(Umran Dergisi)
Türkiye’nin seçim sath-ı maili’ne girdiği şu
günlerde “beka” meselesi sıkça konuşulan bir konu olarak gündeme geldi.
Binlerce yıllık devlet geleneğinden süzülerek gelen bir ülkenin kaderini
sıradan bir seçime endekslemek, şu veya bu partiye oy vermekle beka meselesinin
çözüleceğini söylemek, zillet, illet, şer ittifakı gibi ifadeler kullanmak
memleket adına gerçekten üzüntü verici bir durumdur. Kamplaştırıcı,
kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı bir dil kullanmak yerine kucaklayıcı bir dil
kullanmak gerekmektedir.
Siyasi partiler arasında kavga kıyamet kopuyor. Ülke
meselelerinin çözümü noktasında proje üretmek yerine birbirlerini 'o
şöyle dedi, bu böyle dedi' diye karalıyorlar. Karşı düşünceyi
saldırarak, ayrımcılık yaparak, aşağılayarak küçültemez, değiştiremeyiz.
Alternatif bir düşüncemiz varsa onu ortaya koymalı, yığınları
tezlerimizle etkilemeliyiz. Bu kutuplaştırıcı siyaset iklimini durdurmak, Türkiye'nin
birlik, bütünlük ve huzur içinde onurlu ve aydınlık bir geleceğe yürümesini
sağlamak bütün kişi, kurum ve kuruluşların önündeki en öncelikli görev ve
sorumluluktur.
Toplumun neredeyse yarısını hain ilan etmek o
ülkenin işi bitmiş geçmiş olsun demektir. Aynı dil Anayasa referandumunda da
kullanıldı. Yayınlanan fotoğraflarda “Hayır”
diyecekler; Abdullah Öcalan, Beşşar Esed, Hamaney,
Obama, Merkel, Nasrallah gibi Müslümanların nefret duyduğu bir takım liderler,
CHP, BDP, DHKP-C gibi İslam karşıtları tarafında resmedildi. Müslüman halkın
sevdiği ve yahut güvendiği bir grup ‘Evet’ tarafında yer
aldı ve ‘seçimini yap’ diye yazıldı. Sanki ‘Evet’ diyenler
Müslümanlar veya Hak tarafı, ‘Hayır’ diyenler kâfirler veya batıl
tarafıdır demek istendi ve Evet demezseniz ‘vatan haini’ hatta ‘dinden
çıkarsınız’ demeye kadar getirildi. Anayasa oylamasını sırat köprüsü mecazı ile
açıklayan yazarlar oldu. Köprünün kurtuluş yönü istikametinde ‘evet’
yazıyormuş, ‘hayır’ ise ters istikamette duruyormuş. İşi böyle ahiret hesabına
benzetmeye kadar vardırırdılar. 28 Şubatçılar ‘laiklik elden gidiyor’, ‘rejim
elden gidiyor’ diye korkutuyorlardı. Şimdi ise korku beka meselesine evrildi.
Bize oy vermezseniz ertesi gün Türkiye yanar
yıkılır, bölünür, işgal edilir gibi tehditleri sürekli dile getirmek, beka
kaygısını seçim kampanyasının merkezine oturtmak toplumsal barışı zedeleyecek
bir riski barındırmaktadır. Pazarcıyı, esnafı, kabzımalı dağdaki teröristle
veya FETÖ ile eş tutmak makul ve mantıklı bir kıyaslama değildir. Yüksek
vergilerle bunalan, kira ve personel giderleriyle baş etmek için canla başla
mücadele eden esnafı ve küçük işletmeleri hainlikle suçlamak adil ve
sürdürülebilir bir durum değildir.
Türkiye’de hemen hemen her iç ve dış gelişme kavgaya
yönelik olarak kullanılıyor. Herkes diğerini tasfiye etmeye çalışıyor. Tüm
bunlar kavga ortamını büyütmekte, taraflar daha çok tahrik olmaktadır. Ve bu
gerginlik ortamı bir husumet cepheleşmesi meydana getirmektedir. Bu ülkenin
kaderi korku ikliminde yaşamak olmamalıdır. Türkiye bu gerginlik denklemini
aşmak, bu kısır döngüyü kırmak zorundadır. Eğer herkes ayağını denk almazsa.
Eğer siyaset sadece siyasi ikbal ve menfaat peşinde koşup birbiriyle kavga
etmeye devam ederse, Türkiye’deki kamplaşma daha ürkütücü boyutlara
ulaşacaktır. Bütün bunlar ülkemizde gerginlik ve kamplaşma meydana getirmekten
başka bir işe yaramayacaktır.
Bakıyorsunuz, bir tarafta filan ittifaka kayıtsız
şartsız destek verenler, karşı cephede iktidarın her yaptığına karşı çıkan
yeminli muhalifler. Tarafların neyi savunduklarını ve nasıl bir Türkiye için
bir araya geldiklerini anlatan olumlu hikâyeler üretmesi gerekiyor. Ya
yanımdasın ya da yoksun düşüncesini yıkmak gerekiyor. Bölünmeyi değil
kardeşliği güçlendirecek bir dil kullanmak gerekiyor.
Türkiye gibi ateş çemberinde olan bir ülkenin “beka
sorunu” elbette vardır. Ama bu hangi ilde veya ilçede hangi partinin seçimi
kazanacağına indirgenecek bir mesele değildir. Müslümanların teslim alınmak
istediği bir dünyada yaşıyoruz. Dünyayı ve bölgeyi yeniden şekillendiriyorlar.
İslam dünyasında ve özellikle Ortadoğu coğrafyasında kavmiyetçi ve mezhebi
asabiyetlerle sınırlar sarsılıyor, emperyalistler ve onların yerli kuklaları
saltanatlarını devam ettirmek için her türlü melaneti işliyorlar. Türkiye’ye
diz çöktürdükleri zaman İslam dünyasına da diz çöktüreceklerini biliyorlar.
Beka sorununu aşmanın, güçlü, itibarlı, içerde huzurlu, dışarıda onurlu bir
millet, özenilen bir ülke haline gelmemizin ön şartı ise, önce herkes, ‘‘biz
nerede hata yaptık?’’ sorusunu kendisine sormalıdır.
Türkiye'deki kavga, Aklıselimin kavgası
değildir. Birçoğu kendisiyle aynı hayat tarzına sahip olmayanlara öfke kusuyor,
“siz”, “biz” ayrımına gidiyor. Türkiye bu gerginlik denklemini aşmak, bu kısır
döngüyü kırmak zorundadır. Burada hepimizin aynı geminin yolcusu olduğu
unutulmamalıdır. Bölünmeyi değil kardeşliği güçlendirecek bir dil kullanmak
gerekiyor.
Tanzim Satış Yerine Sistem Bütünüyle
Tanzim Edilmelidir
Üreticiden markete gelene kadar tarım ürünlerinde
yaşanan anormal fiyat artışına tepki olarak İstanbul ve Ankara’da devreye
sokulan tanzim satış çadırları medya destekli bir propaganda rüzgârıyla bir
heyecan dalgası oluşturdu ve büyük ilgi gördü. Peki, ne oldu da
devlet desteğiyle ucuzlatılmış sebze ve meyve satan uzun kuyruklu çadır
manavlarını devreye sokma ihtiyacı doğdu?
Bir tarım ülkesi olan ve dünyanın kendine yeten yedi
ülkesinden biri olmakla övünen Türkiye’de gıda fiyatlarının yüksek olmasının
sebebi, acaba sadece, üretici ile nihai satıcı arasında yer tutan kötü niyetli
aracıların açgözlülüğünden mi, yoksa her köşede faaliyet gösteren binlerce
marketin fırsatçılığından mıdır? Köylerin boşalması, insanların
rantı daha yüksek renkli hayaller vaat eden kentlere akın etmesi, İstanbul’un
kendi havzasından beslenemeyecek kadar büyük bir metropol haline getirilmesi,
üzerinde asla sebze yetiştiremeyeceğiniz betona verilen önem kadar gıda
ihtiyacına da önem verilmemesi bugün gelinen noktanın sebepleri olabilir mi
acaba?
TÜİK tarafından açıklanan son verilere göre, 2018’in
son çeyreği ile birlikte et, süt ve beyaz et üretimi gerilemiş. Çiftçilik yok
olurken fiyat kontrolleri ile depo baskınları ile mesele
çözülemez. Tarladaki yangını söndürmeden mutfaktaki yangını
söndüremezsiniz. Üretemediğin zaman tanzim satışını yapacak mal da
bulamazsınız. Tarımda üreticinin geliri Türkiye gelir ortalamasının en
az 3 kat altındadır. Çiftçi emeğinin karşılığını alamadığı için
üretmek istemiyor.
