1 Ocak 2020 Çarşamba

TEBLİĞİN EN ZAYIF OLDUĞU BİR DÖNEM…

(Umran Dergisi)


Yoğun iç ve dış gündem etkisi altındaki ülkemizde hangisini düşüneyim derken, eğer işin özünü kaçırırsanız ağaçlara bakarken ormanda kaybolup gidersiniz. Küresel güçlerin at oynattığı bölgemizde olan biteni nasıl okuyacağımız çok önemlidir. Hem ümmet, hem Türkiye küresel bir tehdit altındadır. Bir meydan okuma ile karşı karşıyadır.  Bölgemize sahip çıkabilmek ve kendi problemlerimizi kendimizin çözebilmesi için öncelikle içine düştüğümüz bu zelil ve perişanlık halinin zihni ve felsefi alt yapısını anlamamız gerekmektedir.

Türkiye doğuya doğru, tabii sınırlarına, yani değerlerinin yeşerip büyüdüğü bölgesine yayılmaya çalıştıkça, Ortadoğu’da daha aktif bir politika izledikçe, oyun kuran bir ülke olmaya çalıştıkça başta İsrail olmak üzere şer güçlere çarpıyor. Türkiye’nin lehte veya aleyhte söylediği her cümle bölge halkı üzerinde derin etki yapıyor. Osmanlı’dan tevarüsle bölgenin patronu olan Türkiye’nin popülaritesi onları kızdırıyor. Türkiye’yi her zaman bölgede kendi çıkarları için istedikleri gibi yönetebilecekleri bir ülke olarak gördüler. Onlardan bağımsız bir dış politika uygulamaya başladıktan sonra önüne engel çıkarmaya başladılar.

Kendi Kutsallarını Tüketmiş Bir Batı

Modern Batı düşüncesi hakikat ile bağını koparmış, getirdikleri ile insanı fıtrattan uzaklaştırmıştır. Çürümeye yüz tutmuş fıtrat dışı bir hayat tarzıyla hem kendine hem Dünya’ya sunacağı hiçbir değeri, ideali, modeli kalmamıştır. Kendilerine gönderilen peygamberi Tanrı’nın oğludur deyip tahrif ettikleri dinleriyle insanlığın efendisi olduklarını ilan ettiler. Tanrı oğlu İsa’yı(haşa) insanlığın günahını çekmesi için göndermiş olduğu için artık bunlar için çekilecek günah kalmamıştı.  Dünya dönüyor diyenleri ölüme mahkûm ettiler. İnsanları deli diye, kadınları cadı diye yaktılar. Merhamet denen kelimeyi hayatlarından çıkardıkları için sömürüye ve katliamlara rahatça devam ettiler. Hegemonyalarını devam ettirirken yeniden biriken günahları olursa, İsa günah çekmeye gelecekti(!) Çünkü onlar Tanrı’nın seçilmişleriydi. İnsanlığa demokrasi, insan haklarını öğretmeleri için daha güçlü ve zengin olmaları gerekiyordu. İşte bu yüzden gönderdikleri misyonerler vasıtasıyla insanların ellerine İncil’i verirken tüm varlıklarını ellerinden alıyorlardı.

Çeşitli topraklarda yaşayan halkları sömürgeleştirdiler. Sömürgecilik ile birlikte insanlık tarihindeki en korkunç şey olan köle ticareti ile insanların boynuna tasma takıp gemilere doldurup kendilerine köle yaptılar. Sözde uygarlık adına kan, gözyaşı ve vahşet medeniyeti kurdular. Barbarlıkta sınır tanımayarak Dünya’da kan dökülmedik tek bir yer bırakmadılar. İşgal ettikleri topraklardaki zenginlikleri, hazineleri yağmalarken yaptıkları katliamlarla kana doymadılar. Belçika 10 milyon Kongoluyu, İspanya 5 milyon Meksikalıyı katletti. Çünkü ta Roma döneminden beri sömürgecilik sistemi bunların kanına işlemişti.

Anadolu’da, Kıbrıs’ta, Vietnam’da, Kamboçya’da, Azerbaycan’da, Karabağ’da, Bulgaristan’da, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da, Bosna’da, Afganistan’da, Somali’de, Ruanda’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da, Keşmir’de bizzat kendileri veya arkalarında bıraktıkları uşakları vasıtasıyla kan döktüler ve dökmeye devam ediyorlar. Çekildikleri yerlerde kolay idare edilecek, onların söylemlerine göre hareket edecek, onların ağzıyla konuşacak, o topraklardaki kaynakları beraberce semirecek kukla varisler bıraktılar. 11 Eylül 2001 saldırıları bahane edilerek ABD öncülüğündeki Haçlı koalisyonunun açtığı savaşlarda, bugüne kadar milyonlarca Müslüman katledildi, evleri başlarına yıkıldı, beldeleri tarumar edildi, zenginlikleri yağmalandı.

