Metin Alpaslan – Umran Dergisi/Nisan 2025-368. Sayı
Kürt meselesi, önce Osmanlıcılığı ardından İslâmcılığı terk eden İttihatçıların yanlış politikaları ile başlayıp Kürtleri asli unsur görmeyen ve Kürtlere yönelik ayrımcılık yapan Cumhuriyet politikalarıyla müzminleşerek bugünlere gelen, yüzyılı aşan bir problemdir. Malazgirt’te, Çaldıran’da, Yemen çöllerinde, Çanakkale’de, İstiklal Harbi’nde omuz omuza vatanı savunan, bunun için canını veren Türk ve Kürt evladı, Cumhuriyet rejiminde nasıl hasım hâle getirildi? Asırlarca devam eden müşterek geçmişe sahip olan, aynı idealde birleşmiş bu insanlar neden isyankâr duruma düştüler? Cumhuriyet’in ilk yıllarında sadece Kürtler değil Türkler de bazı yerlerde isyan ettiler. Rize’de top ateşine tutulan insanlar Kürt değildi. Bu ayaklanmalar kavmi kimlik ileri sürerek değil ya yönetimden gördükleri zulme karşı ya da inanç değerlerine yapılan saldırılara karşı olmuştur.
Ulus devlet öncesinde Kürt-Türk ayrımı yoktu. Rejimin, sekülerleştirilen bir kavmin üstünlüğü projesine göre kurgulanması işin içine kavmiyetçiliği soktu. Bu toplumda duygu bölünmelerine, parçalanmalara yol açtı. Daha önce ana belirleyici konumundaki İslâm geri plana itilerek yeni devlet katı seküler, merkeziyetçi bir ulus devlet şeklinde inşa edildi. Bu politikalar karşısında Kürt kimliğiyle irtibatlı birtakım kalkışmalar çok sert şekilde bastırıldı, binlerce kişi katledilip zulme maruz bırakıldı.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına yardım eden kavmiyetçi kalkışmalar yeni doğan devletin en büyük korkularından biriydi. Bu sebeple yeni devlet katı bir anlayışla eski mirasın kökünü kazımak için çok uğraştı. Bu dönemde halk, “hem vatandaş hem Türk olmakla vazifelendirildiği” için seküler milliyetçilik müfredatta ve dil-tarih politikalarında, Kürt meselesine bakışta, iskân ve tehcir uygulamalarında, asimilasyoncu önlemlerde bütünlüklü ve atak bir tutum olarak kendini gösterdi. Ancak bu tutum ne Müslüman Türkleri ne de Müslüman Kürtleri hiçbir zaman ikna etmedi, bilakis irtica ve bölünme paranoyaları ile ülkenin enerjisi tüketildi. Kürt kimliğini kabul etmeme, dindar kimliği ikinci sınıf vatandaşlığa indirgeme esası üzerine kurulan Kemalist ulusçuluk travmatik bir toplum, yaralı bir bilinç ve çarpık bir hafızayla ayrıştırıcı bir istikamette ilerledi. Türklerle beraber kurucu unsur olan Kürtler başta olmak üzere farklı etnik kimlikler devletle kucaklaşmak yerine devletten uzaklaştılar. Ulus devletin ve Cumhuriyet’in kuruluşunun akabinde özellikle 1930’lu yıllar boyunca, devrimlerle zayıflayan dinî inancın yerini alan seküler Türk’ün toplumun yeni dini hâline gelişiyle, dinden Kemalizm’e geçiş yaşandı. Devletin ve zamanın laiklik anlayışının kamusal alanda dini tatbik etmemek üzerine kurulması ve farklılıklara karşı katı faşizan uygulamalar terörün oluşmasına zemin hazırladı.
Ulus devlet kimlikli seküler Kemalist sistemin hayata geçirdiği şoven ve tepeden inmeci yöntemler tepkisel olarak Kürt kimliğine sarılma eğilimi doğurdu. Dönemin totaliter rejimleriyle etkileşim içinde şekillenen seküler Türkçü söylemlerin, kavramların ve simgelerin yaygınlık kazanması Kürtçü örgütlerin pıtrak gibi çoğalmasına yol açtı. Milyonlarca insanın hayatını ve ülkenin geleceğini ilgilendiren bu sorunun sosyolojik, siyasi ve psikolojik sebeplerini göz ardı ederek sadece dış güçlere odaklanmak kafayı kuma gömmektir. Zira yaşananlar sistemin zorla İslâmî kimlikten uzaklaştırma, horlayıp aşağılama politikalarının eseridir. Seküler rejim müşterek paydamız dini çok hırpaladığı için bizi bir arada tutacak bağlar zayıfladı. Bu topraklarda kardeşliğin altını oymak için türlü dümenler çevrildi. Okullarda çocuklara 2013 yılına kadar “Türk’üm doğruyum…” andı söylettirildi.
