(Umran Dergisi)
Yoğun iç ve dış gündem
etkisi altındaki ülkemizde hangisini düşüneyim derken, eğer işin özünü
kaçırırsanız ağaçlara bakarken ormanda kaybolup gidersiniz. Küresel güçlerin at
oynattığı bölgemizde olan biteni nasıl okuyacağımız çok önemlidir. Hem ümmet,
hem Türkiye küresel bir tehdit altındadır. Bir meydan okuma ile karşı
karşıyadır. Bölgemize sahip çıkabilmek
ve kendi problemlerimizi kendimizin çözebilmesi için öncelikle içine düştüğümüz
bu zelil ve perişanlık halinin zihni ve felsefi alt yapısını anlamamız
gerekmektedir.
Türkiye doğuya doğru,
tabii sınırlarına, yani değerlerinin yeşerip büyüdüğü bölgesine yayılmaya
çalıştıkça, Ortadoğu’da daha aktif bir politika izledikçe, oyun kuran bir ülke
olmaya çalıştıkça başta İsrail olmak üzere şer güçlere çarpıyor. Türkiye’nin
lehte veya aleyhte söylediği her cümle bölge halkı üzerinde derin etki yapıyor.
Osmanlı’dan tevarüsle bölgenin patronu olan Türkiye’nin popülaritesi onları
kızdırıyor. Türkiye’yi her zaman bölgede kendi çıkarları için istedikleri gibi
yönetebilecekleri bir ülke olarak gördüler. Onlardan bağımsız bir dış politika
uygulamaya başladıktan sonra önüne engel çıkarmaya başladılar.
Kendi Kutsallarını Tüketmiş Bir Batı
Modern Batı düşüncesi
hakikat ile bağını koparmış, getirdikleri ile insanı fıtrattan
uzaklaştırmıştır. Çürümeye yüz tutmuş fıtrat dışı bir hayat tarzıyla hem
kendine hem Dünya’ya sunacağı hiçbir değeri, ideali, modeli kalmamıştır.
Kendilerine gönderilen peygamberi Tanrı’nın oğludur deyip tahrif ettikleri
dinleriyle insanlığın efendisi olduklarını ilan ettiler. Tanrı oğlu
İsa’yı(haşa) insanlığın günahını çekmesi için göndermiş olduğu için artık
bunlar için çekilecek günah kalmamıştı.
Dünya dönüyor diyenleri ölüme mahkûm ettiler. İnsanları deli diye,
kadınları cadı diye yaktılar. Merhamet denen kelimeyi hayatlarından
çıkardıkları için sömürüye ve katliamlara rahatça devam ettiler.
Hegemonyalarını devam ettirirken yeniden biriken günahları olursa, İsa günah
çekmeye gelecekti(!) Çünkü onlar Tanrı’nın seçilmişleriydi. İnsanlığa demokrasi,
insan haklarını öğretmeleri için daha güçlü ve zengin olmaları gerekiyordu.
İşte bu yüzden gönderdikleri misyonerler vasıtasıyla insanların ellerine
İncil’i verirken tüm varlıklarını ellerinden alıyorlardı.
Çeşitli topraklarda yaşayan halkları sömürgeleştirdiler. Sömürgecilik ile
birlikte insanlık tarihindeki en korkunç şey olan köle ticareti ile insanların
boynuna tasma takıp gemilere doldurup kendilerine köle yaptılar. Sözde uygarlık
adına kan, gözyaşı ve vahşet medeniyeti kurdular. Barbarlıkta sınır tanımayarak
Dünya’da kan dökülmedik tek bir yer bırakmadılar. İşgal ettikleri topraklardaki
zenginlikleri, hazineleri yağmalarken yaptıkları katliamlarla kana doymadılar.
Belçika 10 milyon Kongoluyu, İspanya 5 milyon Meksikalıyı katletti. Çünkü ta
Roma döneminden beri sömürgecilik sistemi bunların kanına işlemişti.
Anadolu’da, Kıbrıs’ta,
Vietnam’da, Kamboçya’da, Azerbaycan’da, Karabağ’da, Bulgaristan’da,
Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da, Bosna’da, Afganistan’da, Somali’de,
Ruanda’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da, Keşmir’de bizzat kendileri veya
arkalarında bıraktıkları uşakları vasıtasıyla kan döktüler ve dökmeye devam
ediyorlar. Çekildikleri yerlerde kolay idare edilecek, onların söylemlerine
göre hareket edecek, onların ağzıyla konuşacak, o topraklardaki kaynakları
beraberce semirecek kukla varisler bıraktılar. 11 Eylül 2001 saldırıları bahane
edilerek ABD öncülüğündeki Haçlı koalisyonunun açtığı savaşlarda, bugüne kadar
milyonlarca Müslüman katledildi, evleri başlarına yıkıldı, beldeleri tarumar
edildi, zenginlikleri yağmalandı.
