(Umran Dergisi)
Çünkü “piyasa ekonomisi” dedikleri şey aslında Kapitalizmin kendisidir. Kapitalizm çöküyor diyemedikleri için, bunun yerine piyasalar düştü, piyasalar tedirgin, piyasalar panikte, küresel finans krizi çöktü gibi ifadelerle emperyalist ideolojinin getirdiği sefaleti gizliyorlar.
Hâlihazırda yaşanan ve hızla dünyanın dört bir köşesine yayılan mali kriz, 1929 “Büyük Buhranı”nın dan sonra dünyada yaşanan en büyük kriz olarak vasıflandırılıyor. 1929 krizi de o zamanki aşırı kâr hırsından ve kapitalist sistemin kendi içerisinde barındırdığı toplumsal eşitsizliğe yol açan mantık ve işleyişin, çelişkilerin sonucu olarak meydana gelmişti.
Bugün de dünya, tarihin en büyük kırılma noktalarından birini yaşamaktadır. Bir dönüm noktası yaşayan küresel finans sistemi bu noktada kilitlenmiştir.
19. yüzyılın sonlarından itibaren yükselen ABD, çağımızın Roma İmparatorluğu mesabesinde en güçlü devleti haline gelmiştir. Son yüzyılın büyük kısmında ABD küresel düzeyde ekonomi, siyaset, bilim ve kültür hayatını hâkimiyeti altına almıştır. Uzun süredir rakipsiz görünen Amerikan ekonomisi, emlak piyasasındaki çöküş sonucu kredi piyasalarında meydana gelen kriz nedeniyle şimdi resesyon(durgunluk) tehlikesiyle karşı karşıyadır.
İnsan unsurunu hesaba katmayan, üretimden ziyade finans cambazlıklarına dayalı ABD ekonomisi, şimdi faiz ve spekülasyonların, regülasyon ve manuplasyonların pençesinde kıvranıyor. Kapitalizmin ideal bir model olarak dünyaya empoze ettiği Batı toplumu hızla bir enkaza dönüyor. Kurdukları ekonomik sistem tel tel dökülüyor. Başka ülkelerin gözünde “model“ olan ABD giderek bu konumunu kaybediyor.
Borsalar çalkalanıyor, hisseler düşüyor, bankalar, büyük finans kuruluşları batıyor. Yıkılmaz kale sanılan kuruluşlar ya batıyor, ya da devlet kontrolüne geçiyor. Batının zengin ülkeleri acz içinde kıvranıyor. Likidite krizi içindeki firmaları fonlayan devletlerin krizi önlemeye yönelik hamleleri bu defa faiz ve enflasyon dengelerini bozuyor, aldıkları her tedbir yine dönüp kendilerini vuruyor. Wall Street’in bu çöküşünün artçı şokları yavaş yavaş Avrupa’da da dalga dalga hissedilmeye başlamıştır. Mali kriz, hızla dünyanın dört bir köşesine yayılıyor. 21. yüzyılın para babaları şaşkınlık içinde.
Amerikan Hâkimiyetinin Sonu mu?
Komünizm çöktüğünde bunu “liberal sistemin zaferi” olarak ilan etmişlerdi. 1989’da Berlin duvarının yıkılmasına müteakip, 1991’de de Sovyet Blok’unun çökmesinin ardından, uluslar arası sermayenin egemeni olan ABD öncülüğünde demokrasi güya şaha kalkmış, mutlu son yakalanmış ve “Tarihin Sonu”nun geldiği ilan edilmişti.
Kapitalistlerin zafer ilan ettikleri 1989’un şaşaalı günlerinde, Fukuyama’nın yazdığı makale çok büyük yankı yapmıştı. İddiasını hatırlayın: “Batı’nın ya da Batı düşüncesinin zaferi, her şeyden önce Batı liberalizmine alternatif olduğu varsayılan sistemlerin büsbütün tükenmesi olayında kendisini göstermektedir.” diyerek ebedi ideolojik zaferin ilan ediyordu. Orta Asya ve Doğu Avrupa ülkeleri üzerinde Sovyetlerin hâkimiyeti son buluyor, merkezi planlı ekonomiyi idare eden tek partili Sovyet tarzı devlet fikri artık itibardan düşüyor, gündemden çıkıyordu.