Artık dünya, Batı’nın küresel hegemonya düzeninden nefret etmeye başlamıştır. İşin garip tarafı ise, biz hala onlara katılmak, onlara benzemek istiyoruz. Bizi Avrupa Birliği’ne alsınlar diye kapıl eşiklerinde yatmakta ısrar ediyoruz. Dünya’ya zulüm ve sömürüden başka bir şey getirmemiş olan Batı’nın peşinden koşmak, onlara yaranmaya çalışmak anlaşılır gibi değildir. Onlar hala sözde Ermeni soykırımını öne sürerek, ambargolar koyarak, ağır yaptırımlar uygularken, cezalar yağdırırken, Vatikan’a gidip yeni bir haçlı savaşı talebinde bulunurken bizden birileri hala celladına âşık uyumaya devam ediyor.

Bugünkü Türkiye’de Büyük Soru(numuz) Ne?

50-60 yıllık bir emeğin mahsulü olan bir neslin iktidar olduğu bir Türkiye’de sorunumuz nedir? Laik bir düzenin İslam ile ilgisi yeterince anlaşılmış mıdır? Kapitalizmin hiçbir şekilde sorgulanmadığı bu ülkede muhafazakâr dindar kesimi liberal demokrasi ile tanıştırdı ve barıştırdılar. İslami camiayı para ile tanıştırarak darmadağın ettiler.

Türkiye büyük imkânları olan ama aynı zamanda büyük problemleri olan bir ülkedir. Türkiye’nin hem imkânlarını hem de problemlerini iyi anlamak gerekiyor. Türkiye hem dış politikada hem iç politikada bir dönemece giriyor. Bir kavşak noktasına doğru ilerliyor. Daha fazla cepheleşmeden, kamplara ayrılmadan meselelerini tartışması gerekmektedir.

Ama önce kendimize gelmemiz gerekiyor. Savruk zihin yapımıza bir ayar vermemiz gerekiyor. Kendi kavramlarımızla düşünüp konuşmamız gerekiyor. Toplumda entelektüel ve ruhsal bir boşluk bulunuyor. İnsanlar toplumsal çalkantılar içinde savrulup duruyor. Müslümanların bir kısmının refahla tanışıp dağılması, başka bir yöne evirilmesi neticesinde psikolojik bir travma yaşamaktadır. Sistemi sorgulamadan, sapkınlıkları ve aykırılıkları görmeden sistemi korumak ve sınırlarını sistemin çizdiği, standartlarını sistemin koyduğu bir hayat tarzı içinde ehlileşmektedirler.

Temel yapısı, felsefesi ve müktesebatı itibariyle belirleyicisi olmadığımız bir sistemde bizim mahallenin çocuklarını icra organı yaparak, kendilerinin inandırıcı olamadığı halkı, alın siz ikna edin demek istemektedirler. Mevcut sistem yanlışlarına sizi ortak ederek meşruiyet kazanmaktadır. Sisteme bütüncül bir perspektiften bakmadan, sistemin kokuşmuşluğunu sorgulamadan, parçacı bakarak sağını solunu tamir etmek için uğraşmak sonuç alınmayacak beyhude bir gayrettir. Kendi değerlerine ve inancına yabancı olan bir düzenin parçası olmak, o düzen tarafından yönlendirilmek, o düzenin bir dişlisi olmak o düzene rıza göstermek demektir. İlahi kaynaktan gelmeyen bir değerler manzumesine teslim olmak, o düzeni kabul etmek demektir.

Kur’an’ın Güçlü Işığına Rağmen Zilletten Kurtulamıyorsak…

Müslüman, Allah(c.c) gibi mutlak bir kural koyucu olduğunu ve bir gün ona hesap vereceğini bildiği halde; hayatında yaratıcıya sınırlı bir alan bırakıyorsa, çağdaş firavunların, nemrutların, Ebu Cehillerin koyduğu kurallara göre hayat yaşıyorsa Allah’ı görmezden geliyor demektir. Beşer aklının ürününü ”ladini” sistemlerle uzlaşmak, onların izin verdiği veya uygun gördüğü yol ve yöntemleri uygulamak, taviz vererek yaşamak İslami değildir. Ya tevhid yolu, ya da şirk yoluna gidilecektir. İkisi arasında yalpalayarak yaşamak çözüm yolu değildir. İslam, mabet köşelerinde belli bazı ritüellerin icra edildiği sığıntı bir din de değildir.