Kürtçe, yıllarca eğitimde ve hatta 12 Eylül gibi dönemlerde günlük hayatta bile yasaklı bir dil olarak kaldı. Kürtçe gazete, kitap, şarkı ve şiir yasaklandı. Kültürel Kürt coğrafyasının dışındaki Kürtlerin çoğu anadillerini öğrenmedi. Şüphesiz bu, Kürtlerin toplumda erimesi için uygulanan bir asimilasyon politikasıydı. Toplumda ön plana çıkan herhangi bir sanatçı, sporcu veya politikacının kendisinin Kürt olduğunu açıklaması büyük bir cesaret gerektiriyordu. Ahmet Kaya’nın 28 Şubat sürek avı günlerinde 10 Şubat 1999 tarihinde “Ben bir Kürtçe şarkı yapacağım!” demesiyle nasıl aforoz edildiğini, kendisine çatal-kaşık fırlatılarak salondan yaka paça çıkarıldığını hatırlayalım. Öncesinde Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceler toplumdaki travmaları daha da derinleştirdi. Dolayısıyla inkâr ve asimilasyon uygulamalarının yol açtıklarının ortadan kaldırılması için atılan adımların ötesinde bir dizi sosyal, siyasi, hukuki düzenlemenin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Türkiye’de artık Kemalizm konusu açık bir şekilde tartışmaya açılmalıdır. İdeolojik yaklaşımlar, Kemalist siyasal algılar ve tutumların tutsağı olmadan tarihsel gerçeklikler dikkate alınarak yeniden tartışılmalıdır.
Süreç İşlerken Yol Kazası Yaşamayalım
Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasıyla ilk adımı atılan terörsüz Türkiye hedefi akabindeki birbirine zıt olaylar ilk anda ne olup bittiğini anlamayı güçleştirdi. Bir taraftan kayyım atamaları diğer taraftan TUSAŞ saldırısı, gelen şehit haberleri sürecin farklı biçimlerde yorumlanmasına sebep oldu. Mardin Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan uzaklaştırılan Ahmet Türk’ün İmralı heyetine dâhil edilmesi sürecin anlaşılmasını zorlaştırdı. Bir yandan sertleşme yaşanırken, diğer yandan yumuşama ve uzlaşmadan söz edilmesi ülkede neredeyse hemen herkesin de kafasını karıştırmış durumda. Böyle bir çelişkili durumun, iniş ve çıkışların, sertleşme ve yumuşamaların iç içe geçmesi, millî birlik ve kardeşlik projesi kapsamında 2013-2015 yılları arasında yaşananlar da hatırlandığında, barışın ve demokratikleşme çabalarının bıçak sırtında olduğunu göstermektedir.
Uzun yıllar önce açılan dosyaları zamanında sonuçlandırmayıp bekletmek, seçim yapıldıktan hemen sonra karara bağlamak, akabinde halkın oylarıyla seçilmişlerin yerine kayyım atamak hatadır. Benzer şekilde, DEM Parti’nin de geçmişi temiz olmayan kimseleri inadına aday göstermesi ortamı kızıştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bazı hatalar düşmandan daha tehlikelidir. Kayyım atama gibi uygulamaların verdiği hasarı görmek ve bir an önce çözülmesini sağlamak gerekiyor.
Kürtlerin kimlik tartışmalarında geçmişe nazaran kendilerini daha rahat ifade edebildikleri, serbestçe konuşabildikleri görülse de sosyal baskı ve linç kültürü bazı meseleleri özgürce tartışabilmeyi engellemektedir. 27 Şubat’ta Ahmet Türk’ün Kürtçe açıklamalarını ve Öcalan metninin Kürtçe okunmasının ana akım medya tarafından sansürlenmesi, televizyon kanallarının Kürtçeden ürkmeleri, Kürtleri incitmiştir. Oysa şimdiye kadar TRT Kürdi’nin yayın yapabildiği bir Türkiye’de Kürtçenin daha az dışlandığı, daha fazla görünürlük kazanabildiği ortam oluşturulabilirdi. Şahsen ben de Kürtçe bilen biri olarak merakla Kürtçe açıklamayı televizyonda dinlemek istedim ama bu mümkün olmadı. Metni Kürtçe okumaya başladığı anda bazı kanallar Ahmet Türk’ün sesini kıstı. Kemalist Sözcü televizyonu spikeri, Kürtçe sebebiyle bu duruma izin vermeyeceklerini, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ülkede resmî dil dışında bir dile müsaade etmeyeceklerini söyleyerek Ahmet Türk’ün konuşmasını kesti. Çağrının muhatabı, PKK militanları, sempatizanları ve bu coğrafyada Türkçe bilmeyen Kürtlerdi. İmralı heyeti, salondakiler