1 Aralık 2021 Çarşamba

YÜZLEŞMEK, HESAPLAŞMAK, HELALLEŞMEK…

(Umran Dergisi)



Bu toplumla barışmak istiyorsanız bu kuru kuruya bir helalleşme ilanıyla olmaz, yaptığınız kötülüklerle yüzleşmek ve adil bir hesaplaşma ile ancak olur. Geçmiş geçmişte kaldı diyerek meselenin üstünü kapatamazsınız. Ayrıca helalleşmeniz gereken insanların listesi çok uzun, helalleşmeye ömrünüz yetmez. Zaten helalleşmek, tek taraflı bir istekle olabilecek bir şey değildir. Hakkı yenenlerin, iftiraya uğrayanların, haysiyeti beş paralık edilenlerin, sizin bu isteğinizi kabul etmeleri gerekir. Ancak birçoğu çoktan dar-ı beka’ya göç ettiler. Onlarla hesabınız mahkeme-i kübra da görülecektir.

13 Kasım’da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir video yayımlayarak, “Partimizin de geçmişte yarattığı derin yaralar vardır. Ülkemizin iyileşmeye, helalleşmeye ihtiyacı var. Ben bu yaraların kapanması için helallik isteme, helalleşme yolculuğuna çıkıyorum.” demişti. Daha sonra partisinin grup toplantısında okuduğu bir açık mektupla bunu nasıl yapacağına dair açıklamalarda bulundu. Mektubunda, “Helalleşme yüzleşmek, barışabilmek, devam edebilmek demektir. Bunu yarası olan topluluklarla yapacağız” ifadelerini kullanmıştı.

Geçen mayıs ayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da küresel salgın nedeniyle yaşanan kısıtlamalardan dolayı ekonomik sıkıntı yaşayan vatandaşlardan helallik istemiş, “Sıkıntıya düşen esnafımız, çalışanımız olduysa hepsinden helallik istiyoruz.” demişti. Ancak aynı Kılıçdaroğlu,  Erdoğan’ın vatandaştan ‘helallik’ isteyen bu sözlerine tepki göstererek, “Bırak kardeşim sen helalleşmeyi. Neyin helalleşmesi? Helalleşme olayı sadece ve sadece insanları avutmak amacıyla veya insanların inançlarını veya duygularını sömürmek amacıyla, onların yaşadıkları sıkıntıları nasıl unutturabiliriz! Bu beyhude bir çabadır. Biz hakkımızı helal etmiyoruz.” diye cevap vermişti. Ama şimdi aradan daha altı ay geçmeden kendisi helalleşmeyi diline doluyor.  Böyle çelişik ifadeler Kılıçdaroğlu’nun helallik konusunda da takiyye yaptığını, Türkiye’de siyasilerin oy alma uğruna nasıl yanardöner tavırlar sergilediklerini göstermektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 17 Kasım’da dediği gibi “Dün helalleşme kavramına böyle bakan bir zatın bugün birden aydınlanma yaşayıp 180 derecelik bir dönüşle helalleşme peşine düşmesi ne kadar ilginç değil mi? Maalesef ortada bir değişim de yok, değişen kimse de yok. CHP aynı CHP, Kılıçdaroğlu aynı Kılıçdaroğlu, zihniyet aynı zihniyet… Sadece bunlara verilen rol değişti. Dün tüm güçleri ve samimiyetleri ile vesayetin bekçiliğine, darbecilerin şakşakçılığına, tarihimize ve değerlerimize düşmanlığa soyunmuşlardı. Bugün biraz zoraki de olsa daha başka şeyler söylüyor, daha başka bir görünüme bürünmeye çalışıyor.”[1]

Her Şeyden Önce Samimi Olmak Gerekir

Helalleşmek için seçim kokan çıkışlardan, mağdur vatandaşlarımıza mavi boncuk dağıtmadan önce samimi olmak gerekiyor. Önce iğneyi kendinize batırıp, bir özeleştiri yapıp CHP’nin zulmüyle hesaplaşıp yüzleşmeniz gerekiyor.  Yerel seçimlerden önce belediyelerden bir kişinin çıkarılmayacağı konusunda Kılıçdaroğlu namus sözü vermişti ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden 13 bin kişi işten çıkarıldı. Seçim bitti verilen söz unutuldu. CHP, “Sınır namustur” pankartları astı ama meclisteki oylamada PKK ile mücadele amaçlı Irak ve Suriye tezkeresine ret oyu verdi. Taksim Gezi kalkışmasına destek veren, Ayasofya’nın ibadete açılışına itiraz eden, Taksim’e cami yapılmasına karşı çıkan, HDP ile gizli ortaklık kuran ve FETÖ’ye kol kanat geren CHP’nin liderinin helalleşme açılımına/aldatmasına millet ne kadar inanacak göreceğiz.

Bir CHP eski milletvekili şöyle diyor: “Helalleşme dini bir kavramdır. Böylesi ifadelerle parti mi yönetilir?” Siz “helalleşme” kelimesine bile tahammül edemeyen bu katı tek parti zihniyeti, ideolojik laikçi kafanızı değiştirmeden, bu millet sizin değiştiğinize ikna olmadan, oy almak için yapılan bu gibi sinsi siyasi taktiklerinize prim vermez. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı, helalleşme kılıfı altında apaçık bir siyasi PR çalışmasıdır. CHP her daim devletin günahlarını sahiplenmiş, kurucu devlet statükosunun en katı savunucusu olmuştur. 1947 Kurultayı’nda, İnönü’nün isteğiyle, parti programındaki “kuvvetler birliği” ifadesine yer vermeyen yeni program taslağına sıkı Kemalistler şiddetle karşı çıktı. Bunlardan Balıkesir Saylavı(ne demekse) Süreyya Örgeevren’in şu sözlerine bakın: “Mesele rejim meselesidir. Kemalizm, kuvvetlerin ayrılmasını reddeden bir siyasi doktrindir… Kemalizm’de yasama kuvveti, yürütme kuvveti, yargı kuvveti diye bir şey yoktur… Kuvvet tektir, milli kuvvettir, milli iradedir. Bunun aksine düşünmek CHP’yi inkâr etmektir…” (Cumhuriyet 2 Aralık 1947)[2]

CHP olumsuz geçmişinden kurtulmak için şimdi imaj çalışması yapıyor.  Kılıçdaroğlu, “helalleşme” açılımı ile seçim öncesi muhafazakâr kesimlere ve Kürtlere göz kırpıyor, seçmen çoğaltma, cephe genişletme stratejisi uyguluyor. Yakında eşcinsellere özgürlük/helalleşme açılımı yaparsa hiç şaşırmayın. Çünkü uzun zamandır partinin belediyeleri ve milletvekilleri o çizgide seferber durumdadırlar.

Helalleşelim diye sıraladığı kişi ve gruplar arasında ne tutarlılık ne de samimiyet var. Samimi olsa önce kendi döneminde yapılan yanlışlarla helalleşir. Helalleşme çıkışıyla, “CHP’nin açtığı yaraları tedavi” vaadinde bulundu ama partiden uğultular yükselince helalleşme listesini, CHP dönemi mağdurları dışındaki çevrelere ve yıllara yayma uyanıklığını gösterdi. Kendi döneminde parti yetkililerinin, belediye başkanlarının kadınlara yaptığı taciz, tecavüz, baskı ve şiddete karşı hiçbir işlem yapmayan, hesap bile sormayan Kılıçdaroğlu’nun, samimi bir helalleşme istediğine kim inanır? 28 Şubat döneminde “ikna odaları” uygulamasının mucidi Nur Serter’i milletvekili yapan, onu el üstünde tutan CHP’dir. Eğer samimi iseniz, Nur Serter çıksın zulmettiği kızlardan özür dilesin, af dilesin, helallik istesin. İnsanların hayatını altüst eden bu zalimleri ödüllendirdiğiniz için önce sizin hesap vermeniz gerekir.

CHP eski milletvekili Barış Yarkadaş, “CHP Sorunun Farkında mı?” başlıklı yazısında “Bakın; göreceksiniz, bu söz, sadece Kılıçdaroğlu’nun değil, CHP’nin de peşini bırakmayacaktır!”[3] diye uyarıyor. Ona göre tarihsel olaylar, yaşandığı zaman dilimi içinde değerlendirilirmiş. Helalleşmek ve hesaplaşmak konusunu destekleyenleri de gerici, liboş, yobaz takımı ve had bilmezlik yaftalarıyla suçluyor. Görüldüğü gibi kafa hâlâ aynı laikçi-otoriter faşist kafadır. Aradan yıllar geçse de asla değişmiyor, vicdanları bu mengeneden kurtulamıyor. Yani olan oldu yaptığımız yanlışlar/suçlar faş edilirse altından kalkamayız, iyisi mi yanımıza kâr kalsın, demek istiyor zât-ı muhterem.

CHP Parti Meclisi Üyesi Kadir Gökmen Öğüt, Halk TV’de, “NATO ve Avrupa’nın Türkiye’de demokrasi olsun diye bir derdi olduğuna inanmıyorum. Olsaydı 10 yıldır bazı müdahaleler yapardı.” dedi. Bunu söyleyen biri bu ülkeye ne verebilir? Açık açık utanmadan “NATO gelsin Türkiye’ye müdahale etsin!” diyor. Kılıçdaroğlu bu uşak ruhlu insanlarla ilgili hangi işlemi yaptı acaba, merak ediyoruz. Sürekli Ermenistan’ın yanında duran ve Türkiye aleyhtarı açıklamalar yapan Ünal Çeviköz’e yaptığınız bir uyarı var mı? Kemal Kılıçdaroğlu helalleşmeden önce, Türkiye’nin millî birliğine kasteden, sırf iktidara muhalefet edeceğim diye Türkiye’nin menfaatlerinden çok başka başkentlerin menfaatlerine göre hareket eden, nefret söyleminden medet uman, kutuplaştırıcı, teröre müsamahalı bu kiralık kafaları partisinden uzaklaştırmakla başlamalıdır.

