1 Ocak 2019 Salı

EN BÜYÜK SORUNUMUZ “ZİHNİYET” SORUNUDUR

(Umran Dergisi)


Geçtiğimiz günlerde Spor Toto'nun Kırıkkale Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nin yeni binasına sponsor olması haberinin basına yansıması sosyal medyada tartışmalara neden oldu.   Devlet eliyle kumar oynatan bir kuruluşun, içinde Kur’an-ı Kerim, Hadis, Fıkıh gibi derslerin okutulduğu, bu derslerde bahis ve şans oyunlarının haram olduğunun öğretildiği ifade edilerek, haram para ile dini tesis yapmanın doğru olmadığı, stadyum yapılmasının daha uygun olacağı gibi şeyler yazılıp çizildi. İlahiyatçı Prof. Dr. Orhan Çeker,  “İslami İlimlerin okutulacağı bir fakültede geliri gayrimeşru olan bir kurumun katkı vermesini temelden sorgulanması gereken bir yaklaşım olarak görüyorum. İşin özünde helal lokma yoksa her türlü kötülüğü beklemek bir gerekir” dedi.[1]

Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’de “Fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir” (Maide, 90) buyurulmaktadır. Haram olan piyango gibi şeylerin devlet eliyle vatandaşa empoze edildiğini belirten İlahiyatçı Yusuf Kavaklı, “Eminönü Yeni Camii’nin yanındaki piyango büfelerinin önünde kuyruk olan vatandaşlarımızdan bazıları kuyruktaki sırasını kaybetmemek için ezan okunduğu zaman camiye gitmiyor. Böyle Müslümanlık olmaz! Böyle bir din anlayışı olmaz! Bilet alan birine, bir diğeri  ‘hayırlı olsun’ diyor. Harama ‘Hayırlı olsun’ diyen Müslüman’dan ne hayır gelir Allah aşkına” dedi. “Onun için bunun önündeki ‘Milli’ kelimesi kalkmalı.” diyen Kavaklı, “Milli kelimesi öyle ucuz bir kelime değil. Birileri para kazanacak diye ‘milli’ kelimesini piyangonun önüne koymak doğru değil. Milli Piyango haramdır. Hiç kimse buna kılıf bulmasın. Hayır kuyruğu değil, haram kuyruğu burası” dedi. [2]

Nimet Abla piyango büfesinin önünde program yapan televizyoncu bilet alanlara soruyor ‘Büyük ikramiye sana çıkarsa bu parayla ne yapacaksın?’ Takkeli sakallı bir amca ‘Cami yaptıracağım’ diyor. Başörtülü yaşlıca bir teyze ise ‘Umreye gideceğim!’ diye cevap veriyor.

Bir başka konuya gelelim, 18 Ekim 2018’de Katılım Bankacılığının sermaye toplama, işletme ve kâr-zarar dağıtımı ve bölüşümü işlemlerine ilişkin olarak bir yönetmelik yayınlandı. Bu yönetmelikle katılım bankacılığında “Yatırım Vekâletine Dayalı Katılma Hesabı”  adında yeni bir hesap türü uygulaması/icadı getirildi. Bu hesapla artık katılım bankaları para yatıran müşterisine baştan belli bir “Tahmini Kâr Oranı” verecek. Hâlbuki bugüne kadar ki uygulamada, hesap sahibi katılma hesabında kâr ve zarar dağıtımı sonucu havuzda kendi payında oluşan toplam meblağı talep hakkına sahipken, bu yeni hesap türünde yatırdığı miktar ve vaat edilen tahmini kâr miktarını talep etme hakkı, bankanın da bunu ödeme yükümlülüğü var. Yani hesap anapara ve getiri garantili faizli bir sözleşme haline getirilmiş oluyor.

Bu konuyla ilgili olarak, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu Üyesi olan Prof. Dr. Servet Bayındır şöyle diyor; Bu yönetmelikle birlikte Katılım bankacılığının köküne kibrit suyu dökülmüş ve Katılım bankalarının artık bundan böyle faizli çalıştıkları resmen ilan edilmiş olunmaktadır. Dolaysıyla bu yönetmeliğin ilanı tarihinden itibaren Yönetmelikteki hesap türünü uygulayan katılım bankalarının faizsiz olduğu şeklinde bir fetvanın verilme imkânı kalmamıştır. Vatandaş bu bankalara “para yatırabilir miyiz? diye sorduğunda Yönetmelik zorunlu olarak vatandaşın önüne konulacak, ilgili yönetmelikle bu bankaların faizli olduğunun ilan edildiği söylenecektir. Kısacası 18 Ekim 2018, Türkiye Katılım Bankacılığının faizli bankacılığa dönüştüğünün resmen tescil edildiği tarihtir. Soru şu; bu cenazenin müsebbibi, imamı, taşıyıcısı ve “iyi bilirdik” diyecek olan cemaati kimlerdir? Mevtanın Ruhuna Fatiha’yı kim okuyacaktır? diye de soruyor.[3]

