1 Kasım 2008 Cumartesi

Dibe vuran piyasalar ve ekonomiler değildir. Dibe vuran “Dünya Egemen Sistemi”di

(Umran Dergisi)


Çünkü “piyasa ekonomisi” dedikleri şey aslında Kapitalizmin kendisidir. Kapitalizm çöküyor diyemedikleri için, bunun yerine piyasalar düştü, piyasalar tedirgin, piyasalar panikte, küresel finans krizi çöktü gibi ifadelerle emperyalist ideolojinin getirdiği sefaleti gizliyorlar.

Hâlihazırda yaşanan ve hızla dünyanın dört bir köşesine yayılan mali kriz, 1929 “Büyük Buhranı”nın dan  sonra dünyada yaşanan en büyük kriz olarak vasıflandırılıyor. 1929 krizi de o zamanki aşırı kâr hırsından ve kapitalist sistemin kendi içerisinde barındırdığı toplumsal eşitsizliğe yol açan mantık ve işleyişin, çelişkilerin sonucu olarak meydana gelmişti.

Bugün de dünya, tarihin en büyük kırılma noktalarından birini yaşamaktadır. Bir dönüm noktası yaşayan küresel finans sistemi bu noktada kilitlenmiştir.

19. yüzyılın sonlarından itibaren yükselen ABD,  çağımızın Roma İmparatorluğu mesabesinde en güçlü devleti haline gelmiştir. Son yüzyılın büyük kısmında ABD küresel düzeyde ekonomi, siyaset, bilim ve kültür hayatını hâkimiyeti altına almıştır. Uzun süredir rakipsiz görünen Amerikan ekonomisi, emlak piyasasındaki çöküş sonucu kredi piyasalarında meydana gelen kriz nedeniyle şimdi resesyon(durgunluk) tehlikesiyle karşı karşıyadır.

İnsan unsurunu hesaba katmayan, üretimden ziyade finans cambazlıklarına dayalı ABD ekonomisi, şimdi faiz ve spekülasyonların, regülasyon ve manuplasyonların pençesinde kıvranıyor. Kapitalizmin ideal bir model olarak dünyaya empoze ettiği Batı toplumu hızla bir enkaza dönüyor. Kurdukları ekonomik sistem tel tel dökülüyor. Başka ülkelerin gözünde “model“ olan ABD giderek bu konumunu kaybediyor.

Borsalar çalkalanıyor, hisseler düşüyor, bankalar, büyük finans kuruluşları batıyor.  Yıkılmaz kale sanılan kuruluşlar ya batıyor, ya da devlet kontrolüne geçiyor. Batının zengin ülkeleri acz içinde kıvranıyor. Likidite krizi içindeki firmaları fonlayan devletlerin krizi önlemeye yönelik hamleleri bu defa faiz ve enflasyon dengelerini bozuyor, aldıkları her tedbir yine dönüp kendilerini vuruyor. Wall Street’in bu çöküşünün artçı şokları yavaş yavaş Avrupa’da da dalga dalga hissedilmeye başlamıştır. Mali kriz, hızla dünyanın dört bir köşesine yayılıyor. 21. yüzyılın para babaları şaşkınlık içinde.

Amerikan Hâkimiyetinin Sonu mu?


ABD Hazine Bakanı Paulson ,  "Bu durum ABD için utanç verici. Suçlanacak çok kişi ve kurum var" diyor. Amerikan toplumunda büyük sarsıntı yaratan krizin derin izler bırakacağını vurgulayan Alman Maliye Bakanı Steinbrueck de, "Dünya hiçbir zaman krizden önce olduğu gibi olmayacak. ABD dünya finansal sistemindeki süper güç statüsünü kaybedecek." diyor.  Soğuk Savaş sonrası dönemde tek süper devlet olarak yükselen ABD’nin şimdi düşüş dönemine girdiği konuşulmaktadır.

Diğer taraftan, Komünizm de insanlığa çektirdiği tüm acılardan sonra 1991'de doğduğu yerde kendini yok etti. Daha önceleri entelektüel olarak zaten iflas etmiş olan Marksizm, Sovyetlerin yıkılmasıyla pratik olarak da iflas ettiğini gösterdi. Zaten Marksizm özü itibariyle bir kapitalizm eleştirisi idi ve kendi ekonomik sisteminin nasıl işleyeceğini hiçbir zaman açıklayamamıştı.  Şu bir gerçekti ki, Marksizm adına kurulan, merkezi planlamaya dayalı ekonomik sistem insanlığa sefalet ve zulümden başka bir şey getirmemişti.