Listede Neler Vardı Neler Yoktu…

Kılıçdaroğlu’nun helalleşme açıklamasında ifade ettiği “CHP’nin açtığı derin yaralar” biraz muğlak kaldı. Yüzyıllık Cumhuriyet serüveninin günahları o kadar fazla ki liste ne kadar uzatılsa da eksik kalacaktır. Mesela, tek adam ve şeflik dönemindeki zulümlerin çoğunu pas geçti. Kılıçdaroğlu’nun helalleşme listesinde Dersim katliamı yoktu. Çünkü ince bir işçilikle hazırlanan, itinayla ayıklanan listede Atatürk dönemine girilmemiş. Hâlbuki Dışişleri Eski Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in Dersim’de mağaralara sığınan insanların çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç demeden nasıl fareler gibi zehirli gazlarla kitlesel olarak katledildiğini anlattığı röportajını bizzat Kılıçdaroğlu yapmıştı. 1937-38 yılları arasında Dersim’de 13 binden fazla sivil üç uçak filosu tarafından bombalanarak öldürüldü. 12 bine yakın insan da sürgüne gönderildi. Anasından, babasından, toprağından kopartılıp trenlere bindirilip her istasyonda o kasabanın eşrafına, beylerine “besleme” diye pay edilen Dersimli kızların hikâyesi yoktu.  Oğluyla beraber idam edilen Seyit Rıza’nın, yasalara uygun olsun diye 78 olan yaşının nasıl 54’e, oğlunun 17 olan yaşının nasıl 21’e çıkartıldığı yoktu.

Tarihe kara bir leke gibi kazınan Yassıada’nın utanç mahkemeleri ve 27 Mayıs cuntasının idam ettiği Menderes ve arkadaşları yoktu. Kontrollü darbe dediği 15 Temmuz ve FETÖ yoktu. Yasin Börü ve arkadaşlarının ailesi yoktu. HDP kapısında dağa kaçırılan çocuklarını isteyen Diyarbakır Anneleri de yoktu. Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmemek için, CHP’nin başvurusuyla Anayasa Mahkemesi’nin tarihinin en rezil kararlarından olan 367 kararı yoktu. Başörtüsü nedeniyle Meclis’te “Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!” diye saldıran zihniyet, “dışarı dışarı” diye tempo tutularak “kovulan Merve Kavakçı’ da yoktu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir şiirden dolayı belediye başkanlığının son yılında görevden alınarak cezaevine konuldu. 2002’de AK Parti’yi kurduğunda, milletvekili olması engellendi. Tüm bu süreçlerde aktif rol oynayan Sabih Kanadoğlu’ndan bahsetmiyor. Sivas, Kahramanmaraş mağdurları ile helalleşeceğiz, derken Madımak olayından dolayı, sadece “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet”ten yargılanması gereken insanların, CHP’li Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın girişimleri ile “oteli yakan kişiler gibi” suçlanıp idam cezasına çarptırılmasından bahsetmiyor.

Sabıka Dosyanız Oldukça Kabarık

Dinî müesseselere zincir vuranlar, binlerce ilim talebesini sokağa atanlar, ilim erbabını dilenciliğe zorlayanlar, Ayasofya’yı kapatanlar, ezân-ı Muhammedî’yi yasaklayıp “Allahu Ekber’’ diyeni hapse atanlar kimlerdi? Türkçe ile ibadete zorlayanlar, Arap harfleriyle yazılı kitapları kamyonlarla toplatan, polis karakollarında ayakiar altında çiğneten, çöp arabalarına tıkıştırıp yakanlar, devlet arşivlerini Haliç’e dökenler, Bulgaristan’a hurda kâğıt diye satanlar kimlerdi? Toprağın altına saklanan Kur’ân-ı Kerim’ler, servet değerinde kitaplar, tarihî eserler, ahıra çevrilen camiler gibi sayılamayacak kadar çok trajedi… Türk ordusunun manevî cephesini yıkanlar, alay müftülerini, tabur imamlarını kovanlar, alay sancaklarında yazan Kelime-i Tevhid’leri kaldıranlar… Yüzlerce yıllık kitabeleri ayet-i kerime yazdığı için parçalayanlar, Kâbe-i Muazzama’ya ait levhaları camilerden toplatanlar, Ayasofya’yı kapatıp restorasyon adı altında tahrip edenler[4] bu günahlardan dolayı kiminle, nasıl helalleşeceksiniz?

  • 3 Mart 1924, Hilafet makamı TBMM tarafından kaldırıldı. Aynı yıl Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi; tekke ve zaviyeler, mahalle mektepleri ve medreseler kapatıldı. İlkokullardan Kur’ân, ortaokul ve liselerden Arapça ve Farsça dersleri çıkartıldı.
  • 26 Aralık 1925, ’Takvimde Tarih Mebdeinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun’ ile Peygamberimiz’in (s.) hicretini esas alan Hicri Takvim terk edilerek Hz. İsa’nın doğumunu başlangıç kabul eden Hıristiyan Miladi Takvim’e geçildi.
  • 1 Kasım 1928, ’Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’ kabul edildi.
  • 1923’ten 1950 yılına kadar tek başına ülkeyi yöneten CHP iktidarında, Kur’ân-ı Kerim’in okunması, evlerde bulundurulması yasaklandı.
  • Ahmet Hamdi Akseki tarafından hazırlanan Peygamberimiz Hz. Muhammedadlı bir kitap sakıncalı bulunarak toplattırıldı.
  • Mayıs 1944, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez!” hadisini kapak yapınca, ‘Halkı yöneticiler aleyhine kışkırttığı’ gerekçesiyle kapatıldı.
  • 1946, Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye iltica eden 407 Azerbaycanlı mülteci geri iade edilir edilmez Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü’nde kurşuna dizildi.[5]

Dünyada şu kadar devrim oldu ama hiç kimse yazıya dokunmadı. Siz dedesinin mezar taşını okuyamayan bir nesil ürettiniz. Peyami Safa, “Millî kütüphanesine girip tek kelime anlamadan çıkan bir nesil oluşturuldu.” diyor. Teoman Duralı’nın ifadesiyle “Harf devrimi tam bir kültürel soykırımdı”. Bu milletin hafızasını sildiniz. Batı’nın ne kadar pisliği varsa kanun diye toplayıp getirdiniz. Dinsizlikle eşitlenen “laiklik” ile dinin devlete karışmasını engellemekle kalmayıp, devlet olarak dini tasarlamaya kalktınız. Bu milletin birliğinin çimentosu olan İslam’ı hayatın dışına atarak ‘laikçilik’ diye nitelenen bir ‘devlet dini’ oluşturmaya çalıştınız.

Daha sayalım mı?...

  • 1920’de Meclis’te kürsüye çıkıp “Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anâsır-ı İslâmiyyedir, samimi bir mecmuadır.” dedikten yedi yıl sonra “Ne mutlu Türküm diyene!” diyerek, dün dediğinin bugün tamamen tersini yapan sizsiniz.
  • “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!” dediniz ama hiçbir bilimsel temeli olmayan bütün ırkların Türk ırkından geldiğini söyleyen Türk Tarih Tezi’nin, bütün dillerin Türkçeden geldiğini söyleyen Güneş Dil Teorisi’nin altında da sizin imzanız vardı. 1934’te Türklerin ikincil ırklarda olmadığını ispatlamak için dünyanın en geniş kafatası ölçümünü yaptırdınız.
  • Şeyh Said İsyanı’nı fırsata çevirip çıkardığınız Takrîr-i Sükûn Kanunu’yla, Menemen İsyanı’nı fırsata çevirip çıkardığınız Matbuat Kanunu’yla muhalif medyayı susturdunuz. İstemediğiniz şeyleri yazanları İstiklal Mahkemelerinde yargılattınız.
  • Halkın kulakları Batı musikisine alışsın diye Türk sanat müziğini konservatuarlardan kaldırıp, radyolarda çalınmasını yasakladınız.
  • Bu millet, bir emirle insanları ipe gönderen İstiklal Mahkemelerini, Allah Kelamını okuyup ilim tahsil edenleri yargılayan mahkemeleri unutmadı.
  • Rize’de şapka giymek istemeyip Ulu Camii önünde toplanan kalabalığa jandarma ateş açarak 17 kişiyi katletti (12 Aralık 1925). Yetmedi, Hamidiye zırhlısı Rize’yi topa tuttu. Erzurum’da Şalcı Bacı ‘Şapka Kanunu’na muhalefetten asıldı. Kadıncağız idama giderken “Benim şapkayla ne işim olur?” diye yalvarıyordu (24 Kasım 1925).
  • Şeyh Said Şark İstiklal Mahkemesi tarafından asıldı (29 Haziran 1925).
  • İskilipli Atıf Hoca, Şapka Kanunu çıkmadan bir buçuk yıl önce ve bakanlık izniyle basılan Frenk Mukallitliği ve Şapkakitabı yüzünden idam edildi (4 Şubat 1926).
  • Temmuz 1926, Mevlevî şeyhi İbrahim Hakkı Efendi hakkında idam kararı çıktı. Kararın hemen ardından bir sabah namazında ruhunu Rahman’a teslim etti. Oğlu babasının vefatını jandarmaya haber verdi. Köye gelen seyyar mahkeme kararıyla mezarı açıldı, cenazesi kefeniyle darağacına asıldı.

