürülen bu insanların suç örgütlerinin eline düşmesi kaçınılmaz kılmaktadır. Türkiye’deki göç siyaseti maalesef iyi yönetilemedi. Sayı istiab haddini aştı. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda devletin bir A planı, B planı yok imiş. Diğer taraftan muhalefete bakıyorsunuz belirgin bir hazırlıkları/planları yok. Onlar da siyasi atmosfere göre “göndereceğiz-göndermeyeceğiz” ekseninde dolaşıp duruyor.
Devletin mültecilerin topluma uyum konusunda uzun vadeli bir stratejinin olmadığı görülüyor. Nüfus hedeflerimiz, demografik çeşitliliğimiz ve ekonomik kalkınma planlarımız açısından göçmenlerin hangi bölgelere yerleştirilmesi hususunda kapsamlı planlara sahip olunmadı. İşin bu noktaya geleceği uzmanlar tarafından dile getirildi ama pek kulak asan olmadı. Bu insanların geleceğine ilişkin bir vizyon ve politika üretilmedi. Ne kadarı kalacak, ne kadarı gidecek, kalacak olanların topluma uyum için ne gibi adımlar atılacak tespit edilmedi. Başlangıçtan itibaren belli eğitimler verilerek bu insanlar topluma entegre edilmeye çalışılsaydı bugünkü sıkıntılı durum muhtemelen ortaya çıkmayacaktı. İnsanımızın feraseti nedeniyle sığınmacılar konusu bugüne kadar ciddi bir sosyal krize dönüşmedi ama artık mesele bir devlet politikası çerçevesinde ele alınamadığı takdirde mevcut huzursuzlukların kontrol edilebilmesi giderek zorlaşacaktır.
Türkiye, Mazlumlara Kol Kanat Geren Bir Ülkedir…
Kadim bir merhamet medeniyetine sahip olan Türkiye, ülkesine gelen sığınmacılara insani yardımlar yapmış, onları ağırlamış, onlara istihdam imkanı tanımış, iş ve üretim yapmalarını sağlamış, olağanüstü bir çaba göstermiştir. İmparatorluk geleneğinden gelen Türkiye, gerek coğrafi konumu gerekse tarihi müktesebatı icabı dışarıdan büyük göçler almış bir ülkedir. Osmanlı’nın dağılışıyla vatansız kalmış, evlerini topraklarını terk etmek zorunda kalmış insanların sığınağı olmuştur. Başta Balkanlar olmak üzere kaybedilen topraklardan ayrılmak zorunda kalan milyonlarca Müslüman, elde kalan son kale Türkiye’ye göç ettiler. Rusların zulmünden kaçan Kafkasyalı Müslümanlar da buna dâhil. Osmanlı bakiyesi Arnavut, Boşnak, Pomak, Selanikli, Giritli, Kırımlı, Gagavuz, Tatar, Türk, Kürt, Yörük, Arap yüzyıllarca beraber yaşadığımız bir coğrafya burası. Suriyeliler yüzyıl önce Osmanlı tebaasıydı, dedelerimiz aynı ülkenin vatandaşıydı. Sykes-Picot çizgileri ile sınırlar yerleşim yerlerinin ortasından geçirildi, aileleri bölündü, araziler bölündü, ailelerin bazı fertleri, tarlaların bir kısmı sınırın ötesinde kaldı. Şam, Halep, İdlip Osmanlı vilayetleri idi. Çanakkale şehitlerinin kitabelerinde bu bölgelerden gelip şehit olanların isimlerini görebilirsiniz.