Yine katılım bankaları ile ilgili ikinci bir değişikli/icat(!) ise, Merkez Bankası bünyesinde döviz karşılığı TL swap piyasasında işlem yapma hakkı katılım bankalarına da tanındı. Katılım bankalarının çalışma prensiplerine güya uygun(!) düzenlenen ve faizsiz finans literatürüne göre “vaad bazlı” diye adlandırılan vadeli işlem piyasası kapısı açıldı. Diğer bankalar gibi depo işlemi yapamayan katılım bankaları da  artık reel olmayan sadece kağıt değiş tokuşuyla oluşan bu piyasa ile likit sağlama yöntemine kavuşacak ve geleneksel bankaların kullandığı ürünlere ulaşacaklar, yani diğer bankalardan bir farkları kalmamış olacak.  Böylece mevtanın ruhuna ikinci Fatiha’yı da biz okumuş olacağız.

Devam edelim, Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk , ‘Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Hakkı Verilişinin 84. Yıldönümünde kadın milletvekillerimiz, kadın muhtarlarımız, kadın STK’larımız ve çalışma arkadaşlarımızla Anıtkabir’i ziyaret ettik.’ diye gayet neşeli bir twit atmış ve Anıtkabir Özel Defteri’ne şunları yazmış: "Aziz  Atatürk, kadınlarımızın siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşama katılımları açısından dönüm noktası olan seçme seçilme hakkını elde etmelerinin 84'üncü yıl dönümünü büyük bir gururla kutluyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle aziz hatıranızı bir kez daha saygı, minnet ve şükranla anıyoruz." diyerek Anıtkabir önünde bol bol fotoğraf çektirerek hem ajanslara hem de sosyal medyaya servis ediyor.

İktidar nimetlerinin cazibesinden, mevki ve makam sarhoşluğundan, kim olduğunu unutmanın verdiği gaflet ve dalaletle bu törenlerde boy göstermek, Kemalistlere hoş görünmek artık birilerine büyük bir zevk ve gurur vermeye başlamış zahir.

Yine, Aile Bakanı, Yenikapı mitingine 'show' diyen,  Cumhurbaşkanı hakkında, 'Tayyip ya ölü ya diri ele geçirilecek, başka çözüm yok' diye twit atan Sıla'yı arayarak 'geçmiş olsun' diyor.  Günlerdir hemen hemen her kanalda neredeyse birinci haber olarak verilen bu dayak olayında kimse bu hatunun gecenin bir saatinde kocası olmayan bir adamın evinde ne aradığını, yaşadığı gayrimeşru ilişkiyi sorgulamıyor,  varsa yoksa kadına şiddet nakaratı tekrar edilip duruluyor. Memlekette hal edilmesi gereken bir sürü iş varken aile ile ilişkili olmayan, dost hayatı yaşayan iki kişi arasındaki bir olaya Bakanının bu kadar ilgi göstermesi düşündürücü bir durumdur.

Avrupa Birliğinden taşıdıkları kadın odaklı politikalar ve uygulamalar nedeniyle ülkemizin en önemli toplumsal bağı olan aile kurumu mahvediliyor. Kadını kurtaracağız derken aile feda ediliyor. Pozitif ayırımcılık diye diye işin suyunu çıkardılar. Ailenin temelini dinamitleyen kadın ayrımcılığı yerine, kadını, erkeği, çocuğu ile toplumun her ferdi korunmalı, birini korumak adına diğerinin hakkı gasp edilmemeliydi. Aile kurumu hiçe sayılarak inancımıza göre gayri meşru sayılan bu tür ilişkileri meşru gibi göstermekten kaçınılması gerekmektedir. Yusuf Kaplan köşe yazısında haklı olarak, "Bakana ve 'çatırdayan aile'ye 'geçmiş olsun' diyecek birileri yok mu?" diye isyan ediyor.

Kafa Karışıklığı

Helal ve haram kavramlarının birbirine karıştığı böyle bir ortamda, Ömer Hayyam’ın "Bir elde kadeh, bir elde Kuran, Bir helaldir işimiz, bir haram, Şu yarım yamalak dünyada, Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman" dörtlüğü sözle fiil çelişkisini, hâlimiz ile kâlimizin birbirinden çok uzak olduğunu anlatan güzel sözlerden biridir. Başka bir şair de durumu şöyle tasvir ediyor; “Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden, Din de gitti dünya da gitti elimizden..!”

