Metin Alpaslan – Umran Dergisi/Aralık 2024-364. Sayı
Türkiye Cumhuriyeti farklı dillerin, dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşadığı bir imparatorluğun bakiyesidir. Cumhuriyet’i kuranların amacı, bir ulus inşa ederken ülkenin zihin haritasını, kurumlarını kurallarıyla tümden değiştirmekti. Bu bir Batı medeniyeti tercihiydi. Cumhuriyet’in kuruluşundaki modelleme bir dönüştürme projesi olarak etnik köken, dil, din farklılıklarının yok sayılması üzerine bir vatandaşlık tanımı yapıyordu. Cumhuriyet ulusalcılarına göre bu ülkenin tarihi 1919’dan başlıyordu ve modernleşmenin, laikleşmenin tarihiydi. Önceki yaşananlar kötüydü, geriydi, o sebeple Cumhuriyet ulusalcılarının tarihi olmayı hak etmiyordu. Onun için unutmak ve unutturmak gerekiyordu.
Cumhuriyet Rejiminin Kurguladığı Devlet
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında devlet ekonomik kalkınmanın yanında toplumsal dönüşüm konusunda da başat rol üstlendi. O günün toplumsal ve siyasal şartlarında askerî ve sivil bürokrasinin topluma dikte ettiği modernleşme, hayatın her alanında değişimi devletin sahiplendiği, örgütlediği ve denetlediği bir süreci devreye soktu. En büyük, en üst ırk/köken söylemleri, mitleştirmeler, kutsallaştırmalar devreye sokuldu. Ulus devletin uyguladığı sert laiklik politikalarıyla Müslümanlar mağdur ve mazlum oldular. İnançları sebebiyle uğradıkları eziyet ve zulüm sonucunda vatandaşın dine ve dinî referanslarla yaşayışa dair bilgilenmesi, eğitimi sözlü kültüre ve o günün Anadolu’daki hocaların sözlü anlatımlarına kaldı. Böylece dinî anlayış, kavrayış ve yaşayış bilerek ve isteyerek geriletildi.
Laikçi siyasal darlığın, kendi öncelik ve hassasiyetlerine, sempati ve antipatilerine, korku ve vehimlerine göre tasarladığı çarpık devlet anlayışı, hukuksuzluk ve keyfilikle toplumu tanzim etmeye çalıştı, meşruiyetten çok, cebir ve şiddet yöntemlerine başvurdu. Dogmatik Kemalist ilkeler ile hareket eden bu zihniyet, toplumu ayakta tutan temel değerlerle çatışmış, farklılıkları yok saymıştır. Tek tip toplum ve tek tip vatandaşlığın meşrulaştırılması, bir üst kimliğin yüceltilmesi çabası içine girilmiş, şiddet, dışlama, yok etme dürtüsü ile Türkiye tehlikeli bir cepheleşme ve iç çatışma sürecine sokulmuştur. Kürt sorununu da üretip çözümsüzlüğe iten, faili meçhullerle, yargısız infazlarla ünlenen “derin” çetelerin oluşumuna uygun atmosferi oluşturan, üretilen seküler kutsallar adına her türlü katliamı yapabilecek hastalıklı ruh yapısını besleyen Kemalist, ulusalcı bir eğitim sistem işletilmiştir...
1950’lerden itibaren Menderes’le birlikte, bu defa devlet üzerinden değil de muhafazakâr hükûmetler eliyle toplum yumuşak sekülerleşme projesi ile dönüştürülmeye başlandı. Demirel, Özal, yumuşak sekülarizm projesinin taşıyıcılığını yaptı. Artık toplum kendiliğinden sekülerleşmeye başladı. AK Parti ile bu süreç bir adım sonrasına evirildi ve bu defa toplumun İslâmî kesimleri sekülerleşme sürecine girerek yumuşak bir geçişle neoliberalizmle buluşturuldu. AK Parti özellikle neoliberalizmin İslâmcı kılıf ile yaygınlaştırılmasında ve eskiden kapitalist piyasa ilişkilerine ve ulus devlete şüpheyle yaklaşan muhafazakâr kesimleri düzenle bütünleştirmekte bilerek veya bilmeyerek çok başarılı bir rol oynadı. “Türkiye Müslümanları, ellerindeki yegâne kültürel ve entelektüel sermayeyi, İslâmî anlam haritalarını kendi elleriyle parçaladığını bile göremedi!”[1] Devletçi zihniyet, politik arenadaki çatlaklar ve çatışmalarda siyasal iktidardan yana pozisyon alıyormuş gibi yaparak, AK Parti’nin de devletçi zihniyete doğru kaymasına gaz vererek yeniden mevzi kazandı. AK Parti iktidara yerleşirken, devlet de AK Parti’yi dönüştürdü.
