(Umran Dergisi)
Geçtiğimiz günlerde Spor Toto'nun Kırıkkale Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nin yeni binasına sponsor olması haberinin basına yansıması sosyal medyada tartışmalara neden oldu. Devlet eliyle kumar oynatan bir kuruluşun, içinde Kur’an-ı Kerim, Hadis, Fıkıh gibi derslerin okutulduğu, bu derslerde bahis ve şans oyunlarının haram olduğunun öğretildiği ifade edilerek, haram para ile dini tesis yapmanın doğru olmadığı, stadyum yapılmasının daha uygun olacağı gibi şeyler yazılıp çizildi. İlahiyatçı Prof. Dr. Orhan Çeker, “İslami İlimlerin okutulacağı bir fakültede geliri gayrimeşru olan bir kurumun katkı vermesini temelden sorgulanması gereken bir yaklaşım olarak görüyorum. İşin özünde helal lokma yoksa her türlü kötülüğü beklemek bir gerekir” dedi.[1]
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’de “Fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir” (Maide, 90) buyurulmaktadır. Haram olan piyango gibi şeylerin devlet eliyle vatandaşa empoze edildiğini belirten İlahiyatçı Yusuf Kavaklı, “Eminönü Yeni Camii’nin yanındaki piyango büfelerinin önünde kuyruk olan vatandaşlarımızdan bazıları kuyruktaki sırasını kaybetmemek için ezan okunduğu zaman camiye gitmiyor. Böyle Müslümanlık olmaz! Böyle bir din anlayışı olmaz! Bilet alan birine, bir diğeri ‘hayırlı olsun’ diyor. Harama ‘Hayırlı olsun’ diyen Müslüman’dan ne hayır gelir Allah aşkına” dedi. “Onun için bunun önündeki ‘Milli’ kelimesi kalkmalı.” diyen Kavaklı, “Milli kelimesi öyle ucuz bir kelime değil. Birileri para kazanacak diye ‘milli’ kelimesini piyangonun önüne koymak doğru değil. Milli Piyango haramdır. Hiç kimse buna kılıf bulmasın. Hayır kuyruğu değil, haram kuyruğu burası” dedi. [2]
Nimet Abla
piyango büfesinin önünde program yapan televizyoncu bilet alanlara soruyor ‘Büyük ikramiye sana çıkarsa bu parayla ne
yapacaksın?’ Takkeli sakallı bir amca ‘Cami
yaptıracağım’ diyor. Başörtülü yaşlıca bir teyze ise ‘Umreye gideceğim!’ diye cevap veriyor.
Bir başka
konuya gelelim, 18 Ekim 2018’de Katılım Bankacılığının sermaye toplama, işletme
ve kâr-zarar dağıtımı ve bölüşümü işlemlerine ilişkin olarak bir yönetmelik
yayınlandı. Bu yönetmelikle katılım bankacılığında “Yatırım
Vekâletine Dayalı Katılma Hesabı” adında
yeni bir hesap türü uygulaması/icadı getirildi. Bu hesapla artık katılım bankaları
para yatıran müşterisine baştan belli bir “Tahmini Kâr Oranı” verecek. Hâlbuki
bugüne kadar ki uygulamada, hesap sahibi katılma hesabında kâr ve zarar
dağıtımı sonucu havuzda kendi payında oluşan toplam meblağı talep hakkına
sahipken, bu yeni hesap türünde yatırdığı miktar ve vaat edilen tahmini kâr
miktarını talep etme hakkı, bankanın da bunu ödeme yükümlülüğü var. Yani hesap
anapara ve getiri garantili faizli bir sözleşme haline getirilmiş oluyor.
Bu konuyla
ilgili olarak, aynı zamanda
Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu Üyesi olan Prof. Dr. Servet Bayındır şöyle diyor; “Bu yönetmelikle birlikte Katılım
bankacılığının köküne kibrit suyu dökülmüş ve Katılım bankalarının artık bundan
böyle faizli çalıştıkları resmen ilan edilmiş olunmaktadır. Dolaysıyla bu
yönetmeliğin ilanı tarihinden itibaren Yönetmelikteki hesap türünü uygulayan
katılım bankalarının faizsiz olduğu şeklinde bir fetvanın verilme imkânı kalmamıştır.
Vatandaş bu bankalara “para yatırabilir miyiz?” diye sorduğunda Yönetmelik zorunlu olarak
vatandaşın önüne konulacak, ilgili yönetmelikle bu bankaların faizli olduğunun
ilan edildiği söylenecektir. Kısacası 18 Ekim 2018, Türkiye Katılım
Bankacılığının faizli bankacılığa dönüştüğünün resmen tescil edildiği tarihtir.