Artık dünya, Batı’nın
küresel hegemonya düzeninden nefret etmeye başlamıştır. İşin garip tarafı ise,
biz hala onlara katılmak, onlara benzemek istiyoruz. Bizi Avrupa Birliği’ne
alsınlar diye kapıl eşiklerinde yatmakta ısrar ediyoruz. Dünya’ya zulüm ve
sömürüden başka bir şey getirmemiş olan Batı’nın peşinden koşmak, onlara
yaranmaya çalışmak anlaşılır gibi değildir. Onlar hala sözde Ermeni soykırımını
öne sürerek, ambargolar koyarak, ağır yaptırımlar uygularken, cezalar
yağdırırken, Vatikan’a gidip yeni bir haçlı savaşı talebinde bulunurken bizden
birileri hala celladına âşık uyumaya devam ediyor.
Bugünkü Türkiye’de Büyük Soru(numuz) Ne?
50-60 yıllık bir emeğin
mahsulü olan bir neslin iktidar olduğu bir Türkiye’de sorunumuz nedir? Laik bir
düzenin İslam ile ilgisi yeterince anlaşılmış mıdır? Kapitalizmin hiçbir şekilde sorgulanmadığı bu ülkede muhafazakâr
dindar kesimi liberal demokrasi ile tanıştırdı ve barıştırdılar. İslami camiayı
para ile tanıştırarak darmadağın ettiler.
Türkiye büyük imkânları
olan ama aynı zamanda büyük problemleri olan bir ülkedir. Türkiye’nin hem
imkânlarını hem de problemlerini iyi anlamak gerekiyor. Türkiye hem dış
politikada hem iç politikada bir dönemece giriyor. Bir kavşak noktasına doğru
ilerliyor. Daha fazla cepheleşmeden, kamplara ayrılmadan meselelerini
tartışması gerekmektedir.
Ama önce kendimize
gelmemiz gerekiyor. Savruk zihin yapımıza bir ayar vermemiz gerekiyor. Kendi
kavramlarımızla düşünüp konuşmamız gerekiyor. Toplumda entelektüel ve ruhsal
bir boşluk bulunuyor. İnsanlar toplumsal çalkantılar içinde savrulup duruyor. Müslümanların
bir kısmının refahla tanışıp dağılması, başka bir yöne evirilmesi neticesinde
psikolojik bir travma yaşamaktadır. Sistemi sorgulamadan, sapkınlıkları ve
aykırılıkları görmeden sistemi korumak ve sınırlarını sistemin çizdiği,
standartlarını sistemin koyduğu bir hayat tarzı içinde ehlileşmektedirler.
Temel yapısı, felsefesi ve müktesebatı itibariyle belirleyicisi
olmadığımız bir sistemde bizim mahallenin çocuklarını icra organı yaparak,
kendilerinin inandırıcı olamadığı halkı, alın siz ikna edin demek
istemektedirler. Mevcut sistem yanlışlarına sizi ortak ederek meşruiyet
kazanmaktadır. Sisteme bütüncül bir perspektiften bakmadan, sistemin
kokuşmuşluğunu sorgulamadan, parçacı bakarak sağını solunu tamir etmek için
uğraşmak sonuç alınmayacak beyhude bir gayrettir. Kendi değerlerine ve inancına
yabancı olan bir düzenin parçası olmak, o düzen tarafından yönlendirilmek, o
düzenin bir dişlisi olmak o düzene rıza göstermek demektir. İlahi kaynaktan
gelmeyen bir değerler manzumesine teslim olmak, o düzeni kabul etmek demektir.
Kur’an’ın Güçlü Işığına
Rağmen Zilletten Kurtulamıyorsak…
Müslüman, Allah(c.c) gibi mutlak bir kural koyucu olduğunu ve bir gün ona
hesap vereceğini bildiği halde; hayatında yaratıcıya sınırlı bir alan
bırakıyorsa, çağdaş firavunların, nemrutların, Ebu Cehillerin koyduğu kurallara
göre hayat yaşıyorsa Allah’ı görmezden geliyor demektir. Beşer aklının ürününü
”ladini” sistemlerle uzlaşmak, onların izin verdiği veya uygun gördüğü yol ve
yöntemleri uygulamak, taviz vererek yaşamak İslami değildir. Ya tevhid yolu, ya
da şirk yoluna gidilecektir. İkisi arasında yalpalayarak yaşamak çözüm yolu değildir.