ve coğrafyadaki Kürtler heyecanlı idiler. Kuzey Irak ve Türkiye’de bazı şehirlerde dev ekranlar kurulmuştu. Ama beş dakikalık Kürtçe bir açıklamaya tahammül edemeyenler, bu coğrafyada Türkçe bilmeyen Kürtlerin huzurlu bir nefes almalarını çok gördü. Belli ki hem ana akım medyada hem muhalif ulusalcı medyada bir kaygı, bir öfke, anlamak istememe ve bir küçümseme psikolojisi mevcuttu. Bu içten ortamı, bu hissiyatı bırakın paylaşmayı, anlamaya dahi uzaktılar. Hâlbuki böyle bir günde ülkemizin milyonlarca Kürt vatandaşının diline sansür uygulanmayıp yayınlansaydı toplumsal dayanışmayı artıracaktı. Hatırlanacağı üzere daha önce de “Dağda silahlı gezmektense insin, ovada siyaset yapsınlar!” denmişti ama TBMM’de iki kelime Kürtçe söz söylediler diye enselerinden tutulup kürsüden indirilenler, dokunulmazlığı kaldırılıp cezaevine tıkılanlar oldu. Mahkeme ve TBMM tutanaklarında yıllarca Kürtçe için “bilinmeyen dil” gibi tanımlamaların yapıldığı herkesin malumudur. Hâlâ Kürtleri ve Kürtçeyi yok saymak kabul edilebilir değildir. Böylesi bir durum; “Kürt sorunu nedir? Kürtlerin derdi nedir?” diye soranlara da “İşte tam da sorun budur.” cevabıydı. Demek ki Kürt meselesi daha bitmemiştir. Türkiye’de Kürtçenin serbestçe kullanıldığı bir iklimin teşekkülü en tabii insan hakkıdır. Türkiye’deki okul ve üniversitelerde İngilizce, Almanca, Fransızca eğitim verilmesi Türkçeyi ortadan kaldırmıyor ama mesele Arapça ve Kürtçe eğitime geldi mi nedense kıyamet kopuyor.
Ortadoğu, İsrail, ABD ve Kürt Meselesi
Türkiye PKK sorununu bitirerek iç bünyesini tahkim etmeye çalışsa da bölgedeki karmaşa hâli Türkiye’nin başını ağrıtacak yeni sorunlara gebedir. Kontrol dışı kantonal örgütlenmelerin önünü kesmek için Irak ve Suriye’nin istikrarına destek veren Türkiye, etnik farklılıkları ayrışma ve çatışma sebebi olmaktan çıkararak bölgedeki tüm Kürtlerin hamisi olmalıdır. Örgütün kendini feshetme sürecinde, küçük korkuların, tekçi ve asimilasyoncu sloganların esiri olmadan dilimizi, bakışımızı, alışkanlıklarımızı da değiştirmemiz gerekiyor.
Osmanlı’da güvenle yaşayan bir halkı neden bugün bazıları bir tehdit görüyor? Türkiye, dünyada en fazla Kürt’ün yaşadığı imparatorluk bakiyesi bir devlettir. Bu sebeple, kimlik algısını geniş, kapsayıcı ve esnek tutarak Kürt meselesine bu özgüvenle yaklaşmak zorundadır. “Biz” duygusu ile hayat bulabilecek Türk-Kürt kardeşliğinde buluşmak, bu duygu üzerinden empati geliştirmek büyük Türkiye yürüyüşü için sağlam bir zemin oluşturur. Türkiye’nin huzuru içeride özgür bir ortam ve güçlü bir ekonomi, dışarıda da akraba halklarla güven ve hamilik ilişkisi kurmasına bağlıdır. Hukuk ve demokrasi tartışmaları olan, ekonomik bakımdan sıkıntılar yaşayan bir Türkiye’nin bölgede hamilik yapması ve düzen kurabilmesi mümkün gözükmemektedir.
Ortadoğu’da oynanan oyunlar Türkiye için ciddi bir güvenlik riski oluşturmaktadır. Bu risklerin Türkiye’nin başına bela açmaması için Kürtlerle Türklerin barış ve kardeşlik içinde yaşaması gereklidir. Türkiye hem kendi Kürtlerinin hem de Irak ve Suriye’deki akraba Kürtlerin hamiliğini İsrail’e bırakmamalıdır. Daima göz önüne alınması gereken husus şu ki, hangi terör örgütü olursa olsun (PKK, PYD, DEAŞ) fark etmez gözümüzü, dikkatimizi arkasındaki Amerika ve İsrail’e dikmeliyiz. Barış sürecinin, terör örgütü ve siyasi uzantılarına hayali umutlar vererek akamete uğraması için İsrail’in şeytanlıklar yaptığını görüyoruz. Siyonist sömürgeci rejim Suriye’yi bölerek merkezinde zayıf bir Şam yönetiminin bulunduğu konfederal bir düzene zorlamaktaydı. Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı’yla terör örgütünün sözde kantonlarını birleştirmesine mâni olarak, bölgede ikinci bir İsrail kurulmasına yönelik planları suya düşürerek İsrail ve Amerika’nın dengesini bozdu.
