1 Kasım 2020 Pazar

İSLAM DÜNYASINDA YAŞANAN KRİZ! Bu Kaostan Yeni Bir Düzen Çıkar Mı?

(Umran Dergisi)

 

İslam Düşmanlığında Yeni Dalga

Soğuk Savaş döneminde tüm iç ve dış politikalarını “komünist tehlike” üzerinden yürüten ABD, 1990’lardan itibaren bu tehlike ortadan kalkınca yeni bir güvenlik konseptine ihtiyaç duydu. Önceleri Sovyetleri çevrelemek için geliştirdiği “yeşil kuşak” projesinin yürümediğini görünce bu defa İslam ve Müslümanları “terörle” ilişkilendirecek projelere başvurdu. ABD ve onunla beraber hareket eden işgalci güçler, bir taraftan Müslümanların en hassas noktalarına saldırarak, tahrik ederek, terörize etmeye çalışırken, bir taraftan da her türlü şeytani projeyi uygulayarak İslam’ı cahillikle, karanlıkla ve esaretle eşdeğer hale getirip İslamofobi’yi kışkırtarak, İslam coğrafyasında giriştikleri işgal, katliam ve talana bunu mesnet teşkil ettiler.

Yakın zamanda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un sarf ettiği “Paralel bir düzen yaratmaya çalışan İslamcı ayrılıkçılıkla mücadele etmeliyiz” şeklindeki sözlerini bu zaviyeden değerlendirmemiz gerekiyor. Müslümanların kendi dil, din ve kültürlerini yaşamalarını ayrılma girişimi olarak niteleyen Macron, İslam’ın dünyada kriz yaşayan bir din olduğunu ileri sürerek, “Bu aynı zamanda köktendincilik, dini ve siyasi projeler arasındaki gerilimlerle bağlantılı derin bir kriz ve giderek çok güçlü sertleşmeye yol açıyor.” ifadesini kullandı.

Avrupa’nın önceleri geçici bir iş gücü olarak baktığı Müslümanların, Avrupa’da artık kalıcı olduklarını gördükleri andan itibaren rahatsız olmaya başladılar. İslam karşıtı söylemleri ile bir algı oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskıları artırmaya, işgal ve asimilasyon projelerinde Müslümanları siyasi bir araç olarak kullanmaya başladılar. Şayet Macron’un Fransa İslâm’ı projesi Fransa’da kendilerince başarılı olursa, bazı revizyonlarla, bunun diğer AB ülkelerine de model oluşturacağını umuyorlar. Böylece “Almanya İslâm’ı”, “Hollanda İslâm’ı”, “Avusturya İslâm’ı” gibi Avrupa’da “ulusal İslâmlar” inşa etme yönündeki projelerin pilot çalışmasının Fransa ile başlatılacağı anlaşılmaktadır. Macron’un “Fransa İslam’ı” projesi ile ilgili olarak Fransız düşünce kuruluşu Montaigne Enstitüsü’nün, Macron’a yakınlığı ile bilinen Hakim El Karoui başkanlığında “İslamcılık Fabrikası” adıyla bir rapor yayımladığını biliyoruz. Bu raporda El Karoui gibi self-oryantalist bir devşirmenin, “mevcut durumun sürmesi, Müslümanların entegre olmalarına engel oluyor” ifadesi raporun asıl amacını gösteriyor. Asıl amacın; reforme edilmiş, içi boşaltılmış, görünürlüğü minimize edilmiş, hayata dair temel iddialarından arındırılmış, Avrupa norm ve değerlerine uydurulup ehlileştirilmiş bir İslâm anlayışı, yani “İslamsız bir Müslümanlık” ihdas etme olduğu anlaşılıyor. Fransız Ortadoğu Uzmanı Gilles Kepel “Müslüman zihinleri kazanma savaşı: İslam ve Batı” adlı kitabında “Müslüman zihinleri kazanmak için verilen en önemli savaş, artık Filistin, Afganistan ve Irak’ta değil, Paris, Londra ve diğer Avrupa şehirlerindeki Müslüman topluluklardadır” diyor.

İsveç’te İslam ve göçmen karşıtı ırkçı bir grup cadde ortasında Kur’an-ı Kerim yaktı. Norveç’te polisin gözü önünde Kur’an-ı Kerim yırttılar. İsveç’te bir mescidin önüne yakılmış Kur’an-ı Kerim sayfaları ve domuz pastırması bırakıldı. Almanya’da, Avusturya’da, Hollanda’da camilere baskın yapılması, kundaklanması, Fransa’da Charlie Hebdo’nun Hz. Peygamber’i tahkir eden karikatürleri inadına yeniden yayımlaması gibi olaylar, Batı’da Müslümanların gittikçe Hitler dönemi Yahudileri konumuna itilmeye çalışıldığının işaretlerini veriyor. Haçlı seferleri ile büyük katliamlar yapan, sömürgecilik ile dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan eden, insanları köleleştiren, darbe ve suikastlarla vatansever yöneticileri kuklalarla değiştiren, iki dünya savaşında 100 milyonlarca cana kıyan, Kızılderili katliamı yapan, pedofil papazları ile kiliselerde çocuk iğfal eden bir kültürün mensupları şimdi çıkmış İslam’a ve Müslümanlara parmak sallıyorlar.

Batı’da İslâm ve Müslümanlarla ilgili ortaya konulan her proje Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra “Batı’nın yeni düşmanı İslam’dır” şeklindeki paradigma değişimi ile birebir ilişkilidir. Bu değişim, dünyanın siyasi ve stratejik dengelerini değiştiren 11 Eylül ile hızlandırılmış, Samuel P. Huntington’un Medeniyetler Çatışması adım adım dünya siyasetinin temel paradigması haline gelmiştir. Bu tarihten itibaren İslam karşıtlığı artış göstermiştir. Afganistan ve Irak işgal edilmiş, Ortadoğu alev alev yanmaya başlamış, Libya ve Suriye iç savaşları ile milyonlarca insan katledilmiş, yerinden yurdundan edilmiş, İslam beldelerinde taş taş üstünde bırakılmamıştır.

İslam Dünyasının Parçalanmışlığı

Macron’un “İslam’ın kriz yaşayan bir din” olduğu iddiası çok geniş bir yankı bulurken, günümüzde İslam dünyasının derin bir siyasi, hukuki ve ekonomik kaos içerisinde olduğu da inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bugün İslam dünyasının dört bir yanında birbirinden son derece farklı dini yorumlar, görüşler ve yönetim şekilleri hakimdir. Neyin gerçekten İslam'a uygun neyin aykırı olduğunu belirleyecek, bu konuda dünya Müslümanlarına yol gösterecek merkezi bir otorite yoktur. Katoliklerin Vatikan'ı, Ortodoksların Patrikhaneleri vardır ama İslam dünyasında onların sorununu çözecek, birliğini sağlayacak, dini bir birlik ve merkez bulunmamaktadır. Dünyanın değişik yerlerinde herhangi bir Müslüman topluluk haksızlığa ve zulme uğradığı zaman, Filistin, Suriye, Keşmir, Yemen, Doğu Türkistan veya Myammar’da terkedilmiş ve ümidi kalmamış mazlum insanların “Hukuk ve insanlık âlemi nerede?” feryadına cevap verecek, perişan durumdaki Müslüman âleminin acziyetten kurtulup, dünyada onurlu yerini almasını sağlayacak bir “İslam Birliği” maalesef yoktur. Oysa İslam'ın özünde böylesine bir dağınıklık ve başıboşluk değil, birlik vardır. Dünya, bugün bu birliğe muhtaçtır.

Bölgemizde yaşanan çatışmalar ve yıkımlarla ilgili olarak siyasal tavrımızı, konumumuzu, bizim adımıza, bize rağmen başkaları inşa ediyor, geleceğimizi dışarıda birileri biçimlendiriyor. Müslümanların dağınıklığı ve provokasyonlara açık vaziyeti İslâm dünyasını Batı politikalarının kurbanı haline getirmiştir. Müslüman toplumların, kendileri adına düşünen, kendileri adına konuşan, kiminle ilişki kurup kurmayacaklarını emreden, küstah Emperyalist-Siyonist akıl doğrultusunda hareket etmesi, onların çıkarlarına ve taleplerine boyun eğerek birbirleriyle çatışması, utanç verici bir durumdur. Bu şeytani planların farkında olmadan birbirleriyle savaşıyor, birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Keşmir’den tutun Afganistan’a, Libya’ya, Yemen’e, Sudan’a, Irak’a, Suriye’ye, Filistin, Azerbaycan’a kadar birçok yerde savaşlar, çatışmalar, çekişmeler ve terör yaşanıyor. Filistin’i destekleyen nerdeyse hiçbir Arap devleti kalmadı. Filistinliler, İsrail karşısında çatışmanın en dip noktasında bulunuyorlar. Küfür ile kol kola girmiş Suudi Arabistan ve BAE’nin başı çektiği bazı yönetimler sadece Türkiye karşıtlığında ittifak etmeyi becerebiliyorlar(!).

Bölgenin Yaşadığı En Karanlık Bir Dönem

Halkı Müslüman olan ülkelerin kahir ekseriyeti, zulüm idarelerinin pençesinde olup, siyaseten güdümlüdür ve hiçbirisinin dünya çapında bir ağırlığı, itibarı ve ciddiyeti yoktur. Müslümanlar, kendi ülkelerinde siyasi erk konusunda söz sâhibi değildirler. Hepsinin tepesinde despotlar, tiranlar, hanedanlar, oligarşiler bulunmakta ve insanları adetâ kendilerine secde ettirmektedirler. Yönetimlerin toplumda bir destekleri yok, politik muhalefet oluşamıyor ve ekonomileri halk için dönmüyor. Kendi halkıyla bir bağı olmayan, bu çağın ürünü olmayan ne idüğü belirsiz devletçiklerin liderleri, Allah’tan ziyade Amerika ve İsrail’den korkuyorlar. Zor kullanarak iktidarlarını dayatan bu yönetimler gerçek anlamda ülkelerini yönetemediği gibi, son derece istikrarsız olan bu sistemlerin bir geleceği de yok.  En vahimi ise Müslümanların çoğunun bu çarpık hâli zihinlerinde meşrulaştırmış olmasıdır.

Şu an “Arap Ligi” üyesi ülkelerin birçoğunu zengin, militarist, Batı yanlısı  kuklalar yönetiyor. Bunların kontrolü gerçek bir güç temeli üzerinde değil kum üzerinde duruyor. Bunların emrindeki, Ezher Üniversitesi dahil, din adamı-ulema taifesi,  “Siyasal İslam’ın karşısında yer aldıklarını deklare ediyor, despot yöneticilerin uygulamalarını sorgulamadan onaylıyorlar. Suudi Yüksek Ulema Meclisi, İhvan’a verdiği destekten dolayı Katar’ın kuşatılmasını doğru bulan ve Müslüman Kardeşler Teşkilâtını “terörist” ilan eden resmi bir açıklama bile yayımlamıştır. Sudeys denen Kâbe imamı olacak adam, Kâbe’deki cuma hutbesinde dönemin Suudi Arabistan Kralının darbeci Sisi’ye desteğini övmüş, İhvan’ı ve Hamas’ı da terörle ilişkilendirmekten çekinmemişti. Kervana Mısır’dan, Kuveyt’ten, Libya’dan gibi birçok ülkeden katılan önemli isimler olmuş, hepsi de, içinde Yûsuf el Karadâvî’nin de bulunduğu sözde “terör listesi”ni onaylayan, Mısır darbesini benimseyen beyanlarda bulunmuşlardır.

İslam beldelerinde, baskıcı yönetimlerin sert müdahaleleri yüzünden dinî tefekkür ve fikrî üretim durma noktasına gelmiştir. Rejimin emrine giren Ezher Üniversitesi “din dilini ıslah” adı altında birçok ayet ve hadisi müfredattan çıkarmış ya da yorumunu gündeme adapte etme cüretini göstermiştir. İslâm’ın duvarlar arkasına hapsedilmesi ve güncel hayata dair herhangi bir dinî referansın ortaya konulamaması anlamına gelen bu duruma bakıldığında, İslam dünyasını İslâmî kimlik ve İslâmî siyaset bakımından oldukça karmaşık ve fırtınalı bir sürecin beklediğini görüyoruz.

Sykes-Picot Anlaşmasının İkinci Evresindeyiz

Osmanlı devletinin yıkılmasının öncesinde Fransa ile İngiltere arasında yapılan Sykes-Picot Anlaşması’nın ikinci yüzyılının eşiğinde bulunuyoruz. Bilindiği gibi, bu anlaşmadan sonra bölge bölündü ve Siyonist bir devlet kuruldu. O günden beri İsrail sınırlarını genişletmeye devam ediyor.  Şu an Irak, Suriye, Yemen, Libya ve diğer ülkelerde yaşanan çökertme operasyonu, İslam dünyasının yeniden bölünmekte olduğunu gösteriyor.  Bu bölme parçalama stratejisinde, Türkiye ve İran dahil olmak üzere tüm İslam toprakları hedeftir. Türkiye’de gezi olayları ve 15 Temmuz darbe girişimi bu amaçla yapıldı. Mısır gibi bir ülkeyi bir dilim ekmeğe muhtaç ederek kendilerine uşak yaptılar.