Bugünün dünyasında Müslümanlar için, Müslüman’ca yaşama özgürlüğü yoktur. İslam ümmeti, İslam medeniyeti bugün bir gerçeklik olmaktan çıkmıştır. İçerisinde yaşadığımız dünyada bireysel anlamda inanma özgürlüğü var, ancak, inandığımız değerleri harekete dönüştürme özgürlüğümüz yoktur.

Müslümanların asıl düşmanı bırakıp birbiriyle savaşır durumda olması, birbirlerini öldürmek haram olmasına rağmen öldürmeye devam etmesi ortada bir problemin, bir provokasyonun ve kötü emellere alet olmanın mevcudiyetini göstermektedir. Yangın yerine dönen İslam coğrafyasının, büyük acılar ve yıkımlar yaşayan ümmetin, kurtuluşu için Batı’nı kirli ellerinin İslam Dünyasından çekilmesi gerekmektedir. Zalim diktatörleri, vahşi örgütleri başımıza bela eden, tüm bu alçaklıkların müsebbibi olan düşmanı yardıma çağırmak, Amerika ve Batıdan yardım istemek hala meselenin anlaşılmadığını göstermektedir.

Dışarıdan ithal edilen İslam dışı sistemler insanları ve toplumları köreltmiş, eritmiş ve çürütmüştür. Kafaları şok edecek yeni bir zihinsel değişim ile yeni bir toplum inşası zaruridir. Çünkü modern toplum tarihte eşi görülmemiş bir sapmanın içindedir. İnsanın tabiatla ilişkisi toprağı, suyu, havayı yok eden bir tüketim tarzında devam etmektedir. Şiddet, uyuşturucu, cinayetler,  tecavüzler, sömürü, haksızlıklar, hırsızlıklar, yolsuzluklar helak edilen bütün günah toplumlarının yaşadığı ölçüde gündemdedir. 

Allah(c.c.) bütün peygamberlerini bir zaruret haline gelen toplumsal dönüşüm için göndermiştir. Hiçbir peygamber içinde yaşadığı sistemle uzlaşmamış, onların kural ve kurumlarına tabi olmamış, hiçbir şey olmamış gibi onlarla birlikte yaşamamıştır. Müslümanların verdikleri mücadelede örnek ve önder alacakları kişiler peygamberlerdir. Onun için Kur’an’ı Kerim’de bazı peygamberlerin verdikleri mücadele uzun uzun anlatılmaktadır. Baktığımız zaman, hiç birinin o günün cari siyasi düzenine itaat etmediklerini, despotik güçlere karşı mücadele verdiklerini, taviz vererek uzlaşma yoluna gitmediklerini görürüz. Müşriklerin hoşuna gitmese de onların putlarına ve sapkınlıklarına karşı çıkmış, Allah’ın hükümlerini açık ve net bir şekilde tebliğ etmiş ve uygulamışlardır. Müstekbirlere karşı gerçeği gizlememiş, ertelememiş, olması ve yapılması gereken neyse onu söylemiş ve uygulamışlardır.

Peygamberler bulundukları toplumda, kurtuluş yolu olarak yalnızca Allah’a teslimiyet yolunu göstermişlerdir. Allah’ın kitabında ve Hz. Peygamber’in sünnetinde buna aksi bir delil bulamazsınız. Peygamberlerin üslubunda erteleme ve kısmi kabul yoktur. Kur’an’ı, sünneti şimdilik bir yana bırakalım, ehveni şer diye şuna veya buna şimdilik rıza gösterelim diye bir şey yoktur. Hiçbir peygamberin cahili mekanizmalar içinde yer almadığını görüyoruz. O sistemlerle sürekli mücadele ettiklerini, onlardan gelen teklifleri de ret ettiklerini görüyoruz. Allah Resul’üne davasından vazgeçmek karşılığında para, kadın ve başkanlık teklif ettiklerinde, o kutlu insan, “Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem, Ya Allah bu dini hakim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.” diye cevap veriyordu.