Dünyanın birçok yerinden savaş, zulüm ve yoksulluk sebebiyle evlerinden, yurtlarından olan mazlumlara Türkiye her daim kucak açtı. Gelenler, Türkiye tarafından her daim güler yüzle karşılandı. Şimdi Dağıstan'dan gelen Ümit Özdağ, vatan mahrumu insanlardan şikâyet etmekte, Türkiye'de ırkçılık yapmaktadır. Ümit Özdağ 1 yılda attığı 1677 tweet'in 777'sini Suriyeli ve yabancı düşmanlığına ayırmış. Mültecilere karşı halkı kışkırtan 'Sessiz İstila' isimli provokasyon filmini finanse ettiğini kendisi söylüyor.
Mültecileri Geri
Göndermek O Kadar Kolay Mı?
Muhalefet partileri, iki yıl içinde Şam yönetimi ile konuşarak Suriyelileri “gönüllü olarak” davul zurnayla geri göndereceklerini iddia ediyorlar ama belirgin bir plan sunamadıkları için, bu iddia çok inandırıcı ve tatmin edici değil. Muhalefetin iddiası, bayramdan bir gün önce Suriye’de af ilan eden ve gidenlere geri dön çağrısı yapan Esed’e güvenmeye dayanıyor. Ancak Esed 18. kez af ilan etti ama 150.000 siyasi tutukluyu doldurduğu işkencehanelerinden sadece 193 kişi tahliye oldu. Bunlarından da çoğunun sakat kaldığı, nereye ve kime gideceğini dahi bilmeyecek kadar akli dengesini yitirdiği ortaya çıktı. Hatırlarsanız daha önce de sistematik işkence yapılarak ve aç bırakılarak öldürülen 11 bin kişinin cesetlerinin yer aldığı 55 bin fotoğraf ortaya çıkmıştı. En son İngiliz The Guardian gazetesinin yayınladığı video Şam’ın Tedamun semtinde gerçekleşen bir katliamı belgeliyordu. Esed rejimine bağlı bir grup, hazır kazılmış bir çukura gözleri kapatılmış 41 sivil insanı iterek kurşunlamış, sonra da üst üste yığılı cesetlerin üzerine benzin dökerek yakmışlardı.
Esed rejimi kendi halkına karşı kimyasal silah dahil her türlü silahı kullanmaktan çekinmedi. Yıllar boyunca yerleşim bölgelerine, okullara, hastanelere, halk pazarlarına, fırınların önünde oluşmuş kuyruklara, varil bombaları yağdırdı. Uluslararası Af Örgütü 2021 yılı sonlarında yayımladığı “Ölümüne Dönmek” adlı bir raporunda, Lübnan’dan Suriye’ye dönen bazı ailelerin uğradıkları vahşetten örnekler veriyordu. Kadın ve çocuklara tecavüz, zindanlara atıp işkence etmek ve ortadan kaybetmek gibi çeşitli vahşi uygulamalardı bunlar.
Elinde onca insanın kanı bulunan bu katilin ucube af kararlarına hiçbir Suriyeli güvenmiyor. Sığınmacıların büyük çoğunluğunun, savaşın ve zulmün hâlâ sürmekte olduğu Suriye’ye geri dönmek niyeti yoktur. Esed kontrolündeki insanların yüzde doksanının açlık sınırı altında olduğunu biliyorlar. Ortada Suriyelilerden bir rahatsızlık olduğu kesin. Ama bu durum, Esed rejimiyle görüşülerek çözülecek bir sorun değil. Suriye’yi cehenneme çeviren Esad rejimi var oldukça bunun mümkün olmadığı görülüyor. O mazlum insanları güvenli, onurlu ve gönüllü bir şekilde ülkelerine geri döndürmek, ancak Suriye’nin hak ve özgürlüğü önem veren bir ülke haline gelmesiyle mümkün olabilir. Esed’ın “ben affettim gelin” demesi yetmiyor. Buradan kuru kuruya “gitsinler” denmekle de mesele çözülmüyor. Gönüllü gitmelerini teşvik için “size Suriye’de 100 bin briket ev yapacağız” demek de yetmeyecektir. Suriyelilerin ülkesindeki derdi sadece başlarını sokacakları ev bulamamak değildir. İş ve geçim ile ilgili bir yığın sorun onları beklemektedir. Güvenli bölgede oluşturulan briket evlerde yaşamak onlara uzun soluklu bir hayatı garanti kılmıyor. Yarın ne olacağı belli olmayan güvensiz ortam devam ettiği sürece evlerine gitmek istemeyeceklerdir.