Bölgedeki İslami yapılanmaları kara listeye alan Suudiler, ABD’ye milyarlarca dolar haraç vererek ayakta durmaya çalışan müptezel bir pozisyona mahkûm edildi. BAE gibi ülkeler, Siyonist rejimle normalleşme anlaşmaları imzalayarak Müslümanlara karşı ittifak yaptılar. İsrail’in Filistinlilere ait geri kalan toprakları da kontrol altına aldıktan sonra “gerçek” bir Ortadoğu devleti olarak kayıtlara geçme stratejisinin piyonu oldular. Kendi aralarında doğru dürüst bir beraberlik ve dayanışma sağlayamayan bu kabile devletleri kılıç dansıyla Amerikan mandası olmaktan ve İsrail ile ittifak kurarak Siyonist projenin hedeflerine hizmet etmekten, içine düştükleri zillet ve aşağılanmadan da utanmıyorlar.

İslam Dünyasının Yaşadığı Krizin Nedeni

Müslümanlar Batı'nın meydan okumasına cevap verememiş bir durumda olduğu için, tarihinin en büyük medeniyet krizini yaşıyor ve bu mağlûbiyetin faturası çok ağırdır. Son üç yüz yıldır var olan medeniyet krizi sanattan kültüre, siyasetten eğitime kadar bütün alanlarda kendini gösteriyor. Ortaya çıkan bu kırılmanın en belirgin nedeni kendini geliştirme, eğitimini düzeltme yerine taklit ve zillet bataklığında bocalayıp. İslami hareketleri besleyecek entelektüel derinliklerin olmamasıdır. Oysa ne kadar düşünce üretirseniz o kadar var olursunuz.

İslam, insan hayatını düzenlemek için Allah’ın koyduğu bir kurallar bütünü olup, kendine özgü bir sistemi ve yönetim biçimini öngörmektedir. Ve Müslümanlardan bu sisteme uygun bir hayat yaşamalarını ister. Müslümanca yaşamanın yolu ise Müslümanca bir hayat inşa etmekten geçer. Kurulu sisteme karşı kendi alternatifimizi inşa edemiyor, bir düşünce sistematiği geliştiremiyorsanız bugün yaşanan zillet hali kaçınılmaz olacaktır. Teorisi olmadan ortaya konulan pratikler sadece günü kurtarmış, neticede İslam dünyası bütünlüğünü yitirmiş, ümmet, İslam dışı sistemlerin kimlik dokumasına maruz kalmış, zenginlikleri talan edilmiş, onurları zedelenmiş, insanlığı kurtuluşa çağırma misyonunu yitirmiş, bu içler acısı duruma düşmüştür.

İslam dünyasında, dini ve politik popülizm her şeyi sıradanlaştırıp, kısırlaştırdığı için doğru dürüst yeteneklerin, düşünürlerin, entelektüellerin, dava adamlarının ortaya çıkmadığını görüyoruz. Çağımızın dünyasına kalıcı katkılarda bulunabilecek düşünürler, toplumsal olaylara yön verebilecek entelektüeller, tarihçiler, teorisyenler yetiştiremediler. Dolayısıyla evrensel iddialarda bulunabilecek doğru dürüst bir dil, düşünce ve felsefe üretemedik. Bunun yerine günümüz Müslümanları, etnik, mezhepçi, hizipçi parçalanmalar sebebiyle, sloganlarla, kalıplarla, klişelerle konuşan,  istenildiği zaman istenilen yöne sevk edilebilen “sürü toplumlara” dönüştü. Siyasi kaygılarımız entelektüel kaygılarımızdan daha önemli hale geldi ve günü kurtarmanın verdiği haz bizi tatmin edince Müslümanlığımız bir türlü istenilen derinliğe ulaşamadı.

İslam dünyasının karşı karşıya olduğu asıl sorun kafalardaki zihinsel savrulma ve dağınıklıktır. Yaşanan krizin nedeni, başkalarının kurguladığı ve hayata geçirdiği modernizme eklemlenip uyum sağlarken, Müslümanın zihnini de bu gayri islami hayata uymaya zorlamasıdır. Tebliğ ile temsil birbirine uymamakta, eylem ile söylem arasında derin uçurumlar bulunmaktadır. Kalpler ve zihinler, görüntüsü muhteşem ama derinliği, ahlakı, etkisi sıfır bir Müslümanlık anlayışına teslim olmuş vaziyettedir. Sulh, selamet, barış anlamına gelen bir dinin mensuplarının yaşadığı coğrafya kan-revan içindedir. İslami değerlerden uzaklaşıp gerileyince, İslam âlemi zayıflamış, parçalanmış ve devasa nüfusuna rağmen Batı sömürgeciliğinin saldırısı altında haksızlığa uğrayan bir ümmet haline gelmiştir. Ancak, burada yenilen "İslam" değildir. Yenilen "Müslümanım" diyen ama İslam’ı hayatına hakim kılmayanlardır.

İslam dünyası iyi bir hal üzerinde bulunmamakta, Müslümanlar İslam’a yakışmamaktadır.  Dünya, İslâm hakkındaki hükmünü bizlerden gördüğü Müslümanlık ile vermektedir. İslamiyet güneş gibidir ama bizi gerçeğe yabancılaştıran hamaset zirve yaptığı için düşünce yerlerde sürünmektedir. İşte bu nedenle, zihinsel, entelektüel, ideolojik, politik, kültürel saldırılara cevap veremiyoruz.

Müslümanlar kendi inanç ve idealleri istikametinde bir dünya inşa etmek yerine başkalarının emrinde çalışmayı tercih ettiler. Bu paradoks sürdürülebilir bir durum olmadığı gibi insanları ikiyüzlü yapmaktadır ve bilinç yarılmasına neden olmaktadır. Yerlerde sürünen İslam dünyasının artık ayağa kalkması gerekmektedir. Müslümanların aynı dili konuşması, aynı hedefi dövmesi lazımken, herkesin ayrı telden çaldığı bir dünyada hiçbir yere varılamaz.

Dünya’nın birçok yerinde tarihçiler, düşünürler, ekonomistler, akademisyenler dünyanın geleceğini ve yenidünya düzenini tartışıyor. Bu konularda öne çıkmış, söylediklerine kulak verilen yüzlerce isim ve kuruluş var. Peki, biz Müslümanlar olarak bu tartışmaların neresinde bulunuyoruz? Hangi pozisyonda olduğumuzun farkında mıyız? İslam dünyasında böyle bir felsefi entelektüel birikimin olmadığını, ses getirecek düşünürlerin ve akımların niçin doğmadığını sorguluyor muyuz? Eğer bizler birikimimiz ile bu tartışmalara bir katkıda bulunamıyor isek, dışımızdaki kurumlar ve kişiler bizin adımıza tartışırlar ve geleceğinizi inşa ederler.

Yaşadığımız dünyayı şekillendirebilmemiz için Müslümanlar olarak hem sahip olduğumuz potansiyeli hem de yapısal sorunlarımızı ve zaaflarımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Hayatı yeniden anlamlandırmak, değerlerimiz istikametinde yeni yapılar üretmek gerekiyor.  Toplumsal hayatiyet derin sorumluluk bilinciyle ve bilgelikle üretilen tez ve projelerle ancak sürdürülebilir.

Müslümanların Dünya’daki Yeri

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın(İİT) üyesi 57 İslam ülkesi bulunuyor. Bu ülkeler dünya nüfusunun % 23 oluşturuyor. 7,4 milyarlık dünya nüfusunun 1,7 milyarı İİT ülkelerinde yaşamaktadır. Ancak bu nüfus büyüklüğüne karşılık, İslam İşbirliği Teşkilatı, iktisaden geri olup, dünya toplam gayri safi yurtiçi milli gelirinin(GSYH) sadece %8,6’sını oluşturmaktadır. Kişi başına gelir rakamları 57 İİT ülkesinin 17 tanesinde 1000 doların altındadır. Ortalama kişi başı gelir dünya ortalamasından 3’te 1 oranında daha düşüktür..

İİT ticaretinin dünya ticaretine oranı da oldukça düşüktür. İİT toplam ihracatının dünya toplam ihracatındaki payı %8,5’tur. Bunun çoğunu da başta Allah’ın bahşettiği petrol olmak üzere doğal kaynaklar oluşturmaktadır. Petrol ürünleri ihracatını çıkardığınızda ihracatta aldığı pay % 5,6’ya gerilemekte nüfusuna göre üçte bir düzeyinde kalmaktadır. Teşkilata üye ülkelerde teknoloji yoğun malların üretimi oldukça düşük olup dünya toplam ileri teknoloji ihracatındaki payı sadece binde 4’tür.  Petrol gelirinin yarısını da, insani gelişme yerine, silah ve savunmaya harcamaktadır.

İslam İşbirliği Teşkilatı cesamet bakımından dünyadaki sayılı büyük örgütlerden birisi olmasına rağmen, şimdiye kadar ortaya koyduğu performans nedeniyle ne ekonomik ne de siyasi anlamda dünya çapında bir etki yaratamamıştır. İİT, 50 yıllık geçmişine rağmen üye ülkeler arasında beklenen işbirliğinin gerçekleştirme noktasında yetersiz kalmıştır.  Teşkilat üyelerinin kendi aralarındaki ticaret seviyesi de yine düşük düzeydedir. Bunun ana sebeplerinden biri üye ülkeler arasında çeşitli anlaşmazlık, çekişme ve devam eden savaşlardır.  Üye ülkelerin bir kısmı aşırı yoksul, diğer kısmı ise sadece doğal fosil kaynaklardan gelen gelir nedeniyle oldukça zengindir. Emek, bilgi ve zeka ürünü olmayan bu zenginlik mîde bulandıran görgüsüzce bir israfa sürüklemekten başka bir sonuç vermemektedir.

Müslüman nüfusun eğitim düzeyi  ve insani gelişmişlik endeksi dünya ortalamasının altındadır. 114 yıldır verilen Nobel Bilim Ödüllerine baktığımızda Müslüman bilim adamımızdan, 1 Pakistan, 1 Mısır ve 1 Türk bilim adamı olmak üzere toplam 3 kişi ödül aldı. Bu ödülü alanların tamamının Batı ülkelerinin, laboratuvarlarından veya eğitim imkânlarından faydalandığını görüyoruz. İslam dünyasının büyük bölümünde, analitik düşünceye dönük, sorgulayıcı, araştırıcı, bilgi üretmeye yönelik bir eğitim yerine,  çocuğun zihinsel gelişimine faydası olmayan, teslimiyetçi, sorgusuz, ezberci, dayatmacı bir eğitim sistemi var. Bu anlayış yetişen neslin düşüncesine ve ürettiklerine olumsuz olarak yansıyor.

Devletlerimiz İslam ahlakından kopuk bir şekilde yönetilmektedir. Aydınlarımızın çoğu kendi köklerine yabancı birer Batı devşirmesidir. Çünkü eğitim sistemi gayri İslami, gayri milli, seküler, materyalist ve sömürgecidir. Bu köhnemiş otoriter devlet yapıları yükselen siyasi değişim, adalet ve temsil taleplerini karşılamada aciz kalmaya devam ederse yaşadığımız çatışma ve kaos dönemi daha uzun süre devam edecektir. Şu an İslam coğrafyası ve merkezindeki Ortadoğu neredeyse küresel kaosun düğüm noktasıdır. Çatışmalar içinde çalkalanan İslâm dünyasının küresel liderlik savaşlarında esamisi bile okunmamaktadır.

Müslüman toplumlar o kadar çökmüşler ki, bize zulümden başka bir şey getirmeyen batı ülkelerini kurtarıcı olarak görebiliyorlar. Müslümanların kendi toplumundan kaçıp, Hristiyan coğrafyasının merhametine sığınma yolunda denizlere açılarak boğulması, Aylan bebeğin kıyıya vurmuş yüz üstü yatan cesedini seyretmek insanın içini acıtıyor.

Yaşadığımız Süreç Zaaflarımızla Yüzleşme Dönemidir

Olaylara, meselelere, hayata vahyin penceresinden bakılmadığı için, malda, makamda, lükste, konforda elitleşirken, ahlakta, kültürde, nezakette ve insanlıkta büyük bir bedevileşme krizi yaşanmaktadır. Cüzdanlar, kasalar, makam koltukları dolmuştur ama ama gözler doymamıştır. İzzeti ve şerefi İslam’da ve Resulün ahlakında bulması gereken toplumumuzda, şeref ve itibar malda, makamda ve parada aranır olmuştur. Bir makama gelebilmek için gerekirse ahlakını, adaletini, merhametini ve değerlerini bile gözden çıkarabilen makam bağımlısı tipler türemiştir.. Ruhları ve bedenleri lüks, konfor, gösteriş, israf ele geçirmiştir. Maddi imkânlar arttıkça maneviyat yok olmuş, mefkure unutulmuştur.

İslam’ı yüceltmek yerine, kavmimizi, ırkımızı, cemaatimizi, mezhebimizi yüceltme gayreti içine girilmiştir. Davet ve eğitim çalışmalarına ağırlık vermek yerine, bütün enerjilerini siyasal iktidara yönlendirmiş olan Müslümanların düzene bağımlılıkları artmıştır. Adaletin, merhametin, vicdan ve hikmetin hakim olduğu diriltici bir yol üzere gitmek varken, dini değerlerimizi yok sayan bir sistemin muhibbi ve aşığı olunmuştur.

İnancımızla çelişen, örtüşmeyen o kadar çok ayıplarımız, kusurlarımız var ki, hangisini söyleyelim. “Nasıl bu hale geldik, ne oldu bize, bu işte payımız nedir” diye kendimizi sorgulamamız gerekiyor. On yıllardır devam eden Kur’an okumalarından, tefsir ve meal derslerinden, Siyer okumalarından neden bir değer sistemi, bir model, bilgi felsefesi, siyasi felsefe çıkaramıyoruz.