İslam, mabet köşelerinde belli bazı ritüellerin icra edildiği sığıntı bir din
de değildir.
Bugünün dünyasında
Müslümanlar için, Müslüman’ca yaşama özgürlüğü yoktur. İslam ümmeti, İslam
medeniyeti bugün bir gerçeklik olmaktan çıkmıştır. İçerisinde yaşadığımız
dünyada bireysel anlamda inanma özgürlüğü var, ancak, inandığımız değerleri
harekete dönüştürme özgürlüğümüz yoktur.
Müslümanların asıl düşmanı bırakıp birbiriyle savaşır durumda olması,
birbirlerini öldürmek haram olmasına rağmen öldürmeye devam etmesi ortada bir
problemin, bir provokasyonun ve kötü emellere alet olmanın mevcudiyetini
göstermektedir. Yangın yerine dönen İslam coğrafyasının, büyük acılar ve
yıkımlar yaşayan ümmetin, kurtuluşu için Batı’nı kirli ellerinin İslam
Dünyasından çekilmesi gerekmektedir. Zalim diktatörleri, vahşi örgütleri
başımıza bela eden, tüm bu alçaklıkların müsebbibi olan düşmanı yardıma
çağırmak, Amerika ve Batıdan yardım istemek hala meselenin anlaşılmadığını
göstermektedir.
Dışarıdan ithal edilen
İslam dışı sistemler insanları ve toplumları köreltmiş, eritmiş ve
çürütmüştür. Kafaları şok edecek yeni bir zihinsel değişim ile yeni bir
toplum inşası zaruridir. Çünkü modern toplum tarihte eşi görülmemiş bir
sapmanın içindedir. İnsanın tabiatla ilişkisi toprağı, suyu, havayı yok eden
bir tüketim tarzında devam etmektedir. Şiddet, uyuşturucu, cinayetler, tecavüzler, sömürü, haksızlıklar,
hırsızlıklar, yolsuzluklar helak edilen bütün günah toplumlarının yaşadığı
ölçüde gündemdedir.
Allah(c.c.) bütün peygamberlerini bir zaruret haline gelen toplumsal dönüşüm için göndermiştir. Hiçbir peygamber içinde yaşadığı sistemle uzlaşmamış, onların kural ve kurumlarına tabi olmamış, hiçbir şey olmamış gibi onlarla birlikte yaşamamıştır. Müslümanların verdikleri mücadelede örnek ve önder alacakları kişiler peygamberlerdir. Onun için Kur’an’ı Kerim’de bazı peygamberlerin verdikleri mücadele uzun uzun anlatılmaktadır. Baktığımız zaman, hiç birinin o günün cari siyasi düzenine itaat etmediklerini, despotik güçlere karşı mücadele verdiklerini, taviz vererek uzlaşma yoluna gitmediklerini görürüz. Müşriklerin hoşuna gitmese de onların putlarına ve sapkınlıklarına karşı çıkmış, Allah’ın hükümlerini açık ve net bir şekilde tebliğ etmiş ve uygulamışlardır. Müstekbirlere karşı gerçeği gizlememiş, ertelememiş, olması ve yapılması gereken neyse onu söylemiş ve uygulamışlardır.
Peygamberler bulundukları toplumda, kurtuluş yolu olarak yalnızca Allah’a teslimiyet yolunu göstermişlerdir. Allah’ın kitabında ve Hz. Peygamber’in sünnetinde buna aksi bir delil bulamazsınız. Peygamberlerin üslubunda erteleme ve kısmi kabul yoktur. Kur’an’ı, sünneti şimdilik bir yana bırakalım, ehveni şer diye şuna veya buna şimdilik rıza gösterelim diye bir şey yoktur. Hiçbir peygamberin cahili mekanizmalar içinde yer almadığını görüyoruz. O sistemlerle sürekli mücadele ettiklerini, onlardan gelen teklifleri de ret ettiklerini görüyoruz. Allah Resul’üne davasından vazgeçmek karşılığında para, kadın ve başkanlık teklif ettiklerinde, o kutlu insan, “Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem, Ya Allah bu dini hakim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.” diye cevap veriyordu.
Vahye Uygun Bir Sitemi Nasıl Oluşturacağımızı Konuşmak
Fıtrattan uzaklaşan
insan, nefsini kutsayan değer yargılarıyla bir günah toplumu, bir günah
medeniyeti inşa etmiştir. Gelinen nokta bir tıkanma noktasıdır. İnsan
ilişkilerinde sevginin yerini nefret, adaletin yerini zulüm almıştır. Güçlüyle
zayıfın ilişkisi sömürü üzerine kurulmuştur. Bugünkü günah medeniyetinin temeli
ekonomi, para ve aşırı kardır. Benmerkezci, çıkara endeksli, doymak bilmez
iştaha sahip kişiler ve toplumlar, bir
evrensel insani değerler sistemi üretmez.