Soru şu; bu cenazenin müsebbibi, imamı, taşıyıcısı ve “iyi bilirdik” diyecek
olan cemaati kimlerdir? Mevtanın Ruhuna Fatiha’yı kim okuyacaktır? diye de
soruyor.[3]
Yine katılım bankaları ile
ilgili ikinci bir değişikli/icat(!) ise, Merkez Bankası bünyesinde döviz
karşılığı TL swap piyasasında işlem yapma hakkı katılım bankalarına da tanındı.
Katılım bankalarının çalışma prensiplerine güya uygun(!) düzenlenen ve faizsiz
finans literatürüne göre “vaad bazlı” diye adlandırılan vadeli işlem piyasası
kapısı açıldı. Diğer bankalar gibi depo işlemi yapamayan katılım bankaları da artık reel olmayan sadece kağıt değiş
tokuşuyla oluşan bu piyasa ile likit sağlama yöntemine kavuşacak ve geleneksel
bankaların kullandığı ürünlere ulaşacaklar, yani diğer bankalardan bir farkları
kalmamış olacak. Böylece mevtanın ruhuna
ikinci Fatiha’yı da biz okumuş olacağız.
Devam edelim, Aile
Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk , ‘Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Hakkı Verilişinin 84. Yıldönümünde kadın
milletvekillerimiz, kadın muhtarlarımız, kadın STK’larımız ve çalışma
arkadaşlarımızla Anıtkabir’i ziyaret ettik.’ diye gayet neşeli bir twit atmış
ve Anıtkabir Özel Defteri’ne şunları yazmış: "Aziz Atatürk, kadınlarımızın
siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşama katılımları açısından dönüm noktası olan
seçme seçilme hakkını elde etmelerinin 84'üncü yıl dönümünü büyük bir gururla
kutluyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle aziz hatıranızı bir kez daha saygı, minnet
ve şükranla anıyoruz." diyerek Anıtkabir önünde bol bol fotoğraf
çektirerek hem ajanslara hem de sosyal medyaya servis ediyor.
İktidar
nimetlerinin cazibesinden, mevki ve makam sarhoşluğundan, kim olduğunu
unutmanın verdiği gaflet ve dalaletle bu törenlerde boy göstermek, Kemalistlere
hoş görünmek artık birilerine büyük bir zevk ve gurur vermeye başlamış zahir.
Yine, Aile Bakanı, Yenikapı mitingine 'show' diyen, Cumhurbaşkanı hakkında, 'Tayyip ya ölü ya diri ele geçirilecek, başka çözüm yok' diye twit
atan Sıla'yı arayarak 'geçmiş olsun' diyor. Günlerdir hemen hemen her kanalda neredeyse
birinci haber olarak verilen bu dayak olayında kimse bu hatunun gecenin bir
saatinde kocası olmayan bir adamın evinde ne aradığını, yaşadığı gayrimeşru
ilişkiyi sorgulamıyor, varsa yoksa
kadına şiddet nakaratı tekrar edilip duruluyor. Memlekette hal edilmesi gereken
bir sürü iş varken aile ile ilişkili olmayan, dost hayatı yaşayan iki kişi
arasındaki bir olaya Bakanının bu kadar ilgi göstermesi düşündürücü bir
durumdur.
Avrupa Birliğinden taşıdıkları kadın odaklı
politikalar ve uygulamalar nedeniyle ülkemizin en önemli toplumsal bağı olan
aile kurumu mahvediliyor. Kadını kurtaracağız derken aile feda ediliyor. Pozitif
ayırımcılık diye diye işin suyunu çıkardılar. Ailenin temelini
dinamitleyen kadın ayrımcılığı yerine, kadını, erkeği, çocuğu ile toplumun
her ferdi korunmalı, birini korumak adına diğerinin hakkı gasp
edilmemeliydi. Aile kurumu hiçe sayılarak inancımıza göre gayri meşru
sayılan bu tür ilişkileri meşru gibi göstermekten kaçınılması
gerekmektedir. Yusuf Kaplan köşe yazısında haklı olarak, "Bakana
ve 'çatırdayan aile'ye 'geçmiş olsun' diyecek birileri yok mu?" diye
isyan ediyor.
Kafa Karışıklığı
Helal ve haram kavramlarının birbirine karıştığı böyle bir ortamda, Ömer Hayyam’ın "Bir elde kadeh, bir elde Kuran, Bir helaldir işimiz, bir haram, Şu yarım yamalak dünyada, Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman" dörtlüğü sözle fiil çelişkisini, hâlimiz ile kâlimizin birbirinden çok uzak olduğunu anlatan güzel sözlerden biridir. Başka bir şair de durumu şöyle tasvir ediyor; “Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden, Din de gitti dünya da gitti elimizden..!”