21. Yüzyıla söyleyecek doğru dürüst bir sözümüz, kurucu/inşa edici bir iddiamız ve oluşmuş bir kültürümüz yok. Köklü sorunları günübirlik politikalarla çözeceğimizi sanıyor, ödünç alınmış bir kültürle yaşıyoruz. Kendi inancı temelinde bir iddia ortaya koyamayan, bir siyaseti olmayan Müslümanlar, devlet/iktidar ile inancı arasında sıkışmış bir sürü görüntüsü veriyor adeta. Sorumluluklarını başkalarının güdümüne havale etmiş, bütün meselesi mevcut şartlarda daha iyi nasıl yaşayabilirim derdinde. Oysa Rabbimiz şöyle buyuruyor;  Ey iman edenler, “Raina-Bizi güt” demeyin. “Unzurna-Bizi gözet” deyin ve dinleyin. Kâfirler için acı bir azab vardır.”(Bakara, 104). Bu ayet bize yönetim ile ilişkimiz hakkında “sürü olmayın” uyarısında bulunuyor.

Bu krizden Çıkış Mümkündür

Müslümanların birçok problemi olduğu ve hatalarımızın da olduğu doğrudur. Bu problemleri çözmeye, hataları telafi etmeye, bugünün dünyasında karşılaşılan olumsuz tutum ve tavırlarla nasıl mücadele edileceğine dair düşünmeye ve çalışmaya ihtiyaç vardır.

Süreci anlamak için önce ’Biz neredeyiz? sualini kendimize sormalıyız. Şu anda yaşadığımız tıkanma hâlini “Hangi zihinsel üretim ile aşabiliriz?”. Enfal, 53’teki: “Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve (bilin ki) Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.  ayeti temel düsturumuz olmalıdır.

Kur’an’ın öngördüğü şahitliği önce kendi şahsiyetimizde göstermeli, Müslüman zihnin yeniden inşası için kavramları İslam’ın istediği şekilde kullanmalıyız. Müslüman, bütün İslami değerlere uygun hareket eden kişi demektir. Müslümanı ancak inancı bağlamalıdır. Kendimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. İktidar merkezli düşünmek yerine yaşadığımız sistemi sorgulamalıyız. Her alanda egemenlere karşı uzlaşma yerine bir hesap sorma tavrı içinde olmalıyız. Allah, uzlaşma ihtimaline karşı Resulü ikaz etmiştir. “Sana gelen bu ilimden sonra onların hevasına uyacak olursan senin için Allah’tan ne bir yardımcı, dost; ne bir koruyucu vardır.” (Ra’d,  37). Küçük lütuflarla, kısa süreli iktidar hevesleriyle avunmayı bırakmalı, kokuşmuş bir bataklıkta yaşamaya tenezzül etmemeliyiz.

İslam’ın belli ritüellere hapsedilmiş bir din olmaktan çıkarılması, bir hukuk, ahlak ve medeniyet projesi olarak algılaması, Kur’an’daki İslam’ın ve Hz. Peygamberin yaşadığı Müslümanlığın yaşanması gerekmektedir. Müslüman olmadan İslami bir hayat mümkün değildir. İyi bir Müslüman olarak ahlak, vicdan, adalet temel ilkelerimiz olmalıdır. Kuran'ın nurundan ve hikmetinden kaynaklanan bu İslami yükselişi tekrar başlatmak için Müslümanların Kuran ahlakını temel alan bir yol göstericiliğe ihtiyaçları vardır.

Müslümanın kirlenmiş zihninin temizlenmesi gerekmektedir. İslam âleminin karşılaştığı problemlerin çözümü ve yeni bir medeniyet dirilişinin gerçekleştirilmesi için öncelikle bizim yeni bir dile ve derin bir kavramsal dünya inşa etmeye ihtiyacımız var. Problemi teşhis edememiş, ona dönük projesi olmayan anlayışlar her daim baskı politikalarına teslim olacaktır.

Kur’an bizden ümitli olmamızı istiyor. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin; bilin ki, hakkı inkâr eden insanlardan başkası Allah’ın hayat bahşedici rahmetinden ümit kesmez.” (Yusuf, 87). Hz. İbrahim’in, Nemrut’un zulmünden nasıl çıkıp Mekke’de yeni bir başlangıca imza attığını biliyoruz. Biz de yılgınlıktan kurtularak, insanlığı şirkin fesadından kurtarmak, Rabbani ilke ve hakikatleri onlara götürmek, bu ilkeler ışığında yeni bir gelecek inşa etmek için önce kendimizi inşa etmenin yollarını aramalıyız.

Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir. İnşallah bir gün gerçek bir Arap Baharı yayılacak, bu diktatörler şebekesi, çöle, kuma ve toza karışacaktır. Nerede ve ne zaman olduğu bilinmez ama bu tıkanıklığın mutlaka aşılacağına dair ümidimizi muhafaza ediyoruz, biiznillâh.

 

1 Ekim 2020 Perşembe

TÜRKİYE’Yİ ÇOK YÖNLÜ KUŞATMA VE YALNIZLAŞTIRMA

(Umran Dergisi)


Türkiye’yi kuşatma ve yalnızlaştırma stratejisi… 

Tarihin kırılma anlarından birini yaşıyoruz. Dünyanın siyasi ve ekonomik güç düzeninde yeni dengeler oluşuyor. Adeta yeni bir dünya kuruluyor, tarih yeniden yazılıyor. Girmiş olduğumuz bu küresel dönüşüm kavşağında, Türkiye bağımsız ve aktif dış politikasıyla dünyada yeni dengelerin oluşmasında etkin olan bir ülke. Erdoğan’ın 2009’daki tarihi “one minute” çıkışı ile Davos’ta meydana gelen gerginlik sonrası, Türkiye’nin eksen kayması yaşadığı ve İsrail’i çevrelemeye çalıştığı iddiası ile ülkemizi hedef tahtasına oturtanlar, ondan sonraki süreçte Türkiye’ye karşı bir kuşatma politikası izlemeye başlamışlardı.

Ancak Türkiye'nin çevrelenmesi ve sınırlandırılması için tek sebep bu tartışma değildi. Esas mesele, Türkiye’nin yeniden tarihi misyonuna sahip çıkarak, 2007 başından itibaren aktif olarak ortaya koyduğu bölgesel liderlik bağlamında, yeni dış politika ve güvenlik doktrini ile alan genişletmeye başlamasıydı. Osmanlı’nın dönüşü olarak nitelen bu yeni pozisyon Müslüman toplumlar üzerinde yeni bir umut ışığının yeşermesine sebep oluyordu.

Avrupa Birliği Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell “Eski imparatorluklar geri gelmeye başladı. Bunlardan üçü Rusya, Çin ve Türkiye. Bu durum bizim için yeni bir ortam sunuyor” diyordu. Fransız haber sitesi Aleteia da; .’Türkler geri döndü’ manşetini atarak “Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun Akdeniz emellerini yenileyerek gücünü göstermektedir,” diyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı “asırlık uyanış” açıklaması ve Türkiye’nin bir medeniyet iddiasına sahip olduğundan söz etmesi, bir Türkiye ekseni inşa ederek tarihin yapılmasında kilit aktörlerden biri olması onları endişelendiriyor. İşte bu yüzden Borrell gibi adamlar, hem dünyayı hem Arapları hem de içimizdeki laikçileri ve Kemalistleri kendi uydurmaları ‘emperyalist Osmanlı’ imajı ile korkutmaya çalışıyorlar. İslâm dünyasındaki fiilen ve zihnen Batılıların hizmetçisi olmuş köle ruhlu aydınları korkutarak hegemonyalarına devam etmek istiyorlar.

Dünya yeniden dizayn edilirken, eski dünya düzeninin sahipleri yeni oluşacak dengelerde Türkiye'nin önemli bir aktör olacağını gördükleri için bu gücü frenleme adına her türlü kozu kullanıyorlar. Ülkenin ve ümmetin kaderini tayin edecek mücadeleler verilirken, enerjimizi tüketecek her türlü senaryo içeride ve dışarıda sahneye konuluyor. Gezi olaylarına, 17-25 Aralık kurgusuna ve 15 Temmuz hain darbe girişimine bu gözle bakmak gerekiyor. 15 Temmuz’da hedeflerine ulaşamayanlar, şimdi başka saldırılarla Türkiye’nin birliğine bütünlüğüne kast ediyorlar.

Türkiye’nın savunma sanayiinde elde ettiği başarılı sonuçlar, Suriye’de, Libya’da jeopolitik stratejilerde gerçekleştirdiği çok yönlü açılım ve atılımlar, küresel hegemonları rahatsız etmiştir. İslam coğrafyasındaki halklar ürerinde oluşan Türkiye sempatisini tersine çevirmek ve Arap dünyasını da Türkiye’ye karşı düşmanlaştırmak için her tür şeytanî yola başvuruyorlar. Katar hariç Türkiye’ye karşı bir Arap cephesi oluşmuş durumda. Özellikle Mısır, Suudi Arabistan ve BAE’nin başını çektiği emperyalistlerin kuklası ülkelerin hem Arap dünyasını hem de genelde İslâm dünyasını nasıl şeytanlaştırdıklarını görüyoruz. Türkiye’nin hedef ve ölçek büyütmesi, gücüne güç katması üzerine Türkiye’ye yöneltilmiş çok yönlü tehditlerle karşı karşıyayız.

Küresel sistem, bölgedeki hegemonyalarını sürdürebilmenin ancak Türkiye’yi bölgede devre-dışı bırakabildiği zaman mümkün olacağını düşündüğü için, hem içerden hem de dışardan bir kaç cephede birden çok yönlü bir kuşatma ve yalnızlaştırma stratejisi izliyor. Daha bir kriz bitmeden diğerine koşturmak, Azerbaycan’dan Libya’ya kadar uzanan çok sayıdaki askeri angajmanlara girmek, birçok cephede mücadele vermek, Türkiye’nin ekonomik, askeri ve diplomasideki yükünü oldukça artırmıştır. 

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yürüttüğü siyaset, küresel kapitalizmin önde gelen aktörlerini rahatsız etmiştir. Bu nedenle, Türkiye burada, cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir dış politika yalnızlığına mahkûm edildi. Türkiye’nin düşmanlarının sürdürdüğü stratejinin amacı; Türkiye’yi yalnızlaştırmak, devleti terörle bunaltmak, güvenlikten ekonomiye kadar her alanda ülkeyi yönetemez hale getirmek, masada ve sahada teslim almak, yine kendilerine bağımlı hale getirmektir.

Doğu Akdeniz’deki Hesaplaşmalar

Doğu Akdeniz zengin hidrokarbon kaynaklarına sahip bir bölgedir. Birçok jeopolitik çıkarın kesiştiği Doğu Akdeniz’de gergin bir rekabet ve paylaşım mücadelesi yaşanmaktadır. 2008’den itibaren bölgede doğal gaz rezervleri tespit edilince, dev şirketler buradaki ülkelerle birlikte bölgeyi parsellediler. Peş peşe gelen yeni ‘denizalanı sınırlama anlaşmaları’, NAVTEX ilanları ve artan askeri tatbikatların gölgesinde yapılan sert ve yüksek perdeden siyasi açıklamalarla bölgede tartışma devam etmektedir. Ayrıca, Doğu Akdeniz’in Süveyş Kanalı’nın çıkışı olması, İsrail’in güvenliği, Azerbaycan ve Kerkük petrolünün terminal noktası olması gibi nedenler yüzünden bölge stratejik bir önem arz ediyor. Doğu Akdeniz çok sayıda aktörün boy göstermeye çalıştığı ve çekiştiği bir coğrafyaya dönüşmüştür. Türkiye ise Akdeniz’e en uzun kıyısı olan ve KKTC nedeniyle bölgede merkezi bir role sahip bir ülkedir. Artık rekabet deniz alanlarının ve gaz yataklarının paylaşımı noktasından çıkarak çok sayıda bölgesel ve küresel aktörün de katılımıyla daha genel bir jeopolitik ve stratejik cepheleşmeye doğru dönüşmüştür.

Türkiye’nin Yunanistan ile ikili bir müzakere masasına oturma yaklaşımı, Yunanistan’ın Türkiye’yi baskı altına alma amacıyla, konuyu başta AB olmak üzere yeni kurulan bölgesel ittifaklar zeminine çekme ve uluslararasılaştırma yaklaşımıyla sekteye uğruyor.  Yunanistan yıllardır Türkiye ile ikili diyalogdan hep kaçınmakta, her meseleyi Türkiye-AB sorunu haline getirmektedir. Türkiye'nin karşısında tek başına kaldığında yaşayacağı kâbusun korkusuyla sürekli ABD, Fransa, İsrail, BAE, Mısır, Suudi Arabistan’a göz kırparak çok taraflı bir koalisyonun parçası gibi kendisini pazarlamaktadır.

Doğu Akdeniz’de birçok ülke Türkiye karşıtlığı bağlamında aynı kampta buluşmuş vaziyettedir. ABD, Fransa, Yunanistan, Mısır, İsrail, BAE, Suudi Arabistan Türkiye’nin karşısında yer alıyorlar. ABD Kıbrıs Rum Kesimi’ne 33 yıldır uyguladığı silah ambargosunu kaldırma kararı alırken, Yunanistan Fransa’dan Rafale tipi savaş uçağı alacağını açıkladı, Girit açıklarında Birleşik Arap Emirlikleri, Yunanistan, Fransa ve İtalya tatbikat düzenledi. Son Doğu Akdeniz Gazi Forumunda İtalya ile beraber Filistin, Ürdün gibi ülkeler de bunların safında yer aldı. Türkiye dış politika tarihinde görülmemiş bir izolasyonla karşı karşıya kaldı.