 

Helalleşmeniz gereken insanların listesi çok uzun, helalleşmeye ömrünüz yetmez. Zaten helalleşmek, tek taraflı bir istekle olabilecek bir şey değildir. Hakkı yenenlerin, iftiraya uğrayanların, haysiyeti beş paralık edilenlerin, sizin bu isteğinizi kabul etmeleri gerekir. Ancak birçoğu çoktan dar-ı beka’ya göç ettiler. Onlarla hesabınız mahkeme-i kübra da görülecektir.

Karneyle ekmek verdiğiniz vatandaşla, başında takke ile, sokağa çıktı diye karakola götürülen imam ile, evde toplanıp dinî kitap okudu diye derdest edip hapislerde çürüttüğünüz Müslümanlarla, Diyarbakır cezaevinde işkencelerle zorla terörist ettiğiniz insanlarla, Varlık Vergisi altında inim inim inletilen azınlıklarla, 6-7 Eylül olaylarının mağdurları ile işten atıp aç bıraktığınız insan yığınlarıyla nasıl helalleşebileceksiniz?

Başını örttüğü için okuldan atılan, eğitim özgürlüğü engellenen, hakları gasp edilip gelecekleri karartılan binlerce öğrenci sokakta kaldı, coplandı, dövüldü, en verimli yılları heder edildi. Bez parçası dediğiniz başörtüsünü açmadıkları için binlerce hanım öğretmenlikten atıldılar. Başörtülülere avukatlık yaptırmadınız, mahkemelerden kovdunuz. Bu ülkenin lise, üniversite mezunu yavrularına, başörtüsü takıyorlar diye memuriyet vermediniz. Katsayı zulmü sebebiyle üniversite kazanması engellenen yüz binlerce imam hatipli ve meslek okulu mensubu mağdurla nasıl helalleşeceksiniz? 2008’de üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getiren yasanın iptali için CHP adına Anayasa Mahkemesi’ne başvuranlar arasında Grup Başkanvekili Kılıçdaroğlu’nun bizat kendisi de vardı. 

Kaybedilen canlardan, parçalanan ailelerden, avucumuzdan kayıp giden hayatlardan, yok olan hayallerden, emeklerden, yitirdiğimiz bu nesilleri nerede bulup helalleşeceksiniz? Bu toplumla barışmak istiyorsanız bu kuru kuruya bir helalleşme ilanıyla olmaz, yaptığınız kötülülerle yüzleşmek ve adil bir hesaplaşma ile ancak olur. Geçmiş geçmişte kaldı diyerek meselenin üstünü kapatamazsınız. Geçmişle hesaplaşmadan, o yüzleşmeyi yapamadan hakikatle karşılaşamaz, önünüze bakamazsınız.  Deşilmeyen, cerahati akıtılmayan yara giderek büyür, kanı zehirler, kansere dönüşür. Yüzleşilmeyen her kötülük de böyledir. 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 zavallı köylünün General Muğlalı’nın emriyle yargısız, mahkemesiz kurşuna dizilmesiyle yüzleşilebilseydi sonrakiler katledilmezdi.  Darbelerle hesaplaşılsaydı, 27 Mayıs başta olmak üzere darbeciler kahraman yapılmasaydı 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler, 28 Şubat’lar olmazdı.

Yüzleşmek ve Hesaplaşmak

Helalleşme, bizim inanç ve kültürümüzün önemli bir kavramıdır. Geçmişte yapılan hataların ve yanlışların bir özeleştirisini yapmak ve muhataptan af dilemek anlamına gelir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilmesi gereken bir husus vardır ki, o da helalleşmek için önce güçlü bir yüzleşme sonra da hesaplaşmanın gerektiğidir. CHP, temel hak ve özgürlüklere ve hukukun hâkimiyetine saygının bulunmadığı tek parti devrinin bir aracı olarak, toplumu manipüle etme amacıyla kurduğu bir toplum mühendisliği örgütüdür. Halk tarafından hiçbir zaman iktidar yapılmayan bu örgüt, elinde tuttuğu bürokratik kurumlar ve medya aracılığıyla her daim devletin önemli bir bölümüne hâkim oldu. Kılıçdaroğlu’nun saydığı olayların hepsi, ceberut devlet cihazının militarist aygıtlar ve paramilitarist örgütler tarafından donanmasının ürünüydü.

Topluma zorla dayatılan Kemalist kurucu projeyle toplumu şekillendirme yolunda, devlet gücü halka karşı acımasızca kullanıldı. Ülkenin gerçek sahibi kendileriymiş gibi hareket eden bu Kemalist jakobenler her daim topluma karşı devleti temsil ettiler. Sorgulanması gereken esas konu devletin kuruluş biçimi ve geçmişte işlenen cürümlerdir. CHP ile beraber devletin de geçmişiyle yüzleşip vicdani bir hesaplaşmaya girmesi gerekiyor. Hukuk dışı uygulamalarıyla, ölümlerle, katliamlarla, insan hakları ihlalleriyle, işkencelerle sonuçlanmış ağır travmalara yol açan devletle hesaplaşmadan helalleşme olmaz.

Böyle bağlayıcılığı olmayan kuru kuruya helalleşmelerle, çoğu kul hakkıyla helallik almadan göçüp giden mağdur ve mazlum insanların ahından kurtulamazsınız. Sağlık karnesindeki fotoğrafı başörtülü olduğu için hastaneye alınmayıp hastane kapısında can veren Medine Bircan’la,  28 Şubatçı polislerin zulmünde karnındaki bebeğini kaybeden Nuray Canan’la nasıl helalleşeceksiniz? Yönetim kurullarında emekli generallerin görev aldığı, sahiplerinin medya patronu olduğu birçok bankanın içlerinin boşaltılması ve milletin sırtına yüklenen milyarlarca doların birilerinin cebine gitmesi; bütün bunların hesabı sorulmadı daha. Bu ülkede şeriatçı olduğu için, ülkücü olduğu için, komünist olduğu için asılanlar, cezaevine tıkılanlar çok olmuştur ama yetimin malına el uzattığı için asılan hiç olmamıştır.

Ülkemiz yaralı insanların ülkesi. Her biri farklı yaralar taşıyan bu yaralı insanların ülkesinde yaşattığınız acıları unutturmak için ne yapmayı düşündüğünüzü, helalleşme yolculuğuna nerden başlamak istediğinizi açık seçik belirtmeniz gerekiyor. Zalimin helallik dilemeden önce özür dilemesi ve hakkını gasp ettiği insanların hakkını iade etmesi gerekir. Değişim programlarının yukarıdan aşağıya metazori dayatıldığı 1924’ten sonra Müslümanlar âdeta bir fetret dönemine girmişlerdir. İlericiliği tekeline alan bir zümre, din dışı materyalist ve pozitivist anlayış ve uygulamalarına karşı çıkan ve kendisini din ile özdeşleştiren herkesi gericilikle ve rejim düşmanlığıyla suçlamıştır. CHP’nin tek parti iktidarı boyunca Müslümanlara yapılan zulümlerin dünyada eşi benzeri yoktur.

Cumhuriyet’in katı ve ayrımcı laiklik anlayışının, darbeci-vesayetçi zihniyetin ikinci sınıf vatandaş derecesine indirgediği, uzun süre toplum ve siyaset sahnesine çıkmalarını engellediği Müslümanlar hâlâ kuşdiliyle konuşmaya devam etmekte, gerçekleri söylemeye çekinmektedirler. Ordu, yargı, bürokrasi gibi devlet birimlerini halk iradesi üzerinde denetim aracı hâline dönüştüren CHP’nin tek parti dönemi ile tek adam ve şeflik dönemleri ile yüzleşilip yüzleşilmeyeceği önemli bir mesele olarak durmaktadır Türkiye’nin gündeminde. Kılıçdaroğlu’nun listelediği yaraların ve yıkımların çoğu, devlet gücü kullanılarak gerçekleşmiştir. Bu sorgulamalar yapılmadığı sürece tarih, rejim/devlet baskısının dozu azalmadan tekerrür edecektir.

Hâlâ gerçekler çarpıtılmakta, halktan saklanmaktadır bu ülkede.  Okullarda okutulan tarih kitaplarında, yapılan zulümler, baskı ve zorbalıklar gerçeğe uygun anlatılmamakta, rejim tekçi ve laikçi çizgisi dozunu artırarak devam etmektedir. Atılması gereken ilk adım  ‘helalleşmek’ değil gerçeklerle yüzleşmektir. Çünkü ancak böyle bir yüzleşme ile bu rejimin mağdurlarının hakları belli bir hukuka kavuşturulabilir, ruhlar huzura kavuşabilir ve ‘helalleşme’ gerçekleştirilebilir.

Resmî ideolojinin öğretileri dışında söylenen her söze öfke kusanların, birtakım fanilerin putlaştırılmasına itiraz edenlere parmak sallayanların, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla sistematik olarak ezilen Kürtleri ve Müslümanları zararlı vatandaş görmeleri, 10 Kasım’da kornaya basmadı, ayağa kalkmadı diye insanları fişlemeleri, Türkiye’de hâlâ herkesin kendini güvende ve özgür hissedebileceği bir sistem ve hukuk düzeni inşa edilemediğinin göstergesidir!