İnanç
sağlamlığı açısından problemli bir süreç yaşıyoruz. Çözülen değerlerle birlikte
çözülen bir toplum olgusu ile karşı karşıyayız. Düzenin esiri olmak, her alanda
sistem tarafından kuşatılmışlık söz konusudur. Yaşanan krizin arkasında melez değerler
sistemi yatmaktadır. Melez değerler yukarıdaki birkaç örnekte görüldüğü gibi sosyal
şizofreniye sebep olmaktadır. Müslümanların zihinleri, kalpleri ve fiilleri
kendi inancına ait olmayan kavramlarla öyle ince ince örüldü ki, sonunda
Müslüman, hayatını kendine ait olmayan kavramlarla tanımlamaya başladı. Gelinen
noktada, kendini İslam’a izafe eden ama yaşantısıyla İslam’dan uzak bir güruh
oluştu.
Sadece dini anlatmakla bir şey
değişmiyor. Yaşayarak göstermek gerekiyor. İcraat yapmadan sürekli bilgi edinerek
vakit geçirmek, akıl vererek geri çekilmek bir sonuç getirmiyor. İslam hak ve
batılı net çizgilerle birbirinden ayırmıştır. Allah ne buyuruyor; “Hak geldi, batıl zail oldu”(İsra,81).
Hak ortaya çıkmadan batıl yıkılıp gitmeyeceğine göre, hak ile batılı bir arada
yaşatma gayreti Kur’an’ı gerçeklere terstir. Böyle bir zihin defolu ve sistemi veri olarak kabul etmiş pasif ve
teslimiyetçi bir zihindir. Devlet eliyle kumar oynatılmasının sorgulanması
gerekirken, gayrimeşru parayla dini tesis yerine stadyum yapılması tavsiye
edilebilmektedir.
Hayat ve
bir dava muhkem ve kat’i sabiteler üzerine inşa edilir. Eğer bu sabiteler
konjonktürel şartlara ve ortamın aldatıcı cazibesine kurban edilirse, ilkesiz
duruşlar uğruna feda edilirse, o hayat ve dava kimliksizleşir ve ilkeler
unutulmaya başlanır. Hayatı iktidardaki parti üzerinden okuyan, politik ortama
göre fikir ve düşünce üreten Müslümanların, din anlayışı, hayat tarzı ve
davranış biçimleriyle gösterdikleri derin tezadı görüyorsunuz. İç dünyamızda İslami kodları tercih ederken,
dışarıda modern düzenin kodlarına “lebbeyk” diyen bir hayat felsefesi içinde
yaşıyoruz.
Müslümanlar
sistemin zihinsel alt yapısını oluşturan kavramları ve felsefeyi iyi tahlil
etmedikleri için, sistemin sevk ve idaresi kendi mahallesinden olan birilerine
verilince, İslam ve Müslümanların önü açıldı zan ediyorlar. Çağın sorunlarına
ve sıkıntılarına yeterli cevap üretemeyen, yeni fikirler bulamayan, çözüm yolları
gösteremeyen Müslümanlar yetersizliklerini iktidar hevesi ile kapatmaya
çalışıyorlar.
Bir
çelişkiler yumağı içerisinde yaşayan Müslümanların inandıkları değerleri hayata
taşıyamadığını gören nesiller bu çelişkiye tepki gösteriyor. Gençler din adına
söylenenler ve yaşananlar arasındaki farkı görüyor ve bun karşı tavır
alıyorlar. Yetişkinlere inanmadıklarını ve onları yadırgayıp kınadıklarını
ifade ediyorlar. Dinin söylem ve kamusal alanda daha görünür olması gençlere
etki etmiyor, sürecin birçok ahlaki zaafla birlikte ilerlemesi deizm
tartışmalarına veya gençlerin bu ülkeyi terk edip gitmesine uygun bir ortam
oluşturuyor.
Hayatı ibadet olarak yaşamak
Gayri insani ve gayri İslami bir sömürü sistemine
itaat eden, itiraz etmeyen, onu tahkim
eden, mevcuda şükrederek minnet ile yetinen insanların namazlarının,
oruçlarının, tesbih çekmelerinin, Kur’an okumalarının, haclarının ve
zekâtlarının gerçek ibadetler olduğunu düşünüyor isek ‘İbadet ’in gerçek
anlamını bilmiyoruz demektir.