Hali hazırda yaşanan krizden dolayı aynı Fukuyama’nın kafası şimdi biraz karışık, çünkü duvarların yıkılması onun söylediği gibi dünyayı daha güvenli, daha mutlu bir hale getirmemişti. Şimdi ise şöyle diyor; “Gelecek ABD yönetimin en önemli görevi, olumsuz bir yönde değişen küresel güç dengesini ve azalan ABD nüfuzunu ince yöntemlerle düzene koymaktır.” (Financial Times, 2 Eylül 2008, Francis Fukuyama, Russia and a New Democratic Realism)
Newsweek dergisinin editörü Ferid Zekeriya’nın “Amerika Sonrası Dünya” adlı kitabından şöyle bir alıntı naklediliyor; “22 Haziran 1897’de dünyanın değişik bölgelerinden yaklaşık 400 milyon insan, yani insanlığın dörtte biri, tatil ilan etmişti. O gün Kraliçe Victoria’nın tahta çıkışının 60. yıl dönümüydü. Elmas Yıldönümü karada ve denizde beş gün sürmüş, en görkemli anını ise 22 Haziran’da gerçekleştirilen geçit töreni ve şükran sunumu oluşturmuştu. İngiltere kolonilerinin yöneticileri ve dünyanın diğer bölgelerinden gelen prensler, dükler, büyükelçiler ve sefirler katılımcılar arasındaydı. 50,000 kişilik askeri geçit töreninde, Kanada’dan gelen süvari askerler, Yeni Güney Galler’den gelen süvariler, Nepal’dan gelen karabinyerler, Bikaner’li deve birlikleri ve Nepal’li Gurkalar bulunmaktaydı. Bir tarihçinin tabiriyle tam anlamıyla “Roma dönemi” gibiydi.
O zamanlar sekiz yaşında olan Arnold Toynbee, amcasının omuzlarına kurulmuş bir vaziyette, sabırsızca geçit törenini izliyormuş. Sonraları döneminin en iyi tarihçisi olarak kabul edilen Toynbee o ihtişamlı günde izlediklerini ‘Cennetin ortasında öylece duran bir güneş gibiydi’ şeklinde hatırlıyor. ‘O atmosferi hatırlarım, sanki dünyanın zirvesinde gibiydik ve orada daima kalacakmışız hissiyle zirveye ulaşmıştık’.” diyor. (Foreign Affairs, Mayıs-Haziran 2008, Ferid Zekeriya, The Future of American Power)
ABD’nin Somali, Afganistan ve Irak’a müdahalesi, yıllar önce zirve dönemini yaşayan Britanya İmparatorluğu’nun pozisyonuna ve yaptığı askeri müdahalelere çok benziyor. Sanki tarih şimdi ABD’yi de vurmaya başladı.
Arjantin cumhurbaşkanı Kirchner, Buenos Aires’ten kafasını kaldırıp ABD’ye baktığında gördüğünü şöyle ilginç biçimde dile getiriyor: “Bir ara hepimize gayret edip ulaşmamız gereken bir ‘Mekke’ olarak gösterilen Birinci Dünya şimdi bir köpük gibi patlıyor...” diyor.
Bir zamanlar muhafazakâr bir ahlaka sahip, uzun vadede tatmin olmayı tercih eden bir ülke bugün anlık zevklerinin peşinden koşar hale gelmiştir. Amerikan insanı, üretim, sıkı çalışma ve tasarruf gibi temel zorunluluklara ilgisini kaybetmekte, tüketim ve eğlence toplumuna doğru yol almaktadır. Tasarruf oranı sıfır, ürettiğinden fazla tüketen, cari işlemler açığı, ticaret açığı, bütçe açığı yüksek, ortalama geliri sabit, finansal taahhütleri ise karşılanamayacak boyuttadır. Çalışan kesim yaşlandıkça, toplum net tasarrufçudan net tüketiciye dönüşmektedir.
