Metin Alpaslan – Umran Dergisi/Mayıs 2025-369. Sayı
Siyasi hâkimiyet savaşlarının, ekonomik bölüşüm kavgalarının ve kültürel gerilimlerin giderek arttığı bir dünyada yaşıyoruz. Hayırlı bir neticeyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bilmiyoruz fakat yeni bir dünya kuruluyor. Küresel ölçekte yaşanan bu kavga tıpkı “seferberlik” adını verdiğimiz Birinci Dünya Savaşı veya “Alman Harbi” dediğimiz İkinci Dünya Savaşı gibi doğrudan Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Ülkemiz pozisyonu itibarıyla bu küresel karmaşanın hem sahnesi hem de öznesi olduğu için, yaşanan küresel karmaşa bizi daha yoğun biçimde etkiliyor.
Yarınımıza sahip çıkmanın yolu, geleceğimize sahip çıkmaktan geçiyor. Yaşadığımız ülkenin geleceğini hayal ederken önce nasıl bir ülkede, nasıl bir sistem içinde hayatımızı sürdürdüğümüzü anlamamız gerekiyor. Yaşadığımız sistemi doğru tanımlamamız lazım. Her sistem bulunduğu toplumu düzenleyen ana omurgadır ve kendine has bir değerler bütünüdür. Her sistemin bir insan, hayat ve kâinat yorumu vardır. Sistem insan hayatında mutlaka öyle veya böyle bir şekilde devrededir ve hayatın tüm alanlarında insanı ve toplumu etkiler ve kuşatır. Eğitimde, ekonomide, düşünce hayatında, siyasette, kültürde, okulda, camide, kışlada, televizyon ekranında mutlaka sistemin bir etkisi vardır. İster özel okul açın ister Kur’ân kursu açın isterseniz kendinizi bir cemaate mensup kılın ister evinize kapanın ister kendi gettonuzu oluşturun yine de sistemin dışına çıkamazsınız. Sistem eğitiminize de caminize de karışır. Çünkü özgürlüğünüzün, siyasetinizin, eğitiminizin sınırlarını ve çerçevesini sistem belirler, zihni sınırları o çizer.
Sistem hepimizin başta düşünce sistematiğimiz, zihin haritamız olmak üzere birçok durumumuzu etkiler. Her sistem kendine has bir değerler bütünüdür ve bir amentüsü vardır. Devleti yönetim biçimi, tuttuğu yol, kurduğu hukuk düzeni bu değerlere göre şekillenir. Bu değerler ya bir dinden ya bir ideolojiden ya bir doktrinden neşet eder. Her sistemin bir insan, toplum, hayat ve kâinat yorumu vardır. Kendi bütünlüğünü korumaya çalışır, değerlerine uygun olanı alır, olmayanı reddeder. Uymayana müeyyide uygular.
Sistemin Krizi
Bugünün dünyasının ana karakteri hızlı değişimdir. Günümüz dünyası; bilgiye çok kolay erişilebilen, sosyal paylaşım ağlarıyla sınırların ortadan kalktığı, her gün yeni gelişmelerin yaşandığı, teknolojik sıçrama sebebiyle iş ve ilişki biçimlerinin değiştiği, hayatın çok hızlı aktığı bir dünya. İşte böyle bir dünyada yeni bir perspektif ortaya koymadan eski usul anlayışlarla hayatı düzenlemek güçlü bir toplum olmayı mümkün kılmıyor.