Komünizm çöktüğünde bunu “liberal sistemin zaferi” olarak ilan etmişlerdi.  1989’da Berlin duvarının yıkılmasına müteakip, 1991’de de Sovyet Blok’unun çökmesinin ardından, uluslar arası sermayenin egemeni olan ABD öncülüğünde demokrasi güya şaha kalkmış, mutlu son yakalanmış ve  “Tarihin Sonu”nun geldiği ilan edilmişti.

 

Kapitalistlerin zafer ilan ettikleri 1989’un şaşaalı günlerinde, Fukuyama’nın yazdığı makale çok büyük yankı yapmıştı. İddiasını hatırlayın: “Batı’nın ya da Batı düşüncesinin zaferi, her şeyden önce Batı liberalizmine alternatif olduğu varsayılan sistemlerin büsbütün tükenmesi olayında kendisini göstermektedir.” diyerek ebedi ideolojik zaferin ilan ediyordu.  Orta Asya ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde Sovyetlerin hâkimiyeti son buluyor, merkezi planlı ekonomiyi idare eden tek partili Sovyet tarzı devlet fikri artık itibardan düşüyor, gündemden çıkıyordu.

Hali hazırda yaşanan krizden dolayı aynı Fukuyama’nın kafası şimdi biraz karışık,  çünkü duvarların yıkılması onun söylediği gibi dünyayı daha güvenli, daha mutlu bir hale getirmemişti.  Şimdi ise şöyle diyor;  “Gelecek ABD yönetimin en önemli görevi, olumsuz bir yönde değişen küresel güç dengesini ve azalan ABD nüfuzunu ince yöntemlerle düzene koymaktır.(Financial Times, 2 Eylül 2008, Francis Fukuyama, Russia and a New Democratic Realism)

Newsweek dergisinin editörü Ferid Zekeriya’nın  Amerika Sonrası Dünya” adlı kitabından şöyle bir alıntı naklediliyor; “22 Haziran 1897’de dünyanın değişik bölgelerinden yaklaşık 400 milyon insan, yani insanlığın dörtte biri, tatil ilan etmişti. O gün Kraliçe Victoria’nın tahta çıkışının 60. yıl dönümüydü. Elmas Yıldönümü karada ve denizde beş gün sürmüş, en görkemli anını ise 22 Haziran’da gerçekleştirilen geçit töreni ve şükran sunumu oluşturmuştu. İngiltere kolonilerinin yöneticileri ve dünyanın diğer bölgelerinden gelen prensler, dükler, büyükelçiler ve sefirler katılımcılar arasındaydı. 50,000 kişilik askeri geçit töreninde, Kanada’dan gelen süvari askerler, Yeni Güney Galler’den gelen süvariler, Nepal’dan gelen karabinyerler, Bikaner’li deve birlikleri ve Nepal’li Gurkalar bulunmaktaydı. Bir tarihçinin tabiriyle tam anlamıyla “Roma dönemi” gibiydi.

O zamanlar sekiz yaşında olan Arnold Toynbee, amcasının omuzlarına kurulmuş bir vaziyette, sabırsızca geçit törenini izliyormuş. Sonraları döneminin en iyi tarihçisi olarak kabul edilen Toynbee o ihtişamlı günde izlediklerini ‘Cennetin ortasında öylece duran bir güneş gibiydi’ şeklinde hatırlıyor. ‘O atmosferi hatırlarım, sanki dünyanın zirvesinde gibiydik ve orada daima kalacakmışız hissiyle zirveye ulaşmıştık’.” diyor. (Foreign Affairs, Mayıs-Haziran 2008, Ferid Zekeriya, The Future of American Power)

ABD’nin Somali, Afganistan ve Irak’a müdahalesi, yıllar önce zirve dönemini yaşayan Britanya İmparatorluğu’nun pozisyonuna ve yaptığı askeri müdahalelere çok benziyor. Sanki tarih şimdi ABD’yi de vurmaya başladı.

Arjantin cumhurbaşkanı Kirchner, Buenos Aires’ten kafasını kaldırıp ABD’ye baktığında gördüğünü şöyle ilginç biçimde dile getiriyor: “Bir ara hepimize gayret edip ulaşmamız gereken bir ‘Mekke’ olarak gösterilen Birinci Dünya şimdi bir köpük gibi patlıyor...” diyor.

Bir zamanlar muhafazakâr bir ahlaka sahip, uzun vadede tatmin olmayı tercih eden bir ülke bugün anlık zevklerinin peşinden koşar hale gelmiştir. Amerikan insanı, üretim, sıkı çalışma ve tasarruf gibi temel zorunluluklara ilgisini kaybetmekte, tüketim ve eğlence toplumuna doğru yol almaktadır. Tasarruf oranı sıfır, ürettiğinden fazla tüketen, cari işlemler açığı, ticaret açığı, bütçe açığı yüksek, ortalama geliri sabit,  finansal taahhütleri ise karşılanamayacak boyuttadır. Çalışan kesim yaşlandıkça, toplum net tasarrufçudan net tüketiciye dönüşmektedir.