Şu an askeri güç hariç endüstriyel, finansal, toplumsal ve kültürel alanlardaki güç dünya egemeni ABD’nin ellerinden kayıp gitmektedir. ABD’de, yaşanan finansal karmaşanın ötesinde bir hegemonik çözülme var. Osmanlının gerilemesi ve yıkılışı çok uzun yıllara yayılmıştı. Amerikan emperyalizmi ise çok daha hızlı çözülmeye başladı…
Olup-bitenler “kontrolsüz kapitalizm”in sonucudur…
ABD'deki bu finansal krizin ana sebepleri "başıboş piyasalar”, “şirketlerin doymak bilmez kâr hırsı” ve “kapitalizmin insan fıtratına aykırı özelliğidir”. Dış politikasındaki haksız ve saldırgan tutumu, yüksek askerî harcamalar, devamlı bütçe açığı vermesine sebep olmuştur. Daha fazla tüketmeyi bir hayat biçimi haline getirmiş olan obez Amerikan toplumunda, faizlerin düşük tutulması nedeniyle, insanlar bol ucuz kredilerden faydalanarak ödeyebileceklerinden daha fazla harcama yaparak kredi kuruluşlarına bilinçsizce borçlandı. Normal şartlarda bankaların riskli görerek kredi vermeyeceği tüketiciler, birden çok ucuz kredilerle ev sahibi olma şansına eriştiler. Böylece her Amerikalı sırtında bir borç yüküyle gezer hale geldi.
Şimdi birçok mağdur, bankaların kendilerini kandırdıklarını ve yeteri kadar bilgilendirmediklerini iddia ediyor ki bu doğrudur. Finans sistemi, reel karşılığı olmayan türev enstrümanlarla “suyunun suyunun suyu” misali, kasalarında olmayan paraları borç vererek ve borçlunun borcunun borcunu, borçlulara satarak milyarlar kazandılar. İşte bugün bu küresel rulet sistemi çökmüştür.
Kapitalist Ahlâkın İki Yüzlülüğü
Anglo-Sakson finansal sistemde, kendi hatalarından dolayı batan şirketleri kurtarmak yoktu. Zayıf şirketlerin batmasına göz yumuluyordu. ABD ekonomisinin karar alıcıları kendi ülkelerine mahsus olduğu düşünülen gaddar ama verimli bir kapitalizm biçimiyle fiyakalı bir gurur duyuyorlardı. Ama batanlar dev kredi kuruluşları olunca bunlar birdenbire önemli ve kurtarılmaları gerekiyor oldu.
Daha önce kendilerine karşı yapılacak düzenlemelere ve anti-tröst tedbirlere karşı çıkan bankalar, ne zaman ki sorunlar ortaya çıktı, birden bire devlet müdahalesini talep etmeye başladılar.
Serbest pazar ideolojisine ne kadar halel getirse de, “iflas etmek için fazla büyük” sözü bir anda “bırakınız yapsınlar” ekonomisinin katı taraftarları arasında revaç buldu. (New York Times, 20 Temmuz 2008, Too Big to Fail?)
Birdenbire devlet ekonominin baş aktörü oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy yaptığı açıklamada, kapitalizmin artık eskisi gibi olamayacağını ve devlet denetiminde olacağını söylüyordu. Karları lüplerken, milyarları götürürken paylaşmaya yanaşmayan ve “devlet ekonomiye karışmasın” diyen kapitalist ağababalar, çuvallayınca, devleti yardıma çağırıyorlar ve zararı ezilen ve sömürülen kesimlerin sırtına yüklüyorlar.