Türkiye, Türklerin ve Kürtlerin kurucu Müslüman unsur oldukları bir ortak devlet şeklinde kuruldu. Ancak kuruluşunda hedeflenen süreçlere Kürtler kendi kimlikleriyle katılamadılar. Son yüz yıldır yaşanan süreçler, devlet tarafından, Kürtlere rağmen ve Kürtleri yok sayarak tasarlanmış ve yönetilmiştir. Kürtlere dair boyutlara, Kürtler için ürettiği sorunlara, Kürtlerin kendi kimlikleriyle, kendilerine ait yol ve yöntemlerle dâhil olup olmamalarına bakılmadığı için -maalesef- bugünkü noktaya gelinmiştir.
Resmî uluslaşma sürecinde tüm kimlikleri ve farklılıkları yok sayan, tüm toplumu tek tipleştiren bir süreç yaşanmıştır. Bölgesel eşitsizliğe dayanan adaletsiz kalkınma modelleri ile Kürtlerin yaşadığı coğrafya ülkenin en geri kalmış bölgesi olarak kalmıştır. Bölgeyi kontrol altında tutabilmek için Kürtlerin içinden edinilen işbirlikçiler ile feodal yapının varlığına göz yumulan bir modernleşmeye razı olunmuştur. Bu süreçleri devlet, laik, militarist, beyaz Türk elit bürokrasi eliyle tasarlamış ve yönetmiştir. Bu süreçte sadece Kürtler değil tüm kimlikler ve farklılıklar mağdur edilmiştir. Dolayısıyla, Kürt meselesi Cumhuriyet rejiminin kurguladığı devlet ile vatandaş ilişkisinin ve mutabakatının koptuğu noktada başlamıştır. Kemalist rejimin tek tipleştirici, dindarları, Alevileri ve Kürtleri dışlayıcı, ötekileştirici, ceberut yaklaşımı acı ve gözyaşı dolu yılların yaşanmasına, 50 bin insanın kaybına ve toplumun ekonomik ve sosyal refahı için kullanılacak 500 milyar doların heba edilmesine yol açmıştır.
Tarihin seyrine baktığımızda da Kürtlerin hep bölünerek yönetildiğini görüyoruz. Birtakım Kürt aşiret ve ağalara, vergi ve asker gönderme karşılığı devlet imkânlarından istifade etme ve devletin gazabından uzak tutulma imtiyazı tanınmıştır. Cumhuriyet rejimi de Kürt sorununu iç güvenlik açısından değerlendirmiş, Kürtleri yıldırmak ve baskı altına almak için koruculuk, JİTEM ve çeteler ihdas edilmiştir. Bu gruplar binlerce insanın kanına girmiş, birçok insanı öldürmüş, mallarına el koymuş ve iftira atarak hapse girmelerine neden olmuşlardır. 1990 yılından itibaren bölgede işlenen faili meçhul veya gizli cinayet sayısı 3 binin üzerindedir. Bu süreçte binlerce insan gözaltında kaybedilmiştir.[2]
Doğu ve Güneydoğu yıllarca sıkıyönetim ve olağanüstü hâl bölgesi olarak yönetilmiştir. Kürtlere yapılan haksızlıklar ile ilgili devletin uyguladığı dezenformasyon sebebiyle Türkiye toplumu Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan zulmü yeterince bilemedi. Öyle ki o topraklarda 5-6 milyon insan yerinden edilmiş, göçe zorlanmıştır. Bu yaşananlardan, sıkı sansür dolayısıyla insanlar haberdar olmamıştır. Cezaevleri işkence merkezlerine dönüştürülmüş, insanlara akıl almaz işkenceler yapılmış, insan onurunu zedeleyen “dışkı yedirme” gibi insanlık dışı hakaretler edilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla birlikte iskân yasalarıyla başlayan Kürtlere yönelik tehcir uygulaması, 1990’larda 4 bin köyün boşaltılmasıyla devam etmiştir. Bu süreçte milyonlarca insan yerinden yurdundan sürülüp fakir ve yoksulluğa itilmiş, Kürt çocukları ve gençleri suç şebekelerinin eline bırakılmıştır.