CHP’nin muhafazakâr kesimlere açılma yönünde adımlar atmaya yöneldiği bir zamanda bizim mahallenin çocuklarının Kemalist söylem, sembol, tören ve kadrolara yönelmesi ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken ibretamiz bir vakıadır.

[1]https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/133533/-turkiye-tarihinde-hic-olmadigi-kadar-buyuk-bir-cazibe-merkezi-h-line-gelme-yolunda-emin-adimlarla-ilerlemektedir-

[2] https://www.karar.com/yazarlar/taha-akyol/kilicdaroglunun-helallesme-yolculugu-1591229

[3] https://www.korkusuz.com.tr/chpliler-bu-kez-cok-uzgun.html

[4] https://www.dirilispostasi.com/makale/8296325/cemalettin-haciosmanoglu/chp-kimlerle-helallessin

[5] https://www.dirilispostasi.com/makale/8300559/recep-yazgan/haydi-helalleselim

1 Kasım 2021 Pazartesi

Eğitimin Dünyayı Değiştiren Gücü

(Umran Dergisi)


Hz. Peygamber (s.), “Hiçbir anne ve baba çocuğuna güzel bir eğitimden (terbiyeden) daha iyi bir miras bırakamaz.” diye buyurmuştur.[1] Seyyid Kutup ise, “Bilginin gücüne inanıyorum, kültürün gücüne inanıyorum ama eğitimin gücüne daha çok inanıyorum” der.

Eğitim, insanın doğumundan ölümüne kadar kesintisiz devam eden bir eylemdir. İnsanı yaratan ve belli bir gaye ile dünyaya gönderen Cenab-ı Allah, yarattığı ve eşrefi mahlûkat olarak vasıflandırdığı insanın ihtiyaçlarını, imkânlarını herkesten daha iyi bildiği için insanın terbiyesini, eğitimini de seçkin kulları olan peygamberler vasıtasıyla bir usule bağlamış, kullarını o seçkin peygamberleri eliyle eğitmiştir.

Bugün insanoğlu tıpkı İslâm öncesinde olduğu gibi ilahi olan her şeyi inkâr ederek, kendi hevâ ve heveslerinin pesinde koşarak oluşturduğu, her tarafından cerahat, kan, zulüm fışkıran beşeri sistemler içinde bir problemler yumağı içinde hapsolmuş, kendine çıkış yolu aramaktadır. İnsanlığın peşinden sürüklendiği maddi refahın, insanlığı ahlaki ve felsefi açlığa itmekte olduğu anlaşılmış bulunmaktadır.

Maddeye tapan, insanı sade­ce et ve kemik yığını, ruhsuz bir varlık gibi gören seküler eğitim sistemleri, maneviyattan koparılmış nesiller yetiştirdikten son­ra bu nesillerin insanlığın felaketi ve sonu olacağını yeni yeni görmeye ve bu felaketi nasıl önleyebilirim diye dü­şünmeye başlamıştır. Bu durum yakıcı bir şekilde ülkemizde de canlı olarak yaşanmakta, Müslüman olduğunu iddia eden toplumumuzda aynıyla müşahede edilmektedir. Dinsiz, kimliksiz, ruhsuz bir eğitim sonucu toprağından, kültüründen beslenmeyen, varlık sebebinin farkında olmayan, her türlü tesire açık kaybedilen bir nesil. Böyle giderse feci sonumuzu hazırlayacak bir nesil!

 

Hayata Anlam Vermede Dinî Eğitimin Gücü

Hayata anlam verme, insanın temel ihtiyaçlarından birisidir. İnsan içinde yaşadığı evreni, hayatın amacının ne olduğunu, varoluş nedenini, nereden gelip nereye gittiğini, nasıl yaşaması gerektiğini sorgulayıp bunlara tutarlı cevaplar aramaktadır. Nasıl yaşaması konusunda kendisine ahlaki ve manevi bir yol çizemeyen insan kişilik problemleri yaşamak­tadır.

İnsanın temel ihtiyaçlarından biri olan hayatı anlamadaki arayışlarına cevap verme ve hayatını şekillendirecek değer yargıları ortaya koyma, bir yol çizme yönüyle din, önemli bir rol üstlenmektedir. Din, ilahi kaynaklı değerler siste­miyle hayatı yorumlayarak insanın zihnini aydınlatır, ruhunu doyurur, insanların hayatını şekillendirir, insanların hayatına yön verecek ahlaki ilkeler ortaya koyarak yaşamalarını sağlar. Allah’a bağlanmakla ve itaat etmekle insan, nefsine ve muhteris isteklerine bir sınır koyarak günah ve kötülükten sakınır. Bu nedenle, yaşanan hayata, insana, düşünceye, ahlaka doğru anlamlar veren, insanın ihti­yaçlarını karşılamada ve toplu­mun değer yargıları üzerinde yapıcı rolü olan dinin eğitim sistemine rehberlik etmesi icap eder.

Gençlik çağı, kişinin kimliğini ve kişiliğini aradığı bir çağdır. Bu arayış içinde genç etrafındaki her şeyden etkilenir. Bunlar ne kadar vahyi ilkeler doğrultusunda çocuğa aktarılırsa kişilik yapısı o kadar güçlü ve kuvvetli olur. Genç kuşakların “değerler yoksunluğu”, “anlam ve amaç boşluğu” içerisinde bocaladığı bir zamanda “değer odaklı” bir eğitim kaçınılmaz duruma gelmiştir. Modern/seküler kültürün hâkim olduğu şartlar içeri­sinde bir çocuğun, bir gencin, ahlaken sağlıklı bir kişilik geliştirebilmesi mümkün olmamaktadır. Dindar kimlik-seküler kimlik arasındaki çatışma gençlerimizi ruhi bunalıma sürüklemektedir. Eğitim sistemimizle verilmek istenen, kazandırılmak istenen kül­tür ile İslâmî kültür ögeleri arasındaki çatışma gençlerimizi zor durumda bırakmaktadır. Çatışmanın olduğu yerde selamet ve güvenlikten söz edilemez. Bu da bizleri kültürel sömürge için potansiyel hâline getirdi.

Bu postmodern dünyada eğitimin amacı, kendi değerlerimizi yeniden üreterek, çocuklarımızın ve gençlerimizin, ruh sağlığı yerinde, kişiliği gelişmiş ve olgunlaşmış bireyler olarak toplumda yerlerini almalarını sağlamak olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de pek çok peygamberin kıssaları anlatılıyor. Hadis-i şeriflerde ideal insan modelleri tavsif ediliyor. Bu müşahhas davranış kalıpları örnek alınarak eğitimin birinci amacı ahlak ve karakter eğitimi olmalıdır. Hz. İbrahim, birilerini memnun etmek, birtakım alışılmış, dayatılmış anlayışlara, düşüncelere uymak şeklinde hareket etmemiş, sadece Allah memnun olsun diye, anlamadığı, içine yatmadığı şeyler karşısında ikiyüzlü tavır sergilememiş, ikna/mutmain olmak için soru sormuştur. O, daima hakikatin ve hikmetin peşinde olmuştur.

Allah Resûlü (s.), “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuruyor.  Bugün dinî vecibelerini yerine getiren; ama kul hakkı yiyen, yalan söyleyen, devlet malını çalan, ahlaki olmayan davranışlar sergileyen insanlarla/müslümanlarla karşılaşıyoruz. Neden? Çünkü din lafzi tarzda anlaşılıyor ve ruhuna inilmeden yalnız şeklen uygulanıyor. Küreselleşme ile beraber çok kültürlü hâle gelen modern dünyada her şey karmakarışık bir hâl almıştır. Dünyanın telaşı ve ışıltısı içerisinde kişiliği parçalanmış insan, içinde bulunduğu durumun vehâmetini anlama yeteneğini de kaybetmiştir. Ne aradığını bilmiyor; sanki yaşanması gereken buymuş gibi bir aldanış içerisindedir.

Okullarımızda zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde, ahlak öğretiminin ve manevi değerler eğitiminin yeterli şekilde verildiğini söylemek olduk­ça zordur. İlkokuldan liseye doğru din öğretimine ilginin de azaldığı belirtiliyor. Bu noktada hem derslerin muhtevası hem de hocaların gelişen, değişen şartlara göre bu dersleri çocuklara veriş tarzlarında ve iletişimlerinde problem var. Her türlü kötülüğü yapmaya müsait, kaygan zeminde neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda bocalayan gençlik boş, gayesiz, aklını değil sadece hayvanî duygularını kullanır hâle getirilmiştir.

Amaç ve değerler kay­bolduğunda yerine başka değerler konulamıyorsa, tüketime dayanan ve bir israf ekonomisi olan vahşi kapitalizm, insanın iliklerine kadar işleyen katı materyalizm, insanı anlam ve amaçtan uzaklaştırıyor. Mülkiyet hakkını sınırsız görüyor ve şahsi menfaatinden, nefsini tatminden başka bir değer tanımayan insanı, bencil bir varlık “homoeconomicus” hâline getiriyor. Mevcut eğitim sistemi gençleri bir kimlik bunalımına sürüklemektedir. Ahlak, din, maneviyat alanında kimliğini arayan gençliğe müfredatı güzel tespit edilmiş doğru bir din eğitiminin, İslâm dininin tam ve gerçek bir eğitim ve öğretiminin verilmesi gerekmektedir.