Hem ülkemizde hem de dünyada hayat çok çalkantılı… Aktörleri, dinamikleri, katmanları hızla değişen karmaşa içindeki dünyada, çoğalan meseleler puslu bir geleceğe işaret ediyor. Boyutu her gün değişen belirsiz ve karmaşık bir hayatın içindeyiz. Büyük kırılmalar yaşanan dünyada krizler, gerilimler, savaşlar sürüyor. Küfür âleminin desteğini arkasına alan İsrail’in soykırımı Gazze’yi yok etme noktasına getirmiş, Filistin topraklarını kan revan içinde bırakmıştır. Gerek Batı’nın hiç bitmeyen hegemonik politika ve tercihleri ve gerekse İslâm coğrafyasındaki diktatör yönetimler sebebiyle Irak, Libya, Suriye, Yemen, Lübnan, Sudan’da devlet düzeni parça parça edilmiş, toplum düzenleri darmadağın edilmiştir. Her gün Gazze’den gelen katliam görüntüleri ruhumuzdan, insanlığımızdan, Müslümanlığımızdan bir şeyler alıp götürüyor. İktisadi kötülüğe yön veren ülkelerin kontrolündeki dünyada insani değerler yanında tüm kurumlar kriz içindedir. Fıtrata uygun yeni normlar üretme kapasitesi tıkanan Batı’nın İslâm ile olan kültürel farklılığını ve gerilimini dikkate almadan onu taklit etmeye devam ederken hayata, siyasi ve toplumsal problemlere çözüm üretemedik. Oysa yeryüzünde ümmet olmanın değerini bilenlerin, vazifelerini aksatmaması gerekirdi.
Türkiye’ye gelirsek… Sistemin bu kadar kriz üretmesi, sürekli değişiklik ve reform çağrılarına tabi tutulması düzenin hatalı mimarisiyle, ülkenin maruz bırakıldığı toplum mühendisliği ile ilgili bir durumdu. Kurucu kimlik Batı taklitçisi Kemalist ideolojiye göre dikilmiş bir elbisenin Türkiye’ye nasıl dar geldiği bütün açıklığıyla ortadadır. Bugünkü durum, ne kadar allanıp pullanırsa pullansın son yüz yıllık Türk modernleşme hikâyesinin, Batılı toplum yaratma çabasının sonucudur. Batıcılığı yürüten siyasi sistem artık tıkanmış olup, meşruiyet krizi yaşamaktadır.
Seküler ve laikçi Cumhuriyetçiler bu toprakların insanlarına, kimliklerine, inançlarına, değerlerine, tercihlerine, dillerine, ihtiyaç ve taleplerine saygı duymadılar. Bu coğrafyada yaşayan insanları ümmet çatısı altında asırlarca birlik ve beraberlikle kardeş yapan İslâmî kimliğine savaş açtılar. Gericilik, irtica, aşırı dincilik diyerek karalamaya çalıştılar. Çağdaşlaşma, Batılılaşma naraları ile Batı dünya görüşünü, fikirlerini, kavramlarını topluma zorla benimsetmeye çalıştılar. Müslüman bir toplumu sekülerleşen Batı’nın kültürünü ve değerlerini dayatarak çağdaşlık adı altında idealsiz, mefkûresiz bir şekilde Batılı gibi yaşatmaya çalıştılar. Bu ülke devşirme şebekeler tarafından ele geçirildi. Cumhuriyet’in ilanını müteakip uygulanan inkılaplar İstiklal Harbi’nin ruhunu kararttı. Mazisiyle tüm bağlar kopartılarak kıyafet devrimi, harf/dil devrimi, devlet kontrollü dinî inancıyla sıfır kilometre putperest yeni bir ulus yaratmak iddiasıyla İslâmî şiarları yok edildi. Nuri Pakdil rahmetli Batı Notları kitabında, 1923’ten beri Türkiye’de uygulanan eğitimi kastederek, “Tarihsel değerlerden kopuk, insanı kendi özüne yabancılaştıran bir eğitim biçimine, anlayışına başka bir ülkede rastlanılmadı sanırım.” diyordu.