Bugünkü yetersiz sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyesi, karşılaştığımız acılar, ölümler, ihanetler ve parçalanmış kimlikler Cumhuriyet’in modernleşme ve toplumsal dönüşüm hedefinde nerede olduğumuzu acı bir şekilde göstermektedir. Bugünkü durum son yüz yıllık modernleşme hikâyesinin hazin sonucudur.
Türkiye Kritik Eşiklerden Birisine Daha Yaklaşıyor
“Soğuk Savaş bitti!” derken, dünyada siyasi, ekonomik, kültürel ve yeni bir bölüşüm kavgası başladı. Ülkemizin etrafı da âdeta ateş çemberidir. Irak’ın işgali sonrasında yaşanan ‘Arap Baharı’ ve Suriye iç savaşı ile Ortadoğu savaşlarla için için kaynıyor. 11 Eylül Batı’da ırkçılık, ayrımcılık, nefret söylemi, İslâmofobi gibi bir dizi toplumsal dinamiği, Müslüman coğrafyada da karşı öfkeyi tetikledi. Avrupa’da popülist, otoriter liderler ve şoven hareketlerin yükseldiği bir dönem yaşanıyor. Bunlar, insanlık tarihinde derin izler bırakan sömürgecilik ve soykırımların müsebbibi Batı medeniyetinin çocukları, yeni bir küresel güç ve bölüşüm savaşının Vahşi Batı’daki aktörleridir.
Diğer taraftan bütün dünya, hız ve hazzın kölesine dönüşmeye başladı. Dünya, bilgi teknolojilerinin gelişimiyle sanayi toplumundan bilgi toplumu olmaya doğru dönüşüyor. İnsanlık bir çağ değişimi yaşıyor, hayatın her alanında olduğu gibi zihin haritaları da değişiyor. Küresel sorunların öne çıktığı böyle bir zaman aralığında, egemen güçlerin kontrolündeki uluslar üstü organizasyonların küresel sorunları çözmeye yetmediği gözlemleniyor. Uluslararası toplum açısından güven veren ve bağlayıcı olan hiçbir kurum, norm ve değer yok. Küresel iklim değişikliği, kutuplaşmalar, çatışmalar, adaletsizlik sorunlarıyla karşı karşıyayız. Şovenlik, radikallik, nefret söylemi ulus devletleri rehin almış, güvenlikçi politikalar ve otoriterlik devlet politikalarına dönüşmüş durumdadır. Bu karmaşa ortamından nasıl çıkılacağına dair henüz küresel bir barış senaryosu yoktur. Dünya bunalımdadır. Üstelik bu kez ana aktörler sadece ABD ve Rusya’dan ibaret iki kutuplu bir dünya da değil. Avrupa Birliği (AB), İngiltere, Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi aktörler de sahnededir. Her bir aktör kendi askerî ve ekonomik büyüklüğüne göre bir ağırlık merkezi oluşturmaktadır.
Önümüzdeki muhtemel siyasi, toplumsal ve ekonomik riskler, etrafımızda yaşananlar giderek ülkemizi var olma sorunuyla karşı karşıya getiriyor. Türkiye’nin içeriden ve dışarıdan kuşatılması ve oyun dışına itilmesi için, sözde dost ve müttefiklerimiz dâhil bir kısım devletler ellerinden geleni ardına koymuyorlar. Türkiye’nin bütünlüğüne kasteden terör örgütlerine silah dâhil her türlü desteği verip, himaye edip üzerimize salıyor, 40 yıldan beri bizi terörle boğuşturuyorlar.