İnanç sağlamlığı açısından problemli bir süreç yaşıyoruz. Çözülen değerlerle birlikte çözülen bir toplum olgusu ile karşı karşıyayız. Düzenin esiri olmak, her alanda sistem tarafından kuşatılmışlık söz konusudur. Yaşanan krizin arkasında melez değerler sistemi yatmaktadır. Melez değerler yukarıdaki birkaç örnekte görüldüğü gibi sosyal şizofreniye sebep olmaktadır. Müslümanların zihinleri, kalpleri ve fiilleri kendi inancına ait olmayan kavramlarla öyle ince ince örüldü ki, sonunda Müslüman, hayatını kendine ait olmayan kavramlarla tanımlamaya başladı. Gelinen noktada, kendini İslam’a izafe eden ama yaşantısıyla İslam’dan uzak bir güruh oluştu.

Sadece dini anlatmakla bir şey değişmiyor. Yaşayarak göstermek gerekiyor. İcraat yapmadan sürekli bilgi edinerek vakit geçirmek, akıl vererek geri çekilmek bir sonuç getirmiyor. İslam hak ve batılı net çizgilerle birbirinden ayırmıştır. Allah ne buyuruyor; “Hak geldi, batıl zail oldu”(İsra,81). Hak ortaya çıkmadan batıl yıkılıp gitmeyeceğine göre, hak ile batılı bir arada yaşatma gayreti Kur’an’ı gerçeklere terstir. Böyle bir zihin defolu ve sistemi veri olarak kabul etmiş pasif ve teslimiyetçi bir zihindir. Devlet eliyle kumar oynatılmasının sorgulanması gerekirken, gayrimeşru parayla dini tesis yerine stadyum yapılması tavsiye edilebilmektedir.

Hayat ve bir dava muhkem ve kat’i sabiteler üzerine inşa edilir. Eğer bu sabiteler konjonktürel şartlara ve ortamın aldatıcı cazibesine kurban edilirse, ilkesiz duruşlar uğruna feda edilirse, o hayat ve dava kimliksizleşir ve ilkeler unutulmaya başlanır. Hayatı iktidardaki parti üzerinden okuyan, politik ortama göre fikir ve düşünce üreten Müslümanların, din anlayışı, hayat tarzı ve davranış biçimleriyle gösterdikleri derin tezadı görüyorsunuz.  İç dünyamızda İslami kodları tercih ederken, dışarıda modern düzenin kodlarına “lebbeyk” diyen bir hayat felsefesi içinde yaşıyoruz.

Müslümanlar sistemin zihinsel alt yapısını oluşturan kavramları ve felsefeyi iyi tahlil etmedikleri için, sistemin sevk ve idaresi kendi mahallesinden olan birilerine verilince, İslam ve Müslümanların önü açıldı zan ediyorlar. Çağın sorunlarına ve sıkıntılarına yeterli cevap üretemeyen, yeni fikirler bulamayan, çözüm yolları gösteremeyen Müslümanlar yetersizliklerini iktidar hevesi ile kapatmaya çalışıyorlar.

Bir çelişkiler yumağı içerisinde yaşayan Müslümanların inandıkları değerleri hayata taşıyamadığını gören nesiller bu çelişkiye tepki gösteriyor. Gençler din adına söylenenler ve yaşananlar arasındaki farkı görüyor ve bun karşı tavır alıyorlar. Yetişkinlere inanmadıklarını ve onları yadırgayıp kınadıklarını ifade ediyorlar. Dinin söylem ve kamusal alanda daha görünür olması gençlere etki etmiyor, sürecin birçok ahlaki zaafla birlikte ilerlemesi deizm tartışmalarına veya gençlerin bu ülkeyi terk edip gitmesine uygun bir ortam oluşturuyor.

Hayatı ibadet olarak yaşamak

Gayri insani ve gayri İslami bir sömürü sistemine itaat eden,  itiraz etmeyen, onu tahkim eden, mevcuda şükrederek minnet ile yetinen insanların namazlarının, oruçlarının, tesbih çekmelerinin, Kur’an okumalarının, haclarının ve zekâtlarının gerçek ibadetler olduğunu düşünüyor isek ‘İbadet ’in gerçek anlamını bilmiyoruz demektir.