Uygulanan kültürel soykırımla bu milletin yüz yılı çalındı. Çünkü Batı’nın inanç, düşünce ve kültürü Türkiye’nin sosyal, kültürel ve inanç gerçeğiyle bağdaşmıyordu. Bu gerçekliğe rağmen korku devleti uygulamaları ile zorlama bir yapılanmaya gidildi. Her icraat sonuçları itibarıyla iflası derinleştirdi. Korkunun yetmediği yerlerde sıkıyönetimleri, idamları, katliamları, faili meçhulleri, işkenceleri devreye soktular. Neticede toplumu ve ülkeyi bugünkü bölünme ve düşman kamplara ayırma noktasına getirdiler.
Devletin insanla ilişkisini hukuk yerine bir ırka göre tanzim ettiler. Uyguladıkları ulus devlet modeliyle Kürt sorunu, başörtüsü sorunu vs. gibi problemlerle ülke insanını “rejimin kölesi” görüp ezmeye çalıştılar. Devleti kutsal sayan bu sistemde, millet olarak sadece sekülerleştirilmiş Türklük en büyük diye nitelendirilerek kan ve ırka dayalı bir kavmiyetçilik geliştirildi. Yalan ve inkârı temel dayanak alan bu sistem ceberut, otoriter ve kendi insanının düşmanı hâline geldi. Samsun’a bir ‘güneş gibi’ doğanlar, ulusu icat edenler, “Türkiye’yi yarattık, sıra Türk milletini yaratmaya geldi!” diyerek beğenmedikleri her şeyi, herkesi bölücülük ve irtica paranoyaları ile iç düşman ilan ederek acımadan ezdiler. Halklar arasında kardeşlik ve güven duygusu bizzat devlet eliyle yok edildi.
Cumhuriyet’in başlangıcında hedef ‘muasır medeniyete’ ulaşmaktı ama şimdi görüyoruz ki, söz konusu hedefin kendisi de krizde ve tıkanmış durumda. Ekonomiden hukuk sistemine, devlet modeline kadar artık yolun sonuna gelindi. Bu sistem ülkeyi, hayatı ve toplumu kokuşturmuş, kırılmanın eşiğine gelmiştir. Türkiye’ye giydirilmiş bu deli gömleğini yırtıp atmak gerekmektedir. Böylesi bir hayatı popülist söylemlerle, dogmalarla ve resmî ideolojinin sert-yumuşak şablonlarıyla artık yönetemeyiz. Kral çıplak demenin zamanı gelmiştir.
Hukukun üstünlüğüne, yargının güvenirliğine ve sorunların siyaset eliyle çözülebileceğine duyulan inanç giderek zayıflamaktadır. Hayatın her alanındaki kalite kaybını, kuralsızlığın yaygınlığını hepimiz hissediyoruz. Bugün yalnızca ekonomik ve siyasal düzen değil toplumsal hayat ve toplumsal psikoloji de krizdedir. Toplumsal fay hatlarının daha da derinleştiği bir dönemdeyiz. Meselelerin tanımı, muhtevası konusunda genel bir toplumsal ve siyasal uzlaşmadan hayli uzağız.
Bugün tüm kurumlarıyla bir iflas yaşayan sistemde ahlaki çürüme o kadar sıradanlaştı ki, suçlular ve günahkârlar artık utanmıyor bile. ‘Çalıyorlar ama çalışıyorlar!’ gibi veciz bir zihniyeti normalleştirdik. “Devletin malı deniz yemeyen domuz!” hayatın şiarı oluyor. İşi ehliyet ve liyakat sahiplerine vermemek, rüşvet alıp vermek, sınav sorularını çalmak, partizanlıkla kamuda işe girmek, imar yolsuzluğu yapmak, devlet arazisini işgal etmek normalleşmiştir.
Sistem ve Müslüman
Müslüman, içinde yaşadığı toplumun hangi iman esasına oturduğunu, ana omurgayı hangi akidenin belirlediğini bilmek zorundadır. Müslümanın, tamamlanmış (Mâide 5/3) ve kitabında da hiçbir şey eksik bırakılmamış (En’âm 6/38) bir dinin mensubu olarak, Allah'ın bildirdiği kurallar/değerler manzumesi üzerine inşa edilmiş bir düzende yaşama ve bütün hayatı O’na teslim etme sorumluluğu vardır. Kuralları başka ilahların veya insanların heva ve hevesine göre değil, Allah’ın bildirdiği ölçülere göre tanzim edilmiş bir sistemi inşa etme sorumluluğu vardır.
İslâm, insan hayatını düzenlemek için Allah’ın koyduğu kurallar bütünü olup, bir sistem ve yönetim biçimini öngörmektedir. Dahası Müslümanların bu sisteme uygun yaşamasını ister. Bir inanç ete kemiğe bürünmediği, yaşanır bir hayata tekabül etmediği zaman bir önemi kalmaz. İnandığımız Mushaf günümüzde olduğu gibi ölülere okunan bir kitap hâline gelir.
Allah’ın hâkimiyetini ölçü almayan her sistem Allah’ın hükümlerini dışlayan bir sistemdir (Ankebût 29/41). Allah gönderdiği peygamberler kanalıyla insanlara hangi kural ve hükümlere göre yaşayacaklarını ve bu kurallara göre yaşayıp yaşamadıklarını din gününde sorgulayacağını bildirmiştir. Hem “Lâ ilâhe illallâh” diyoruz hem de ilahi vahyin devre dışı bırakıldığı, beşer iradesinin ilahlaştırıldığı bir sistemde yaşamaya rıza gösteriyoruz. Oysa Hakk’a inanan kimse, onun ahkâmını hayatına hâkim kılmak için gayret etmeye ve ona boyun eğmeye mecburdur. Bir Müslüman İslâm’ın öngörmediği bir sistemi tercih edemez, batıla razı olup onun kurallarına göre hayat süremez. Rabbimiz Kitabında hakla batılın birbirine karıştırılmaması gerektiğini bizlere bildirmektedir (Bakara 2/42). Bir Müslümanın batılın meşruiyetine göz yumması, İslâm’ın öngörmediği bir yönetim biçimine rıza göstermesi Allah’ın da Resûlü’nün de razı olacağı bir durum değildir.
Hiç tartışmasız mevcut sistem hakla batılın karıştı(rıldı)ğı bir sistemdir. Müslüman, sistemi değiştirmeye gücü yetmediği için Kitab’a uygun yaşamak yerine kitabına uydurarak yaşamaktadır. Seküler siyasal felsefe bir yaratıcıyı ve ondan gelen mesajı kabul etmemekte, Allah’ın hakkına üstünlük taslayarak, sistemi kendi iradesine göre güç kullanarak tanzim etmektedir. Allah’ı görmezden gelip dünyadan uzaklaştırarak Müslümanı dar bir ritüeller alanına hapsedip bununla yetinmeye mecbur bırakır. İslâm’ı kendi seküler sisteminin belirlediği dar çerçeveye indirger. Verili bilgiyle ve gördükleri ile düşünen Müslüman ise dinini yaşadığını zannederek “Yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.” (En’âm 6/116) ayeti mucibince bu tuzağa düşer.
Allah’ın Resûlü Mekke müşriklerinin önderlerine, müstekbirlerine karşı ilahi mesajı hiçbir zaman gizlememiş, çarpıtmamış, putlarını övecek tavırlar sergilememiştir. Her türlü baskıya rağmen kimseden çekinmeden, sözlerini eğip bükmeden Allah’ın hükümlerini, açık ve net bir şekilde insanlara tebliğ etmiştir. Bugün ise Müslümanlar hâlâ korkudan kuşdiliyle konuşmaya devam etmekte, içinde yaşadığı beşer iradesinin ilahlaştırdığı ladini sistemin yol ve yöntemlerini İslâmî kılıflara sokarak kendini avutmaya devam etmektedir.
Yozlaşmanın Boyutları
Dinin sosyal alandaki tezahürü ahlak ile belirginleşir. Ahlakın da pratik tezahürü bu toplumun daha merhametli, daha şefkatli, daha dürüst olması, helali haramı bilmesidir. “Referansım İslâm’dır” diyen bir zihniyetin hükmettiği bir ülkede, çalmasından çırpmasına, gözle görünür şekilde eskiye oranla bir iyileşmenin olması gerekirdi. Herkes istatistiklere bakabilir. Bundan yirmi beş yıl önceki problemlere; boşanmalara, kadın cinayetlerine, aile yapısında çözülmelere, adi suç oranlarına, tacizlere, cinayetlere bakın, bir de bugüne bakın acaba nereden nereye gelmişiz? Geldiğimiz nokta insanlarda ve özellikle gençlik üzerinde samimiyet yoksunu dindarlıktan yana bıkkınlık üretmiş durumdadır. Hapishaneleri, hastaneleri, mahkemeleri suçla, dosya ile dolu bir toplum kendini sıhhatli bir toplum ilan edebilir mi? Neslin, ailenin, sağlığın, aklın, toprağın tehlikede olduğu, insan fıtratının bozulduğu böyle bir sistem kimin eseri?
Toplumsal çürüme had safhadadır. Hiçbir müdahalenin yapılmadığı gündüz kuşağı televizyon programları çürümenin boyutlarını apaçık bir şekilde göstermektedir. Cezasızlık politikaları toplumun vicdanını kanatmaktadır. 600 bin suçlu denetimli serbestlikle dışarıda dolaşmaktadır. 2002-2020 yılları arasında dünya çapında en çok kamu ihalesi alan 10 şirketin beşi Türk firmasıdır. Ne kadar adil bir dağılım değil mi? Yolsuzluğa kapı açan yöntemlerle devletin kaynağıyla zengin yaratılarak Türkiye’de yolsuzluk sermaye birikiminin aracı hâline gelmiştir. Belediyelerin iş ihalelerinden başlıyor, özelleştirmelerine kadar gidiyor. Tanıdığına, bildiğine, yandaşına iş veriyor, ihya ediyorsun. Yolsuzluğu doğuran ilişkiler ağına baktığımızda siyasetçi-bürokrat-iş adamı-vatandaş eksenli çok boyutlu bir durumla karşı karşıyayız. Yolsuzluk ekonomik, toplumsal ve siyasal ortamın ürettiği bir olgu olarak “Bal tutan parmağını yalar!” sözü gibi kültürel kodlarımıza sinmiştir. Türkiye’nin sosyo-politik ve sosyo-kültürel dinamiklerinin yolsuzluklara zemin hazırlayan özellikleri vardır ve yolsuzluk Türkiye’de bir sistem sorunu hâline gelmiştir.
Bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik tufan, yoksulluğu, yolsuzluğu, gelir dağılımındaki adaletsizliği çoğaltıp enflasyonu kalıcılaştırıyor. Millet ekonomik buhranın, her gün değişen gıda fiyatlarının cenderesinde sıkışmış durumdadır. Toplumun gündelik hayatı sürdürme sarmalına sıkıştığı her türlü veriden görülebiliyor. Ekonomik gerçeklere uymayan suni fiyat artışları toplumdaki ahlaki çürümeyi gösteriyor. Açıklanan istatistiklerin, sayısal dengelerin gerçekliği, sürdürülebilir olup olmadığı bilinemiyor. Ekonominin yapısal açıdan derin bir sıkışma içinde olduğu çok açık. Üstelik ekonomik söylemler ve vaatler inandırıcılığını yitirmiş durumda.