ABD, Türkiye'nin parasını ödediği altı F-35 uçağını bize vermezken, F-16’lar için hâlâ ayak sürürken teröristleri en modern ve ağır silahlarla donatıyor. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta Yunanistan'ı ve Güney Kıbrıs Rum yönetimini tercih ediyor, beraber anlaşarak oralarda üsler kuruyor, Türkiye’yi âdeta kuşatıyor. Ortadoğu’da taşlar yerinden oynuyor. Gazze’deki ateşin Lübnan’ı içine aldıktan sonra Suriye’ye sıçrama ihtimali Türkiye’yi tedirgin ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan TBMM Genel Kurul 28. Dönem 3. Yasama Yılı Açılışında, “Vaat edilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır.”[3] dedi. İşte bu tehlikeyi bertaraf etmek için Devlet Bahçeli ile beraber iç cepheyi güçlendirme, yumuşama ve normalleşme çağrısı yaptı.
Yine Meclis’in bahsi geçen aynı dönem açılış toplantısında, Devlet Bahçeli DEM Partililerin elini sıktı. Bahçeli, “Uzattığım el ‘Türkiye partisi olun’ teklifidir, millî birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır… Uzattığım el, İlk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanı’mızın isabetli sözlerinin meşale gibi yanan aydınlığıdır.” dedi. İsrail’in Gazze ve Lübnan saldırılarına dair de “Bugün mesele Beyrut değil Ankara’dır, hedef Şam, Bağdat değil İstanbul’dur.” dedi.
Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik şartlar, kriz, kargaşa, kavga ve çatışma peşinde koşanlara karşı içeriden dışarıya doğru birlik olmayı gerektiriyor. Böylesine kritik bir zamanda atılan ve yeni bir sürecin başlangıcı sayılan sürpriz adımlarla bugün Türkiye bir dönüm noktasındadır.
Bir kesim, Bahçeli’nin 5 Kasım 2024 tarihinde Meclis grup toplantısındaki “Türkiye Yüzyılı’nın inşası için Sayın Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle ve birikimiyle bize göre tek seçenektir. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir?” ifadelerini, Erdoğan’ın gelecek seçimlerde aday olabilmesinin yolunu açmak için gerekli anayasal düzenlemede DEM Parti desteğinin mümkün kılınması şeklinde yorumlasa da anlaşılan o ki devlet, ortaya çıkan yeni bölge şartlarını dikkate alarak 10 yıl önce yarım kalmış Kürt barışını tamamına erdirmek için harekete geçmiştir.
Kürt meselesi yeni bir aşamaya giriyor. Bu meselenin yalnızca Kürtlerin bir kesiminin derdi ve talebi gibi bir iç mesele olarak veya Kürt ve Kürdistan varlığının bir azınlık, bir direniş, bir örgüt ideolojisi seviyesine indirgeyerek ele alınması eksik kalıyor. Ortadoğu ve Suriye eksenindeki küresel dinamikleri, ABD’nin İsrail eliyle Ortadoğu’da güç dengesini değiştirme planları ve de İsrail’in sınırlarımıza dayandırmak istediği savaşı, yani dış cepheyi de dikkate alan daha kapsayıcı bir yaklaşımla ele almak gerekiyor.
Artık problemlerle yüzleşme zamanıdır. Anlık palyatif çözümlerle, oyalama taktikleriyle kimse kimseyi aldatmasın. Türkiye’nin ayağını bağlayan bu pranganın artık parçalanıp atılması gerekiyor. Bahçeli’nin PKK’ya silah bıraktırma çağrıları, ardından TUSAŞ’a terörist saldırısı, hemen ardından kayyum atama hamlelerine bakınca, bunların hiçbirisinin tesadüfen ve birbirinden bağımsız düşünülmesinin mümkün olmadığı görülmektedir. Devlet aklının ciddi bir hazırlık çalışması yaptığı, bu makas değişikliği ile iç cepheyi güçlendirme ve evin içini sağlama almaya yönlendiği anlaşılmaktadır.