Aynı zamanda, bu uluslararası nitelikte bir olaydır. Türkiye'nin taraf olduğu 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi, AİHM içtihatları ve Türkiye'nin iç hukuku gereğince hiç kimse hayatlarının tehdit altında olduğu, zulüm riski altında olduğu yere zorla gönderilemez. Yani gönüllü gidişleri şarttır.
Demografik Değişim Ve Ekonomiye Etkisi…
BM Mülteci Örgütü'ne göre Türkiye, dünyanın en fazla göçmene ev sahipliği yapan ülke konumuna gelmiştir. Bir ülkenin göçmen deposuna dönüşmüş olması hem demografisini etkiler hem de ekonomisini zora sokar. Türkiye gibi, siyasi kutuplaşma, yüksek enflasyon, yoksulluk, terör, sosyal parçalanma gibi fırtınalarla boğuşan bir ülkenin istiab haddinin üstünde göç alması altından kalkamayacağı bir yük altına sokmuştur.
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de toplam doğurganlık hızı, 2020 yılında 1,76 çocuk olarak gerçekleşti. Bu durum, doğurganlığın nüfusun yenilenme oranı olan 2,10'un altında kaldığını gösteriyor.[1] Yapılan demografik analizler, 2050’li yıllarda yaşlı nüfus oranımızın yüksek bir seviyede olacağını gösteriyor. Nüfus artış hızı yüksek olan Suriyelilerin ise aile başına 5,3 üreme hızıyla 2040’ta nüfusumuzun yüzde 13 buçuğunu oluşturacakları, bu doğum hızıyla 2053 yılında Suriyeli nüfusun 35 milyonu bulacağı tahmin edilmektedir. Suriye’den gelen sığınmacıların yüzde 47’si 18 yaşın altındadır. Günde yaklaşık 395 Suriyeli bebek doğuyor. Yani, yılda 145 bin yeni Suriyeli nüfusa ekleniyor. Yabancı kökenlilerin nüfus içindeki payının ülkenin kaderini belirleyecek seviyeye yükselmesini bir milli güvenlik meselesi olarak görmek gerekiyor.
Başta Suriyeliler olmak üzere milyonlarca insan Türkiye’ye gelmesiyle, İstanbul’da göçmen mahalleleri oluştu. Göçmenlerin yoğunlukta olarak yaşadığı Aksaray ve Yusufpaşa, Esenyurt, Fatih gibi bölgeler büyük bir değişime sahne oldu. Kimi sokak Somalilerin, kimi sokak Filistinlilerin yaşadığı bölgeler olarak ayrılmış durumda. Göçmenlerin bu semtlerde açtıkları işyerleri ile büyük bir ekonomi oluşturduklarını görüyoruz. Hatay gibi bazı illerimizde başta Suriyeliler olmak üzere mültecilerin sayısı yerli nüfusu geçmek üzere.
Türkiye’de zaten kırsaldan kente doğru bir iç göç olgusu yaşanıyor. Köyünü toprağını terk eden milyonlarca insan tarımdan koparak kentler yığılıyor. Daha bu problemi halletmeden birde dışarıdan gelen yığınlar ciddi problemlere gebe. Göçmenlerin kayıt dışı çalışmaları ve ucuz iş gücünü kabul etmesi hem devlete hem de yerli çalışana zarar vermektedir. Bir taraftan emek sömürüsü yapılmakta, diğer taraftan yerli yığınlar fabrika önlerinde iş beklemektedir. Özellikle mevsimlik işçi çalıştıran tarım sektöründe yevmiyeler düşmekte, yerel halk tarımdan uzaklaşmakta, halk kesimlerinde oluşturduğu tepki birçok açıdan sosyolojik sorunlar doğurmaktadır. İşsizliğin diz boyu olduğu, orta sınıfın her geçen gün eridiği Türkiye’de, toplumun büyük bir kesimi, mevcut göçmen nüfusu Türkiye’nin kaldıramadığını, soruna el atılmazsa gelecekte çok daha büyük sorunlar ortaya çıkabileceğini, mültecilerin kendi yurtlarına gönderilmesi gerektiğini düşünüyor.