Şehirler göç almaya devam ediyor. Kırsal nüfusu giderek azalıyor. Çiftçinin ortalama yaşı 59 olmuş. Genç nüfus tarımsal üretimden kaçıyor. Şehirlerimiz kimliksiz yapılaşma ile apartman tarlalarına dönüşmüş durumda. Özgün mimari değer taşımayan, tarihsel/kültürel mirasımızı yansıtmayan, ranta dayalı vahşi bir yapılanma ile karşı karşıyayız. Ekonomik büyüklükte ilk 20 ülke içinde olsak da bilimsel, toplumsal ve siyasal endekslere baktığımızda dünyanın ilk 100 ülkesi içinde olamıyoruz ne yazık ki.
Araştırmalar toplumsal şiddet sarmalı ve gidişattan memnuniyetsizlik, çaresizlik içinde yaşayan bir toplumun varlığına işaret ediyor. Fırsat eşitliğinin kalmadığı, geçim derdinin büyük, gelecek kaygısının ağır olduğu bu ortamda alın teriyle çalışarak ve ahlaklı insan olarak hayatta ekonomik başarıyı yakalama şansı azalmış gözüküyor. Ahlak ve alın teriyle kazanmak yerine partizanlık, çeteleşme, gayrimeşru ve gayriahlaki yollarla başarma daha kolay bir yol gibi görünüyor genç kuşaklara. Yolunu bulmak, hızlıca para kazanmak gibi yolları meşru görüyorlar. Zihinleri dumura uğratan eğitimden yoz kültüre, İslâmî aidiyet biçimlerini yitiren gençlikten pespaye medyaya kadar bir sürü defo toplumu tüketmektedir.
Eğitim meselesini akıllı tahta, bedava ders kitabı, masa, sandalye, derslik sayısını artırma olarak görenler, çocuklarımızın bu gayri millî eğitimin kıskacında eriyip gittiğini görmüyorlar. Öğretmenler hayatından bezmiş, hepsi geçim derdinde. Çocuklarımızı düşünmekten alıkoyan, kabiliyetlerini körelten “maarif cilalı” 1924 model Batıcı, seküler ve tek adamcı eğitim sistemini sürdürmeye çalışan Türkiye’nin nasıl büyük bir sorunla karşı karşıya kaldığını kimse görmek istemiyor. Batıcılaşmanın bünyemizde meydana getirdiği bütün tahribata rağmen kolları sıvamanın fırsatı elimizde… Unutmamak gerekir ki aslımız İslâm’dır ve aslımıza dair her şey inkılaplara rağmen hâlâ elimizin altındadır. Dolayısıyla bu ülkenin çocukları felsefi olarak ateizmi, deizmi benimsemiyor. Bugünkü gidişattan bıktıkları için, dindarlık üzerinden yapılan yıkımın doğal neticesi olarak, mevcut yapılara protest bir tavır olarak bu yolu seçiyorlar. Yüreklerin, vicdanların, ahlakın, insan olmanın tüm duyguların ve özellikle umutların yok olduğu bu ortamda hamaset yerine önce gerçekleri görmemiz sonra yapılması gerekenleri kavramamız gerekiyor.
Kayıt dışılık, kuralsızlık ekonomik hayatı ele geçirmiş durumda. Gündelik hayatın hemen her alanında keyfilik, şiddet kol geziyor. Yasal yollardan hak aramak, uzlaşmazlıklara çözüm aramak yerine “gücü gücüne yetene” bir dünya normalleşti. Güçlü olan kazanıyor. Trafikte yol verme tartışmaları sopalı, tabancalı çatışmalara dönüşüyor. İstanbul’da halka açık yerlerde suç örgütleri güpegündüz vuruşuyor. Ev sahibi-kiracı kanlı bıçaklı oldu. Motosikletli suikastçı furyası sürüyor. Oğlu babasını sokak ortasında bir yumrukta yere seriyor. 18 yaşındaki bir genç çay bahçesinde rastgele yedi kişiyi bıçaklayarak yaralıyor ve saldırıyı canlı olarak yayınlıyor. Liseli dört kız herkesin gözü önünde bir arkadaşlarına olmadık şiddeti uyguluyor ve bunu sosyal medyada yayınlıyor.