Bu anlayışa sahip yapılanmalarda adalet de beklenmez. İşte günümüz
modern dünyasının hakim olduğu değerler düzeni böyle adaletsiz düzlemin
ürünüdür. Adaletin olmadığı yerde haksızlık ve zulüm vardır. Haksızlık ve
zulmün olduğu yerde kargaşa ve çıkar çatışması vardır. Kargaşa ve çıkar çatışmasının
olduğu yerde ise tıpkı bugünün dünyasında olduğu gibi refah ve huzur yok
demektir.
Allah’a ve O’nun
rehberliğine karşı isyan etmiş,
insanlığa karşı suç işleyen, şeytanın yolunda giden zalimlerin hüküm
sürdüğü dünyada büyük oyuncular ne istediklerini biliyorlar. Geleceğimizi
karartacak, ipotek altına alacak plan ve projeleri kolaylıkla hayata
geçiriyorlar. Biz ise hiçbir oyuna hazırlıklı değiliz. Dünya’ya bir şey söylemek için güçlü ve donanımlı olmak gerekiyor. Bu
haksız kazanç sistemini felsefi bakımdan anlamsızlığa mahkûm eden veriler
İslâm'da mevcuttur.
Hızla değişen dünyada birçok yıkıcı etkenlere maruz kalan Müslümanlar; çağın gereklerine uygun yönetim şeklini bulmaya, inançları ışığında sosyal, siyasi ve ekonomik düşüncelerini yeniden oluşturmaya çalışmalıdırlar. Mücadeleyi tepkisellikten ve antitez olmaktan çıkarıp, kendi tezlerini ve projelerini üreten, toplumun gündemine kendi tezlerini sokabilen, topluma çözümler sunan, alternatif siyasetler, alternatif organizasyonlar ve ona uygun alternatif davranış sistemleri geliştiren bir yapılanmaya ihtiyaç vardır.
Ancak dinine saygı ve ilgi duyan, bağlılığını her vesileyle beyan eden insanımız bir şeyler yapmak noktasına gelince anlaşılmaz bir şekilde geri duruyor. Kılını bile kıpırdatmadan sessiz bir tepki gösteriyor. Sanki Müslüman kurtarıcı bir mehdinin gelmesini beklemektedir. Ümmet olarak bilinç tutulması yaşıyoruz. Bir Müslümana yakışmayacak bir tavır içerisindeyiz. Hâlbuki Rabbimiz, “Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah bir kavmin durumunu değiştirmez” (Rad, 11) buyuruyor.
Bir günah çağı olan bu
çağ, İslam’ı hasretle arayan bir çağdır. Diğer bir ifadeyle, İslam, Batı
medeniyetine meydan okumanın adıdır. İşte buna katlanamadıkları için her türlü
düşmanlığı yapıyorlar. İslam, bu tıkanma noktasında kendi insanını, kendi
toplumunu alternatif olarak insanlığa sunmak durumundadır. 14 asır önce de,
böyle bir cahiliye ortamda almıştı insanoğlunu ve ondan bir saadet çağı
yaratmıştı. Bizler İslam’dan uzaklaşmamız nispetinde gerilemişiz, ona
yaklaşmamız nispetinde ilerlemişizdir. Ve buna tarih şahittir. İnsani bir
sistemin çarklarını oluşturacak yeterli sayıda İslam’ı anlayan ve yasamak
isteyen, ümmetin kaynaklarını
kullanabilecek, düşünce ve fikirlerini sadece İslam’dan alan insanlara ihtiyaç
vardır.
Değişen dünya ve
Türkiye şartlarının getirdiği yeni kavramları ve ortamı kavrayabilecek
mentaliteye sahip, fedakâr, edep ve adalet duygusuna sahip, iman, ahlak ve
insani faziletleri esas alan, toplu hareket etmeyi bilen, teori ile gerçek hayat
arasında uyum kurabilen, sarsıntılar ve zor engeller karşısında yıkılmayan bir
insan gücü oluşturmak mecburiyetindeyiz.
İslam’ı öyle sağ, öyle canlı ve diri yaşamalıyız ki, bizi öldürmeye gelen biz
de dirilsin. Menfaati için kula kul
olmayan, özü sözü doğru, elinden dilinden kimsenin zarar görmediği bir
Müslüman.
Bugün yapılacak en önemli görev budur.