Meselenin birde ihmal edilmeyecek insani yönleri vardır. Düşük ücretlerle ve kayıtsız/sigortasız çalıştırılan, ucuz işgücü deposu olarak kullanılan sığınmacılar bu çağın modern köleleri mesabesindeler. Karın tokluğuna çalıştırılan, sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılayan bu insanlara sahip çıkılması ve sömürülmelerinin önüne geçilmesi gerekir.
Mültecilerin, bir
krizle karşı karşıya olan ekonomimize gerçekte ne kadar yük getirdiğini de tam
olarak bilmiyoruz. Kronik enflasyonla başı dertte olan ülkemiz, vatandaşına
barınacak yer bulmakta zorlanırken, konut fiyatları ve kiralar almış başını
gitmişken, 7-8 milyon sığınmacıya ev sahipliği yapması artık tepkilere yol
açıyor. Türkiye’de sığınmacılara karşı negatif bir dalga oluşuyor. Türkiye
gibi ekonomisi sıkıntıda olan bir ülkede sığınmacı sayısının nüfusun yüzde
10’una ulaşmış olması ciddi sorundur. Ekonomik sıkıntıların toplumsal öfkeyi
körüklediği böylesi zamanlarda, sert söylemlerle kışkırtılan kitlelerin
birbirine fiziki müdahalede bulunması tahmin edilmez felaketlere yol açabilir.
Mültecilerin Hepsini Bir Görme Yanlışı…
Her toplumda olduğu gibi, bu kadar milyon yabancı içinde iyisi de kötüsü de her türden insan bulunur; ahlaklısı, çalışkanı, temizi olduğu gibi tacizcisi, hırsızı, sapığı, kavgacısı olabilir. Bir mülteci yanlış bir şey yapınca hepsini birden suçlamak haksızlık olur. Büyük çoğunluğunun yerinden yurdundan edilmiş, yoksul ve çaresiz insanlar olduğunu unutmamak gerekiyor. Bir kısmı ise savaştan ziyade ekonomik gerekçelerle pasaportuyla gelmiş. Bunların çoğu hali vakti yerinde ve Suriye’de yaşanan olaylarda taraf da değiller, Esed’e karşı da değiller. Daha konforlu bir hayat yaşamak için açık kapıyı fırsat bilip gelmişler. Dolayısıyla, savaş ve zulüm nedeniyle vatanından, toprağından, evinden, yurdundan, sevdiklerinden kopmuş, can havliyle sığınmaya gelmiş Suriyeli mazlum ile patronu ayırt etmek gerekir. Ayrıca, buraya gelmiş, yerleşmiş, bir hayat kurmuş, iş kurup vergi mükellefi olmuş, çocukları okula giden insanlarla hiçbir kaydı olmadan kaçak gelenleri aynı kefeye koymamak gerekiyor.
Batıcı-laikçi takımın “Ortadoğu ülkesine benzedik” şeklindeki yakınmaları, sokaklarda duydukları Arapça konuşmalardan, gördükleri Arapça levhalardan, kadınların tesettüründen rahatsızlık duymaları, meseleyi insani boyutundan çıkarıp önce Arap karşıtlığına, sonra da Müslüman karşıtlığına dönüştürmektedir. Sözcü gazetesi yazarları ısrarla “İslam ülkelerinden gelen göçmenler “ klişesini kullanmaktadır. Başka dillerdeki broşür ve tabelalara ses çıkarmayan bu taife, sıra Arapça ’ya gelince tepki gösteriyorlar.