Müslümanlar
gerçekten İslam’a layık olsalardı ve gerçek ibadetin Allah tarafından
gösterilen yolu takip etmek ve ölüme kadar O’nun emirlerine uygun bir hayat
yaşamak olduğunu anlasalardı iki yüzyıldan beri bu rezilliği çekmezlerdi.
Muhammed Ebu Zehra, İslam Birliği kitabında şunları yazmaktadır: “İslam insanlık için indirilmiş en mükemmel
bir hayat nizamı olduğu halde, onu kabul eden Müslümanların dünyaya nizam
verecek yegane hakim güç olması gerekirken sefalet içinde yaşamalarının sebebi,
Müslümanların İslam’ı anlama ve yaşamalarında bir sakatlık var demektir.
İnancının temel umdesi tevhid olan bir toplumun tefrika bataklığında çağdaş
müşriklerin zulmü altında inlemesi akıl ve mantıkla bağdaşacak bir durum
değildir.”[4]
Din bir
hayat tarzıdır ve Müslümanın hayatının bütününü din belirler. İslam hayata
mutlak hakim olup, sadece belli ve şekli ibadetleri yaşamak değildir. Hayatın
tamamını kapsaması gereken “ibadet” kavramı sadece belli ritüellere hapsedilmenin
ötesinde Allah’a tam bir teslimiyet ve bağlılıkla boyun eğmektir. Yasakladıklarından
kaçınmak, emrettiklerini yerine getirmektir. Dünyalık sevdasından, bencil
isteklerimizden kurtulup, hayatımızı sistemin veri ve şartlarına göre
düzenlemek yerine, Allah’ın rızasına
uygun harcamaktır. “Ben cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) diyen
Rabbimiz bizden
sadece O’na bağlı olmamızı, sadece O’nun emirlerini yerine getirip, sadece
O’nun önünde eğilmemizi istemiştir. Bağlılık göstereceğiniz tek hakim
Allah’tır; itaat edeceğiniz tek kanun Allah’ın kanunudur ve ibadet edeceğiniz
tek merci Allah’tır.
Yeni bir zihin inşa etmek
Dini
hürriyetten genellikle ibadet özgürlüğü ve tesettür serbestliği anlaşılıyor ve
bu da Müslümanlara yetiyor. İslam’ı merkeze alan bir yönetim talebinde bulunmak
yerine, bazı dini özgürlüklerle yetinir hale gelindi. Hâlbuki İslam toplumun
her alanında kurallar koyan bir hayat tarzıdır. Bu nedenle, Müslümanların
gerçek dini ve kültürel kimlikleriyle yaşama imkânı için bir mücadele vermesi
gerekiyor.
Müslümanlar
ve onlara hükümet edenler kendi eksikliklerini görmek, kendileriyle yüzleşmek
yerine, sadece dış güçleri suçlayarak durumu idare etmekten vaz geçmelidirler. Dünyada
yaşanan haksız, hukuksuz sömürü düzenine karşı Müslümanların yeni bir
“toplumsal sistem tasavvuru” var mıdır? Müslüman, içinde yaşadığı sistemin
hangi iman zemini üzerine oturduğunu ve hangi akideye dayandığını düşünmek
zorundadır. Toplumsal değişime talip olan fert ve toplulukların öncelikle
İslami bir zihne ve duruşa sahip olmaları gerekmektedir.
Batı
menşeli cahiliye anlayışının bize dayattığı ve yaşattığı hayat tarzını ve
zihinsel dönüştürmeyi hesaba çekmeliyiz. Bu ülkedeki insanların zihin dünyası son
yüzyılda nasıl dönüştürüldü onu düşünmeliyiz. İnsanlık yeniden fıtrata ve
Müslümanlar yeniden vahye yönelerek köklü bir zihniyet dönüşümü
gerçekleştirmediği takdirde huzur bulamayacaktır.
Müslümanlar
taşıdıkları iman ve sahip oldukları değerlerle kendi dirilişini gerçekleştirecek,
kendi yenilenmesini yapacak bir potansiyele sahiptir. Asıl ihtiyaç, kendi ile
büyük bir “yüzleşme” başlatması, kendi iç dinamiklerini harekete geçirmesi, kendi
siyasal yenilenmesini başarabilecek dinamiklerini keşfetmesidir.
[1] https://www.milatgazetesi.com/din-ve-aile/milli-ruhu-zedeliyor/haber-190050
[2] https://www.milatgazetesi.com/din-ve-aile/milli-ruhu-zedeliyor/haber-190050
[3] http://www.iktisad.org.tr/katilim-bankaciliginin-ruhuna-el-fatiha-mi/
[4] Muhammed
Ebu Zehra. (2016). İslam Birliği, İstanbul: Beyan Yayınları