İnsanlar aç ve işsiz kalınca kimse o işsizleri kurtarma planı yapmıyordu. Ne oldu da şimdi büyük asalaklar kaybedince birden “piyasayı düzenlemek, piyasalara para enjekte etmek, zararları kapatmak gerekir” denilmeye başlandı. Daha yakın zamana kadar her şey özelleştirilmeli, her şey piyasa mekanizmasına bırakılmalı diyorlardı. Demek ki, ahlâksız kapitalistler ‘kâr’ı özelleştirmiş, ‘risk’i sosyalleştirmişti. Önce sistemi özelleştiriyor, kârlılığı sonsuzlaştırıyor, titan zincirleri kuruyor, sonra da halkına; ‘eğer bu sistem batarsa hepiniz aç kalırsınız bu nedenle bu sistemin zararını siz üstlenin,’ diyorlar.
İşte kapitalizm bu. Şirketler kâr ederken her şey iyiydi ve kâr etmeleri için her türlü desteği görüyorlardı. Ne zamanki zarar etmeye başladılar, o zaman ABD ben bunu devletleştiriyorum ve borcu üzerime alıyorum dedi. Yani karşısına risk çıkınca devletçi oldu ve neo-liberallerin tüm argümanları çöktü.
Bu, sistemin iflasıdır. İşte bu nedenle, Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz “O kadar çok felaketle karşı karşıyayız ki, finansal kurumlardaki sahtekârlık ve politika yapıcılardaki iki yüzlülük düzeninin bir meyvesidir.” diyor.
Diğer taraftan, şu anda ABD de tartışılan bir konuda, bu bankaların tepe yöneticilerinin aldıkları maaş ve primlerdir. Büyük şirket yöneticileri, yani CEO’ları, bir başkasına 400 milyon dolara transfer oluyor, bir diğeri üç yıllığına 135 milyon dolara bir şirketle üç yıllık sözleşme yapıyor. Bir diğeri piyasa cambazlıkları ile şirketi batırırken kendine 320 milyon dolar prim tahakkuk ettirebiliyor. Gözü doymaz kapitalistlerin, spekülatörlerin, borsa oyuncularının üretime ve maddi bir varlığa dayanmayan bir takım kağıtlarla yaptıkları cambazlıkların sonucunda gelinen nokta budur.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Değişim Kaçınılmazdır…
Batı dünyasında uzun zamandır değer verilmeyen dini ve manevi değerlerin tekrar yükselişe geçmesi kaçınılmaz görülüyor. "Bu felaket başımıza dinin ihmal edilmesi yüzünden geldi." diyen Papa, maneviyatın bir kenara itilmesiyle bu acıların yaşandığını söylüyor.
Kapitalizm ve sosyalizm uygulamaları maalesef insanlara adalet, mutluluk ve refah getirme konusunda başarısız olmuşlardır. Paradigma iflas etmiştir. Kaçınılmaz sona doğru hızla gitmektedirler.
Krizler değişimin gerçekleştirilebilmesi açısından bir fırsattır. Bu krizler yeni ve daha başarılı üçüncü bir modeli ikame etmenin ve değişimin yolunu açabilir.
Ancak inanç olmaksızın değişim olmaz ve bu değişim kendiliğinden de gelmez. Bir iradenin “hak ve adaletin” üstün kılınması için çözüm üretmesi ve insana değer veren, paylaşmayı ve dayanışmayı bir hayat felsefesi olarak kabul eden alternatif bir hayat tarzını tesis etmesi gerekiyor. Dünyayı saran krizde değişime talip olanların kendi mesajlarını insanlığa sunmaları gerekiyor
Bu iradeyi ortaya koymanın ilk adımı, .değişime inanan ve bu inancını yaşayarak gösteren bir birlikteliğin kurulması, değişim hedefi etrafında birleşmesidir. Eğer Müslümanlar kendi değerlerine yeniden bağlanırsa, bu birlikteliği sağlarsa ve İslam dünyası zincirlerini kırarsa, işte o zaman mesajın değiştirme gücünü insanlığa anlatabileceklerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder