1 Mart 2019 Cuma

BEKA SORUNU ve AHLÂK MAHRUMU BİR TOPLAM OLMAK

 (Umran Dergisi)

 

Türkiye’nin seçim sath-ı maili’ne girdiği şu günlerde “beka” meselesi sıkça konuşulan bir konu olarak gündeme geldi. Binlerce yıllık devlet geleneğinden süzülerek gelen bir ülkenin kaderini sıradan bir seçime endekslemek, şu veya bu partiye oy vermekle beka meselesinin çözüleceğini söylemek, zillet, illet, şer ittifakı gibi ifadeler kullanmak memleket adına gerçekten üzüntü verici bir durumdur. Kamplaştırıcı, kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı bir dil kullanmak yerine kucaklayıcı bir dil kullanmak gerekmektedir.

Siyasi partiler arasında kavga kıyamet kopuyor. Ülke meselelerinin çözümü noktasında proje üretmek yerine birbirlerini 'o şöyle dedi, bu böyle dedi' diye karalıyorlar. Karşı düşünceyi saldırarak, ayrımcılık yaparak, aşağılayarak küçültemez, değiştiremeyiz. Alternatif bir düşüncemiz varsa onu ortaya koymalı,  yığınları tezlerimizle etkilemeliyiz. Bu kutuplaştırıcı siyaset iklimini durdurmak, Türkiye'nin birlik, bütünlük ve huzur içinde onurlu ve aydınlık bir geleceğe yürümesini sağlamak bütün kişi, kurum ve kuruluşların önündeki en öncelikli görev ve sorumluluktur.

Toplumun neredeyse yarısını hain ilan etmek o ülkenin işi bitmiş geçmiş olsun demektir. Aynı dil Anayasa referandumunda da kullanıldı. Yayınlanan fotoğraflarda “Hayır” diyecekler;    Abdullah Öcalan, Beşşar Esed, Hamaney,  Obama, Merkel, Nasrallah gibi Müslümanların nefret duyduğu bir takım liderler, CHP, BDP, DHKP-C gibi İslam karşıtları tarafında resmedildi. Müslüman halkın sevdiği ve yahut güvendiği bir grup  ‘Evet’ tarafında yer aldı ve ‘seçimini yap’ diye yazıldı. Sanki ‘Evet’ diyenler Müslümanlar veya Hak tarafı, ‘Hayır’ diyenler kâfirler veya batıl tarafıdır demek istendi ve Evet demezseniz ‘vatan haini’ hatta ‘dinden çıkarsınız’ demeye kadar getirildi. Anayasa oylamasını sırat köprüsü mecazı ile açıklayan yazarlar oldu. Köprünün kurtuluş yönü istikametinde ‘evet’ yazıyormuş, ‘hayır’ ise ters istikamette duruyormuş. İşi böyle ahiret hesabına benzetmeye kadar vardırırdılar. 28 Şubatçılar ‘laiklik elden gidiyor’, ‘rejim elden gidiyor’ diye korkutuyorlardı. Şimdi ise korku beka meselesine evrildi.

Bize oy vermezseniz ertesi gün Türkiye yanar yıkılır, bölünür, işgal edilir gibi tehditleri sürekli dile getirmek, beka kaygısını seçim kampanyasının merkezine oturtmak toplumsal barışı zedeleyecek bir riski barındırmaktadır. Pazarcıyı, esnafı, kabzımalı dağdaki teröristle veya FETÖ ile eş tutmak makul ve mantıklı bir kıyaslama değildir. Yüksek vergilerle bunalan, kira ve personel giderleriyle baş etmek için canla başla mücadele eden esnafı ve küçük işletmeleri hainlikle suçlamak adil ve sürdürülebilir bir durum değildir.

Türkiye’de hemen hemen her iç ve dış gelişme kavgaya yönelik olarak kullanılıyor. Herkes diğerini tasfiye etmeye çalışıyor. Tüm bunlar kavga ortamını büyütmekte, taraflar daha çok tahrik olmaktadır. Ve bu gerginlik ortamı bir husumet cepheleşmesi meydana getirmektedir. Bu ülkenin kaderi korku ikliminde yaşamak olmamalıdır. Türkiye bu gerginlik denklemini aşmak, bu kısır döngüyü kırmak zorundadır. Eğer herkes ayağını denk almazsa. Eğer siyaset sadece siyasi ikbal ve menfaat peşinde koşup birbiriyle kavga etmeye devam ederse, Türkiye’deki kamplaşma daha ürkütücü boyutlara ulaşacaktır. Bütün bunlar ülkemizde gerginlik ve kamplaşma meydana getirmekten başka bir işe yaramayacaktır. 

Bakıyorsunuz, bir tarafta filan ittifaka kayıtsız şartsız destek verenler, karşı cephede iktidarın her yaptığına karşı çıkan yeminli muhalifler. Tarafların neyi savunduklarını ve nasıl bir Türkiye için bir araya geldiklerini anlatan olumlu hikâyeler üretmesi gerekiyor. Ya yanımdasın ya da yoksun düşüncesini yıkmak gerekiyor. Bölünmeyi değil kardeşliği güçlendirecek bir dil kullanmak gerekiyor.

Türkiye gibi ateş çemberinde olan bir ülkenin “beka sorunu” elbette vardır. Ama bu hangi ilde veya ilçede hangi partinin seçimi kazanacağına indirgenecek bir mesele değildir. Müslümanların teslim alınmak istediği bir dünyada yaşıyoruz. Dünyayı ve bölgeyi yeniden şekillendiriyorlar. İslam dünyasında ve özellikle Ortadoğu coğrafyasında kavmiyetçi ve mezhebi asabiyetlerle sınırlar sarsılıyor, emperyalistler ve onların yerli kuklaları saltanatlarını devam ettirmek için her türlü melaneti işliyorlar. Türkiye’ye diz çöktürdükleri zaman İslam dünyasına da diz çöktüreceklerini biliyorlar. Beka sorununu aşmanın, güçlü, itibarlı, içerde huzurlu, dışarıda onurlu bir millet, özenilen bir ülke haline gelmemizin ön şartı ise, önce herkes, ‘‘biz nerede hata yaptık?’’ sorusunu kendisine sormalıdır.

Türkiye'deki kavga,  Aklıselimin kavgası değildir. Birçoğu kendisiyle aynı hayat tarzına sahip olmayanlara öfke kusuyor, “siz”, “biz” ayrımına gidiyor. Türkiye bu gerginlik denklemini aşmak, bu kısır döngüyü kırmak zorundadır. Burada hepimizin aynı geminin yolcusu olduğu unutulmamalıdır. Bölünmeyi değil kardeşliği güçlendirecek bir dil kullanmak gerekiyor.

Tanzim Satış Yerine Sistem Bütünüyle Tanzim Edilmelidir

Üreticiden markete gelene kadar tarım ürünlerinde yaşanan anormal fiyat artışına tepki olarak İstanbul ve Ankara’da devreye sokulan tanzim satış çadırları medya destekli bir propaganda rüzgârıyla bir heyecan dalgası oluşturdu ve büyük ilgi gördü.  Peki, ne oldu da devlet desteğiyle ucuzlatılmış sebze ve meyve satan uzun kuyruklu çadır manavlarını devreye sokma ihtiyacı doğdu?

Bir tarım ülkesi olan ve dünyanın kendine yeten yedi ülkesinden biri olmakla övünen Türkiye’de gıda fiyatlarının yüksek olmasının sebebi, acaba sadece, üretici ile nihai satıcı arasında yer tutan kötü niyetli aracıların açgözlülüğünden mi, yoksa her köşede faaliyet gösteren binlerce marketin fırsatçılığından mıdır? Köylerin boşalması,  insanların rantı daha yüksek renkli hayaller vaat eden kentlere akın etmesi, İstanbul’un kendi havzasından beslenemeyecek kadar büyük bir metropol haline getirilmesi, üzerinde asla sebze yetiştiremeyeceğiniz betona verilen önem kadar gıda ihtiyacına da önem verilmemesi bugün gelinen noktanın sebepleri olabilir mi acaba?

TÜİK tarafından açıklanan son verilere göre, 2018’in son çeyreği ile birlikte et, süt ve beyaz et üretimi gerilemiş. Çiftçilik yok olurken fiyat kontrolleri ile depo baskınları ile mesele çözülemez.  Tarladaki yangını söndürmeden mutfaktaki yangını söndüremezsiniz. Üretemediğin zaman tanzim satışını yapacak mal da bulamazsınız. Tarımda üreticinin geliri Türkiye gelir ortalamasının en az 3 kat altındadır. Çiftçi emeğinin karşılığını alamadığı için üretmek istemiyor.

Karşılaştığımız kronik problemleri çözmek için artık gerçeklerle yüzleşmemiz gerekiyor. Kabahati hep kendi dışımızda birilerine yükleyerek sorumluluktan kaçamayız. Alınan tedbirler günü kurtarma babında seçim kazanma kaygısıyla alındığı takdirde yan etkileri ilerde daha büyük sıkıntılara sebebiyet verebilir. Dar gelirli ücretliler ve emeklilerin satın alma gücü eriyor, bu insanlar çarşı pazarda artan fiyatlara baktıkça geriliyor. Çalışanlar işini kaybetmekten, işadamları dükkânı kapatmaktan korkuyor.

Halden alınan ürünleri yarı fiyatına satarak, piyasayı düzenlemekten ziyade, dünyada artmayan gıda fiyatları Türkiye'de neden artıyor sorusuna cevap aramak gerekiyor;

 

  • Tarımda üretimin ithalata dayalı olması ve üretimi gerçekleştirmeye yarayan gübre, ilaç ve enerji (mazot) gibi ürünler ile hammadde maliyetlerinin yüksek olması çiftçinin zarar etmesine sebep oluyor. Pahalı üretim pahalı tüketime sebep oluyor.
  • Çok büyük bir teşkilata sahip olan Tarım Bakanlığının hala doğru dürüst bir çitçi kayıt sistemi kuramamış olması nedeniyle kusuru arz istikrarsızlığında ve üretim planlamasındaki eksiklikte de aramak gerekmektedir.
  • Üretim iyi planlanamadığı için arz-talep dengesi ile fiyat istikrarı sağlanamıyor, etkili bir pazarlama politikası yapılamıyor.  Köylü canı ne istiyorsa onu ekiyor. Herhangi bir üründen bir yıl yüksek kazanç sağlanınca ertesi yıl da aynı ürünün yüksek miktarda üretilmesi, arzda aşırılığa ve kazançta düşüşe yol açıyor.
  • Zincir gıda marketlerinin üreticiden 120 gün vadeyle mal alması ve bunu yüzde 250-400 kâr marjıyla peşin satması hem üreticiyi hem de tüketiciyi mağdur ediyor.
  • Tarım alanları hızla daralıyor. 27 milyon hektarlık tarım arazimiz son yıllarda 3,6 milyon hektarının işlemez hâle gelmesiyle 23,4 milyon hektara gerilemiş. Ekilebilir arazilerin neredeyse yüzde 40’ı boş duruyor. Elin oğlu çölü yeşertirken biz verimli arazileri kullanamıyor, boş bırakıyoruz.
  • Miras veya başka sebeplerle parçalanmış arazi yapısı, sulama altyapısının yetersizliği, borsa ve kooperatifler gibi örgütlenmelerin etkin olmaması, mevcut kapasiteyi olumsuz etkileyen faktörler olarak önümüzde duruyor.
  • Tarıma yönelik destekler giderek zayıflıyor. Tarım Kanunu’na göre GSYH’nin en az yüzde 1’inin tarım desteği olarak ayrılması gerekirken GSYH büyüklüğü 4,4 trilyon lira olarak belirlenen 2019 yılı bütçesinde, tarımsal desteklemenin kanunda belirtilenin yarısından daha az yani 16,1 milyar lira olarak tespiti yetkililerin tarıma bakışını ortaya koyuyor.

Yapısal problemler kalıcı olarak çözülmeden, orta ve uzun vadeli bir üretim planı ortaya konmadan aspirin tedbirlerle elde edilen geçici rahatlamalar bir müddet sonra daha da ağırlaşarak geri döner. İstanbul’un farklı bölgelerinde açılacak 50 tanzim satış noktası 15 milyon nüfuslu kentin beklenti ya da talebine hangi ölçüde cevap verebilir? Tanzim satış palyatif bir tedbirdir. Sistem bütünüyle yeniden tanzim edilmelidir.

Eğer bir beka sorunu varsa, gıda ve tarımda içine düştüğümüz bu acınası durum, ithal gıda ürünlerine mahkûm olmamız gerçek bir beka sorunudur.

Ahlâk Mahrumu Bir Toplam Olmak

Kartal’da sekiz katlı bina depremden değil, kendi kendine çöktü. 21 kişi diri diri toprağa gömüldü. İstanbul’da böyle binlerce bina var. Keyfi ve popülist imar uygulamaları sonucu yaşanan bu facia İstanbul’un muhtemel bir deprem karşısında ne kadar çaresiz olduğunu, canımızın çok yanacağını gözler önüne seriyor. 

Kaçak kat çıkılması, betonda deniz kumu kullanılması, kolonların kesilmesi gibi kabahatlerin dışında bizce dikkate alınması gereken en önemli husus toplumdaki değerlerin aşınması meselesidir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 28 Aralık 2018’de yaptığı açıklamada 9 milyon 500 bin vatandaşımız imar barışına başvurduğunu açıkladı.   Bu rakam toplumumuzun “ortak norm düzeni”ne ne kadar uyduğunun bir göstergesidir. Herkes daha daha çok kazanma peşindedir. Vatandaş birkaç daire fazla istiyor, müteahhit vatandaşın isteğini karşılamak için maliyetten kısıyor, bürokrat şu veya bu sebeple buna göz yumuyor. Böylece fasit bir daire içinde dönüp duruyoruz.

Teknik yeterlilik şartına bakmadan, denetim yapılmadan, vatandaşın beyanına göre çürük binalara da Yapı Kayıt Belgesi veriliyor. Son imar affı ile vatandaş çatılarını açıyor, kat çıkıyor. Sadece fotoğraflarla kayıt yapıldığı, belge alındığı söyleniyor. Kentsel dönüşüm adı altında beş katlı binaları yedi kat yaptılar. Tek katlı gecekonduların yerine beş-altı apartmanlar diktiler. Aynı oranda yol ve boş alan üretilmediği için mevcut otopark ve trafik sorununu rant için üçe beşe katlayanlar para için hayatlarını da hiçe saydılar. Kartal’da çöken binalardan binlerce var. Konunun sadece devlet ve yönetenle ilgili olmadığı, konuya toplum ahlakı zaviyesinden bakmak gerektiği görülüyor. Milyonlarca insan ‘imar barışı’ ile adeta kendi mezarını kazıyor.

Türkiye ekonomisinin yüzde 40'ını oluşturan İstanbul gibi bir yerde on binlerce binanın yıkıldığını düşünün. Elektrik, su ve doğalgazın kesildiği, kanalizasyonların patladığı, ekonominin durduğu, yiyecek içecek sıkıntısının başladığı bir İstanbul ile karşı karşıya kalacağız. Ancak dört günde enkazı kaldırılabilen Kartal’daki bir binada 21 kişi hayatını kaybediyorsa deprem sonucu yıkılacak on binlerce binada kaç kişi hayatını kaybedecek düşünmek bile insanı ürkütüyor. Ortada kalmış insanları doyurmak, barındırmak, temizlik ihtiyaçlarını karşılamak, daha sonra iş sahibi yapmak gibi problemleri ve bunun finansmanını düşününce işte gerçek beka sorununun bu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Mısır’a İade Edilen Mazlum Genç Firavun Sisi Tarafından katledildi

Mısır dikta rejiminin yaptığı zulme ne İslam dünyasından ne de dünyadan bir tepki gelmedi. Üstüne üstlük böyle bir cürmün işlendiği bir zamanda AB liderleri Mısır’ın ev sahipliğinde Arap ülkeleriyle ortak zirve düzenleyerek adeta Sisi’ye ‘devam et arkandayız’ demek istediler. Türkiye devleti aleyhine yayın yapan, teröre destek veren gazeteci bozuntuları için kıyameti koparan, onlara kucak açan Avrupa, 18-20 yaşlarındaki gençleri haksız bir şekilde idam eden Sisi’ye ses çıkarmadıkları gibi bir de destek mahiyetinde zirve yapıyorlar.

Tüm dünyanın gözü önünde arkasına aldığı emperyalist ülkeler ve Arap işbirlikçilerin desteğiyle zulmüne devam eden Mısır’ın tavrı bilindiği halde Türkiye’ye sığınan mazlum bir gencin elleri kelepçelenerek sorgusuz sualsiz zalimlere geri verilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Bu gencin fotoğrafını çeken temizlik işçisinin ‘halkı kin ve tahrike teşvik etmek’ suçuyla tutuklandığı söyleniyor. Bu  iade faciasını protesto edenlere, basında ve sosyal medyada dile getirenlere hoş bakılmadığı ve yetkililer tarafından baskı uygulandığı bilgileri gelmektedir. Bu baskıyı uygulayanlara, o mazlum Müslüman evladı infaza gönderilirken annesi ile vedalaştığı anlarını ve elleri öpülesi annesinin gözyaşları ve feryadını seyretmelerini tavsiye ederiz.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...