Karşılaştığımız kronik problemleri çözmek için artık
gerçeklerle yüzleşmemiz gerekiyor. Kabahati hep kendi dışımızda birilerine
yükleyerek sorumluluktan kaçamayız. Alınan tedbirler günü kurtarma babında
seçim kazanma kaygısıyla alındığı takdirde yan etkileri ilerde daha büyük
sıkıntılara sebebiyet verebilir. Dar gelirli ücretliler ve emeklilerin satın
alma gücü eriyor, bu insanlar çarşı pazarda artan fiyatlara baktıkça geriliyor.
Çalışanlar işini kaybetmekten, işadamları dükkânı kapatmaktan korkuyor.
Halden alınan ürünleri yarı fiyatına satarak,
piyasayı düzenlemekten ziyade, dünyada artmayan gıda fiyatları Türkiye'de
neden artıyor sorusuna cevap aramak gerekiyor;
- Tarımda
üretimin ithalata dayalı olması ve üretimi gerçekleştirmeye yarayan gübre,
ilaç ve enerji (mazot) gibi ürünler ile hammadde maliyetlerinin yüksek
olması çiftçinin zarar etmesine sebep oluyor. Pahalı üretim pahalı
tüketime sebep oluyor.
- Çok
büyük bir teşkilata sahip olan Tarım Bakanlığının hala doğru dürüst bir
çitçi kayıt sistemi kuramamış olması nedeniyle kusuru arz istikrarsızlığında
ve üretim planlamasındaki eksiklikte de aramak gerekmektedir.
- Üretim
iyi planlanamadığı için arz-talep dengesi ile fiyat istikrarı
sağlanamıyor, etkili bir pazarlama politikası
yapılamıyor. Köylü canı ne istiyorsa onu ekiyor. Herhangi bir
üründen bir yıl yüksek kazanç sağlanınca ertesi yıl da aynı ürünün yüksek
miktarda üretilmesi, arzda aşırılığa ve kazançta düşüşe yol açıyor.
- Zincir
gıda marketlerinin üreticiden 120 gün vadeyle mal alması ve bunu yüzde
250-400 kâr marjıyla peşin satması hem üreticiyi hem de tüketiciyi mağdur
ediyor.
- Tarım
alanları hızla daralıyor. 27 milyon hektarlık tarım arazimiz son
yıllarda 3,6 milyon hektarının işlemez hâle gelmesiyle 23,4
milyon hektara gerilemiş. Ekilebilir arazilerin neredeyse yüzde 40’ı
boş duruyor. Elin oğlu çölü yeşertirken biz verimli arazileri
kullanamıyor, boş bırakıyoruz.
- Miras
veya başka sebeplerle parçalanmış arazi yapısı, sulama altyapısının
yetersizliği, borsa ve kooperatifler gibi örgütlenmelerin etkin olmaması,
mevcut kapasiteyi olumsuz etkileyen faktörler olarak önümüzde
duruyor.
- Tarıma
yönelik destekler giderek zayıflıyor. Tarım Kanunu’na göre
GSYH’nin en az yüzde 1’inin tarım desteği olarak ayrılması gerekirken
GSYH büyüklüğü 4,4 trilyon lira olarak belirlenen 2019 yılı
bütçesinde, tarımsal desteklemenin kanunda belirtilenin yarısından daha az
yani 16,1 milyar lira olarak tespiti yetkililerin tarıma
bakışını ortaya koyuyor.
Yapısal problemler kalıcı olarak çözülmeden, orta ve
uzun vadeli bir üretim planı ortaya konmadan aspirin tedbirlerle elde edilen
geçici rahatlamalar bir müddet sonra daha da ağırlaşarak geri döner.
İstanbul’un farklı bölgelerinde açılacak 50 tanzim satış noktası 15 milyon
nüfuslu kentin beklenti ya da talebine hangi ölçüde cevap verebilir? Tanzim
satış palyatif bir tedbirdir. Sistem bütünüyle yeniden tanzim edilmelidir.
Eğer bir beka sorunu varsa, gıda ve tarımda içine
düştüğümüz bu acınası durum, ithal gıda ürünlerine mahkûm olmamız gerçek bir
beka sorunudur.
Ahlâk Mahrumu Bir Toplam Olmak
Kartal’da sekiz katlı bina depremden değil, kendi
kendine çöktü. 21 kişi diri diri toprağa gömüldü. İstanbul’da böyle binlerce
bina var. Keyfi ve popülist imar uygulamaları sonucu yaşanan bu facia
İstanbul’un muhtemel bir deprem karşısında ne kadar çaresiz olduğunu, canımızın
çok yanacağını gözler önüne seriyor.