Şu an askeri güç hariç endüstriyel, finansal, toplumsal ve kültürel alanlardaki güç dünya egemeni ABD’nin ellerinden kayıp gitmektedir.  ABD’de, yaşanan finansal karmaşanın ötesinde bir hegemonik çözülme var. Osmanlının gerilemesi ve yıkılışı çok uzun yıllara yayılmıştı. Amerikan emperyalizmi ise çok daha hızlı çözülmeye başladı…

Olup-bitenler “kontrolsüz kapitalizm”in sonucudur…

ABD'deki bu finansal krizin ana sebepleri "başıboş piyasalar”, “şirketlerin doymak bilmez kâr hırsı” ve “kapitalizmin insan fıtratına aykırı özelliğidir”. Dış politikasındaki haksız ve saldırgan tutumu,  yüksek askerî harcamalar,  devamlı bütçe açığı vermesine sebep olmuştur. Daha fazla tüketmeyi bir hayat biçimi haline getirmiş olan obez Amerikan toplumunda, faizlerin düşük tutulması nedeniyle, insanlar bol ucuz kredilerden faydalanarak ödeyebileceklerinden daha fazla harcama yaparak kredi kuruluşlarına bilinçsizce borçlandı. Normal şartlarda bankaların riskli görerek kredi vermeyeceği tüketiciler, birden çok ucuz kredilerle ev sahibi olma şansına eriştiler. Böylece her Amerikalı sırtında bir borç yüküyle gezer hale geldi.

Şimdi birçok mağdur, bankaların kendilerini kandırdıklarını ve yeteri kadar bilgilendirmediklerini iddia ediyor ki bu doğrudur. Finans sistemi, reel karşılığı olmayan türev enstrümanlarla “suyunun suyunun suyu” misali, kasalarında olmayan paraları borç vererek ve borçlunun borcunun borcunu, borçlulara satarak milyarlar kazandılar. İşte bugün bu küresel rulet sistemi çökmüştür.

Kapitalist Ahlâkın İki Yüzlülüğü

Anglo-Sakson finansal sistemde, kendi hatalarından dolayı batan şirketleri kurtarmak yoktu.  Zayıf şirketlerin batmasına göz yumuluyordu. ABD ekonomisinin karar alıcıları kendi ülkelerine mahsus olduğu düşünülen gaddar ama verimli bir kapitalizm biçimiyle fiyakalı bir gurur duyuyorlardı. Ama batanlar dev kredi kuruluşları olunca bunlar birdenbire önemli ve kurtarılmaları gerekiyor oldu.

Daha önce kendilerine karşı yapılacak düzenlemelere ve anti-tröst tedbirlere karşı çıkan bankalar,   ne zaman ki sorunlar ortaya çıktı, birden bire devlet müdahalesini talep etmeye başladılar.

Serbest pazar ideolojisine ne kadar halel getirse de, “iflas etmek için fazla büyük” sözü bir anda “bırakınız yapsınlar” ekonomisinin katı taraftarları arasında revaç buldu. (New York Times, 20 Temmuz 2008, Too Big to Fail?)

Birdenbire devlet ekonominin baş aktörü oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy yaptığı açıklamada, kapitalizmin artık eskisi gibi olamayacağını ve devlet denetiminde olacağını söylüyordu. Karları lüplerken, milyarları götürürken paylaşmaya yanaşmayan ve “devlet ekonomiye karışmasın” diyen kapitalist ağababalar, çuvallayınca, devleti yardıma çağırıyorlar ve zararı ezilen ve sömürülen kesimlerin sırtına yüklüyorlar.

İnsanlar aç ve işsiz kalınca kimse o işsizleri kurtarma planı yapmıyordu. Ne oldu da şimdi büyük asalaklar kaybedince birden “piyasayı düzenlemek, piyasalara para enjekte etmek,  zararları kapatmak gerekir” denilmeye başlandı.  Daha yakın zamana kadar her şey özelleştirilmeli, her şey piyasa mekanizmasına bırakılmalı diyorlardı.  Demek ki, ahlâksız kapitalistler ‘kâr’ı özelleştirmiş, ‘risk’i sosyalleştirmişti. Önce sistemi özelleştiriyor, kârlılığı sonsuzlaştırıyor, titan zincirleri kuruyor, sonra da halkına; ‘eğer bu sistem batarsa hepiniz aç kalırsınız bu nedenle bu sistemin zararını siz üstlenin,’ diyorlar.

İşte kapitalizm bu. Şirketler kâr ederken her şey iyiydi ve kâr etmeleri için her türlü desteği görüyorlardı. Ne zamanki zarar etmeye başladılar, o zaman ABD ben bunu devletleştiriyorum ve borcu üzerime alıyorum dedi. Yani karşısına risk çıkınca devletçi oldu ve neo-liberallerin tüm argümanları çöktü.