Vahye Uygun Bir Sitemi Nasıl Oluşturacağımızı Konuşmak

Fıtrattan uzaklaşan insan, nefsini kutsayan değer yargılarıyla bir günah toplumu, bir günah medeniyeti inşa etmiştir. Gelinen nokta bir tıkanma noktasıdır. İnsan ilişkilerinde sevginin yerini nefret, adaletin yerini zulüm almıştır. Güçlüyle zayıfın ilişkisi sömürü üzerine kurulmuştur. Bugünkü günah medeniyetinin temeli ekonomi, para ve aşırı kardır. Benmerkezci, çıkara endeksli, doymak bilmez iştaha sahip kişiler ve toplumlar,  bir evrensel insani değerler sistemi üretmez.  Bu anlayışa sahip yapılanmalarda adalet de beklenmez. İşte günümüz modern dünyasının hakim olduğu değerler düzeni böyle adaletsiz düzlemin ürünüdür. Adaletin olmadığı yerde haksızlık ve zulüm vardır. Haksızlık ve zulmün olduğu yerde kargaşa ve çıkar çatışması vardır. Kargaşa ve çıkar çatışmasının olduğu yerde ise tıpkı bugünün dünyasında olduğu gibi refah ve huzur yok demektir.

Allah’a ve O’nun rehberliğine karşı isyan etmiş,  insanlığa karşı suç işleyen, şeytanın yolunda giden zalimlerin hüküm sürdüğü dünyada büyük oyuncular ne istediklerini biliyorlar. Geleceğimizi karartacak, ipotek altına alacak plan ve projeleri kolaylıkla hayata geçiriyorlar. Biz ise hiçbir oyuna hazırlıklı değiliz. Dünya’ya bir şey söylemek için güçlü ve donanımlı olmak gerekiyor. Bu haksız kazanç sistemini felsefi bakımdan anlamsızlığa mahkûm eden veriler İslâm'da mevcuttur.

Hızla değişen dünyada birçok yıkıcı etkenlere maruz kalan Müslümanlar; çağın gereklerine uygun yönetim şeklini bulmaya, inançları ışığında sosyal, siyasi ve ekonomik düşüncelerini yeniden oluşturmaya çalışmalıdırlar. Mücadeleyi tepkisellikten ve antitez olmaktan çıkarıp, kendi tezlerini ve projelerini üreten, toplumun gündemine kendi tezlerini sokabilen, topluma çözümler sunan, alternatif siyasetler, alternatif organizasyonlar ve ona uygun alternatif davranış sistemleri geliştiren bir yapılanmaya ihtiyaç vardır.

Ancak dinine saygı ve ilgi duyan, bağlılığını her vesileyle beyan eden insanımız bir şeyler yapmak noktasına gelince anlaşılmaz bir şekilde geri duruyor. Kılını bile kıpırdatmadan sessiz bir tepki gösteriyor. Sanki Müslüman kurtarıcı bir mehdinin gelmesini beklemektedir. Ümmet olarak bilinç tutulması yaşıyoruz. Bir Müslümana yakışmayacak bir tavır içerisindeyiz. Hâlbuki Rabbimiz, “Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah bir kavmin durumunu değiştirmez” (Rad, 11) buyuruyor.

Bir günah çağı olan bu çağ, İslam’ı hasretle arayan bir çağdır. Diğer bir ifadeyle, İslam, Batı medeniyetine meydan okumanın adıdır. İşte buna katlanamadıkları için her türlü düşmanlığı yapıyorlar. İslam, bu tıkanma noktasında kendi insanını, kendi toplumunu alternatif olarak insanlığa sunmak durumundadır. 14 asır önce de, böyle bir cahiliye ortamda almıştı insanoğlunu ve ondan bir saadet çağı yaratmıştı. Bizler İslam’dan uzaklaşmamız nispetinde gerilemişiz, ona yaklaşmamız nispetinde ilerlemişizdir. Ve buna tarih şahittir. İnsani bir sistemin çarklarını oluşturacak yeterli sayıda İslam’ı anlayan ve yasamak isteyen,   ümmetin kaynaklarını kullanabilecek, düşünce ve fikirlerini sadece İslam’dan alan insanlara ihtiyaç vardır.

Değişen dünya ve Türkiye şartlarının getirdiği yeni kavramları ve ortamı kavrayabilecek mentaliteye sahip, fedakâr, edep ve adalet duygusuna sahip, iman, ahlak ve insani faziletleri esas alan, toplu hareket etmeyi bilen, teori ile gerçek hayat arasında uyum kurabilen, sarsıntılar ve zor engeller karşısında yıkılmayan bir insan gücü oluşturmak mecburiyetindeyiz. İslam’ı öyle sağ, öyle canlı ve diri yaşamalıyız ki, bizi öldürmeye gelen biz de dirilsin.  Menfaati için kula kul olmayan, özü sözü doğru, elinden dilinden kimsenin zarar görmediği bir Müslüman.

Bugün yapılacak en önemli görev budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...