Bölgeye yönelik dinî ve siyasi hedeflerini gerçekleştirebilmek için uzun soluklu bir plan kurgulayan işgalci İsrail, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin yanı sıra Türkiye’deki Kürtlerin hamiliğine soyunarak, onları manipüle ederek her daim Kürt kartını elinde hazır tutmak istemektedir. Siyonist rejimin ordusu X’te Türkçe yayın yapan yeni bir sosyal medya hesabı açtı. Söz konusu hesaptan Siyonist ordunun bölgedeki faaliyetlerini meşrulaştırmaya yönelik içeriklerin paylaşılması amaçlanmakta. Bunlar soykırımcı İsrail’in şeytani müdahaleler ile sadece Suriye’yi değil bölgeyi karıştırmaya, kaosa sürüklemeye yönelik kötü amaçlı girişimleridir. Siyonist rejim, Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de Kürtleri kışkırtarak ülkeleri istikrarsızlaştırmak, kendisi için tehdit oluşturmayacak şekilde bölüp parçalamak arzusunu açıkça dile getiriyor. Çünkü Türkiye, İsrail’in sömürgeci planlarının önündeki en büyük engeldir.
Kürt coğrafyasının birçok yerinde işgalci İsrail bayraklarının açıldığı, Avrupa ülkelerinde Siyonistlerle PKK’lıların bir araya gelip Türkiye’yi protesto ederken, örgütlerin sembollerinin işgal rejiminin bayraklarıyla yan yana durduğu bir süreçte, İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar PKK/YPG’yi Siyonist rejimin “doğal müttefiki” görmektedir. Hatta “Kürtler, İran ve Türkiye’nin zulmünün kurbanıdır. İsrail’in onlarla iletişim kurması ve ilişkilerini güçlendirmesi gerekiyor. Bizler bölgede azınlığız, bu nedenle doğal olarak diğer azınlıklar müttefikimizdir. Kürtlere ulaşmalı ve bağlarımızı güçlendirmeliyiz. Bunun hem siyasi hem de güvenlik yönleri var.” diyebilmektedir. Salih Müslim de Saar’ın sözlerini memnuniyetle karşıladıklarını belirterek, “Bu bizi mutlu ediyor, umarım bu duruş pratik adımlara dönüşür.” demektedir.
Ferhat Abdi Şahin, İsrail’in Suriye’deki askerî operasyonlarını güvenlik kaygısı ile yaptığını söyleyerek meşrulaştırmaya çalışıyor. PKK/YPG’nin Siyonist rejimle iş birliğine açık olduğuna dair verdiği mesajlar da bu kapsamda değerlendirilmeli. İsrail gazetesi Haaretz, terör örgütü PKK’nın silah bırakmasının, Suriye’de İsrail’in varlığına ve çıkarlarına tehdit oluşturabileceğine dair analizlere yer veriyor. ABD Başkanı Trump’ın Suriye’den askerini çekmesi ihtimaline de yer veren gazete, “İsrail, Türkiye ve Suriye’nin baskılarıyla karşı karşıya kalabilir. ABD yönetimi de İsrail üzerindeki baskıyı artırabilir ve Erdoğan’a Suriye’de tam hâkimiyet sağlama konusunda destek verebilir.” ifadelerine yer verdi.
SDG’nin Suriye Yönetimi ile Masaya Oturmasına Etki Eden Faktörler
PKK’nın silah bırakma sürecinde en sıkıntılı aşama olarak Suriye’deki PKK/YPG yapılanması gözüküyordu. Ama korkulan olmadı. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile Mazlum Abdi, silahların bırakılması ve PKK/YPG’nin tasfiye edilmesi konusunda tarihî bir mutabakat metni imzaladılar. Yeni Suriye’nin altında bir yer bulmayı hedefleyen SDG, Esed rejiminin düşmesinden sonra Şam yönetimiyle yaptığı görüşmelerde, silah bırakmayacağını, orduya blok olarak katılmak istediğini ve Rojava’da kurduğu özerk yönetimi lağvetmeyeceğini duyurmuştu. Öcalan’ın çağrısında “fesih” ve “tüm gruplar” ibareleri çok netken SDG temsilcileri, “Öcalan’ın çağrısı Suriye’yi kapsamıyor.” diyorlardı. Kanaatimizce YPG ve emperyalist destekçileri Öcalan’ın, PKK ve Kandil’in desteğini kaybettikten sonra ayrı bir bütün olarak orada hem de Türkiye’yi tehdit eder şekilde bir varlık gösteremeyeceklerini anladılar. Türkiye şimdilik anlaşmaya temkinli bakmaktadır. Uygulamayı izleyecek ve adımlarını ona göre atacaktır. Türkiye ve Suriye’yi oyalama, anlaşmayı ihlal etme gibi sabır taşıran durumlar olursa Türkiye ne pahasına olursa olsun demir yumruğunu gösterecektir.