Bu, sistemin iflasıdır. İşte bu nedenle, Nobel ödüllü iktisatçı Joseph StiglitzO kadar çok felaketle karşı karşıyayız ki, finansal kurumlardaki sahtekârlık ve politika yapıcılardaki iki yüzlülük düzeninin bir meyvesidir.” diyor.

Diğer taraftan, şu anda ABD de tartışılan bir konuda, bu bankaların tepe yöneticilerinin aldıkları maaş ve primlerdir. Büyük şirket yöneticileri, yani CEO’ları, bir başkasına 400 milyon dolara transfer oluyor, bir diğeri üç yıllığına 135 milyon dolara bir şirketle üç yıllık sözleşme yapıyor. Bir diğeri piyasa cambazlıkları ile şirketi batırırken kendine 320 milyon dolar prim tahakkuk ettirebiliyor. Gözü doymaz kapitalistlerin, spekülatörlerin, borsa oyuncularının üretime ve maddi bir varlığa dayanmayan bir takım kağıtlarla yaptıkları cambazlıkların sonucunda gelinen nokta budur.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Değişim Kaçınılmazdır…

Batı dünyasında uzun zamandır değer verilmeyen dini ve manevi değerlerin tekrar yükselişe geçmesi kaçınılmaz görülüyor. "Bu felaket başımıza dinin ihmal edilmesi yüzünden geldi." diyen Papa,  maneviyatın bir kenara itilmesiyle bu acıların yaşandığını söylüyor.

Kapitalizm ve sosyalizm uygulamaları maalesef insanlara adalet, mutluluk ve refah getirme konusunda başarısız olmuşlardır. Paradigma iflas etmiştir. Kaçınılmaz sona doğru hızla gitmektedirler.

Krizler değişimin gerçekleştirilebilmesi açısından bir fırsattır. Bu krizler yeni ve daha başarılı üçüncü bir modeli ikame etmenin ve değişimin yolunu açabilir. 

Ancak inanç olmaksızın değişim olmaz ve bu değişim kendiliğinden de gelmez.  Bir iradenin “hak ve adaletin” üstün kılınması için çözüm üretmesi ve insana değer veren, paylaşmayı ve dayanışmayı bir hayat felsefesi olarak kabul eden alternatif bir hayat tarzını tesis etmesi gerekiyor. Dünyayı saran krizde değişime talip olanların kendi mesajlarını insanlığa sunmaları gerekiyor

Bu iradeyi ortaya koymanın ilk adımı, .değişime inanan ve bu inancını yaşayarak gösteren bir birlikteliğin kurulması,  değişim hedefi etrafında birleşmesidir.  Eğer Müslümanlar kendi değerlerine yeniden bağlanırsa, bu birlikteliği sağlarsa ve İslam dünyası zincirlerini kırarsa, işte o zaman mesajın değiştirme gücünü insanlığa anlatabileceklerdir.

1 Ağustos 2008 Cuma

HEM MEMLEKET KARIŞIK, HEM KAFALAR KARIŞIK... Vatanseverlikten Kaoseverliğe Giden Yol

(Umran Dergisi)

                                                         Buralarda her şey karadır beyim her şey kara..
                                                         Aydınlığı bilmezik sabah güneş doğmasa.

                                                          Allah hökumata devlete zeval vermesin beyim...                                                                             Biz bekleriz bi seksen sekiz sene daha

                                                                                                          Menşure Şahin

 

Tezatlar ve Çifte Standartlar Ülkesi

Radikal yazarı Oral Çalışlar, “Solcuların kafası karışık” diyor. Darbecilere karşı çıkıp çıkmama konusunda düşünüp duruyorlarmış.  Zavallıların kafası karışmasın da ne yapsın. Ortalık toz duman Türkiye’de. Bir kavgadır almış başını gidiyor. Kamplaşma kutuplaşma had safhada.

Tabii, sadece solcuların değil öteden beri Müslümanların da kafası karışık. Ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilemiyor. AB örneğinde olduğu gibi dün “hayır” dediğine, bugün rahatlıkla “evet” diyebiliyor. Kendisi bir bedel ödemeyi göze alamadığı için, sonuçlarını araştırmadan problemlerini başkalarına hal ettirmek istiyor. Ama başkalarının bu meseleleri hal ederken işin içine kendi değerlerini katacaklarını düşünemiyor. İslam’ın çağa cevap verebileceği gerçeğini bir yana bırakıp, başka medeniyet ve fikir havzalarında kurtuluş reçeteleri arıyor. Ruhunu kaybetmiş dünyaya yeni bir nefes verecek değerlere sahip olduğunun farkında değil.