Madde ilahlaştırılırken mana yok sayılmıştır. Böylece insan yabancılaşma, yalnızlaşma, tatminsizlik, güvensizlik, inançsızlık duygularıyla bir kimlik krizine düşmüştür. Millî ve dinî değer kaybı, yabancılaşmayı, kimliksizliği, dolayısıyla şahsiyetsizliği doğurmakta, arkasından anomi, ümitsizlik, kaygı, yalnızlık, güçsüzlük, duyarsızlık ve benzerleri sökün etmektedir. Değerlerin kaybı, kişiliğin ve benliğin sarsılmasına ve güvensizlik hislerine sebep ol­maktadır. Bu durumda kalabalıklar içindeki insan kendini boşlukta ve yalnız hisseder ve yalnızlığını televizyon, sosyal medya ve internet oyunları ile gidermeye çalışır.

Geleceğe emin ve sağlam bir şekilde girmek istiyorsak, bir taraftan ihtiyaçların gerektirdiği standart, klasik, bilimsel öğretim verirken, diğer taraftan insanımıza din, ahlak, gelenek, tarih değerlerini, günah-sevap gibi kavramları vermek mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde dünyada hep taklitçi du­rumda kalır, aşağılık kompleksinden kurtulamazsınız. Gün gelir, “bizden adam çıkmaz”  dersiniz. Kişinin artık ahlaklı, dürüst, bilgili olması mümkün olmaz ve her türden kötülük ve olumsuzluğa açık hale gelir, böylece bugünkü yaşadığımız keşmekeşlik devam eder. Çeşitli sıkıntılarla, problemlerle hayatını de­vam ettiren insanın yaşama direnci kırılmakta, mücadele etmelesi zorlaşmaktadır. Böyle bir durum hayattan zevk alamama, değer kaybı, manevî açlık, başarısızlık, amaçsızlık gibi olumsuz ruh hâllerine yol açmaktadır. Birçok konuda istenilen anlam referanslarına ulaşmanın yolu ise arı duru bir dini eğitimden geçmektedir. Rahmetli Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabındaki veciz ifadesiyle: “Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. Şu hâlde millet maarif demektir.”

 

Yap-Boz Eğitim Sistemi

Bir ara internette Türk eğitim sistemi ile ilgili bir imaj görmüştüm. Resimde dört gözlü bir set üstü ocak vardı. Ocağın gözlerinden birinde ateş yanıyordu. Ancak tava, yanmayan bir gözün üzerinde duruyordu. Kırılan yumurtanın içi ocak tablası üzerinde, kabukları ise tavanın içinde duruyordu. Yani “neresini düzelteyim” misali traji komik bir görüntü.

Ülkenin eğitim politikalarındaki istikrarsızlık atanan bakanlara da yansımıştır. 19 senede 8 bakan değiştirmiş bir bakanlık. 1923’ten bugüne ortalama 1,5 yılda bir millî eğitim bakanı değişmiş. Her gelen ötekini geliştirecek bir şey yapmak yerine sistemi sil baştan değiştiriyor. Millî Eğitim Bakanlığı, Türkiye’de en çok reform paketi açıklayan bir bakanlık. Her gelen bakan yeni bir reform paketi açıklıyor. Projeler birbirini kovalıyor. Her yeni gelen bakanın ilk işi, kendinden öncekinin yaptığını silmek ve yerine yeni bir sistem yerleştirmeye çalışmak olmuştur. Kendimizi bildik bileli gelen hükûmetler “eğitim reformu” yapar, büyük büyük laflar ederler ama yapılanlar havanda su dövmek misalidir. Nihayetinde deneme tahtası hâline getirilen eğitim sistemi birbirinden kopuk nesiller yetiştirmekte.

Hiçbir öğrencinin başladığı müfredat ve sistemle okulunu bitiremediği Millî Eğitim Bakanlığı’nda bir türlü dikiş tutmuyor. Bakan değiştirmekle eğitim düzelmiyor. Bu düzenlemelerin ne anlama geldiği, ne tür muhtemel sonuçlar doğuracağı, neyin gerekli olduğu veya olmadığı konusunda, ciddi bir zihin karışıklığı vardır. İnsanlar değişmiş, üsluplar değişmiş ama sistem değişmemiştir. Baştan ayağa her yönüyle yeni ve hem millî hem çağın gereklerine uygun bir sistem kurulamamıştır.

Türkiye’de millî eğitimin çocuğun zihnine belirli kalıpları yerleştirmeyi esas alan ideolojisi asla değişmezken, millî eğitim politikalarında bir istikrar ve süreklilik görülmemektedir. Hemen hemen her hükûmet ve Millî Eğitim Bakanı zamanında yeterince etüt edilmeden, önemli ve ani değişikliklere gidilmesi, toplumsal bir mutabakat aranmaksızın, taraflara yeterince danışılmaksızın eğitimin, dolayısıyla öğrencilerin geleceği üzerine oynamak, hem mağduriyetler oluşturmakta hem de halkın eğitim sistemine olan güvenini sarsmaktadır. Yapılan reformların, eğitimin kalitesine artı bir değer getirmediği ve kimseyi memnun etmediği şimdiye kadar ki tecrübelerden görülmüştür. Çünkü eğitime sadece okul, bilgi, öğretmen, öğrenci kavramları çerçevesinden bakılmaktadır.

Eğitimin felsefesi ve nasıl olması gerektiği konusu Türkiye’de esaslı bir zeminde tartışılmamaktadır. Eğer toplumun yapısı bozulmuş ise, ahlaki çürüme ve çözülme tavan yapmış ise, istediğiniz kadar öğrencilere tarihten parlak örnekler verin, istediğiniz kadar hamaset yapın içinde yaşanılan çağın ahlaki sorgulaması yapılmadığı, Türkiye’nin çarpık düzenine topyekûn bir mantıkla bakılmadığı sürece eğitimde arayışlar, değişmeler, tartışmalar daha uzun yıllar sürüp gidecektir!...

Üniversite ve lise hocalarının katıldığı eğitimle ilgili bir toplantıda; bir üniversite hocası lise hocalarına hitaben “Yahu ne biçim öğrenci gönderiyorsunuz, çoğu dökülüyor!” diyerek sitem ediyor. Buna karşılık kürsüye çıkan lise hocası da “bu öğrencileri yetiştiren öğretmenleri de siz gönderiyorsunuz” diye cevap veriyor. Görüldüğü üzere tavuk-yumurta misali sistem bozuk olunca birbirini olumsuz yönde besliyor. Öğretmen düzelmeden insan kalitemiz asla yükselmez. Sistem düzelmeden de öğretmen düzelmez.

Öğretmen meselesi eğitim sistemi içerisinde yer alan en önemli hususlardan biridir. İnanmış, bunu bir yaşam biçimi olarak benimsemiş bireyler yetiştirme sorumluluğu taşıyan hocaların anlayış ve vasıfları, geleceğin yetişkinleri olan öğrencilerin anlayış ve vasıflarının şekillenmesinde büyük rol oynamaktadır. Öğretmenin davranışlarının öğrencilere yansıdığı ve ahlaki model olarak genellikle öğretmenlerin seçildiği öğrenciler üzerinde müşahede edilmiştir. Bu nedenle, eğitimden sorumlu kimselerin öğrencilere örnek olacak söz ve eylemleriyle tutarlı davranışlar sergilemeleri gerekmektedir.

Batı’dan alınıp gövdemize bir kurt gibi sokulmuş mevcut eğitim sistemi kendi iman ve irfan köklerimizden koparıldığı için, “Artık öğretmenlerin gereken saygıyı görmediği, derslerde olması gereken asgari otoriteyi bile kurmakta zorlandığı ve bunda da bazı velilerin çocukları olumsuz yönde teşvik edici tavırlarının payı olduğu bir vaziyet söz konusu. Öğretmenleri şikâyet etmekle tehdit eden öğrenciler ve her gün, her saat bazı veliler tarafından aranarak âdeta hesap sorulan öğretmenlerimiz var.”[2]

Erdemli, bilgili, ahlaklı, idealist gençler yetiştirmek istiyorsak, öğretmen yetiştirme programlarımızı, eğitim anlayışımızı, eğitim metotlarımızı kendi din, kültür ve medeniyet kodlarımızı göz önünde bulundurarak yapılandırmalıyız. Toplum nezdinde saygınlığı olan muallimler yetiştirmeliyiz.

 

Tek Tipleştirici İdeolojik Eğitim Sistemi

Birbiri ardına yapılan sistem değişiklikleriyle eğitim sisteminde birtakım iyileştirmeler yapıldığı doğrudur. Ama yanılgıya düşmeyelim ki yapılan değişiklikler teknik değişikliklerdir. Toplumun İslâmi hassasiyetlerini tatmin bakımından Kur’ân, Siyer, Din dersi, Osmanlıca dersi gibi göstermelik bazı dersler müfredata konulmuştur. Ama resmî ideolojinin meşhur 1739 numaralı Millî Eğitim Temel Kanunu ile zapt altına alınan millî eğitimin amaçları değişmiyor.

Kemalist/seküler dayatma varlığını tavizsiz bir şekilde sürdürüyor. Yani öz değişmiyor, sabit kalıyor. Zaten bu derslerin öğrencilerin İslâm dini hakkında genel bilgiler edinmeleri için konulduğu, kitapların yalnızca bilgi amaçlı hazırlandığı, İslâm dinini benimseme ve yaşamaya yönelik nitelikte olmadığı tespit edilmiştir. Bu derslerde öğretilen bilgilerin hayata aktarılması noktasında yeterlilik açısından bazı sorunların olduğu görülmektedir.