Suriye yönetimi 6 Mart’ta Lazkiye ve Tartus’ta vuku bulan kanlı olayları bastırmakta başarılı olunca, YPG’nin başındaki Ferhat Abdi Şahin, sürpriz bir şekilde bir ABD helikopterine bindirilip Şam’a götürüldü. Burada Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’yla Suriye’nin siyasi birliğini ve toprak bütünlüğünü sağlamak doğrultusunda 8 maddelik bir mutabakata vararak imza attılar. Anlaşmaya göre, Suriye’nin doğu ve kuzeydoğusunu kontrol eden PKK/YPG yönetimindeki SDG tarafından yönetilen tüm sivil ve askerî kurumlar, sınır kapıları, havalimanı, petrol ve gaz sahaları dâhil olmak üzere Suriye devletinin idaresine entegre edilecektir. Böylece Suriye’nin toprak bütünlüğü sağlanacak, ülkenin kaynakları Suriye devletine geçecek ve Türkiye’nin sınır güvenliği korunacaktır.
Wall Street Journal’a konuşan ABD’li yetkililer, SDG ile yeni Şam yönetiminin anlaşmasında, ABD ordusunun arabuluculuk rolü üstlendiğini belirtiyorlar. Amerikan ordusundan üst düzey bir yetkili şöyle diyor: “Taraflar arasında çok fazla mekik dokuduk, meselelerin görüşülmesi için bir nevi aracılık yaptık. Nihayetinde tarafların kabul edebileceği bir şeye ulaşılana kadar bunu sürdürdük ve bu noktaya geldik.”
SDG’nin yeni orduya katılması sayesinde ABD askerlerinin Suriye’deki operasyonlarını sürdürebileceği ve ülkenin geleceğini şekillendirecek görüşmelerde Amerika’nın da masada yer almasını sağlayacağı değerlendiriliyor. PKK/YPG’nin hamisi ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) ipleri elinden bırakmamak için her şeyi yapıyor. Bir anlamda ABD “Ben, vesayetim altındaki ordum YPG-SDG üzerinden Şam’dayım. Buraları rakiplerime bırakmam!” demek istemiştir. ABD tarafından eğitilip donatılan Suriye Özgür Ordusu ile HTŞ arasında anlaşma sağlanması için de Amerikan askerlerinin devrede olduğu söyleniyor. Bizzat Ferhat Abdi Şahin Şara ile arasında anlaşmanın imzalanmasından iki gün önce, CENTCOM Komutanı General Michael Corella’nın Suriye’nin kuzeydoğusunu kendisini ziyaret ederek, Şam ile anlaşmaya varmaya teşvik ettiğini açıkladı. Abdi’nin görüşmeye ABD helikopteri ile gitmesi aynı zamanda taraflara verilen bir mesajdı. Böylece ABD hem YPG’nin hamisi olduğunu gösterecek hem de Suriye ordusunda kendisine bağlı bir güç bulundurma imkânı elde edecek.
Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışan gruplar varken ABD de masada olmak için kendisiyle beraber çalışacak birilerini arıyor. Trump’ın gelişiyle Suriye’den çekilme sinyalleri veren ABD, Suriye’de bir taşeronu bulunsun istiyor. Ayrıca Esed rejiminin düşmesinin ardından SDG ile Türkiye’nin desteklediği Suriye Millî Ordusu arasında çatışmalar başlamıştı. Söz konusu anlaşmanın Ankara-Washington hattında gerginliğin azalmasını sağlayabileceğine de dikkat çekiliyor.
ABD’de 2023 yılında muhafazakâr Heritage Vakfı tarafından Trump yönetiminin gelecekteki politikalarını belirlemek için hazırlanan Project 2025 adlı raporun 185. sahifesinde şöyle deniyor. “Bir diğer anahtar öncelik ise Türkiye’yi Batı’nın yanında ve NATO müttefiki olarak tutmaktır. Bu, Türkiye’yi Rusya veya Çin’e doğru ‘yönelmekten’ caydırmak için güçlü bir şekilde çaba sarf etmeyi içeriyor; bu da Ankara’nın güvenliği için varoluşsal bir tehdit olduğuna inandığı YPG/PKK Kürt güçlerine muhtemelen ABD’nin verdiği desteğin yeniden düşünülmesini gerektirecektir.”
Gelişmeler Türkiye için Ne Anlam İfade Ediyor?