Bir tarafta vesayet rejiminin devamından yana olan, sahip olduğu imkânları elden bırakmak istemeyen egemen bir gurup eline geçirdiği laikçilik sopasını Müslümanları dövme aracı olarak kullanmaya devam ediyor.

Bir tarafta askeri okuldan başlayarak belli bir formasyonla yetiştirilen bir zümre, aldığı eğitimle siyaseti yönlendirmeyi tarihsel misyon olarak kendinde hak olarak görüyor ve cumhuriyet tehlikeye düştüğünde kendilerine koruma ve kollama görevi düştüğüne inanıyor.  Ülkenin dış güvenliğini sağlamakla görevli olmasına rağmen, siyasi hayatı tanzim etmeye yönelik, “Bilgi Destek Eylem Plan”ları hazırlayıp, “Aydınlatma Timleri” aracılığıyla "kamuoyu oluşturma gücüne sahip üniversiteler, üst yargı organlarının başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi ve bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması" gerektiğini vurguluyor. Siyasi iktidarı biçimlendirmeye çalışan bir dernek görüntüsü veren, “siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı destekleyip, birliği bozmak, güneydoğu halkını rahatsız etmek” gibi antidemokratik ve ilkel işleri planlayan denetimsiz unsurları içinde barındırdığı görüntüsü veren bir TSK.

Bir tarafta vatanseverliği kendinden menkul ulusalcı bir zümre, kaos kıvamında vatanseverliğiyle ülkede darbe yapmak üzere derin çeteleşme yapılanmalarıyla vatanseverlikten kaos severliğe evrilmiş.

Bir tarafta, Susurluktaki karanlık ilişkilerin ortaya çıkması için o zaman ‘bir dakika karanlık eylemi’ yapanlar, şimdi Ergenekon avukatlığına” soyunup, iddiaları ‘deli saçması’ olarak tanımlayanlar.

Şemdinli soruşturmasını yürüten Van Savcısı meslekten atılırken ses çıkarmayan, buna karşılık Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıya ‘eşkıya’ diye bağıran siyaset baronu ana muhalefet partisi başkanı.

Susurluk’ta çürümeye başlayan, Şemdinli’de kokuşan sistem,  Ergenekon ile kalın barsaklarını boşaltıyor şimdi.

70 yaşındaki Medine Bircan’ın “başı açık fotoğraf” getirmediği için tedavisini yapmayıp ölümüne sebep olan Ergenekoncu rektörün zulmüne ses çıkarmayan sözde demokratlar, şimdi darbe zanlısı Kuddusi Okkır için hukuktan ve insanlıktan bahsediyor, konuyu meclise taşıyorlar.

Başörtüsüne karşı çıkarak tesettürlü avukat avcılığına çıkan Barolar Birliği, “içki yasağını” kişilik haklarının ihlali olarak görüp hükümet aleyhine dava açıyor.

Kutlu doğum haftasında ilahi okuyan çocukları cumhuriyet karşıtı eylem yaptı diye suçlayanlar, yılsonu gösterilerinde dansöz kıyafeti giydirilerek göbek attırılan çocukları çağdaşlık adına alkışlıyorlar.

Ülkede mahalle baskısından bahseden laikçi saldırganlar, Kozan’da kompozisyon birincisi olmuş Tevhide isimli körpe kızcağızı zorla sahneden indirdiler. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, Tevhide için hiçbir teşebbüste bulunmuyor, hiçbir şey yapmıyor. Ama Esenyurt’taki düzmece “Alevi öğrenci dövüldü” haberini duyunca koşa koşa okula giderek konuyu araştırıyor ve iftiraya uğrayan öğretmeni suçluyor.

Bir tarafta “silah” olarak “hukuk”u kullanan, hukuku ve adaleti katleden, insanın hukuka inancını yitiren 367 faciası. Daha sonra başörtüsü aleyhinde verilen hukuk katliamı radikal karar.

Bir tarafta Madımak için ağlarken, Başbağlar için susanlar.

Bir tarafta Sarıyer’deki okulda öğretmenlik yapan bir bayan öğretmen, eşini 300 erkekle nasıl aldattığını kitap haline getiriyor ve hala görevine devam edebiliyorken, diğer bir okulda gizli mescit haberleriyle yeri yerinden oynatanlar.

Bir tarafta, çok önceden Nokta Dergisinde yayınlanmış olan ve doğruluğu teknik inceleme ile ispatlanmış olan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait  Darbe Günlükleri" ortada dururken, Ergenekon’a gelinceye kadar bunca zamandır bu isimlere ilişkin herhangi bir soruşturma açmayanlar.

Bir tarafta milletin kutsallarına hayâsızca saldıranlar. Aklı, bilimi, dini hiçe sayarak bu ülkeye dar gelen Kemalist ideolojiyi tartışmasız bir şekilde nas kabul eden, Kemalizmi sorgulayanları ise ‘hain’,  ‘iç düşman’ veya ‘satılmış’ diye yaftalayanlar.

Bir tarafta Pazar artıklarından, çöp bidonlarından yiyecek toplayan açlık sınırı altında yaşayan bir milyon, yoksulluk sınırı altında yaşayan yirmi milyon insan.

Bir tarafta, bürokrasinin kilit noktalarını tutmuş, korumalarıyla gezen, devletin lojmanlarında oturup her ay maaşını tıkır tıkır alan, halkın çektiği sıkıntılardan bihaber, gettolarında mutlu bir hayat süren tuzu kuru laikçi, statükocu dinozorlar. Toplumda azınlık olmalarına rağmen medyada ve kilit bürokratik mevkilerde çoğunlukta olan, adeta ilahi bir yanılmazlığa sahip bürokratik elitlerden oluşan gizli bir iktidar.

Bir tarafta, kendilerinden olmayan memleket evlatlarını düşman gibi gören, iktidar olmayı yandaşlarını iyi pozisyonlara tayin etmek ve eşe dosta ihale dağıtmak zanneden ucuz iktidar heveslileri. Sivil Anayasa teşebbüsünün geri çekilerek sadece türban üzerinden Anayasa değişikliğine gitme basiretsizliği. Ufuk Uras’ın Ayışığı ve Sarıkız darbe girişimleri için meclis araştırması açılması için hazırladığı önergeye imza vermeyen yargı darbesine muhatap bir iktidar partisi.

Bir tarafta, Türkiye’de görülmemiş bir soygun, vurgun ve talan cephesi oluşturan çıkar ittifakları, diğer tarafta, Türkiye’yi seven ve milleti için her bedeli ödemeye hazır olan Türkiye sevdalıları.

Bir tarafta, Türkiye’nin milli servetini, aziz milletimizin emeğini ve alın terini sömürmeye ve soymaya çalışan küresel çıkar lobileri, diğer tarafta, Türkiye’yi ayağa kaldırmaya ve onurlu bir geleceğe taşımaya kararlı olan yiğit Anadolu çocukları.

Memleketin içinde bulunduğu durumu gösteren bu tür örnekleri daha çoğaltmak mümkün. Say sayabildiğin kadar. Ama bu kadar örnek bile memleketin kamplaşma ve kutuplaşmalar sonucunda  iç karartan halini net olarak ortaya koyuyor.

Bir Anekdot ve Duruşumuz

Zamanın birinde bir parti yeni iktidar olmuş. Yandaş bürokratlar oturmuşlar mevki makam paylaşımı yapıyorlar. Herkes kendine bir yer beğeniyor, seçtiği uygun bir makamı kendisine ayırıyormuş. Kenarda oturup olan biteni seyreden dayısı olmayan bir garip memur, bu paylaşımın yapılıp bittiğini görünce “Peki ben ne olacağım” diye sormuş derler.

Evet, bizimde bu ülkede yaşayan bireyler olarak, bu ülkede yaşayan Müslümanlar olarak bu gidişata karşı ne yapacağımıza dair bir diyeceğimiz olmalı. Meseleyi entel, felsefi ve derin sosyolojik izahlara boğarak, dolambaçlı gerekçelere başvurarak, çözümü başkalarına havale ederek işin içinden çıkamayız. Bu izahları varsın işin erbabı toplum bilimciler yapsın. Bizler sade insanlar olarak, arı duru İslam’a inanmış Müslümanlar olarak hem hayatı sadeleştirmeli ve hem de duruşumuzu netleştirmeliyiz. Bunun yolu da yaratılışı ve hayatı Müslüman’ca yorumlayıp anlamlandırmamızdan geçiyor. Özümüzü değiştirmeden bu işin içinden çıkmamız mümkün değildir.

Kafa karışıklığı insanları umutsuzluğa sevk ederek pasifize etmektedir. Yılgınlığa düşmüş bir toplum, “Artık bu iş olmuyor!” deme noktasına gelmiş. Heyecanını kaybetmiş ve ruhen yorulmuş bir toplum. Olmayan ne? Hangi iş olmuyor? Bu soruları kendine sorup cevap aramak yerine, köşesine çekilmiş, düşünmüyor, akletmiyor, gidişata itiraz etmeye mecali kalmamış.

Allah(C.C.) insanı bazı şeylere muhtaç olarak yarattı. Diğer insanlarla işbirliği içinde dayanışarak-toplu olarak yaşayacak şekilde yarattı. Tek başına ihtiyaçlarını karşılayamayacak olan insan topluma muhtaç olduğuna göre sadece kendi mutluluğunu değil toplumunda mutluluğunu düşünmek zorundadır.  Kendi hakkı kadar diğer insanların da hakkını gözetmek zorundadır. 

Tevhidin aydınlığını bize taşıyan Kur’an-ı Kerim’in özünde fert ve toplum dayanışması vardır. Mensubu bulunduğumuz İslam medeniyetinde başkaları için üzülmek, başkalarının ihtiyaçlarını karşılık beklemeden gidermek anlayışı vardır. Yine bizim inancımızda Müslümanın asgari görevi, “İyiliği emir, kötülükten nehiy” olarak bildirilmiştir. Dikkat edilirse burada emretmek var, yasaklamak var. Yaptırım var. Bu da otorite ve gücü gerektiriyor. Kötülüğü ortadan kaldırmak müminler üzerine bir sorumluluk olarak yüklenmiştir. Cenab-ı Allah bu görevi hakkıyla yerine getirenleri de “gerçek kurtuluşa erenler" (Al-i İmran, 104) ve “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” (Al-i İmran, 110) olarak tarif etmiştir.

İşte bu noktada yarın hesaba çekilecek olan bizlerin ne yapması gerektiği hususu önem kazanıyor. Yani o garip memurun sorduğu soruya benzer bir soruyu kendimize sormamız gerekiyor. “Peki, biz ne olacağız”. Bu hesabı nasıl vereceğiz? Aşırı bir dünyevileşme var. Bazı hasen çabalarla, sağa sola üç beş kuruş yardım yapmakla, bazı sohbetler katılmakla, bir iki sahife meal okumakla kendini tatmin eden insan, neyi ne kadar yapması gerektiğini ve hesabını nasıl vereceğini iyi düşünmelidir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zümer, 9) ayetiyle Rabbim bilenlerin sorumluluğu olduğunu beyan etmektedir.

İki hatamız vardır; (1) Kendimizi ve dinimizi ciddiye almamak, (2) Rakiplerimizi ciddiye almamak. Karşımızda organize bir güç vardır. Bireysel mücadele ile bir yere varmak mümkün değildir. Parmaklar bir araya gelirse yumruk olur. Damlalar bir bendin arkasında birikirse büyük bir enerjiye dönüşür. Onların yaptıklarına sadece kızarak bir yere varamayız. Karanlığa söverek, boşluğa yumruk sallayarak da bir yere varılmaz.

Allah’a kulluk edenlerle, kulluk etmek istemeyenler arasındaki bir mücadeledir bu. Bunların hedefi Allah’ın dinidir. Küresel sistem ve onun yerli ortaklarına karşı duracak ve alternatif bir sistem üretecek tek güç İslam olduğu için, sürekli şeriata küfrediyorlar. Onların şeriat diye adlandırdıkları şey aslında İslam’dır. İslam’ın kendi iddialarından vazgeçmesini istiyorlar. Sadece uysal bir şekilde dayatılan hayat tarzına itaat etmesini, hayata müdahale etmemesini istemiyorlar. Laikçi elitlerin ’laik devlet’ anlayışı inanca müdahale şeklinde uygulanmaktadır. Din adına yapılan her faaliyeti laik devlet karşısında bir eylem olarak göstererek, aslında halkın devlete olan bağlılığını zayıflatmakta, giderek ülkeye daha çok zarar vermektedirler.

Halkının inanç değerleri ile zıtlaşanlar, halkının kimlik ve kişiliği ile oynayan bu jakoben taife ile nasıl aynı vatan ve birlik beraberlikten bahsedeceğiz. Kimlikler üzerinden yürütülen bir kavga var Türkiye’de. Ciddi bir kardeşlik sorunu var bu ülkede. ‘Biz’ ve ‘öteki’ anlayışı Türkiye’yi yiyip bitirme noktasına getirmiştir. Nasıl bir uzlaşma olacak burada? Bir taraf kendi ilkel kutsallarından taviz vermeyip kaya gibi dururken, bir tarafın sürekli taviz vermesi midir uzlaşma? Bu ülkede Müslümanlar dışında herkes istediğini söylerken, Müslümanlar kuşdiliyle konuşur hale getirilmiştir.

Kafası kirli bir zevat, “Türkiye’nin özel koşulları” safsatasını ileri sürerek, Türkiye’de yaşayan insanların değerlerini, hassasiyetlerini ve kökenlerini dikkate almadan kendi tabularını topluma dayatmış olmaları, temel hak ve özgürlükler üzerinde baskı uygulamaları bir gerginlik unsuru olarak Türkiye’deki kutuplaşmayı giderek artırmaktadır.

Her vesile ile İslam’a saldıran, en basit bir dini faaliyeti bile irtica olarak yaftalayan bir taife var Türkiye’de. Bunların cahiliye devri müşriklerinden hiçbir farkı yoktur. Bunlar çağımızın Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleridirler. Allah’ın Resulü o zaman ki statükoya nasıl karşı durduysa, o statükonun temsilcileri ile nasıl mücadele ettiyse, bunlarla da o şekilde mücadele edilmelidir. Onun mücadelesini örnek alarak hareket etmek ise gerçek sünneti yaşamaktır.  Sünneti sadece sağ eli ile su içmek, sol ayak ile tuvalete girmek şekilciliğine indirgemekten de kurtarmak gerekmektedir.

Fatiha’yı okumayı bilmeyen bir nesil yetişiyor Türkiye’de. 28 Şubat uygulamalarını olumsuz etkileri yavaş yavaş görülmeye başlamıştır. O dönemde gözleri yaşararak okudukları 10.ncu yıl marşında, “Onyılda 15 milyon genç yarattık her yaştan” diyorlardı. İşte eserleri ortada.

Özellikle doğu ve güneydoğuda durum bir faciadır. Bir zamanlar bölgedeki âlimlerin ve kanaat önderlerinin satırla katledilmeleri sonucu, dini eğitim ve terbiye almaktan yoksun bırakılan genç nesil,  terör örgütünün kucağına düşerek dağa çıktı. Bir nesil mahvedildi. Toplumu ayakta tutan bütün dinamikler berhava edildi.  Aileler perişan edildi. Köyünde toprağında rızkını temin etmeye, geçimini sağlamaya çalışan insanlar göçe mecbur edildi.  Kent varoşlarında açlığa, işsizliğe mahkûm edildi. Çaresizlik ve yokluk insanları gayri ahlaki, gayri meşru yollara itti. Yaşanan toplumsal travma sonucunda hırsızlık, kapkaç, uyuşturucu ticareti, mafyavari çeteleşme arttı. 28 yıldır süren umutsuzluk ve çaresizlik kimin eseridir? “Ergenekon-PKK ilişkisi”nin konuşulduğu bu günlerde, bu ihanet çetelerinin yapılanışların karşısında bu halk ne yapsın, bilen varsa söylesin.

Netice-i Kelâm

Hep başkaları bizi dönüştürmeye çalışıyor. Yeniden var olmak için biz ne yapmalıyız. Kabul etmek gerekiyor ki her şeyimiz düzgün değil. Yeniden oluşmaya yeni bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Kendi sabitelerimize sadık kalarak yeni bir izah, yeni bir ıslah ve bir değişim gerekiyor. Bedel ödemeden kolay başarılar beklememek gerekiyor. Kısa yoldan zafere ulaşmak isteyen ashabını Allah’ın Resulü(s.a.s) şöyle uyarıyor, “Allah’a andolsun ki, siz acele ediyorsunuz” diyor. “Sizden önceki inananlar testerelerle kesildi, aslanların önüne yem diye atıldı” buyuruyor.

Kısa vadeli çözümlerle kendimizi avutma zamanı değildir.   Ucuz iktidarı kimseye vermezler.  Bir şeyler yapmak isteyenler gerekli bilgi ve donanıma sahip olmadıkları için, gerçek çözümlemeler yerine, “....mış gibi”  yapma zorunda kalıyorlar. Kendini kurtarmayan dünyayı kurtarmaya çalışıyor. İyi örnekler, örnek modeller geliştirmemiz gerekiyor. Eğer ele aldığımız sorunları çözemiyor, uygulamalarımız gelip duvara tosluyorsa, kendimize şunu sormalıyız; “Biz neyi nasıl yönetiyoruz?” ve “Biz nerde yanlış yapıyoruz?”

Mevlana, “Ağaç isteyen tohum eker” diyor. Meselelerin üstesinden gelmek, daha yaşanabilir bir dünyaya kavuşmak ancak herkesin tohumlar ekmesi ile mümkün olacaktır. Elini taşın altına sokmadan, sadece söylenerek, sızlanarak toplumdaki problemlerin sağlıklı ve kalıcı bir şekilde çözülmesi mümkün değildir. Her alanda herkese düşen farklı görevler vardır. Herkesin yapması gereken mutlaka bir şeyler vardır. Eğer ortalık karanlıksa herkesin kalkıp bir “mum” yakması gerekmektedir. Karanlığın aydınlığı teslim almasına izin vermeyelim. İslam coğrafyasının üzerine çöken kara bulutların dağılması için oturup güneşin doğmasını beklemek yerine, aydınlık günler için gayret göstermek gerekiyor. Biz bir şeyler yapmaz isek güneş de doğmayacaktır. Şairin dediği gibi “bi seksen sekiz sene daha bekleriz” hiçbir şey inşa etmeden.

Bundan sonra, “nasıl bir insan”, “nasıl bir toplum”, “nasıl bir Türkiye”, “nasıl bir dünya” olmalı, bunu konuşmalıyız.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...