Millî Eğitim Temel Kanunu incelendiğinde eğitimin birinci amacının; Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal devletine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getiren bir yurttaş yetiştirmek olduğu görülmektedir. Bu ülkede ilkokula başlayan çocuklar daha okuma yazma öğrenmeden Mustafa Kemal’in ilke ve inkılapları öğretilmektedir. Bu defa işi daha ileri bir boyuta taşıdılar.

2019 yılında çeşitli okullardaki 10 Kasım törenlerinde secdeli “Ata Ayini” görüntüleri sosyal medyaya yansıdı. Görüntüler tam bir akıl tutulması, laik yobazlığın tavan yapmasıydı. Çocuklarımızı Kemalist paganizmin köleleri yapma girişimiydi. Çağdaşlık ve muasır medeniyet hedeflerinden bahsedenler, cahiliye dönemi adetleri ile Allah’a şirk koşma girişiminde bulunma cüretini gösterdiler. Sadece Allah’ın huzurunda eğilmesi gereken başlar bir liderin ilahlaştırılması ile laikçi düzenin kulları hâline getirilmektedir. Yaşananlar laikçi sistemin müfredatıyla bir arpa boyu yol alınamadığını göstermektedir.

Eğitim kurumu devletin ideolojik olarak konumlandırılmış bir kurumu olduğundan, öğretim müfredatı, Kemalist ideolojik muhtevayı zihinlere yüklemeye devam ediyor. Okulların duvarları neredeyse boşluk kalmayacak şekilde ulusalcı ve seküler kutsallara ilişkin malzemelerle dolduruluyor. Atatürkçülük konuları, 16 Eylül 2017’de Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle öğretmenler kurulu ve eğitimi kurumu zümre toplantılarının gündeminden çıkarılmıştı. Buna karşılık Eğitim-İş, Danıştay 8. Daire’de açtığı davayı kazandı.

Anayasa ve Millî Eğitim Temel Kanunu’na dayanan Danıştay kararında şu ifadeler yer aldı: “Türk devletini ve milletini ebediyete kadar yaşatacak, çağdaş uygarlığın ve medeniyetin ortağı ve öncüsü yapacak Türk milletinin bütün fertlerinin Atatürk inkılap ve ilkelerine bağlı olarak yetiştirilmesi millî eğitim sistemimizin temel amacıdır.” Millî Eğitim Bakanlığı 1 Eylül 2018’de Resmî Gazete’de yayımlanan yönetmelik değişiklikleri ile Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’ne Atatürkçülük konularını, Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği’nde yer alan belirli gün ve haftalar çizelgesine de millî bayramları ekledi. Müesses nizam halka şunu söylüyor: “Siz neyi seçerseniz seçin, resmî ideoloji yerli yerindedir. Kültürel alanda ve eğitimde tek parti ideolojisini değiştiremezsiniz. Değirmenler bizim. Sizin iktidarınız bizim değirmenlerimizi işletmekle mükelleftir.”

Kuru bilginin ötesinde iman, ilim, hilm, hürmet, mahabbet, edep ve güzel ahlak gibi haslet ve meziyetleri ifade eden maarif yerine, nesebi belirsiz bir öğretim ile nesillerin kafasına gerekli gereksiz her türlü bilgiyi boca ettiler. Her şeyi yarım yamalak bilen ama kendini bilemeyen, milletini, kültürünü, dinini bilemeyen, kimliksiz, kişiliksiz bir nesil yetiştirdiler.

Dili bozdular. Dünyanın hiçbir yerinde bir dil bu kadar değişikliğe maruz kalmamıştır. Dilin oturmadığı bir ülkede ne düşünce olur ne eğitim. Dilde mutabakat olmayınca düşüncede, fikirde, bilgide mutabakat olmaz. Kısaca ülkede birlik olmaz. Harf inkılabı, kültür devrimleri, eğitim reformları vasıtasıyla toplumun İslâm, bilim, düşünce, kültür birikimiyle temasını kopardılar. Eğitimde kendi klasiklerini tanımayan, okuyamayan köksüz bir nesil ve toplum ortaya çıktı. Bizim okullarda Batı, ulaşılması gereken “muasır medeniyet” diye okutulurken, Batı bizi ezeli rakip olarak çocuklarına “ezeli düşman” olarak anlatmaya devam etti. Müslüman zihinler o kadar çökmüş ki izzeti ve şerefi İslâm’da aramak yerine, bize zulümden başka bir şey getirmemiş Batı toplumunu hâlâ kurtarıcı olarak görmeye devam edilmektedir.

Eğitimin esas meselesi, sayısal değil felsefidir. İlkokuldan başlayarak yüksekokul eğitimine kadar karşılaştığımız en ciddi problem “tek tipleştirici” eğitimdir. Sistemin tasavvurunda bir problem varsa siz ne yaparsanız yapın sonuç alamazsınız. Bu ülkenin çocuğu, rejimin dayattığı “kurucu değerlerimiz” adına deli gömleği misali bir pakete göre eğitim görüyor. Çocuklarımız tek bir kişiyi ilahlaştıran, başarı ve galibiyeti bir kişiye mal eden ders kitaplarını metazori okumak mecburiyetindedir. Herhangi bir konuda ilerlemek, derinleşmek istiyorsa hayır deniyor, ona önce müfredat denilen zorunlu dersler dayatılıyor. Çocukların ufkunu daraltan, onları kalıplara sokan, belirli tanımlarla sınırlayan, sıkıştıran tektipleştirici bir anlayış hâkimdir.

Türkiye’de uygulanan modern/seküler eğitim,  yeni bir ahlak düzeninin inşası hususunda başarısız olmuştur. Çünkü insan ruhu (duygusal boyut) ihmal edilmiş, bilgi yüklemesi yapılırken ahlak, ruh ve duygu gelişimi üzerinde aynı önem derecesinde durulmamıştır. Eğitim değil, sadece öğretim yapılmıştır. Ödül ve cezanın ön planda olduğu okullarda öğrenciler hammadde, öğretmenler ise işçi gibi görülmüştür. Nasıl ki fabrikada üretim sonunda tek tip ürün elde ediliyorsa, okul sonunda da tek tip ürün (öğrenci) elde edilmeye, merkezi bir komutla standart insanlar yetiştirmeye çalışılmaktadır. Bu sistemin gerisi öyle boş, öyle tamtakır, öyle felsefeden yoksun, öyle başıboş, öyle amaçsız, ilkesiz, işlevsiz ki meseleye biraz yakından baktığınızda içiniz parça parça olur. Geriden baktığınızda bacası tüten, içine işçilerin girip çıktığı, dışarıdan makine seslerinin işitildiği ama ortaya hiçbir mamul koyamayan, ortaya koyulan mamulün de çarık çürük olduğu, aralarından iyilerin tesadüfen ortaya çıktığı bir fabrikaya benziyor okullarımız.

Türkiye’de rejime bağlılık esastır ve bu birtakım koruma kanunlarıyla sağlanmaktadır. Eğitim de kişisel-manevi gelişim unsuru olmaktan ziyade rejime iyi vatandaş yetiştirmek için kurgulanmıştır. Devletin anayasasında, belli bir dünya görüşüne ve belli ilkelere uymak olmazsa olmaz şartlardandır. Bu ideolojik yönüyle devlet, “yanlı” bir devlettir. Böyle bir devlette beyin özgürlüğü baskı altında olduğu için okullardan da sorgulamayan, eleştirmeyen, tepki göstermeyen robotik nesiller yetişmektedir.

Bizim mahallenin çocuklarının kurduğu muhafazakâr demokrat iktidar, maalesef henüz tüm eğitim müfredatını kapsayacak yeni bir anlatı ortaya koyamamış, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi ifadesiyle “kültürel iktidar” olamamışlardır.[3] Ders kitaplarının ücretsiz dağıtımından tutun da binlerce yeni dersliklerin açılmasına kadar fiziki şartlar konusunda hiçbir dönemde yapılmayan gelişmeler yaşanmıştır. Fakat ders müfredatının, özgür düşünce,  olaylara merhamet, sevgi, saygı, adalet penceresinden bakma kabiliyeti kazandırma ve ahlak eğitimi konularında ne yazık ki aynı başarı gösterilememiştir. Okulların daha çok teorik, bilgi aktarma ve yükleme işlevi gören yerler oldukları görülmektedir.

Okullaşma oranlarının yükseltilmesi, okul, derslik ve öğretmen problemlerinin çözülmesi şeklindeki altyapı konularında önemli ilerlemeler sağlanmasına karşılık eğitim sisteminin kalitesi ve kültürel dönüşüm bakımından yeterli olmadığı görülmektedir. Başarıyı rakamlarda, istatistiklerde aramak bireyi değiştirip olgunlaştıramamakta, fiziki şartlardaki iyileştirmeler istenen insan profilini ortaya çıkartamamaktadır.

Türkiye’de bir asırdır hakikati gasp eden bir merkezî dayatmanın tepeden inme bir anlayışla uyguladığı pozitivist/modern/seküler eğitim sistemi, çocuklarımıza bir ruh, bir medeniyet bilinci ve özgüven duygusu kazandıramamıştır. Aksine bu toplumu ayakta tutacak, nesilden nesile aktarılacak değerleri yok etmiştir. Bu millet tarihinde hiç görmediği şekilde “eğitim” denen aygıtla kanırtıla kanırtıla, kanatıla kanatıla eğilip bükülmüştür. Oysa kendimizi inkâr ederek geleceğe emin adımlarla yürüyebilmemiz mümkün değildir. Tarihte bunun örneği yoktur. İşte bu nedenle duvara tosladık. Nitekim bundan önceki Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, eğitimin “yoğun bakım”da olduğunu söylüyordu.

 

Kültürel İnkâr Süreci ve Materyalist Eğitim

Fen bilimleri, hayat bilgisi, biyoloji, kimya, fizik, matematik, geometri, astronomi gibi derslerde ateist bir dünya görüşü öğretiliyor. Millî eğitime teslim ettiğimiz bu milletin saf ve tertemiz evlatları yıllar sonra ateist ve deist olarak karşımıza çıkıyor. Millî ve manevi değerleri bir kenara iterek sadece maddi eğitimle ancak bu kadar olur. Daha ziyade eğitimli insanların yurt dışında yaşamak için can atması bu eğitimin sonucudur.

“Pozitivist, sadece olgusal bilgi ve bilim anlayışının etkisinde şekillenen modern eğitim bireyi daha çok bilişsel ve mekanik yönden ele aldığından dolayı ondaki vicdani, ruhi ve manevi boyutu ihmal etmektedir. Böyle bir eğitim sistemi içinde yetişen bireyler karşısındaki insanları da mekanik, duygu boyutu olmayan varlıklar olarak algıladığı için onlara kolayca zarar verebilir hâle gelmiştir. Modern anlamda okul eğitimi temelde bilgi ve beceriyi esas alan bir insan yetiştirme düzeni öngörmektedir. Bu anlayış, yetiştirdiği bireylerin olumlu karakter özellikleri kazanıp kazanmaması ile fazla ilgilenmemekte, başarı ve ilerlemeyi temel ideoloji olarak kabul etmektedir.”

“Türkiye, Batılılar tarafından dışarıdan fiilen sömürgeleştirilemedi ama içeriden zihnen sömürgeleştirildi. Bu kendi kendini sömürgeleştirme traji-komedisi, en kalıcı ve yıkıcı tezahürlerini eğitim alanında gösterdi: Batıcı, seküler, sömürgeci pozitivist bir eğitim sistemi dayatıldı topluma tepeden Jakoben yöntemlerle: Tek-tip adam yetiştirme projesiydi bu. Bir toplumun eğitim sistemi, o toplumun medeniyet birikiminin, ruhunun ve iddialarının ürünü olarak inşa edilmezse, toplumun mezarını kazmaktan başka bir işe yaramaz. Türkiye’de yapılan tam da bu oldu. Batı hayranı seküler insan tipi, medeniyet dinamiklerimizi dinamitleyen, ruh köklerimizi yok eden, ezberci, yetenek öğüten, Batı’ya karşı aşağılık kompleksinin eşiğine sürükleyen üçüncü sınıf pozitivist bir eğitim sistemiyle “inşa edilmeye” çalışıldı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle bu bir ‘kültürel inkâr’ süreciydi.”[4]

Üniversiteler âdeta bir ideolojik eğitim kampıdır. Hangi bilim dalı olursa olsun, ipin ucu “mutlak hakikat” yerine putlaşmış ideolojilere götürülmektedir.

 

Türkiye’de İlk Yıktıkları Kale Eğitimdir

İyi yetişmiş insanlar güçlü bir millet oluşturur. Kendi kültürüne uygun insan yetiştiren toplumlar güçlü devlet olurlar. Eğitim, tarih boyunca siyasi, ekonomik, kültürel ve ahlaki değişimleri büyük ölçüde etkilemiştir. O nedenle, emperyalistler öncelikle milletin bekası açısından can damarı olan eğitime saldırır ve o kaleyi yıkarlar. Çünkü ancak eğitimle bir ülkenin zihnini esir alabilirsiniz. Bir nesli ancak eğitimle yozlaştırabilir, bilinçaltını şekillendirir, zihinlerini uyuşturup köleleştirilebilirsiniz. Bunlardan biri 27 Aralık 1949’da Türkiye ve ABD hükûmetleri arasında imzalanan, millî eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan bir antlaşma olan Fulbright Antlaşması’dır. Truman doktrini ve Marshall planı çerçevesinde Türkiye’ye verilen paraların diyeti olarak Türk Millî Eğitimi ABD’ye teslim edilmiştir.

Antlaşmanın 5. maddesi, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim komisyonunun kuruluşunu belirlemektedir. “Komisyon; dördü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, dördü de ABD vatandaşı (ki ikisi mutlak CIA ajanı) olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi (yani Amerikan Büyük Elçisi), komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması hâlinde kararı komisyon başkanı verecektir.

Bu komisyon, Türkiye’den devşirilen Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçimini tespit edecek ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerini belirleyecektir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılacaktır. ABD’yle “iş birliği yapacak, geleceğin “Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu antlaşmayla belirlenmektedir.

Bu antlaşmada, ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’nda çalışmalarını “etkin” bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, “Millî Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyonda yer almaktadır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı. Bu komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programını belirlemekti.

70 yıldır ABD Büyükelçilerinin müfredatta ve eğitim politikalarında etkin rol oynadığı bu antlaşmayla eğitim sistemimiz Amerikan kültürüne hizmet etmektedir. Fulbright’ın ülkemizden sadece 2008, 2009 ve 2010 yıllarında geleceğin liderleri olarak yetiştirilmek üzere seçtiği 100’den fazla isim yer almaktadır.[5]

Bu milletin çocuklarını İslâm’dan uzaklaştırmada batının ilk planı, ulusalcı ve laik bir eğitim sistemi kurarak, harf devrimi gibi kültürel soykırımlar yaparak Kur’ân-ı Kerim ve yerel dil arasındaki bağlantıyı koparmak oldu. Böylece toplum ile İslâm’ı anlamanın arasına, asırların birikimiyle oluşmuş bir kültür ve medeniyet değerlerinin arasına bir perde çektiler. Batı tarzı aldığımız eğitim sayesinde yıllarca kendi kültürümüzden uzak kaldığımız gibi ecdadımızın hayat tarzından da nefret ettirildik. Şapka giymeyi, tesettürü yasaklamayı medeniyet diye gösterdiler.

Batı fiziki işgali bıraktı ama beyinleri esir alan, ilahi olandan koparılmış, din, ahlak ve kişiliği katleden, onlara karşı aşağılık duygusu aşılayan bir eğitimi miras bırakarak gitti.

 

Eğitim Sistemimizin Hedefi, Vizyonu ve Misyonu Var mıdır?

Millî eğitim sistemiz hangi değerler sistemine dayanmaktadır? Türk eğitim sistemi nasıl bir insan yetiştirmeyi hedeflemektedir? Hedefi, vizyonu ve misyonu toplumun inanç ve değerleriyle örtüşmeyen mevcut eğitim sisteminin yetiştirdiği insan kalitesi ortadadır. TÜİK’in Kasım 2020’de yayınladığı en güncel 2019’a verilerine göre Türkiye’de fuhuş, cinsel istismar, uyuşturucu, gasp, cinayet, hırsızlık, şiddet vb. suçlarda geçmiş dönemlere göre artış olduğu görülmektedir. Aynı verilere göre kişilerin eğitim seviyesi yükseldikçe suç işleme oranın düştüğü anlaşılmaktadır. Demek ki, suç oranları arttığına göre Türkiye’de eğitim seviyesi yükselmemektedir.

Ta baştan gömleğin düğmesi yanlış iliklendiğinden dolayı millî eğitim sisteminin kafası, amaç ve ilkelerinin nasıl bir insan, nasıl bir toplum ve nasıl bir ülke istediği konusunda karışıktır. Yerli ve millî net bir hedef ve strateji yokluğu dolayısıyla, eğitim bürokrasisi günü kurtarmaya çalışmakta, ne aradığını bilmemektedir. Dünyanın en dinamik gençliğine sahip olan Türkiye’de gençleri hedefsiz, ütopyasız bırakmanın bedeli maalesef ağır olmuştur. Başıbozukluk ve yetersiz eğitim çocuklarımızda doyumsuzluğa, bunun sonucunda şiddete yönelmeye sebep olmuştur. Birbirinin gırtlağını sıkan, birbirini bıçaklayan gençler neden bu kadar gergin ve acımasız.

Çocuklarımızı adam olsun diye gönderdiğimiz okullardan bu kadar ruh hâli bozuk insan nasıl çıkabiliyor? Televizyonda (NTV- 2006) şiddet üzerine yapılan bir tartışmada Özcan Köknel nüfusumuzun %60 oranında ruh sağlığı sorunu bulunduğunu belirtmişti. “Günümüz toplumlarında çocuk ve gençler giderek daha fazla oranda şiddet, sosyal problemler ve saygı yoksunluğundan etkilenmektedir. Gençler arasında saldırganlık, hırsızlık, otoriteye saygısızlık, akranlarına karşı gaddarlık, önyargı, kötü dil/argo kullanımı, erken cinsel gelişme ve cinselliğin kötüye kullanımı, ben merkezlilikteki artış ve toplumsal sorumluluktaki düşüş, alkol ve uyuşturucu gibi kendine zarar verici davranışlardaki artışlar dikkat çekmektedir.”[6]

Millî eğitim sisteminin temel sorunları olan fırsat eşitsizliği, bölgeler arasındaki dengesizlikler, standart ve kalite farklılığı, ekonomik ve kültürel imkânları daha fazla olan ailelerin çocuklarının daha avantajlı durumda olması, toplumsal tabakalaşmayı ve eğitimde eşitsizliği derinleştirmektedir.