Kürt Aktörler İçin Aklını Başına Alma Vakti
Ortadoğu’da yaşananlar, İsrail eliyle yürütülen savaşın yayılma ihtimali Türkiye’yi ve dört ülkeye yayılmış Kürtleri ve Kürt siyasi aktörlerini de doğrudan ilgilendiriyor ve etkiliyor. Rojava eksenli düşünen Kürtler, ABD-İsrail-Körfez eksenindeki yeni düzende kendilerine büyük bir fırsat doğduğu değerlendirmesi ile hareket ediyorlar. Anlamadıkları nokta, ABD’nin Kürtleri korumak değil, ateş hattına atmak olduğu hususudur. Uzun vadeli düşünüldüğünde şeytan ile aynı yatağa girmeleri Kürtlere hiçbir şey kazandırmayacak, bölgedeki diğer halklarla düşman olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. PKK’nın silah bırakma iradesi ne Öcalan’ın ne de DEM’in elindedir. Emperyalist güçler olayın peşini bırakmayacak, karıştırmaya devam edecekler. İsrail eliyle yangın yerine çevirdiği İslâm beldelerinde emellerine ulaşmadan ABD elindeki bu donanımlı aparatı kolay kolay bırakmayacaktır. Zaten Türkiye’nin savunma sanayinin kalbi TUSAŞ’a saldırarak niyetlerini gösterdiler.
Artık Kürt sorunu ülke içi bir mesele olmaktan çıkmış durumdadır. 1991’de ABD’nin Irak’a müdahalesi ve 2012’de Suriye’nin çökmesinden sonra PYD/YPG’nin özerklik kazanımı için verilen uluslararası destekle beraber sorun büyüyerek bir Ortadoğu sorunu hâline gelmiştir. ABD, bağımsızlık vaadiyle kandırdığı bu Marksist örgütü silah ve para vererek Türkiye’yi kapana kıstırmak için bir manivela olarak kullanmaktadır. Amaçları Türkiye'nin yeniden Osmanlı misyonunu üstlenmeye kalkışmasını mümkün kılacak tüm yolları kapamak ve tıkamaktır.
ABD ve İsrail’in dümen suyuna girmiş Kürt aktörlerin, bu milleti eze eze ülkeyi bugünlere getiren Batıcı beyaz Türklerden bir farkları yoktur. “Ezilen Kürt halkının haklarını savunacağız.”, derken, ezenlerine benzeyip onların Kürt halkına bir türlü kabul ettiremedikleri seküler modernleştirme projelerini kendi halklarına kabul ettirmeye çalışıyorlar. Mazlumlar zalimlerini taklit ederek onların izlerini büyük bir zilletle takip etmeye koyuldular. Dağda erkeklerle komün hayatı yaşayan Kürt kızlarına, Kürt töresinde böyle bir şeyin olmadığını, olamayacağını söylemediler, söylemiyorlar. Aksine onları ‘özgürleştirdiklerini’ söyleyecek kadar haysiyet yoksunu bir tavır sergiliyorlar.
Batılıları ve yerli Batıcıları da rahatsız eden husus, Batı destekli Kemalist modernleştirme projesinin Kürt halkı üzerinde yeterli bir dönüştürmeyi, sekülerleştirmeyi sağlayamaması, en azından Türk halkında aldığı kadar sonuç alamaması olmuştur. Türkçülüğü esas alan Kemalist kadroların Türk kesiminde modernleşmeyi, Batılılaşmayı sağlamada daha etkili olmaları, Kürtlerin ise buna direnmeleri ve yeniden İslâmî uyanış için önemli bir potansiyeli barındırmaları hem yerli oligarşinin hem de arkasındaki Batılıların ortak tespitleri ve rahatsızlıklarıydı. Dahası çok korktukları İslâmî diriliş için önemli bir memba olan bu alandaki insanların da bir an önce sekülerleştirilmesi, modernleştirilmesi ve Batı’nın mutlaklaştırdığı sapkın değerlerine eklemlenmesi isteniyordu.[4] Kürt halkı derdinin asıl dermanı İslâm kendisine ulaştırılmadığından, fiziki varlığını ve fıtri kimliğini korumak, hastalığın yakıcı ıstırabından bir an önce kurtulmak için siyasi Kürtçülere eğilim göstermek zorunda kalmış, hastalığını daha da azdıracak sahte ilaçlarla tedaviye istemeden de olsa teslim olmuştur.