Kaçak kat çıkılması, betonda deniz kumu
kullanılması, kolonların kesilmesi gibi kabahatlerin dışında bizce dikkate
alınması gereken en önemli husus toplumdaki değerlerin aşınması meselesidir.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 28 Aralık 2018’de yaptığı açıklamada 9 milyon 500
bin vatandaşımız imar barışına başvurduğunu açıkladı. Bu rakam
toplumumuzun “ortak norm düzeni”ne ne kadar uyduğunun bir göstergesidir. Herkes
daha daha çok kazanma peşindedir. Vatandaş birkaç daire fazla istiyor,
müteahhit vatandaşın isteğini karşılamak için maliyetten kısıyor, bürokrat şu
veya bu sebeple buna göz yumuyor. Böylece fasit bir daire içinde dönüp
duruyoruz.
Teknik yeterlilik şartına bakmadan, denetim
yapılmadan, vatandaşın beyanına göre çürük binalara da Yapı Kayıt Belgesi
veriliyor. Son imar affı ile vatandaş çatılarını açıyor, kat çıkıyor. Sadece
fotoğraflarla kayıt yapıldığı, belge alındığı söyleniyor. Kentsel dönüşüm adı
altında beş katlı binaları yedi kat yaptılar. Tek katlı gecekonduların yerine
beş-altı apartmanlar diktiler. Aynı oranda yol ve boş alan üretilmediği için
mevcut otopark ve trafik sorununu rant için üçe beşe katlayanlar para için
hayatlarını da hiçe saydılar. Kartal’da çöken binalardan binlerce var. Konunun
sadece devlet ve yönetenle ilgili olmadığı, konuya toplum ahlakı zaviyesinden
bakmak gerektiği görülüyor. Milyonlarca insan ‘imar barışı’ ile adeta kendi
mezarını kazıyor.
Türkiye ekonomisinin yüzde 40'ını oluşturan İstanbul gibi bir yerde on binlerce
binanın yıkıldığını düşünün. Elektrik, su ve doğalgazın kesildiği,
kanalizasyonların patladığı, ekonominin durduğu, yiyecek içecek sıkıntısının
başladığı bir İstanbul ile karşı karşıya kalacağız. Ancak dört günde enkazı
kaldırılabilen Kartal’daki bir binada 21 kişi hayatını kaybediyorsa deprem
sonucu yıkılacak on binlerce binada kaç kişi hayatını kaybedecek düşünmek bile
insanı ürkütüyor. Ortada kalmış insanları doyurmak, barındırmak, temizlik
ihtiyaçlarını karşılamak, daha sonra iş sahibi yapmak gibi problemleri ve bunun
finansmanını düşününce işte gerçek beka sorununun bu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Mısır’a İade Edilen Mazlum Genç Firavun
Sisi Tarafından katledildi
Mısır dikta rejiminin yaptığı zulme ne İslam
dünyasından ne de dünyadan bir tepki gelmedi. Üstüne üstlük böyle bir cürmün
işlendiği bir zamanda AB liderleri Mısır’ın ev sahipliğinde Arap ülkeleriyle
ortak zirve düzenleyerek adeta Sisi’ye ‘devam et arkandayız’ demek istediler.
Türkiye devleti aleyhine yayın yapan, teröre destek veren gazeteci bozuntuları
için kıyameti koparan, onlara kucak açan Avrupa, 18-20 yaşlarındaki gençleri
haksız bir şekilde idam eden Sisi’ye ses çıkarmadıkları gibi bir de destek
mahiyetinde zirve yapıyorlar.
Tüm dünyanın gözü önünde arkasına aldığı emperyalist ülkeler ve Arap işbirlikçilerin desteğiyle zulmüne devam eden Mısır’ın tavrı bilindiği halde Türkiye’ye sığınan mazlum bir gencin elleri kelepçelenerek sorgusuz sualsiz zalimlere geri verilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Bu gencin fotoğrafını çeken temizlik işçisinin ‘halkı kin ve tahrike teşvik etmek’ suçuyla tutuklandığı söyleniyor. Bu iade faciasını protesto edenlere, basında ve sosyal medyada dile getirenlere hoş bakılmadığı ve yetkililer tarafından baskı uygulandığı bilgileri gelmektedir. Bu baskıyı uygulayanlara, o mazlum Müslüman evladı infaza gönderilirken annesi ile vedalaştığı anlarını ve elleri öpülesi annesinin gözyaşları ve feryadını seyretmelerini tavsiye ederiz.