Toplumsal hayatın savrulduğu ve dağıldığı konusunda herkes hemfikirdir. Toplumda entelektüel ve ruhsal bir boşluk bulunuyor. İnsanlar toplumsal çalkantılar içinde savrulup duruyor. Kamu yönetiminde ehliyet ve liyakatin değil, kayırmacılığın hâkim olması, liyakat kavramının yerini “bizden” kavramının alması vicdanları yaralıyor. Vatandaş iktidarın da muhalefetin de değişimi başaracağına, krizler yumağını yönetebileceğine inanmıyor.
Yeni Bir Siyasete İhtiyaç Var
Partiler siyaset erbabının değil de sanki siyaset esnafının elinde. Siyaset profesyonellerinin eline geçmiş mevcut yapısı ile Türkiye’nin meselelerine köklü çözümler üretecek bir şey vaat etmiyor. Siyasetin finansmanı ciddi ahlaki bir problem olarak önümüzde duruyor. Siyasiler çözümden çok krizi örgütlüyorlar ve sistemin krizinden besleniyorlar. Söylemlerini yeni bir siyaset teklifi üzerinden değil krizler yumağının ürettiği korkular üzerinden geliştiriyor, bu yolla toplumu manipüle etmeye başlıyorlar. Çare üretmesi g
TÜRKİYE “BÜYÜK SIFIRLAMA” HAMLESİ YAPMALI
ereken yapının bizatihi kendisi sorun hâline dönüşmüş durumdadır. Ekonomide, hukukta, eğitimde, demokraside Türkiye’nin hangi siyasal parametreler veya değerler üzerine inşa edilmesi gerektiğine dair birtakım kozmetik adımların dışında söyledikleri bir şey yok. Sadece iktidarda kalma talebi var. İlkesizlik bir kısım siyasetçinin en büyük problemidir. Yan yana gelmesi mümkün olmayan fikir ve idealler oy uğruna savunulmaktadır. Siyasal kutuplaşma derinleşerek toplumsal ve kültürel farklılıkların gerilimine, kamplaşmalara yol açmaktadır. Oysa bu ülkenin ayrışmaya değil bütünleşmeye ihtiyacı vardır.
Referandum sırasındaki kampanyaları hatırlayalım: Başkanlık sistemi gelecek Türkiye cennet olacaktı, başarı ve refah getirecekti. Kerameti kendinden menkul ekonomi tezleri ve siyaset ile bugünlere gelindi. Sonuç, hayal kırıklığı oldu. Gerçek bir siyasi değişimin olacağına dair ne güçlü bir sinyal ne anlamlı bir veri ne de bir kadro var. Hatalarımızı ve yanlışlarımızı görüp tedbir almazsak, bunun vebalini ödeyemez, bize umut bağlayan mazlumlara da hesabını veremeyiz. Sistemi dönüştürmek üzere yola çıkanların faziletlerini kaybederek sistem tarafından dönüştürülmesi, bir araç konumundaki politikanın amaç hâline gelmesi, politik ihtirasların hakikatin önüne geçmesi, Müslümanın sisteme teslim olması hüzün verici bir durumdur.
Toplum psikolojisi sürekli bir olağanüstülük hâli ve duygusu ile maniple edilerek hepimizin aklı ve ruhu esir edilmiştir. Zihni ve duygusal siyasi takıntılar ve ambargolar, geleceğe dair gayretimizi, beklentimizi, umudumuzu şekillendiriyor. Bu durumdan toplum çok sıkıldı ve yoruldu. Toplum hamaset yorgunu olmuştur. Kısır tartışmalar, makam, mevki, kasa, masa sevdası ve çarpık zihniyetler üzerinden yürüyen statükocu bir düzen giderek daha ağırlaşan sorunlarla baş başa kalacağımızı göstermektedir.
Kimliklere, kutuplaşmalara sıkışmış siyasi zeminde kaç seçim yaparsak yapalım ne ekonomik kriz ne yaygınlaşan yolsuzluk ne de kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlik ortadan kalkıyor. Sonuç değişmiyor. Böyle bir çürük temel üzerine yeni bir sistem inşa edemeyiz. Öncelikle siyaseti düşünme tarzımızı ve algılarımızı değiştirmeli, sağlam bir fikir sistemi inşa etmeliyiz. Memleketin ve hepimizin geleceği için yeni bir siyasi tutum ve davranış üretmekten başka yolumuz yok. Yeni bir siyasi vizyon, yeni bir enerji üretmek zorundayız.
Bugün herkesin inandığı değerlerle, haysiyetli ve güvenli bir hayatı yaşaması için yeni bir gelecek inşasının zarureti ortadadır ve bunun ilk şartı insanlığın bugünkü hayata mahkûm olmadığına ve daha iyi bir geleceğin mümkün olduğuna inanmaktır. Müslümanlar, yeni bir medeniyet inşa edecek imkâna ve güce sahip olduklarına, hiçbir emperyalist gücün müdahalesine fırsat vermeden kendi meselelerini kendilerinin çözebileceklerine inanmak zorundadır. Bu inancı zayıflatmak için, yakın tarihte, ırk, din, mezhep, ideoloji kavgaları üzerine İslâm coğrafyasına döşenen fay hatlarını; fiilî, kültürel ve iktisadi emperyalizmi, bunların mimarlarını ve argümanlarını fark etmek zorundadır. Bu noktada asıl önemli ve değerli olan, hadiselerin arka planındaki gerçekleri görmektir. Çünkü yaşadığı zamanı/devri bütün boyutlarıyla bilmeyenler yarını inşa etme imkânını da kaybedecektir.
Söz konusu olan hepimizin hayatıdır. Yapmamız gerekenleri siyasi parti taraftarlığı, iktidar yandaşlığı veya karşıtlığı veya siyasi aktöre ve lidere göre değil bağımsız olarak meseleler üzerinden tartışmamız gerekiyor. Bu ülkede kanın, kinin, nefretin ve şiddetin durması ancak hakiki bir toplumsal barış ve hakkaniyetli bir hukuk devleti ile mümkündür. Halkın huzurunu, mutluluğunu, temel haklarını, haysiyetini, özgürlüğünü, yaşama hakkını temin eden bir sisteme ihtiyaç vardır. Uzun yıllar uygulanan tahakküm ve baskı politikaları ile hiçbir yere varılamadığı, sebep olduğu çatışmacı ortamın kaosa sebep olduğu ve ülkeye hiçbir fayda sağlamadığı görülmüştür. Kürt sorununun can yakıcı sonuçları bunun en belirgin delillerinden biridir.
Karanlığa alışan gözümüz sistem krizinin bizi nereye sürüklediğine aldırmıyor. Hâlbuki yaşananlar toplumsal zihnimizi zedelemiştir. Darbelerin, faili meçhullerin yaşandığı eski sayfaların açılıp düzeltilmesi, geçmişle sağlıklı bir muhasebenin yapılması gerekmektedir. Hayra açılan çözümün başında yeni kurum ve kuralların ihdasının şart olduğunu hatırdan çıkarmamak lazım. Bir toplum ithal edemeyeceğimize göre herkesin hayr üzere uzlaşmaya ihtiyacı vardır. Devlet ve yönetim kademesinde yeni bir yapılanmaya gidilmeden bünyemizi güçlendiremeyiz. Bu bozulmayı, bu yıkımı düzeltecek bir enerjiye ve insan kaynağına ihtiyaç var. Türkiye’nin yeni başlangıçlara adım atmadan önce bir “büyük sıfırlama” hamlesi yapmak için kolları sıvaması gerekmektedir.