Peki, Ne Yapmalı?
Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin en ciddi sorunlarından biri olarak kalıcı hale gelmekte olan mülteci meselesi, politika malzemesi yapılmayacak kadar mühim bir meseledir. Bu hassas konuya yönelik köklü ve adil bir çözüm kaçınılmaz olmuştur. Oldukça çetrefilli ve çok boyutlu olan bu meselenin çözümü için kamu ve sivil toplum kuruluşların, siyasi partilerin hep beraber müşterek çalışması gerekir. Sığınmacıların geri dönüşü hem iktidarın hem de muhalefetin birlikte sorumluluk üstlenmesi gereken bir konudur. Meselenin partiler üstü bir konu olarak ele alınıp devlet kurumlarının, üniversitelerin, sivil toplumun, entelektüel kamuoyunun ortaklaşa çalışıp bir milli politika geliştirilmesi gerekiyor. Sosyal barışın bozulmaması, toplumsal hassasiyetlerin yabancı istihbarat örgütlerince istismar edilmemesi için çok boyutlu bu sorunun dikkatle ele alınması, ayakları yere basan tutarlı bir politikanın acilen oluşturulması gerekir.
İktidar ve muhalefet cenahı, her ikisi de şunu bilmeli; meseleleri çözmek yerine, oy kaygısıyla sürekli zıt ve ayrıştırıcı söylemlerle toplumu germek ülke adına endişe verici bir durumdur. Bu üslup toplumsal fay hatlarını germekten öte bir işe yaramaz. Hükümetin planlarında daha gerçekçi ve çözüm odaklı, muhalefetin ise eylem ve söylemlerinde çok daha sorumlu olması gerekiyor. Bugün vatansever olan herkesin sığınmacılığı/göçmenliği toplumsal çatışma zeminine ve popülist siyaset pratiğine taşımak isteyenlerin karşısında durması gerekmektedir. Hem kaos planlarını hem de yabancı düşmanlığını engellemek için bu meseleyi aklı selimle siyaset üstü olarak ele almak zorundayız.
Devlet, ülkemizi bir mülteci kampına çevirmeye çalışan Avrupa ile yaptığı anlaşmaları gözden geçirmelidir. Bu ülkede bulunan mültecilerin sorumluluğu sadece Türkiye’ye ait değildir. Sadece kendi konforunu düşünen Avrupalılar şu anda o kadar rahatlar ki Türkiye’nin onlar için bedavaya hamallık yapmasından son derece memnunlar.
Sığınmacıların dönüşlerini kolaylaştırmaya yönelik projeler geliştirilmesi gerekiyor. Farklı kültürel kodlara sahip bu insanların kalıcı olanları hangi sistemle ve hangi metotla yerleşik kültüre entegre edilecek? Buna ilişkin ayakları yere sağlam basan planlar yapmak gerekiyor. Bunun yanı sıra mültecilerin adres kayıtları, sağlık durumları, dil ve eğitim ihtiyaçları da titizlikle izlenmelidir.
Yapılması gereken, yeni bir göç stratejisi oluşturan, mültecilerin sosyal oryantasyonunu temin eden, entegrasyonunu sağlayan, çıkan sosyal problemlerle mücadele edebilen, uzmanlardan oluşan bir Göç Bakanlığı kurmaktır. İçişleri Bakanlığı’na bağlı alt düzey bir Başkanlığın milyonlarca mülteciyi sevk ve idare etmesi mümkün değildir. Kabul, yerleştirme, eğitim, geri gönderme ve benzeri meselelerde çalışan bir bakanlığa ihtiyacımız vardı.
[1] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Dogum-Istatistikleri-2020-37229