Batı kendi değerleri için tehdit gördüğü İslâm’ı, insanlığın kurtuluşu için bir alternatif olmaktan çıkarıp İslâm âlemini topyekûn sekülerleştirip dönüştürmeyi her daim hedefledi. Bu hedef, aynı amaçta Batı’yla örtüşen Türk ulusalcısı yerli laik statükonun da gündem maddesiydi. Böylece, Batılılar ve içimizdeki Batıcılar Kürt halkını sekülerleştirmek üzere kendi içinden kimi Kürtçü Batıcı muhalif kesimlerin yolunu açtılar. Kürtçülük davası güden aktörler bu şeytani hedefi ıskalayarak kime ve neye hizmet ettiklerini anlamadılar. Sekülerleşme hedefine karşı çıkanları gericilikle suçlayarak gidip Batı’nın kucağına oturdular. Kürt meselesini yanlış, eksik tanımlama ve anlamanın ülkeyi ne hâle getirdiğini içimiz sızlayarak izliyoruz. O sebeple Kürt meselesini en baştan yeniden düşünmek ve yeniden tanımlamak gerekiyor.
Kimliklere Sıkıştırılmış Siyaset Tarzını Değiştirmek Zorundayız
Yaşanan küresel bölüşüm kavgasının Ortadoğu coğrafyasına yansımaları ülkemiz için hem riskler hem de fırsatlar barındırıyor. Bu kavgaya sadece kendi kimliği ve çıkarı üzerinden bakmak, bu risk ve fırsatları kendi kimliği üzerinden değerlendirmek akıllı siyasetin önündeki en büyük engeldir. Meseleyi hâlâ terörle, silahla, şiddetle çözebileceğini sananların bunu iyi anlaması gerekiyor. Mesele, seçim hesaplarına kurban edilecek, hangi partinin hangisiyle ittifak oluşturduğu tartışmalarına hapsedilecek bir mesele de değildir; tüm farklılıklarımızla bir arada, herkesin onurlu yaşama hakkına sahip olduğu ortak bir hayatı nasıl inşa edeceğimiz meselesidir.
Her ne şart altında olursa olsun bu süreç bir biçimde devam etmelidir. Şimdiye kadar meseleyi müzakere-ikna-uzlaşma olarak değil bilek bükme şeklinde anlamış ve yürütmüş iki aktör de bu siyaset tarzını değiştirmek zorundadırlar. Aksi takdirde eski tas eski hamam devam etmek ülkemiz için de Türkler ve Kürtler için de çok ağır hayati problemler üretecektir.
Barışı inşa etmek ve bu meseleyi çözmek zorundayız. Kaybedilen her bir gün toplumsal psikolojide “Bu kez de çözemeyeceğiz!” endişesini artıracak, sorunun devamından menfaat umanların gücünü ve gerekçelerini güçlendirecektir. Göz ardı etmememiz gereken nokta şudur ki, mesele bölgesel olmaktan çıkıp, giderek uluslararası mesele olmaya doğru dönüşüyor. Başka bir ifadeyle kaybedilen her bir gün çözümün gerekleri, zorlukları, boyutlarını çoğaltıyor. O sebeple herkesin soğukkanlı bir muhasebe yapmaya, politikalarında ve dillerinde çok dikkatli olmalarına ihtiyaç vardır.
[1] Yusuf Kaplan, “Jön-Türkler Osmanlı’yı Parçaladılar; “Beyaz Türkler” ile “Beyaz Kürtler” Türkiye’yi Parçalayacaklar!”, Yeni Şafak, 9 Mayıs 2022.
[2] https://www.haksozhaber.net/okul/ilkavin-kurt-sorunu-panelinden-notlar-4953yy.htm
[3] https://twitter.com/fahrettinaltun/status/1841110752184197619
[4] https://ilkav.org/ulusalcilik-ulus-devlet-ve-kurt-sorununa-islami-bakis-konulu-panel