Müslümanlar gerçekten İslam’a layık olsalardı ve gerçek ibadetin Allah tarafından gösterilen yolu takip etmek ve ölüme kadar O’nun emirlerine uygun bir hayat yaşamak olduğunu anlasalardı iki yüzyıldan beri bu rezilliği çekmezlerdi. Muhammed Ebu Zehra, İslam Birliği kitabında şunları yazmaktadır: “İslam insanlık için indirilmiş en mükemmel bir hayat nizamı olduğu halde, onu kabul eden Müslümanların dünyaya nizam verecek yegane hakim güç olması gerekirken sefalet içinde yaşamalarının sebebi, Müslümanların İslam’ı anlama ve yaşamalarında bir sakatlık var demektir. İnancının temel umdesi tevhid olan bir toplumun tefrika bataklığında çağdaş müşriklerin zulmü altında inlemesi akıl ve mantıkla bağdaşacak bir durum değildir.”[4]

Din bir hayat tarzıdır ve Müslümanın hayatının bütününü din belirler. İslam hayata mutlak hakim olup, sadece belli ve şekli ibadetleri yaşamak değildir. Hayatın tamamını kapsaması gereken “ibadet” kavramı sadece belli ritüellere hapsedilmenin ötesinde Allah’a tam bir teslimiyet ve bağlılıkla boyun eğmektir. Yasakladıklarından kaçınmak, emrettiklerini yerine getirmektir. Dünyalık sevdasından, bencil isteklerimizden kurtulup, hayatımızı sistemin veri ve şartlarına göre düzenlemek yerine,  Allah’ın rızasına uygun harcamaktır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) diyen Rabbimiz bizden sadece O’na bağlı olmamızı, sadece O’nun emirlerini yerine getirip, sadece O’nun önünde eğilmemizi istemiştir. Bağlılık göstereceğiniz tek hakim Allah’tır; itaat edeceğiniz tek kanun Allah’ın kanunudur ve ibadet edeceğiniz tek merci Allah’tır.

Yeni bir zihin inşa etmek

Dini hürriyetten genellikle ibadet özgürlüğü ve tesettür serbestliği anlaşılıyor ve bu da Müslümanlara yetiyor. İslam’ı merkeze alan bir yönetim talebinde bulunmak yerine, bazı dini özgürlüklerle yetinir hale gelindi. Hâlbuki İslam toplumun her alanında kurallar koyan bir hayat tarzıdır. Bu nedenle, Müslümanların gerçek dini ve kültürel kimlikleriyle yaşama imkânı için bir mücadele vermesi gerekiyor.

Müslümanlar ve onlara hükümet edenler kendi eksikliklerini görmek, kendileriyle yüzleşmek yerine, sadece dış güçleri suçlayarak durumu idare etmekten vaz geçmelidirler. Dünyada yaşanan haksız, hukuksuz sömürü düzenine karşı Müslümanların yeni bir “toplumsal sistem tasavvuru” var mıdır? Müslüman, içinde yaşadığı sistemin hangi iman zemini üzerine oturduğunu ve hangi akideye dayandığını düşünmek zorundadır. Toplumsal değişime talip olan fert ve toplulukların öncelikle İslami bir zihne ve duruşa sahip olmaları gerekmektedir.

Batı menşeli cahiliye anlayışının bize dayattığı ve yaşattığı hayat tarzını ve zihinsel dönüştürmeyi hesaba çekmeliyiz. Bu ülkedeki insanların zihin dünyası son yüzyılda nasıl dönüştürüldü onu düşünmeliyiz. İnsanlık yeniden fıtrata ve Müslümanlar yeniden vahye yönelerek köklü bir zihniyet dönüşümü gerçekleştirmediği takdirde huzur bulamayacaktır.

Müslümanlar taşıdıkları iman ve sahip oldukları değerlerle kendi dirilişini gerçekleştirecek, kendi yenilenmesini yapacak bir potansiyele sahiptir. Asıl ihtiyaç, kendi ile büyük bir “yüzleşme” başlatması, kendi iç dinamiklerini harekete geçirmesi, kendi siyasal yenilenmesini başarabilecek dinamiklerini keşfetmesidir.



[1] https://www.milatgazetesi.com/din-ve-aile/milli-ruhu-zedeliyor/haber-190050

[2] https://www.milatgazetesi.com/din-ve-aile/milli-ruhu-zedeliyor/haber-190050 

[3] http://www.iktisad.org.tr/katilim-bankaciliginin-ruhuna-el-fatiha-mi/

[4] Muhammed Ebu Zehra. (2016). İslam Birliği, İstanbul: Beyan Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...