Irak’ta Türkiye’nin koordinasyonunda ilerleyen Kalkınma Yolu Projesi Bağdat ve Erbil’i ortak çıkarlar etrafında buluşturuyor ve Türkiye’ye yaklaştırıyor. Trump’ın gelişiyle ABD’nin sırt çevirdiği Avrupa ülkeleri, Ukrayna’daki savaş, Doğu Avrupa’da hissedilen Rus askerî tehdidi ve Avrupa’daki enerji dar boğazı sebebiyle Türkiye’nin konumu hiç olmadığı kadar önem kazandı. Her daim Batı’nın destek verdiği PKK’nın ortadan kalkması için bundan daha uygun bir uluslararası konjonktür olamazdı.
Ayrıca, Esed rejiminin devrilmesiyle birlikte Türkiye’nin Suriye sahasında başat aktör olarak ortaya çıkması ve terörle mücadelede önemli başarılar elde etmesi bizi avantajlı bir pozisyona getirdi. Şam’da Türkiye müttefiki bir hükûmet işbaşına geldiği gibi, PKK’yı destekleyen Rusya, İran ve rejim gibi güçlerin Suriye sahasındaki varlığı sona erdi. Donald Trump, Suriye’den çekilmeyi planlamaktaydı. Sonuçta Türkiye için çok uygun bir konjonktür yakalandı.
Türkiye ne zaman çözüme yönelik bir adım atsa, ne zaman hayırlı bir dönüm noktasına gelse, ne zaman lehine önemli bir gelişme yaşansa hemen fay hatları harekete geçirilmektedir. Aynı zihniyet bu yeni süreç için de geçerli. Devlet Bahçeli çağrı yaptığında, “Bu iş olmaz!” dediler. Öcalan çağrı yaptı. Bu defa “Kandil karşı çıkar!” dediler. Kandil çağrıya müspet cevap verince bu kez “Suriye’deki PKK-YPG silah bırakmaz!” dediler. Mazlum Abdi, Ahmed Şara ile mutabakat imzalayınca bu sefer “Bu işi Amerikalılar yaptı, Suriye’de özerk bir yönetim kuruyorlar!” dediler.
Daha düne kadar “Bize ne Suriyelilerden!” diyen Suriye sınırımızdaki gümrük kapılarında eylem yapıp Sünni Suriyelilerin geri dönmesi için çağrılar yapan CHP bugünlerde Esed işbirlikçisi Nusayrilere sahip çıkmaktan geri durmuyor, “Bize ne Suriyelilerden!” demiyor. Alenen mezhepçilik yapıyor sonra da mezhepçi deyince kızıyorlar. Bunlar Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de işledikleri cürümlerin yeni adresi olarak ülkemizi sıraya koyan emperyalistlerin yerli aktörleri ve tercümanlarıdır. Vatanın selametinden çok kendi pozisyonlarını korumak için terörden, provokasyonlardan, gerilimden beslenen bir kesim var. Bu gürûh kendisiyle aynı düşünmeyenleri derhal hain ilan edip hemen ayrıştırmakta bir sakınca görmüyor. Gerilimi tırmandırmak için kaşınabilir ne kadar hassas nokta varsa kaşınıyor.
Türkiye’de yerli ve millî güçlerle yabancıların güdümündeki güçlerin mücadelesi sürmektedir. Sözgelimi, TÜSİAD gibi bir kuruluş terörün sona erdirilmesi ve barışın sağlanması için önemli roller üstlenmesi gerekirken; Türkiye’yi terörize etme, sokakları karıştırma amacı taşıdığı konusunda şüphe götürmeyen ve ekonomiye büyük darbe vuran Gezi olaylarının finansörlüğünü üstleniyor. Disiplinsizlik yapan teğmenler için bildiri yayınlıyor. Hemen her kritik dönemde Türkiye ekonomisini ateşe atmaktan çekinmeyen bir tutum sergiliyor. Ayşe Barım ve arkadaşlarının hegemonyasını önemsediği kadar Türkiye’nin terör bataklığını tamamen kurutmasını önemsemiyor. Terörsüz Türkiye’nin tesis edilmesine çalışırken, bizden gibi gözüken bu küresel piyonların da temizlenmesi olmazsa olmaz bir gereklilik arz etmektedir.
Göründüğü Kadarıyla Bir Yol Haritası Var
Terörsüz Türkiye hedefinin uzun süredir taraflar arasında tartışıldığını ve belli noktalarda uzlaşmaya varıldığı anlaşılıyor. Henüz takvime bağlanmış bir yol haritası göremiyoruz ama adım adım ilerleyen gelişmelere bakıldığında devletin ve Öcalan’ın doğrudan ve dolaylı görüşmeler yaptığı, titiz bir mutfak çalışmasının ardından bir yol haritası oluşturduğu görülecektir. Fesih kongresi nasıl, nerede ve ne zaman toplanacak diye merak edilirken Bahçeli 4 Mayıs’ta Malazgirt’te diyerek nerede ve ne zamanın cevabını verdi. Nasıl olacağı da herhâlde yakın bir zamanda belirginlik kazanacaktır.