Türkiye'nin Çevrelenmesi Ve Sınırlandırılması

Çevreleme, jeopolitik bir yaklaşım olarak Türkiye karşıtı unsurların Türkiye'nin harekât alanını daraltması, dış dünyayla olan bağlantısını sınırlayıcı politikaları devreye sokmasıdır. Sınırlandırma ise Türkiye'nin askeri gücünü dengeleyerek hareket kabiliyetini kısıtlaması anlamlarını taşıyor. İsrail, Mısır, Yunanistan ve GKRY arasında yapılan ortak tatbikatlar, icracı devletlerin konumlandıkları coğrafya itibariyle doğrudan Türkiye’min çevrelenmesi ve kısıtlanması stratejisi bağlamında değerlendirilmelidir.

Yunanistan devlet aklı neredeyse Türkiye’yi çevreleme fikri üzerine inşa edilmiştir. Yunanistan’ın temel amacı Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de yalnızlaştırmak ve uluslararası kamuoyuna Türkiye’nin sadece itiraz eden ve sorun çıkaran devlet konumunda olduğunu göstermektir. Bugüne kadar Türkiye-Yunanistan arasında 60 görüşme yapılmış, her konu konuşulmuş ama hiç bir husus halledilememiştir. Şimdi 61. istikşafı görüşme yapılacak ama görülen o ki, bu görüşmeler 40 yıl daha devam eder. Bugünkü konjonktür dahilinde ABD ve çoğu AB üyesi ülkeler, haklı haksız her konuda Yunanistan’a açık bir şekilde destek verdikleri için Yunanistan’ın anlaşma yoluyla çözüme yine yanaşmayacaktır.

Türkiye karşıtı AB yaptırımları da bu dönemde Fransa, Yunanistan ve GKRY’ın gayreti olarak karşımıza çıkmaktadır. İspanya’nın Seville Üniversitesi’nde bir profesörün hazırladığı “denizdeki Sevr” olarak tanımlanacak bir haritada Yunanistan’ın tezlerine yer verilmesi, AB’nin bunu desteklediğini söylemesi Türkiye’nin sabrının taşıran örneklerden biridir. Fransa’nın yönetmenliğinde ve Avrupa Birliği, Almanya ve Doğu Akdeniz Gaz Forumu üyelerinin aktörlüğünde sahneye konan oyunun amacı, hukuksuz eylemlerle Türkiye’yi tahrik ederek bir çatışmaya çekmek ve saldırgan taraf pozisyonuna düşürmektir.

AB, Türkiye’nin her alanda çok gerisinde bulunan ülkelere üyelik verirken, her seferinde ''Sonra görüşürüz'' diye Türkiye bekletilmiş, her müzakereye Yunanistan lehine Kıbrıs ve Ege şartları ve dayatmaları eklemiş, Rumları Kıbrıs’ın tek hakimi olarak tanımıştır. Günümüzde Yunanistan tarafından işgal edilen 18 ada ve 1 kayalık için hiç sesini çıkarmamaktadır. AyrıcaDicle ve Fırat sularının “uluslararası topluluğun suları” olduğu iddiasıyla Türkiye’den bu sular üzerindeki hükümranlık haklarından vazgeçmesini istemekte, bu nehirlerin ve kaynakların yönetimini Avrupa Birliği’ne devredilmesini istemektedir. “Ermeni sorunu” da AB’nin Türkiye politikalarının önemli bir aracı olup Türkiye’nin bütünlüğünü ve geleceğini torpillemek için geliştirilmiştir. Son olarak AB dönem Başkanlığı döneminde yapıcı bir rol yükleneceği düşünülen Almanya Başbakanı Merkel’in “Bütün AB ülkeleri Yunanistan’ı desteklemekle yükümlüdür “açıklamasından sonra Almanya pozisyonunu arabuluculuktan “taraf” pozisyonuna çekmiştir. Bu son açıklama AB’nin hala Sevr kafası ile hareket ettiğini göstermektedir.

ABD ve AB’nin desteklediği GKRY, Yunanistan, Mısır ve İsrail’in öncülüğünde Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin haklarını hiçe sayarak, deniz sınırlarını ihlal ederek, adanın tek sahibi gibi davranarak yasal olarak da ahlaki olarak da geçersiz olan sondaj çalışmalarına devam etmektedir. Buna karşılık AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kendi karasularında sondaj çalışması yapması nedeniyle yaptırım uygulayacağı tehdidini savurmaktadır.

Yunanistan, Lozan anlaşması kurallarını ihlal ederek Türkiye kıyılarına sadece birkaç kilometre uzaklıkta bulunan adaları silahlandırırken, statüsü belli olmayan ada ve kayalıklara sivil, asker ve canlı hayvan çıkarırken, NATO, ABD ve AB’nin bu ağır tahriklere duyarsız kalması onların ikiyüzlülüğünün bir göstergesidir.

Yunanistan ABD ve AB’den Aldığı Cesaretle Hareket Ediyor

Türkiye’den Yunanistan’ karşı bir hareket olduğunda ilk hedeflerden biri Dedeağaç olduğu için Amerikalıları getirip orada deniz ve hava üssü kurdurdular. ABD-Yunanistan savunma iş birliği kapsamında; Girit'teki Souda Askeri Üssü'nün genişletilerek modernize edilmesi, Larisa havalimanının yenilenmesi, Stefanovikeio Hava Üssü'nde kapasitesinin arttırılması, Dedeağaç limanının modernize edilmesi gibi faaliyetler var. Öte yandan ABD, F-35 tedariki konusunda Yunanistan'a göz kırpmakta,  GKRY’ne Patriot verebileceği dedikoduları yayarak Türkiye'yi dengelemeye dönük hamleler yapmaktadır.

Yakın geçmişte Ege denizindeki Sikiros adasında, Yunan, Fransız ve ABD birliklerinin katılımı ile ‘’Büyük İskender’’ tatbikatı icra edildi ve bu tatbikatta Yunan adasının düşmandan geri alınması ile ilgili bir senaryo denendi. Yani, NATO üyesi Yunanistan, Fransa ve ABD’nin birliklerinin katılımı ile icra edilen bu tatbikat doğrudan NATO üyesi Türkiye’yi hedef almıştır.

Ege denizindeki bu koalisyon Doğu Akdeniz’de de karşımıza çıkmaktadır. Fransa, refakatçi altı savaş gemisi eşliğinde bir uçak gemisini GKRY’nin sözde münhasır ekonomik bölgesine göndererek, bu yönetimi sözde taciz eden Türkiye’ye açık bir mesaj vermektedir.

ABD bölgede çok açıktan Türkiye’nin karşısında yer almaya başlamıştır.  ABD Dış İşleri Bakanı Pompeo, Kıbrıs Rum bölgesini ziyaretinde, Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve ABD enerji işbirliğinin önemini vurgulayarak, “Türkiye’nin bölgedeki eylemleri bizi derinden endişelendiriyor” açıklamasını yaptı. Lefkoşa ziyaretinde KKTC Cumhurbaşkanı ile görüşmedi.  12 Eylül’de GKRY ile ABD arasında imzalanan ve Güney Kıbrıs’ta “Kara, Açık Denizler ve Liman Güvenliği Merkezi” kurulmasını öngören mutabakat muhtırası da Kıbrıs Türk tarafını yok saymaktadır.

Açıkça görülmektedir ki, Türkiye, Ege ve Doğu Akdeniz’de çevrelenmekte, bu bölgelerdeki çıkarlarını savunması giderek zora sokulmaktadır. Türkiye’nin Azeri kardeşlerini yalnız bırakmayacağını bildikleri için bir taraftan da Ermenistan’ı Azerbaycan’a saldırtarak Türkiye’nin gücünü çeşitli cephelerde parçalamaya çalışıyorlar. Bütün bu gelişmelerin İdlip'te eşi görülmemiş bir askeri tırmandırma nedeniyle Rusya ile ilişkilerimizin gerildiği sürece rastlaması, Düvel-i Muazzama’nın birlikte hareket ettiğini, Türkiye’yi daha da zora sokmak istediklerini göstermektedir.

Türkiye bugün bütün kara ve deniz sınırlarından tehdit edilen bir ülke konumundadır. Dikkatle bakılırsa, hiçbir bölge içi ve bölge dışı aktör bu coğrafyada tek başına siyaset yürütmüyor. Bugün yaşadığımız gelişmeler bundan sonraki kuşakları etkileyecek bir özellik arz etmektedir.  Tarih tekerrür ediyor ve Akdeniz’den Afrika’ya, Karadeniz’den Kafkaslara kadar Türkiye’ye karşı bir çevirme hareketi uygulanmaya çalışılıyor. Bu nedenle.Türkiye’nin hak ve menfaatlerini en iyi şekilde koruması, kendisine örülmeye çalışılan kapanı boşa çıkarması, bu çevrelemeyi yarması ve stratejik sıkışmışlığı aşması için güçlü olması gerekiyor.

Fransa’nın Derdi Ne?

Fransa-Türkiye krizine geniş bir perspektiften bakabilmek için öncelikle Afrika kıtasının Fransa için ifade ettiği önemi kavramak gerekmektedir. Libya’daki mücadele Türkiye ve Fransa arasındaki mücadelede buzdağının görünen kısmıdır. Meselenin özünde Türkiye tarafından yürütülen Afrika politikasının Fransa’nın çıkarları ile çatışması yatmaktadır. Fransa eski sömürgeleri nedeniyle hala Afrika’nın en önemli kolonyal bir gücüdür. Fransız dilinin baskın olarak konuşulduğu ülkelerin sivil ve askeri kadroları Fransa’da eğitilmekte, askeri teçhizatlar Fransa tarafından temin edilmektedir.

Fransa Afrika  gibi tarihsel, kültürel ve siyasal bağlar ile kendisine bağlamış olduğu bir bölgede, farklı bir siyasi aktörün etkili olmasını menfaatlerine aykırı bulmaktadır. Türkiye tarafından Afrika’da açılmış olan 26 adet konsolosluk bu rahatsızlığın tezahürlerinden biridir. Sahra altı Afrika’ya açılan geçiş noktasında yer alan Libya gibi bir ülkede Fransa’nın çıkarlarına karşı tutum alacak bir güç Fransa tarafından istenmemektedir. Libya Fransa için Afrika bağlantısı açısından kritik bir önem arz etmektedir.. Türkiye’nin yaptığı müdahaleyle Libya’da, sahadaki askeri dengeyi değiştirmesi, burada Fransa’yı devre dışı bırakması, Libya gibi bir coğrafyada emperyalistlerle boy ölçüşmesi onları rahatsız etti. Türkiye’nin operasyonlarıyla Hafter’in almış olduğu yenilgiler karşısında Fransa ABD’ye ve AB’ye çağrı yapmış ve Türkiye’nin Libya’daki siyasi hamlelerinin dengelenmesi gerektiğini bildirmiştir. Fransa Hafter’e destek vererek, Libya ve Sahraaltı Afrika’daki Fransa karşıtı grupları nötralize etmeyi ve aynı zamanda Hafter’in kontrol etmiş olduğu bölgelerdeki enerji kaynaklarından faydalanmak istemektedir.

Fransa-Türkiye arasındaki rekabetin ekonomik boyutu da ayrı bir önem taşımaktadır. Türkiye tarafından Cezayir’e yapılan yatırımlar Türkiye’yi Cezayir pazarında önemli bir aktör haline getirmiştir. Yine Temmuz 2020 tarihinde Türkiye ve eski bir Fransız kolonisi olan Nijer arasında ekonomik ve savunma alanında iş birliği antlaşması imzalanmıştır. Türkiye kökenli bankaların, GSM operatörlerinin, müteahhitlik şirketlerinin, gıda zincirlerinin Afrika ülkelerinde yayılma alanı bulması emperyalistleri tedirgin etmiştir.

Libya’nın Türkiye tarafından Afrika’ya açılan bir üs ve platform olarak kullanılması, buna bağlı olarak Fransa’nın etkinliğini kaybetmesi Fransa’yı rahatsız etmiştir. Libya’da da, Mısır, İsrail, Fransa, Rusya, BAE, Suudi Arabistan, Yunanistan Türkiye’ye karşı bir blok oluşturan aktörler hepsi orada. Ama Türkiye oraya gittiği zaman kıyameti koparıyorlar.

Ayrıca, Fransa AB bölgesinde hakimiyeti olan Almanya’yı dengeleyebilmek için Akdeniz’de güçlü ve sözü geçen ülke olmak istemekte, Yunanistan’ı kendi öncelikleri ve çıkarları bağlamında bir sıçrama tahtası olarak kullanmaktadır.

Stratejik Ortaklığın Suyu Çıkmıştır

Stratejik müttefiklerimiz stratejik düşmanız gibi hareket ettikleri için, artık stratejik ortaklığın suyu çıkmıştır diyebiliriz. Türkiye’yi soğuk savaş boyunca ileri karakolu olarak gören ‘stratejik müttefik’ olarak değerlendiren Batı sisteminin, bugün terör örgütlerine karşı gösterdiği himaye, nasıl bir müttefiklik sorusunu gündeme getirmektedir.  Terör örgütlerini kollayan, imkân sağlayan, onlara Avrupa’nın şehirlerinde bürolar açan, AB’nin başkenti Brüksel’de konuşlandıran Avrupalılar ve Suriye’de PKK/PYD ile işbirliği yapan ABD ikiyüzlü davranan suç ortaklarıdır. Hedefleri bin yıldır bu topraklarda var olan milleti parçalamak, devletini yıkmaktır. Bu bakımdan meseleyi sadece bir terör ve gaz meselesi olarak görmek yetersizdir. Türkiye’nin FETÖ ve PKK terörünün üstüne yürümesi AB’den “şiddetli” tepkiler almıştır. NATO tatbikatında Mustafa Kemal ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef tahtasına koyarak Türkiye’ye karşı açık bir tehditte bulundukları için Türk subayları orayı terk ettiler.

İdlip’te Rusya ve rejim güçleri Türk gözlem noktalarına saldırıp onlarca Türk askerini öldürürken, NATO, İdlib’deki saldırıları Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik doğrudan bir tehdit olarak değerlendirmediği için NATO’nun 5. Maddesini uygulamaktan geri durdu. Her zaman kendi lehlerine kullandıkları bu maddeyi söz konusu Türkiye olunca kıllarını bile kıpırdatmadılar.

Batı’nın rahatsızlığı, Batı eksenden çıkan, ülkesine karşı sürdürülen kuşatma çemberine teslim olmayan, boyun eğmeyeceğini dünyaya ilan eden Türkiye gerçeğidir. Bu ülkeyi 15 Temmuz’da ele geçirmek, bağımsızlığına son vermek isteyenler, şimdi bölgedeki piyonları vasıtasıyla Türkiye’yi yeniden kontrol altına almak istemektedirler. Ancak artık haksızlıklara başkaldıran bir ülkenin var olduğunu, bu saldırıların milleti ayağa kaldırdığını, hesaplarının boşa çıktığını görüyorlar. Türkiye’nin emperyalizme karşı azimli direnişi ve vatanı savunması onları çok rahatsız ediyor. Türkiye’nin yalnızlaşmasını, direnme gücünün zayıflamasını dolaysıyla emperyalizme daima bağımlılığı kalmasını istiyorlar.

Türkiye’nin yükselişi, küresel vicdanları sorgulayışı, zalimlerin zulmüne karşı mazlumların dili, nefesi, direnci, umudu, özgüveni olması, yeryüzündeki sömürü düzenine karşı mücadelesi en büyük rahatsızlıklarıdır.[1]

Türkiye’nin Önemli Konumu…

Türkiye’nin dış politika ve güvenlik stratejisi bir süredir dönüşüm içinde. Denizde “Mavi Vatan” adı verilen ama bunu aşarak karayı da içeren aktif ve güce dayalı bir “ileri savunma doktrini” (forward defense)  inşa halinde. Bir ayağı Irak’ın kuzeyinde, güney ucu Somali ve Katar’da, doğuda Kafkaslarda, Batı’da Libya’ya kadar uzanan geniş bir hat’ta, askeri, siyasi ve ekonomik nüfuz etkinlik bölgesi kurmaya dayalı bu strateji bu. Türkiye’nin savunmasının sınır ötesi alanlardan başlaması  ve bu stratejiyi uygulamaya yönelik bir askeri endüstriyel kompleksin geliştirilmesi fikrine dayanıyor.  

Türkiye bir süredir sınır ötesi alanlarda asker bulundurma, askeri üsler kurma, askeri varlığı takviye etme gibi güvenlik politikaları uyguluyor. Türkiye Somali ve Katar’da askeri üs kurarken, Kürdistan Bölgesel Yönetimi bölgesindeki askeri varlığını artırmaya, yeni üsler kurmaya devam ediyor, KKTC’ye İHA ve SİHA’lar yerleştiriyor, Suriye’de dört bölgede asker tutuyor, orada kendi kontrolünde yerel yönetimler kuruyor. Akdeniz’de yüzlerce gemi ve uçakla büyük çapta Mavi Vatan tatbikatı yapıyor. Libya’ya askeri eğitim desteği veriyor. Askeri imkânlarını kullanıp Hafter güçlerini geri püskürtüyor. Ermenistan’a karşı Azerbaycan’a askeri destek veriyor. Şüphesiz her siyasi tercihin, her bölgesel kazanımın getirdiği risk ve maliyetler mutlaka olacaktır. Ancak Türkiye,  yaşaması ve gelecek kuşakları da ilgilendiren haklarının korunması için “Sevr” oyunlarını bozması ve mücadelesine devam etmesi gerekiyor.

Türkiye bölgede en güçlü askeri üstünlüğe ve NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip bir ülkedir. Nüfusu, askeri mücadele tecrübesi, sahadaki deneyimi, savunma sanayindeki atılımları açısından onunla bölgede baş edebilecek başka bir aktör yok. Doğu Akdeniz gazının boru hatları ile Avrupa pazarına taşınmasında en elverişli ve alternatifsiz transit ülke Türkiye’dir. Aynı zamanda Çin’in 69 ülkeyi kapsayan Bir Kuşak Bir Yol projesinin Asya’yı Avrupa’ya bağlayan en önemli geçiş güzergâhı üzerinde bulunmaktadır.

Türkiye Bu Kuşatmayı Yarmalı, Yalnızlık Kabuğunu Kırmalıdır 

Türkiye, bütün bu gerçekleri nazari dikkate alarak yeni politikalar üretmeli ve yeni hamleler başlatmalıdır. Bu coğrafyada yaşamak için coğrafyanın gerektirdiği ekonomik, askeri ve siyasi güce sahip olmak zaruretini hatırdan çıkarmamak gerekiyor. Zaman ve konjonktür iyi değerlendirilip, bilgi ve birikime sahip ortak bir akıl, ülkenin enerjisini boşa harcamayacak etkin stratejiler geliştirmelidir.

Doğu Akdeniz'in önümüzdeki dönemin yeni jeopolitik ekseni olacağı anlaşılıyor. Türkiye'nin hem savaşabilen hem de anlaşabilen bir ülke olmayı sürdürebilmesi için diplomasisini yürütecek bir zihinsel hazırlığa ve güç kapasitesine sahip olması çok önemlidir. Yıllardır mücadele ettiği terör belası, halen yaşadığı krizler ve tarihi tecrübesi Türkiye'nin çözüm bulma yeteneğini geliştirmiştir. Bu süreçteki duruşuyla, kararlılığıyla çevirme stratejisini lehine döndürebilecek bilgi, birikim ve güce sahip bulunmaktadır.

İslam coğrafyasında bu güce ve iradeye sahip başka bir ülke yoktur. Türkiye düşerse, Kudüs’ün düşeceğini, Türkiye düşerse Kafkasya, Balkanlar ve Kuzey Afrika’nın düşeceğini unutmayalım. Bölgede istikrarı sağlayacak yegâne ülke yine Türkiye’dir. Türkiye kendi iç bütünlüğünü, iç düzenini ve istikrarını sağladığı zaman önünde kimse duramaz. Bu nedenle, İçeride yapılan hatalar ile uluslararası arenadaki duruşu birbirine karıştırmamamız lazım. Milli meselelerde bu millet iktidar ve muhalefeti ile birlik içinde hareket etmelidir. Ya “fanatik tartar” ya da “müzmin muhalif olmayı bırakmamız gerekiyor.

Cari açık vermeyen, borçlu olmayan, bağımsız bir ekonomi hava savunmasından daha önemlidir. Barış Pınarı harekâtı üzerine Trump’ın tehditlerini hatırlayın. Trump¸ “Türkiye Suriye’nin kuzeydoğusuna yapacağı askeri operasyonla ilgili sınırı aştığını düşündüğüm bir şey yaparsa, Türkiye’nin ekonomisini tamamen yerle bir ederim. (Daha önce yaptım!)" demişti. Süreç, ABD Başkanı’nın “ekonomini yıkarım” notası ve başkan yardımcısını göndererek harekâtı durdurmasıyla sonuçlanmıştı.  Trump, Türkiye'de tutuklu bulunan rahip Brunson üzerinden yaşanan kriz sırasında twitter'dan benzer bir mesaj paylaşmış, Türk Lirası Trump'ın bu mesajlarının ardından büyük bir düşüş yaşamıştı.

Yenidünya düzeni kurulurken Türkiye de kendi stratejisini ekonomik, askeri ve siyasi küresel bir oyun kurucu olarak planlamalıdır. Bugün başımıza gelenler bugün yaptıklarımızdan dolayı başımıza gelmiyor. Beş-on-elli-yüz yıl önce aldığımız kararların etkileri ya bizi kurtarıyor ya da batırıyor. Günlük politikalarla büyük hedeflere ulaşamaz, stratejik hedef koymadan nereye gideceğinizi bilemezsiniz. Derler ki; Nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgârın faydası olmaz.”

Eğer Türkiye oyun kurucu bir ülke olmak istiyorsa kaynaklarını verimli kullanmak, AR-GE faaliyetlerine ağırlık verip sanayinin ileri teknoloji dönüşümünü sağlamak zorundadır. Bunun ise ancak bağımsız güçlü bir ekonomi ile mümkün olacağı bilinmelidir. Kaynakları israf etmeden, geri dönüşü olmayan alanlara yatırmadan, reel ekonomi esas alınarak, küresel rekabete yönelik yatırımlara öncelik verilerek, bağımsız ve güçlü bir ekonomiye sahip olmak gerekiyor.

Şunu unutmayalım, gücünüz kadar konuşur, gücünüz kadar adam yerine konulursunuz.



[1] Akif Bedir, Yeni Akit Gazetesi 20 Mart 2019

1 Eylül 2020 Salı

ESAS MESELE… Bugünü Anlamak, Yarına Hazırlanmak

(Umran Dergisi)


Yeni Dünya Düzeni Tartışmaları Ve Türkiye…

Global dünya düzeninin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilen ve coğrafya,  askeri güç ya da gelişmişlik düzeyine bakmaksızın tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 karşısında, ülkelerin sergiledikleri tutum, neo-liberal illüzyonun uluslararası işbirliği ve barış ütopyalarının yetersizliğini ve bu felsefenin yenildiğini göstermiştir. Başta ABD olmak üzere uluslararası siyasete yön veren küresel güçler, Covid-19 konusunda barışçıl bir tutum sergileyememiş, ne bir politika ne de bir söylem geliştirememişlerdir. Ülkeler salgın sürecinde kendi problemlerini çözmek derdine düşmüş, birbirlerinin sağlık malzemelerine el koyacak kadar bencil tavırlar sergilemişlerdir. Uluslararası sistemin işlevsizliğinin anlaşılması sonucunda, küreselcilik karşısında ulusal hareketler yükselişe geçmiş, liberal görüş korumacı düşünce karşısında zorlanmıştır. Uluslararası örgütlerin yetersiz kalması nedeniyle, ileriki zamanda ulus devletlerin ve küreselleşme sürecinde neoliberal politikaların dayatılmasıyla hayli yıpranan devlet egemenliğinin yeniden yükselişe geçeceği anlaşılmaktadır.

Hemen hemen dünyanın tamamını karantinaya alan bu salgın, hızla yayılarak ileri teknoloji ve sağlık sistemlerine sahip bilgi çağı insanını hazırlıksız yakalamış, sosyo-ekonomik hayatı yavaşlatan ve küresel piyasaları derinden sarsan küresel bir krize dönüşmüştür. Tarihe baktığımızda, her büyük felaketin ardından dünyada ekonomik ve siyasal alanda değişiklikler yaşanmışa ve güçler dengesi değişmiştir. Günümüzde de küresel sistem siyasi, ekonomik ve  sosyal değişimlere gebe gözükürken, dünyanın artık eskisi gibi bir yer olmayacağı, yeni dünyanın güvenlik, sıkı kurallar ve dijital eksen etrafında şekilleneceği görülmektedir. Korona virüs nedeniyle dünyada bir korku kültürü oluşturulmuş ve insanlar bu takıntı ile şartlandırılmış olduğu için hükümetlerin almış olduğu kararları toplumlar sorgulamadan direkt kabul eder duruma gelmiştir. Yine bu salgınla beraber totaliter rejimler için bir baskı aracı haline gelebilecek olan kitlesel gözetleme ve izleme yöntemlerinin dünyada yaygınlaşacağı görülmektedir. Bu teknolojilere her ülke sahip olmadığı için, güvenlik açısından teknoloji devi şirketlerin ve ülkelerin karşısında elleri kolları bağlı kalacaktır.

Diğer taraftan, salgın, bir ülkenin stratejik olarak kendi kendine yetebilen bir ülke olmasının önemini göstermiştir. Artık ülkeler, salgın süreciyle ortaya çıkan değişim dinamiklerini analiz ederek bunlara yönelik politikalar geliştirmek durumundadırlar. Bulunduğu coğrafya gereği iç ve dış sorunlarla karşı karşıya olan Türkiye’nin de siyasi, sosyal ve ekonomik değişimler geçirmesi kaçınılmazdır. Bölgede etki alanını genişletirken eğitim, işsizlik, yoksulluk, kronik cari açık, toplumdaki psikolojik kırılmalar gibi iç meselelerini halletmesi, Suriye ve mülteci meselesini çözmesi ve terör belasından kurtulması gerekmektedir. Türkiye tarım alanında çok büyük potansiyele sahip olmasına rağmen, tarım politikasındaki eksiklikler nedeniyle daha önce kendi kendine yeten ülke iken bugün gıda ithal eden bir ülke konumuna düşmüştür. Ayrıca son günlerde Türkiye’nin yönetim biçimi (başkanlık mı yoksa güçlendirilmiş parlamenter sistem mi) konusunda toplumda ciddi bir tartışma ve farklılaşma ortaya çıkmıştır.

Arap Baharı diye adlandırılan Arap Cehenneminde patlak veren Suriye İç Savaşı’ndan bu yana, Türkiye kendi güvenliğini merkeze alan haklı politikaları nedeniyle Batılı müttefikleriyle(!) kavgalı haldedir. Terör örgütlerine silah veren, onları koruyup kollayıp gözeten, onlarla petrol anlaşmaları yapan sözde müttefikler, Türkiye’nin hiçbir güvenlik tezini desteklemedikleri gibi her fırsatta köstek olmaktadırlar. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Sovyetlerin Batı için tehdit olmaktan çıkması sonucunda, Türkiye de Batı nezdindeki stratejik önemini kaybetmiş ve Batı birçok konuda Türkiye’yi karşısına almaya başlamıştır. Şimdi Batı’nın güdümünden çıkıp kendi ayakları üstünde durmaya çalışan, “Hayır” diyebilen Türkiye’yi, dört bir koldan harekete geçerek kuşatmak ve aşağı çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Dünyanın önemli deniz ulaştırma yollarını bünyesinde barındıran Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon kaynaklarının büyüklüğü, bölgeyi enerji transferinde önemli bir kavşak yapmanın yanında, aynı zamanda önemli bir enerji merkezi haline getirmiştir. Doğu Akdeniz konusunda sıkıştırılarak yalnızlığa itilmeye çalışılan Türkiye’nin dış politikada etkili olabilmesi için her yönden güçlü olması gerekmektedir. Libya, Suriye ve Doğu Akdeniz’de önemli adımlar atmış olan Türkiye, salgın sürecinde sergilediği sosyal devlet anlayışı ve maske diplomasisi ile birçok ülkeye askeri nakliye uçakları ile yaptığı sıhhi malzeme yardımları ve vatandaşlarının hızla tahliyesi ile bölgede bir güç olarak varlığını hissettirmiştir. Ayrıca adalet ve özgürlük taleplerini bölgesel ve küresel alanda dile getirmesi, mazlumlara sahip çıkması ve ’önce insan’ ağırlıklı dış politikası, yönetici elitler hariç, halklar nezdinde Türkiye’nin itibarını artırmıştır.

Haksız kıta sahanlığı ihlalleri yapması nedeniyle İsrail’le gerginlik yaşayan Lübnan bölgede Türkiye ile iş birliğine gitme aşamasındayken Beyrut patlaması meydana geldi. Bu patlamaya Türkiye’nin bölgedeki etkinliği ve Doğu Akdeniz’deki enerji merkezli dizayn açısından bakmak gerekiyor. Patlama sonucunda çıkartılacak bir mezhepsel iç savaş ile zaten istikrarsızlaştırılmış olan Lübnan’a Fransa gibi sömürgeciler yeniden manda yönetimini getirip oturmak niyetindedirler. İsrail ise kendi Hayfa Limanına alternatif olan her yeri devre dışı bırakıp Akdeniz’e çıkış noktalarını kontrol altına almak istemektedir.

Düşük maliyet sebebiyle üretimlerini Çin’de yaptırmak için oraya yatırım yapan ABD ve AB ülkeleri Çin’den mal akışını azaltmak için alternatifler aramaktadırlar. Bu durum Türkiye’deki bazı sektörleri olumlu etkileyecek ve Türk ihracatçılar için bir fırsat teşkil edecektir. Ayrıca yurt içinde de artık Çin yerine, yerli ve milli ürünlere olan talep artacaktır.

Dünya Nereye Gidiyor…

Günümüzde başta İslam dünyası olmak üzere küresel ölçekte insanlığın, adaletsizlik, zulüm, sömürü, katliam, kaynakların talan edilmesi, çevrenin tahribi,  açlık, yoksulluk, kan ve gözyaşı altında kıvrandığını görmekteyiz. Büyüyen jeopolitik gerilimler nedeniyle çatışmalar artıyor, çatışmalar devam ettikçe insani krizler de artıyor. Evini, yurdunu terk eden milyonlarca insan denizlerde, sınırlarda telef oluyor. Afrika’dan, İran-Pakistan-Bangladeş-Afganistan odaklı İslam coğrafyasından Batı ülkelerine milyonlarca insan yürüyüş halindedir. Maalesef Müslümanlar ve İsrail karşısında süklüm püklüm duran Araplar nefrete dönüşen bir aşağılanma duygusunun esiridir.

ABD ve Avrupa’daki gelişmiş devletlerin salgın karşısındaki acizliği, küresel dünya sisteminin kırılgan olduğunu ve güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olmadığını göstermiştir. Yaşlılarını ölüme terk edecek kadar bencilleşen Batı dünyasının tüm askeri ve ekonomik imkânlara rağmen çökebileceği görülmüştür.

Özellikle Trump geldikten sonra ABD, NATO üyesi Avrupalı devletlerini savunma harcamaları konusunda sıkıştırmaktadır. Fransız lider Macron’un NATO’nun “beyin ölümü” ifadesi NATO’daki dayanışma ruhunun zayıflamakta olduğunu göstermektedir. İttifak ağının en güçlü tarafı olan Avrupa ile ABD arasında bir çözülme süreci başlamıştır. Batı içerisinde halı altına süpürülen NATO benzeri çok sayıda anlaşmazlık Covid-19 ile yeniden gündeme gelmeye başlamıştır.

Covid-19 sürecinde Avrupa’da ölümlerin artarak devam etmesi, salgını kontrol altına alma noktasındaki başarısızlık, zor günlerde yaşadıkları yalnızlık ve dayanışma zafiyeti Avrupalılık, Schengen serbest dolaşımı gibi pek çok AB kurucu değerini tartışmaya açmıştır. İtalya çözüme katkı vermeyen AB üyeliğini ciddi şekilde sorgularken, AB projesinin ve liberal düşüncenin aldığı bu darbe Avrupa’nın birlik niteliklerini kaybetmesi ve Avrupa içi çatışma ihtimallerini arttırma eğilimi göstermektedir.

Çin büyüyen iktisadi gücüyle ABD’yi dengelerken, bir nevi Marshall Planı diyebileceğimiz Kuşak-Yol Projesi ile birçok bölgeye sızıp yerleşmeye devam etmektedir. Rusya ise bazı bölgelerde gösterdiği agresif rol kapma tavrına rağmen, petrol fiyatlarının düşmesi sonucunda yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle eskisi kadar büyük bir tehdit değildir.

İhanet Anlaşmaları

Israil ve Birleşik Arap Emirlikleri(BAE) arasında imzalanan “ilişkilerin normalleştirilmesi” anlaşması, Filistin Devletinin açıklamasında da belirtildiği gibi hem Arap halklarına karşı bir komplo hem de Filistin halkının sırtına saplanmış bir hançerdir. Filistin Kurtuluş Örgütü Yürütme Konseyi Genel Sekreteri Saib Ureykat anlaşmanın "Filistin halkının meşru haklarının yok edilmesi, Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak kabul edilmesi ve mültecilerin geri dönüş hakkının iptali" anlamına geldiğini belirmiştir. Mısır, Bahreyn, Umman gibi ülkelerin destek açıklaması yaptığı bu anlaşma ile İsrail daha azgınlaşacak, Yahudileştirme ve yerleşim birimlerinin genişletilmesine hız verecektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı, "BAE'nin bu riyakar davranışını tarih de bölge halklarının vicdanı da unutmayacak ve asla affetmeyecektir" açıklamasını yapmış ve "zaten ölü doğan ve hiçbir geçerliliği olmayan ABD planı üzerinden gizli hesaplar yapmaya çalışan BAE, bu şekilde Filistin'in iradesini de yok saymaktadır." ifadesini kullanmıştır.

Diğer taraftan, uluslararası hukuk ihlal edilerek 6 Ağustos 2020 tarihinde Yunanistan ile Mısır arasında Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge (MEB) anlaşması imzalandığı duyurulmuştur. Daha öncede Güney Kıbrıs Yönetimi, adeta KKTC’ni yok sayarak bu tarz anlaşmaları tek başına yapmıştır. Uluslararası hukuka göre, deniz yetki alanları sınırlandırması devletlerin ana kıtaları esas alınarak yapılır. İki kıta devleti arasında deniz yetki alanı sınırlandırmasında adaların esas alınması söz konusu değildir. Bu hükümsüz anlaşma bölgede en uzun kıyıya sahip Türkiye’nin haklarını hiçe saymak olduğu gibi, Mısır’ın da Türkiye ile yapacağı bir anlaşmaya nazaran daha az MEB sahasına sahip olması sonucunu doğurmuştur. Sırf Türkiye’ye karşı düşmanlık nedeniyle kendi halkının geleceğini Yunanistan’a ipotek eden Mısır Hükümeti yaptığı bu ahmaklığı ve ihaneti kendi halkına izah etmekte zorlanacaktır.

Türkiye ile ilişkileri iyi olmayan İsrail ve Mısır gibi devletlerle işbirliği yaparak Türkiye’yi yalnızlaştırma politikası takip eden Yunanistan ve GKRY ikilisinin, Batılı ağababalarının kışkırtmasıyla imzaladıkları bu tür anlaşmalar hem bölge gerçeklerine hem de uluslararası hukuka aykırı olduğu için Türkiye açısından yok hükmündedir. Türkiye bu bölgede sanki yokmuşçasına ilan edilen ve araştırma izni verilen bu alanlara ilişkin olarak, Türkiye bölge üzerindeki egemenlik haklarını korumak için gerekli adımları atmakta, bölgede sular giderek ısınmaktadır. Batı’nın bu şımarık çocuğunu İstiklal Savaşında da İngilizler üzerimize salmıştı ancak akıbetleri İzmir’de denize dökülmek oldu. Şimdi yine bu piyonu kışkırtarak üzerimize salıyorlar. Karşılıklı restleşmelerle devam eden bu çekişme, inşallah Türkiye’nin kararlı ve dik duruşuyla yine onların hüsrana uğramasıyla sonuçlanacaktır.

Şimdi Gelelim Esas Meseleye…

Türkiye’de daha önce Müslümanlara hayat hakkı tanımak istemeyen ceberutların koydukları birçok yasak kalktı. Elhamdülillah şimdi başörtülü savcımız da var, başörtülü subayımızda var. Bizi yönetenler namaz kılıyor, devlet başkanımız camide Kur’an okuyabiliyor. Doğal gazı da bulduk çok şükür. Artık inşallah enerji için eskisi kadar döviz ödemeyecek ve cari açığımızı azaltacağız. Bundan 30-40 sene önce bunlar hayal bile edemezdik. Bundan tam 50 yıl önce 29.Mayıs 1970’te İstanbul’un fethi yıldönümünü Topkapı’da kutladıktan sonra binlerce kişi fetih yürüyüşü adı altında Topkapı’dan Fatih Camiine geldik. Orada Cuma namazını kıldıktan sonra Sultanahmet meydanına yürüyerek polis tarafından kuşatılmış olan Ayasofya camisinin önünde ‘Ayasofya açılsın’ diye sloganlar attık.  Ve şimdi bu rüyamız gerçekleşti, fetih mirası caminin açılışınıda gördük Allah’a şükür.

Peki, şimdi ne yapacağız? Başka bir amacımız, hedefimiz, idealimiz kaldı mı? Yapılacak her şey yapıldı bitti mi? Bundan sonra ne yapmak gerekiyor? Afrika’da kuyu açmaya mı gidelim, yoksa kurban kestiğimiz ülkelerin sayısını mı çoğaltalım? Yardım kolisi dağıtacak yer mi arayalım? Cami ve imam hatip okulları mı açalım? “Ne yapalım*” gibi can alıcı bir soru önümüzde duruyor. Hiç kimse işin kolayına kaçıp,  “Sen yardım götürmeye, cami yapmaya, imam hatip okulu açmaya karşı mısın?”  demagojisine yeltenip topu taca atmasın. Bunlar hasenat kapsamına giren hususlardır. Allah birçok ayetine bizden salih amel işlememizi istiyor. Her türlü fahşa ve münkerin kol gezdiği yaşadığımız bir düzende Müslüman olarak unuttuğumuz “Emri bi’l-maruf, nehyi ani’l-münker” farzını nasıl yapacağız? Kerim Kitabımızda mü’min erkek ve kadınların özellikleri sayılırken emri bi’l-maruf nehyi ani’l-münker, namaz ve zekatla birlikte, hatta onlardan önce zikredilir. Ayrıca şu hadisi şerif bize ibret verici bir hatırlatmadır; “Ya marufu emredip münkerden nehyedersiniz, ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz, mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz de yardım gelmez”. Bugün ümmet bu hadisi şerifte işaret edilen bir durumu yaşıyor mu yaşıyor.

Terör örgütleri, paralı askerler ve devlet dışı aktörleri vekaleten kullanarak, terörizmle mücadele bahanesi altında, İslam coğrafyasında gerçekleşen işgal, katliam, hıyanet ve zulümler devam ediyor. İslam coğrafyasının bir daha doğrulmayacak şekilde belini kırmaya çalışıyorlar. Artık bölgesel bir güç olmanın ötesinde bölge üstü bir güç olma yolundaki Türkiye’yi terörle dizayn etmek mümkün olmayınca, bu sefer Yunanistan, Ermenistan gibi küçük aktörleri pışpışlayıp üzerimize salıyorlar. Yeni risk ve çatışma alanları oluşturarak piyonlarr üzerinden bir şer ekseni oluşturuyorlar.

Bu haksız, adaletsiz, merhametsiz dünya düzenine dur demek isteyen herkesin, Allah’ın ve Resulünün iyiliğin emredilmesi, kötülüğe mani olunması yolundaki buyruklarına göre hareket etmesi gerekmektedir. Bugünkü İslam dünyasının yaşadığı zillet hali, dünyevileşmeyi öne çıkaran, malının makamının elinden gitmesinden korkup, bu imkânın gidebileceği endişesiyle hiçbir şeye karışmayan, haksızlığa, yolsuzluğa sessiz kalan ‘nemelazımcı’ insanların varlığı nedeniyledir. Birbirinin derdiyle hemhal olmayan,  birbirini anlamayan, sürekli çatışan, siyaseti ahlaksız yollarla sürdüren aşırı politize olmuş insanların ve takım tutar gibi parti tutan, ya toptan seven, ya da toptan yeren insanların varlığı nedeniyledir.

Öncelikle zihinlerimizi işgalden kurtarmamız gerekiyor. Mesele şunun bunun yanında olmaktan çıkarılmalıdır. Hakikatin, adaletin, merhametin, ehliyet ve liyakatin yanında olmalıyız. Tarih ve siyaset bilinci olmayan, kendi kültürüyle, kendi değerleri ile barışamamış bir toplumun ortak bir gelecek oluşturması mümkün değildir. 

Dünya Yeni Bir Döneme Girmektedir...

Gelişmeler uluslararası sistemde birtakım düşünceleri değiştirebilecek veya bazı süreçleri hızlandırabilecek bir potansiyel taşımaktadır. Avrupa Birliği ideali, Transatlantik ilişkiler ile onun karşıtı Avrasya içi ilişkilerin hepsinin bir değişim ve dönüşüm ile karşı karşıya kalacağı anlaşılmaktadır. 3 Haziran 2020’de Dünya Ekonomik Forumu (Davos) resmi sitesinden yapılan açıklamada, Davos’un Yönetim Kurulu Başkanı Klaus Schwab, 2021 Davos toplantılarının ana temasını, “GREAT RESET” (Büyük Yeniden Başlama) olarak belirlediklerini duyurdu.

Neo liberalizm denilen finans kapital düzeni, zenginleri daha zengin yaparken, orta sınıfları daha da fakirleştiriyor. Yoksulların ise zaten kıpırdayacak hali kalmamış. Emperyalist küresel sermaye, hayli bir zamandır sistemin çıkmaza gireceğini ve artık böylesine acımasız bir gelir dağılımı bozukluğunu sürdürmenin kolay olmadığını görüyor. Dolayısıyla, bu baskı, karmaşa ve kaos ortamında bazı şeylerin değişmesi gerektiği ve yeni güç merkezlerinin oluştuğu bir ‘Great Reset’ (Büyük Sıfırlama olarak da adlandırabiliriz) dönemine vurgu yapıyorlar. Bu kapsamda, ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri alanlarda, menfaatlerin kesiştiği Doğu Akdeniz gibi meselelerde,  uluslararası ilişkiler ve bölgesel aktörler arası ilişkiler yeniden şekillenmeye devam ediyor.

Bugünden ders çıkarma imkân ve kabiliyetine sahip olan ülkeler ön plana çıkıp yarınlara hazırlanabileceklerdir. O nedenle, Türkiye, bir taraftan sınırlarında, denizlerinde tezgâhlanan tuzaklarla, başına örülen çoraplarla boğuşurken, küresel sistemdeki değişimleri dikkate alarak gelecek ile ilgili stratejiler geliştirmeye yönelik  çalışmalara önem vermek durumundadır.

Dünyanın dengeye, adalete, merhamete, hak ve hakikat medeniyetine ihtiyacı olduğunu biliyoruz. Batı merkezli inşa edilmiş dünyaya yeni bir ruh ve nefes verecek ve insanlık adına adil bir denge kuracak olan yegâne çarenin İslam olduğuna inanıyoruz. Mazlumların umudunun yeşerdiği ülkenin ise Türkiye olduğunu görüyoruz. Bu iki değerin bir araya gelerek insanlık için kurtuluş meşalesini daha yükseklere çıkarması en büyük arzu ve dileğimizdir.

1 Temmuz 2020 Çarşamba

KORONA SONRASI YENİ DÜNYA DÜZENİ ARAYIŞLARI VE MÜSLÜMANLAR

(Umran Dergisi)

 

Küresel Salgın İle Hızlanan Küresel Değişim Süreci

Bugünlerde en çok duyduğumuz ve neredeyse herkesin mutabık olduğu söz “Korvid-19 sonrası hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, dünyanın öncekinden çok farklı olacağı ve yeni bir dünya kurulacağı” şeklindeki ifadelerdir. İnsanlar can derdine düşmüşken, diğer yandan pek çok şirket üretim kayıpları nedeniyle batma noktasına gelmiş, işsizlik patlamış, birçok insan evine ekmek götüremez hale gelmiştir. Salgın hâlihazırda aktif olarak devam ettiğinden, kesin tahminlerde bulunmak henüz erken olmakla birlikte, bu salgının küresel ve bölgesel düzeyde ciddi ekonomik, siyasi, sosyolojik, kültürel ve jeopolitik sonuçlar doğuracağı, önemli değişikliklere sebep olacağı gözükmektedir.

Bu kadar kısa sürede ekonomik ve sosyal hayatı sarsmış,  toplum sağlığını hem ruhsal hem de fiziksel olarak derinden etkilemiş bir dönüşüm daha önce hiç yaşanmamıştır. 2008 krizinin birçok bölgeye ulaşması 12 ay sürmüştü. Şimdi yaşanan kriz ise 3 ay içinde bütün dünyayı hızla sarmış bulunmaktadır. Korona salgınının neden olduğu ekonomik krizin,  2008 krizinden çok daha ağır geçeceği görülmektedir. Hatta yaşanan krizi 1929 ekonomik buhranına benzeten birçok ekonomist vardır.

Salgınla mücadelede ülkelerin dayanışma ve birbirine destek olmak yerine tıbbi araç gereçleri paylaşmaması, birbirinin tıbbi malzemelerine el koyması,  salgının bir “insanlık krizine”   dönüştüğünü göstermiştir. Her ülkenin kendi kaynaklarına dayanmaktan başka şansının olmadığına şahit olması,  uluslararası kurumlara olan güveni sarsmıştır.  Soğuk Savaşın ardından “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan küresel sistem, mal ve hizmetlerin hiç bir kısıtlamaya tabi tutulmadan yeryüzünü dolaşmasını önceleri savunurken şimdi sınır duvarlarını yükseltmesi,  salgın bittikten sonra ülkelerin kıyasıya bir ekonomik kavgaya gireceğini göstermektedir.

Kovid-19 salgını Batı’nın insani niteliği konusunda önemli bir resim ortaya koymuştur. Gelişmiş diye bilinen Avrupa ve Amerika’da sosyal güvenlik politikalarının iflas ettiği gözlemlenirken, ABD Avrupa’ya sınırlarını kapatmış, AB ülkeleri de Schengen’i askıya alıp sınırları birbirlerine kapatmışlardır. Uluslararası arenada iş birliğinden ziyade rekabet, husumet ve çatışmanın öne çıkması, ticarette himayecilik, yaptırımlar, gümrük vergilerini artırmak gibi uygulamaların ortaya çıkması, küreselleşmeden bölgeselliğe ve milliyetçiliğe doğru bir kayış olacağını göstermektedir. Nitekim, 2008’de ABD’de mortgage krizi ile başlayan ve dünyaya yayılan finansal ve buna bağlı sosyal krizler Batı’da popülist-milliyetçi akımları güçlendirmiş, yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve anti-küreselleşmeci bir siyasi dalga oluşturmuştur.

Mevcut uluslararası sistemin, toplumun sağlığını, ülkelerin ekonomisini ve sosyal güvenliğini korumakta yetersiz kalması, bir güvensizlik duygusu oluşmasına sebep olmuştur. İnsanlık var olan mekanizmaların yetersizliğini, adaletsizliğini ve gelecek için bir şey vaad etmediğini görmüştür. İnsanı boyunduruğu altına alarak sömüren ama bu gibi salgın dönemlerinde yalnız ve çaresiz bırakan sisteme karşı toplumlar artık karşı refleksler geliştirmektedirler. Bu süreç ile yeni bir dönemece girilmiş, sistemin sorgulanması ile birlikte yeni sistem arayışlarının da kapısı aralanmıştır.

Sömürü Düzenini Sürdürenler Dünyaya Kaos ’tan Başka Bir Şey Sunmadılar..

Uzun zamandır insanlık için bir vizyon ortaya koyamayan kapitalist Batı, dünyaya kaos, ölüm, zulüm, gelir dağılımında adaletsizlik, sömürü, talan, yağma, açlık, çevrenin kirletilmesi, yalanlar, aldatmalar, ve daha nice nice olumsuzluklardan başka bir şey getirmemiştir. Batı kültürünün değer anlayışla insanlık bugün bir çıkmazın içine sürüklenmiştir. Salgın ile birlikte ortaya çıkan manzara, bireycilik ve liberalizm üzerine kurulu Batı’nın çaresizliğini gözler önüne sermiştir.

Uluslararası siyasetin ikiyüzlülüğü, ilkesizliği, uluslararası örgütlerin yanlı, taraflı tutumları ve yetersizliği nazarı dikkate alındığında bu salgın uluslararası sistem açısından bir milat niteliği taşıyor. Kurulu düzen yaşattığı ekonomik krizler, toplumsal eşitsizlikler ve adaletsizlikler ile lime lime dökülmektedir. Bir tarafta dünyanın toplam servetinin yüzde 80’ine sahip yüzde 1’lik bir azınlık, diğer tarafta ise kalan yüzde 20’yi paylaşmaya, kırıntılarla yaşamaya çalışan büyük çoğunluk sistemin çürüdüğünün en büyük göstergesidir. Doğayı talan eden kapitalist uygulamalar çok küçük bir azınlığı cennet hayatı sunarken diğerleri için tam bir cehenneme çevirmiştir.

Faizi merkeze alan, masa başında üretilen bir takım sanal kâğıtlarla ülkeleri borçlanma anaforuna sürükleyen “vahşi kapitalizm” dünya nüfusunun % 1’ni teşkil eden finans oligarşisi kanalıyla insanlık tarihinin en korkunç sömürü düzenini sürdürmektedir. Borçlanma ve yüksek faizle ülkeleri küresel finansal sisteminin kölesi haline getiren bu emperyal sistem sürdürülebilir bir sistem değildir. Mevcut bankacılık ve kredi mekanizmaları, ülkeleri her geçen gün daha fazla borçlandırarak geleceklerini ipotek altına alırken yüksek faiz gelirleriyle küçük bir kesimi daha fazla zenginleştirmektedir.

2008 krizi ve sonrasındaki gelişmeler göstermiştir ki her kriz yeni bir krizi tetiklemekte ve çözüm için uygulamaya konan yöntemlerin çare olmadığı görülmektedir. Ne kapitalizm ne de sosyalizm bu adaletsizliği çözememiştir. Toplumu borç yükünden kurtarma ve refahın yükseltilmesi için bir merhamet iklimine ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Dijital Totaliterlik ve Modern Kölelik..

Yine bu günlerde, virüs sonrası dönemde insanlığın (chip) takılmaya başlanacağı ve kapitalizm yerine “dataizm” devrinin başlayacağı konuşulmaktadır. Neoliberal efendiler hükmetme güçlerini arttırmak için şimdi üçüncü bir savaş biçimi olan “dijital savaş” projesini uygulama yoluna gidiyorlar. Dijital savaşlarda kan akmıyor ama daha incelikli sömürü biçimleri icat edilerek iradeler kontrol altına alınıyor. Yalanın, sahtenin kol gezdiği dijital devrimle insan beynine hakim olup zihinleri işgal ederek, dünyayı kontrol etmeye çalışıyorlar. Big Data (Büyük Veri) bizi izliyor, psikolojinin hedef alındığı, seçmemiz, sevmemiz, hatta sevmemiz gerekenlerin empoze edildiği ve yalancı özgürlüğün sömürüldüğü bir dönemdeyiz

Byung- Chul Han, “Psikopolitika ‘Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri[1] isimli kitabında Neoliberalizm ve dijital çağ ile birlikte başka bir aşamaya geçildiğini söylüyor: “Bugün dijital psikopolitika çağına doğru gidiyoruz. Bu siyaset pasif gözetlemeden aktif yönlendirmeye doğru ilerliyor. Bu da bizi özgürlüğün yeni krizine itiyor. Artık bizzat özgür iradedir bundan etkilenen. Big Data (Büyük Veri) toplumsal iletişimin dinamiklerine ilişkin kapsamlı bilgi edinmeye olanak sağlayan çok etkili bir psikopolitik araçtır. Bu bilgi, insan ruhuna nüfuz etme ve onu düşünce öncesi düzeyde etkilemeyi mümkün kılan bir iktidar bilgisidir.[2]

Her anımızı, her şeyimizi sonucunu hiç düşünmeden paylaştığımızı söylüyor Byung Chul Han. Günlük kalorilerimizi, kalp atışlarımızı, adımlarımızı, aldığımız beğenileri, aldığımız nefesleri. Siber hegemonyanın patronları “dijital psikopolitika” ile insan ruhuna  yaklaşmakta ve onu görünmez işaretlerle yönlendirerek biriken Big Data’nın küçük bir rakamı haline getirmektedir. Bireyin bütün dikkati, hatta bizzat hayatı neoliberal tahakküm teknikleri tarafından yönlendiriliyor. Dijitalleşme ve görünmez ağlar, insanları gönüllü şekilde kendi dünyalarını teşhir ve ifşa etmeye yönlendirmektedir. Like/ Beğen simgesi ise bu düzene tabi olmanın mührü ve dijital ‘amin’ olmaktadır.

26 Mart tarihli The Economist dergisinin kapağında “her şey kontrol altında” başlığı altında: evcil hayvanın tasmasını tutan bir insan ve onun da tasmasını tutan gizli bir el, bütün insanlığı bir ipte oynatırcasına güdüyor. Gördüğümüz kadarıyla yaşadığımız bu virüs belası da doğal bir âfet değil, laboratuvarda yapay üretilen biyolojik bir silahtan söz ediliyor. Yapılmak istenen ise, fiili sömürgecilik yerine, insanlığa korku salarak, panik havası oluşturarak, insanlığın daha rahat güdülebileceği inançsız, vicdansız, ruhsuz bir dünya inşa etmek.

Hayatı Yeniden Düşünmek İçin Bir Fırsat.. 

Yaşadığımız dönem, dünya tarihinde eşi görülmedik ve hatta bundan elli yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz bilim ve teknolojinin göz kamaştıracak boyutlarda geliştiği bir çağ haline gelmiştir. Ancak bilim ve teknoloji ne kadar ileri giderse gitsin bütün dünyadaki toplam ağırlığı beş gram etmeyen bir virüs, statü, makam ve mevki tanımadan milyonlarca insanı evlerine hapsetmiştir.  Her şeye hükmettiğini, her şeyi yapabildiğini zan eden insan şimdi gözle görülmeyecek kadar küçük bir şeye karşı aciz kalmıştır. Egemenlerin sahip olduğu devasa ekonomik ve askeri güce rağmen mikroskobik boyuttaki bir düşman karşısında çaresiz kalması, Rabbimizin ilahlığa yeltenen insanoğluna ne kadar aciz olduğunu hatırlatmasıdır.

Modern hayat, fıtrata saldırarak insanoğlunun düşünce ve davranışlarını kontrol altına alıp, inançsız, ilkesiz, egoist ve hazcı bir akıl inşa etti. İnsanlığın hayrına yapıcı ve faydalıı iş yapmak, sıkıntı ve ihtiyaç sahibinin yanında olmak, yani “salih amel” işlemek unutuldu. Doymak bilmez bir iştahla dünya malına sarılmayı hayatın gayesi haline getiren insanlık, dilinde savunduğu ve sahip olduğu değerlerin çok gerisine düştü.

Bu salgın, yeryüzünde böbürlenerek yürüyen (İsra, 37), nefsine tapan, kendini Yaratıcıdan müstağni saymaya başlayan insanın gerçek kudret sahibini tanıması, haddini bilmesi ve aczini kabullenmesi için güzel bir fırsat oldu. İnsanoğlu bu haz ve hız çağının baş döndürücü ortamından çıkıp eve kapanarak kendi iç dünyasında bir seyahate çıkma, kendini dinleme fırsatı yakaladı. Dünyaya yalnız gelip yine yalnız döneceğimizi, Allah’tan başka hiçbir şeyin ebedi olmadığını, her şeyin bu dünya hayatının süs ve eğlencesi olduğunu (Hadid, 20) görmemizi sağladı. Yaşanan musibet inşallah insanoğluna, sade yaşamanın, azla yetinmenin, temizliğe, tabiata ve çevreye değer vermenin ve israftan kaçınmanın kıymetini anlamasına vesile olmuştur.

İnsanlığın Yeniden Bir Doğuş Hikâyesi Yazmaya İhtiyacı Vardır..

Fıtrat dışı sistemler, insanlığı adalet, hakkaniyet, sevgi ve merhamet gibi insani meziyetlerden yoksun bıraktı. Ruhunda var olan acımasız rekabet ve ahlaki zaafiyet nedeniyle adaletsizliğe, eşitsizliğe, sömürüye, çevrenin yok olmasına neden oldu. Neoliberal sistem, arkasında birçok işgal, zulüm, parçalanmış, iç savaşa sürüklenmiş ülke bırakarak artık son sınırlarına ulaşmış ve felsefi olarak çökmüştür.  Korona sürecinde şahit olduğumuz bencillik, birbirlerinden maske çalacak kadar haydutlaşan modern batı ülkeleri, sistemin çarpıklığını göstermektedir. İflas eden ideolojiler yerine, artık insanoğlu hak ve hukuku gözeten, dayanışma ruhunu yaşatan sistemlerin hakim olmasını arzu etmektedir.

Kovid-19’dan sonra sosyal hayatın nasıl olacağını, bizi nelerin beklediğini ve insanların konu ile ilgili düşüncelerini araştıran ThinkAloud Research,  katılımcıların geçmişe nazaran ruhani hassasiyetlerinin arttığını, belirsizliğin bitmesi için ruhani dünyaya sığındıklarını tespit etmiştir. Avrupa’da bazı merkezlerde Müslümanlar ezan sesleriyle moral bulduğu için, Almanya ve Hollanda’da da belirli camilerde ezan okunmasına izin verildiğini görüyoruz. İtalya Başbakanı; “işimiz gökyüzüne kaldı.” diyor. Sokakta namaz kılan Müslümanlara bakarak secdeye giden Hıristiyanlara şahit oluyoruz. Almanya’da Müslüman gençler evden çıkamayan yaşlı Alman komşularının kapılarını çalıp, ihtiyaçlarını sorduğunda, durum karşısında şaşıran Almanlar  Onca yıldır ben sizi yanlış tanımışım, sizi hiç böyle bilmiyordum. Sizden özür dilerim” diyor.

Küresel sermayenin tahakkümü altında parçalanan ve manevi bir boşluk yaşayan insanlığın yeniden bir doğuş hikâyesi yazmaya ihtiyacı vardır. Yaşananlar artık bir paradigma değişikliğine ihtiyaç olduğunu göstermektedir.  Kovid-19 salgını uluslararası sisteme dair yoğun sorgulamalara yol açtığı gibi Türkiye’ye ve Müslümanlara, geleceğe dönük tez ve projelerinin olması için fırsat sağlıyor. Bu gidişe dur diyecek, tutunacak bir dal arayan çaresiz insanlara adalet ve huzur getirecek fıtrat fikrine sahip olan İslam’ın ve Müslümanların, salgın sonrasında nasıl bir pozisyon alınacağı hususunda geniş çaplı bir gelecek projeksiyonuna ihtiyaçları vardır.

Nasıl Bir Dünya Kurulacağına Dair Bir Öngörümüz Var mı?..

Gelişmeleri, yeni bir dünya düzeninin ayak sesleri olarak görmemiz gerekiyor.  Mimarisi yeniden şekillenecek olan yeni dünyanın yapılanmasında Müslümanlar adına bazı şeylerin konuşulması, sorgulanması, irdelenmesi ve yeni baştan düzenlenebilmesi gerekmektedir. Siyasetiyle, ekonomisiyle ve sosyolojisiyle yeni bir dünya kurulurken, biz bu değişim ve dönüşüme bigâne kalamayız. İnanç ve değerler sistemi yıkılmış insanlığa, kendi inanç ve değerlerimizi yaşayarak gösterir ve anlatabilirsek geleceğin inşasında söz sahibi olabiliriz.

Yeni bir hayat tarzı arayan insanlık nereye tutunacak, kime inanacak bilemez durumdadır. Can alıcı soru şudur; İnsanlığın geleceğini küresel güç odakları mı yoksa "vicdan" ve "kul hakkı" zeminli İslami değerler mi belirleyecek? 

KOVID-19 salgını, insana yaraşır adil üçüncü bir modeli ikame etmek, değişimin yolunu açmak için bir fırsat olabilir.  Eğer bir modeliniz var ise insanlığa bir alternatif olarak sunabilirsiniz. Bir çözümünüz yoksa mevcut sistem direnecek ve kendini restore ederek yoluna devam edecektir. Nitekim daha önce öyle oldu ve kapitalizm 2008 krizi ile yaşadığı kısa vadedeki düşüşün ardından geçmişte kaldığı yerden hükümranlığına devam etti.

Şimdi de dünya yeni bir düzene evrilirken planı ve projesi olanlar öne geçecek, olmayanlar ise, yine bin bir karmaşa içerisinde ezildikleri sömürüldükleri yeni sistemin hükümranlığına boyun eğeceklerdir. Salgın sonrasına şimdiden hazırlık yapmazsak, geleceğimizi inşa etmenin yollarını aramazsak virüsü üreten katiller sistemin ayakta kalmasını amaçlayan tedbirlerle yine kendilerini kurtarıcı ilan edeceklerdir. 

İnsanlığın önünde değişik senaryolar sürülmektedir. Bize düşen yazılan senaryoların figüranı olmaktan kurtulup, yarınlar için ne gibi senaryoların hazırlandığını, bizleri neyin beklediğinin tahmin ederek vaziyet almaktır. Eğer biz hazırlıklı değil isek dünya bizim dahlimiz dışında şekillenecek ve ne olacağını bilemeyeceğimiz bir dünya olacak. Çürüyerek çöken bu gayri insani sistemin altında kalmamak için eş zamanlı olarak kendi alternatifimizi inşa etmek mecburiyetindeyiz. Eğer bu konuda hazırlıklı, fikren ve zikren yeterli akıl ve donamıma sahipseniz ve gerekli gayreti gösteriyorsanız siz hedefe götürecek yolları göstereceğini Rabbimiz buyurmaktadır. (Ankebût, 69)

Topyekûn Bir Değişim Şart..

İslam coğrafyası kukla devletçiklerin işbirlikçi yöneticileriyle kontrol altına alınıp savaşlarla, zulümlerle alev alev yanarken bir taraftan da Müslümanların zihinleri yeniden formatlanmaktadır. Çünkü işgal önce zihinlerde başlar. Zihni korkuya esir edilen insanların bedenlerinin de esaretten kurtulamayacağını bilelim. Bu nedenle önce zihnimizi kendi kültürümüz, kendi değerlerimiz ışığında arındırmamız gerekmektedir.

Yeni bir dünya inşa etmek ancak kendi kavramlarımızla konuşmakla, kendi kavramlarımızla düşünmekle mümkün olacaktır. İnançlar, kültürler, medeniyetler kavramlarla yaşadıkları için bugün savaş kavramlar üzerinden devam ediyor.. İlk tanımlamayı kim yaptıysa onun söylemi yaygınlaşır, onun zihniyeti kabul görür, toplumsal düzen onun imzasını taşır.

Müslümanlar olarak dilimizle savunduğumuz değerlerin çok gerisinde bir hayat yaşıyoruz. Bu milletin muhafazakar kesiminin vermiş olduğu oylarla geldikleri makamdan, milletin değerlerini yok edecek sonuçlar doğuran İstanbul Sözleşmesi gibi düzenlemeler yapılmıştır.  “Yapılan adaletsizlikler nedeniyle dinden soğudum” diyen, din ile ilişkisi zedelenen din’i baskı kuran bir motif gören koca bir nesil ile karşı karşıyayız. Düşünmeyen, tartışmayı becermeyen ve dolayısıyla gelişemeyen bir insan tipi ile karşı karşıyayız. Şahsiyetsiz, karaktersiz, mevki, makam ve maddiyata tapan sürü zihniyetli, konformist bir insan tipi yetişmektedir. Böyle bir neslin yetişmesine vesile olan ortamı ve şartları oluşturanlar, buna vesile olanlar, göz yumanlar, ne bu dünyada, ne de ahirette bunun hesabı veremeyeceklerdir.

İnsanlık Arayış içindedir.. Yitirdiğimiz değerlerimizi arıyoruz..

Bir kurtuluş yolu arayan insanlık güç ve zenginliğin paylaşıldığı, adaletin hakim olduğu siyasi ve ekonomik bir düzenin özlemini duyuyor. Gelinen noktada yozlaşmış sömürü düzenin artık bu şekilde ilerleyemeyeceğine ve sebep olduğu krizlerin ancak İslam ile yoğrulmuş insana yakışır bir sistemle çözülebileceğine inanıyoruz. Geleceği kurmak için nasıl bir vizyonla hareket etmemiz gerektiğini düşünmek ve dünyanın sahibi gibi davranan psikopat zalim egemenlerin elinden özgürlüğümüzü geri almak zorundayız.

‘Önce kâr’ diyen Olympus’un çocuklarının düzeni çöküyor ‘önce insan’ diyen Hira’nın evlatlarının artık yeni bir dünyaya uyanması gerekiyor. Üzerinde yürüdüğümüz yol vahyin çizdiği bir güzergâh değildir. Kendimizle yüzleşme, kendimize dönme ve dünyayı yöneten egemenlerle hesaplaşma zamanıdır.

Gölgelerle savaşmayı bırakalım artık. Enkazın altında kalmamak için, geleceğin kapılarını aralayacak, geleceğe ışık tutacak çalışmalara ihtiyaç vardır. İki yüz yıldır özgür olmayan İslam dünyasını ayağa kaldırmak, küllenmiş bir medeniyetin yeniden çağın efendisi olması için gayret göstermek boynumuzun borcudur.

Ne var ki onlar yapıyorlar, biz ise konuşuyoruz.



[1] Metis Yayıncılık

[2] Byung-Chul Han (2017). Psychopolitics: Neoliberalism and new technologies of power. Verso Books: London, England. S.12

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...