Bir elde silah, bir elde seçim sandığı stratejisiyle, bir yandan görüşmeler yaparken diğer yandan şiddet eylemleri yürütmekle bir yere varılamazdı. Bir önceki çözüm sürecinden farklı olarak, güvenlik kaygılarını öne alan bir perspektifle önce silahların bırakılmasını ve ardından siyasi adımların atılmasını öngören bir yol haritası oluşturulduğu anlaşılıyor. 2013’te silahlı grupların Türkiye’den çıkması söylenirken, şimdi doğrudan örgüt tasfiyesinden bahsediliyor.
Bu sürecin, çeşitli zedelenmelere ve yol kazalarına karşı bir süre gizli yürütüldüğü açık. Başlangıçta acaba olur mu, diye merak ve endişe edilen birçok nokta kısa zamanda vuzuha kavuştu. TUSAŞ saldırısı, belediyelere kayyım atanması gibi birtakım olumsuz olaylarla karşılaşılmasına rağmen taraflar yol haritasına sadık kaldılar. Ama hâlâ cevaplanmayan ve nasıl gerçekleşeceği bilinmeyen birçok nokta var. Mesela örgüt kendini feshettikten sonra, üyelerinin hukuki durumuna ilişkin belirsizlikler bağlamında akla birçok soru geliyor fakat fesih gerçekleşirse yol haritası doğrultusunda birtakım düzenlemelerin yapılacağı öngörülebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Nevruz’un kutlandığı 21 Mart’ın “Bahar ve Kardeşlik Bayramı” olarak ilan edileceğini açıklaması bunun bir işareti olarak okunabilir.
Barışa Tutunmak
Bu ülkenin çocukları teröre kurban edildi. Ekonomimiz çok kaynak tüketti. Çok sıkıntı çektik, Türkiye ağır bir bedel ödedi. Silahlar bırakıldığında Türkiye çok rahat edecek. Türkiye PKK ve Fetullahçılık benzeri yapılanmaların etkisinden kurtuldukça etkin hamleler yapabilme potansiyeline sahip bir ülkedir. Terörle mücadeleye yapılan harcamalar bitecek, hazine rahatlayacak, piyasalara güven gelecektir. Millî güvenliğimize, dış politikada nüfuzumuza ve stratejik değerimize güç katacaktır. Terörle mücadele için harcanan trilyonlarca liralık kaynaklar artık başka yatırım alanlarına, örneğin eğitime, sağlığa sarf edilecek. Türkiye’nin enerjisi gereksiz tartışmalarla heba edilmeyecek. Türkiye gücüne güç katacaktır.
Terör belası ülkemizi yara bere içinde bırakmıştır. Kanayan bu yara toplumun büyük bir kısmında huzursuzluk ve endişe yaratmıştır. Örgütün 1984’teki Eruh baskınından bugüne kadar 41 yıl geçmiş ve “iki nesil” kaybedilmiş. 15 bin asker, polis, sivil vatandaş şehit düşmüş, 46 bin terörist etkisiz hâle getirilmiş. Türkiye’nin canını çok acıtan, milyarlarca dolarlık ekonomik maliyet üreten, toplumu kamplara bölen yaklaşık yarım asırlık terör belasından kurtulması gerekiyor. Bu milletin geleceğini karartan, Türkiye’nin gerek ekonomik ve gerekse siyasi anlamda gelişmesinin önünde büyük bir engel durumundaki bu emperyalist oyun bozulmalıdır.
Devlet Bahçeli’nin siyasi hayatını tehlikeye atarak hiç beklenmedik bir anda başlattığı hamle tarihî bir önem taşıyor. Ülkemiz ve bölge genelinde yaşanan büyük değişimi olumlu ve kontrol edilebilir bir yöne çevirmek için adım atılması gerekiyordu. Bahçeli’nin 1 Ekim’de DEM Partililere uzattığı el ve ardından 22 Ekim’de “Abdullah Öcalan TBMM’ye gelsin PKK’yı lağvedecek konuşmayı yapsın!” dediğinden beri devlet katında bir süreç işliyor. Öcalan beklenen açıklamayı 27 Şubat’ta yaptı. PKK’nın anlam yoksunluğuna düştüğünü belirtip tüm grupların silahları bırakmasını ve devlet ve toplum ile bütünleşmek adına PKK’nın kongreyi toplayıp kendisini feshetmesini ve bundan sonra mücadelede demokratik yolların kullanılmasını istedi. Bu açıklama ile önemli bir dönemece girildi. Çağrının ardından PKK bu çağrıya uyacağını açıkladı. Ayrıca başta DEM Parti yöneticileri ve HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş olmak üzere Kürt siyasal hareketinin her seviyeden temsilcisi kalıcı bir barışı inşa etmek için çağrıyı desteklediklerini ve bunun hayata geçirilmesi için mücadele edeceklerini duyurdular. Görüşmeleri yürütenler arasında oluşan olumlu iletişim çok önemlidir. DEM heyetinin ziyaretlerindeki selamlaşma, el sıkışma görüntüleri, birbirlerinin sağlıklarıyla yakından ilgilenmeleri, hastalıklarında geçmiş olsun dilekleri, telefon ederek hâl hatır sormaları umudun kapısını aralayan işaretlerdir.
Terörsüz Türkiye hedefinin en kritik aşaması PKK’nın silah bırakmasıdır. Nitekim 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe toplantısında da benzer bir silahsızlanma ve bu amaçla kongre toplama çağrısı yapılmıştı ama masa devrildiği için süreç sona ermişti. Bugün, geçmişten farklı olarak Öcalan, silahsızlanma konusunda daha net bir irade ortaya koydu. PKK’nın çağrıya verdiği ilk cevap -bir yol kazası olmazsa- silah bırakma sürecinin gerçekleşeceğini gösteriyor. PKK’nın silah bırakma kararı vermesine kadar geçecek dönem kritik bir önem arz ediyor. Bundan sonrasında, yönetilmesi çok kolay olmayan yeni süreçler var. Terörsüz Türkiye hedefinin herhangi bir yol kazasına uğramadan gerçekleşebilmesi için hem devlete hem Kürt siyasetine hem de muhalefete önemli sorumluluklar düşüyor. Bu sürecin zorlukları ve belirsizlikleri barışın sağlanmasını engellememelidir. Sürecin ilerlemesini sağlamlaştıracak adımlar atılmalı, “Ama ülke demokratikleşmiyor, neden silah bırakıyorsunuz?” gibi sözlerle bu sürecin sekteye uğratılmasına izin verilmemelidir.
Öcalan’ın PKK’ya silah bırakma çağrısı eşik atlatan, oyun değiştirici tarihî bir adımdır. Teröristleri destekleyen hasım ülkelere ve içimizdeki vesayetçi taşeronlarına karşı küresel bir hamledir. Uluslararası bağlantıları bulunan taşeron bir örgütün kendi iradesiyle silah bırakması ve kendini lağvetmesi çok kolay değildir. İsrail, İran, ABD ve Avrupa’daki bazı mahfiller, PKK’nın silah bırakmasını engellemek için süreci sabote etmeyi deneyeceklerdir.
Türkiye’nin güvenliğine, istikrarına ve birliğine yönelik sinsi tuzaklar var ve yollar kurtlarla dolu. Süreç her ne kadar olumlu bir seyir izlese de endişe edilecek bazı noktaların olduğunu göz ardı edemeyiz. Bu süreci onaylamayan, PKK içinde terörün sürmesini isteyen bazı grupların, Öcalan’ın çağrısını reddetmesi beklenen umutları hüsrana uğratabilir. Türkiye’nin eskisinden daha kararlı bir silahlı mücadeleye girmesine sebep olabilir. Önemli bir psikolojik eşiğin aşıldığı şu zamanda TBMM de bütün şeffaflığıyla siyasi ve hukuki düzenlemelerle ilgili yol haritasını oluşturmaya başlamalıdır.
Kürtlerle ilgili tartışmaların bir azınlık, bir direniş, bir örgüt ideolojisi seviyesine indirgenmeden ele alınması gerekir. Bir taraftan dinî referansları öne çıkarırken diğer taraftan şovenliğe kaçan bir politika izleme, böylece Türkçülük ve İslâmcılık kimliklerini konsolide etme yaklaşımının terk edilmesi şart. İnsanımızın ihtiyaç ve beklentilerini, algılarını, korkularını, farklılıklarını ve müşterekliklerini anlamaya çalışmalıyız. Öfke ve nefretin artmasına yol açacak adımlardan kaçınmak elzem. Farklı görüş ve talepleri baskılamaya çalışmadan Türkiye’ye mensubiyet, aidiyet ve sadakat temelinde bakılmalı. Barış sürecinin aşamalı ilerlemesi şart. Öncelikle bir güven duygusu inşa edip öfke siyasetinden umut siyasetine geçerek hep beraber yeni ufuklara yelken açma zamanıdır.
Umarım, Türkiye’nin Kürtleri sindirmek için onlarca yıldır harcadığı enerjinin manasızlığı anlaşılmıştır. Gelecek kuşaklara bırakacağımız en büyük miras, barışı, özgürlüğü, Türk-Kürt kardeşliğini temin ederek bir arada geleceği inşa etmek olacaktır. Türkiye’yi, ezberlerden, dogmalardan, ön yargılardan kurtularak yeniden düşünerek yeni bir hikâye yazmaya ihtiyacımız var.