Erken yaşlarda başlayan sınav odaklı eğitim anlayışı çocukların okul dışı kaynaklara yönelimini artmıştır. Bu sınav odaklı ucube eğitim sistemi çocuklarımızı esir almış, tüm değerlerimizi alıp götürmüştür. Sınav bir amaç hâline getirildi. Son on yıldaki yükseköğretime giriş sınav verileri, liseyi bitiren gençlerin temel bilgi ve becerileri elde etmeden sistemden mezun olduğunu göstermektedir. TYT, AYT sınav performanslarına bakıldığında, sonuçların iç açıcı olmadığı, başta matematik ve fen bilimleri olmak üzere genel olarak tüm testlerde başarı oranı oldukça düşüktür. Hiçbir şey öğrenmeden mezun ettiğimiz çocuklardan binlercesi üniversite sınavlarında sıfır çekiyor.

Sistem o kadar kötü ki hiçbir becerisi ve yetkinliği olmayan, aynı dersleri aynı şekilde ezberlemiş yüzbinlerce genç, bugün ülkemizde vasıfsız eleman kategorisinde değerlendirildiği için iş bulmakta güçlük çekmektedir. Her 100 gençten 27’si bu durumdadır. Artık beklemekten usanmış, küskün ve kırgın gençler ülkemiz için önemli bir sorun oluşturmaktadır. Bir taraftan da sanayi kalifiye eleman bulmakta güçlük çekmektedir. Okullarda öğretilen bilgilerin temel amacı sınavdan geçer not almaya yöneliktir. Türkiye’de millî eğitim, sadece diplomalı okuryazarlığı çoğaltıyor, bilgi hamalı üretiyor. İnsanların hayatını, geleceğini ilgilendiren bir konuyu bir sınava bağlarsanız, çocukları kabiliyetlerine göre tasnif edip ona göre eğitmezseniz, konuyu tercihlere bırakırsanız, sadece diploma odaklı sisteme mahkûm ederseniz işte sonuç böyle olur.

 

Öncelikle Bir Zihniyet Devrimi Gerekmektedir

Bu “eğitim sistemi” çeşitli ülkelerden alınan parça pürtük yamalı bohça reformlarla düzelmez. Köklü bir değişim gerekiyor. Yaşadığımız dünyaya, içinde bulunduğumuz sisteme şuurlu bir Müslüman olarak direnmenin zamanı gelmiştir. İnanç, kültür ve medeniyet değerlerini benimsemiş bir nesil isteniyorsa, bunun için önce eğitim sisteminden başlanılması gerekmektedir. Eğitim sistemindeki kalite sorunu yanında, esas sorun eğitimin muhtevası ve üzerine oturduğu değerler ve düşünce sistemidir.

Eğitim ve öğretimin amacı, kendi ilim ve düşünce geleneğimiz, kendi kültürümüz ve tarihsel tecrübemiz istikametinde hem kendi mil­leti hem insanlık için dünyaya söyleyecek sözü olan, yüksek ideal ve inançlara sahip, önder, örnek insanı ortaya çıkarmak olmalıdır. Nurettin Topçu “Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.” der.

Kur’ân’ı hayatlarına uygulayan müslümanlar tarihte benzeri görülmemiş bir inkılap gerçekleştirdiler. Müslümanlar, İslâm ahlakının pratik örneği olan Resûlüllah (s.)’i takip ederek örnek bir ahlak toplumu hâline gelmişlerdir. Peygamberimiz (s.) kısa sürede cahil, vahşi, kaba ve zalim bir topluluğu bilgili, medeni, adaletli, nazik, merhametli bir toplum hâline getirdi. Sahabenin İslâm öncesi ve sonrası hayatı incelendiğinde İslâm ahlakının onlar üzerinde nasıl bir değişiklik meydana getirdiği bilinmektedir. Bu sebeple, çocukların ve gençlerin Peygamberimiz’i bir model olarak görmelerini sağlayacak stratejiler geliştirmeye şiddetle ihtiyaç vardır. Kendi medeniyet dinamiklerimizden yola çıkarak çağımızda önümüzü açacak tevhidi bir eğitim modeli oluşturma, ahlaklı bir nesil yetiştirme bizi bekliyor.

 

[1] Tirmizî, Birr, 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,77

[2]https://www.aksam.com.tr/yazarlar/oguzhan-bilgin/ogretmenler-kimsenin-samar-oglani-degildir/haber-1202294

[3] 28 Mayıs 2017 İstanbul Ensar Vakfı’nın 38. Genel Kurulu

[4] Yusuf Kaplan “Eğitimde, Ava Giderken Avlanmak”, Yeni Şafak, 5 Kas 2018.

[5] http://www.milatgazetesi.com/egitim/egitimi-ciaya-baglayan-anlasmaya-derhal-son-verilmelidir-h124350.html

[6] Rıdvan Demir, “Modern Toplumda Ahlaki Değişim ve Ahlak Eğitimi”, Modernleşme Sürecinde Müslümanlar, Ed. Necmettin Çalışkan, 2018, s.317.

1 Ekim 2021 Cuma

MÜSLÜMANLAR 21. YÜZYIL DÜNYA SİSTEMİNDE BİR ROL OYNAMAYA HAZIRLAR MI?

 (Umran Dergisi)

 

İslam coğrafyası büyük bir alt üst oluş yaşıyor. Adeta tarih yeniden yazılıyor. Dünyada 1,8 milyar Müslüman var ama dünyanın birçok bölgesinde Müslümanlar mazlum, mağdur, esir, fakir, sömürülmekte, cahil ve geri kalmış, derbeder ve düzensiz. Müslüman’ın düşmana karşı, elinden geldiği kadar kuvvet hazırlaması Allah’ın emridir. Ama Müslümanlar hazırlıksız, plansız, programsızdır. Bir yanda petrol zengini milyarderler, bir yanda açlıktan ve sefaletten ölen kocaman kalabalıklar vardır. Zenginlikleri tekeline alan, eşit bir şekilde paylaşmayan ölümsüz şeflerin yönettiği bu ülkelerde adalet yok. Adaletin olmadığı yerde ne huzur olur, ne istikrar olur ne de geçim. Bu ülkelerin hemen hemen hepsinde durum daha da kötüye gidiyor. Cezayir, Libya ve Irak gibi petrol zengini ülkeler bugün en yoksul Arap yönetimleri arasında yer alıyorlar.

Bugün İslam dünyasında yaşanan her kötülüğün baş sorumluları ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa, İsrail ve Rusya’dır. İçeride ise onların işbirlikçileri olan zalim saltanatlardır. Bunlar haçlı ordularının Müslüman bir ülkeyi vurmasından hiçbir şekilde rahatsız olmaz, aksine kokuşmuş rejimlerini korumak adına büyük bir haz duyarlar.  Dünya egemenleri İslam ülkelerinin doğal kaynaklarına el koymuş, direnen ülkelerin üzerine ordular göndermiş, Müslümanı Müslümanın üzerine sürmüşlerdir.  “Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir” deyip İslam dünyasını cehenneme çeviren onlardır.

Mısır, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Pakistan, Türkiye hepsi ABD’nin ve Batının ağzına bakarlar, İsrail’den çekinir durumdadırlar. İslam Dünyası ülkelerinin çoğunda bürokratik yapı ve ordular batı menfaatlerini korumak ve halkı, muhtemel bir öze dönüş durumunda terbiye etmek üzere kurgulanmıştır. Birazcık toparlanan ülkelerde, ya bir ihtilal olur veya iç karışıklıklarla o ülke umutsuzluğa, çözümsüzlüğe mahkûm edilir.[1]

İsrail’in zulümleri, işkenceleri ve diğer Arap ve Müslüman kardeşlerinin ihmali yüzünden Filistin aşağılanma ve çaresizliğe sürüklenmiştir. 1,8 milyarlık bir İslam dünyası, 8–9 milyonluk İsrail’in neden hakkından gelememekte, bu zulümleri, cinayetleri katliamları durdurmakta aciz içerisinde bulunmaktadır. Bin yıldır Müslüman olan bir beldenin kalbine emperyalistler tarafından bir hançer gibi saplanan işgalci İsrail ile yapılan Abraham anlaşmaları Kudüs davasına yapılan en büyük ihanetlerden biridir. Müslüman dünyadaki hükümetler, yeryüzündeki masum Müslüman kurbanlar karşısında sessiz kaldıklarından dolayı meşruiyetlerini kaybetmişlerdir.

Nereden Nereye…

İslâm toplumları 18. yüzyıl ortalarına kadar Avrupa'nın ortasından Asya'nın ortasına kadar ve Kuzey Afrika’nın tamamı dahil büyük bir alana hükmedemiyorlardı. Ancak  Müslümanlar yaklaşık 200 yıldır Batılı güçlerin karşısında hemen her alanda ciddi bir gerileme yaşamaktadırlar.

Batılı emperyalistler Osmanlı Devleti'ne son vermedikçe stratejik doğal kaynaklara sahip bu zengin coğrafyaya yerleşmenin mümkün olmadığını gördüler ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti'nin işini bitirip onun mirasını yirmi altı devlete paylaştırdılar. . İslam dünyasındaki birçok beldeyi işgal edip orada İslam'a uygun olmayan etnik temelli yönetim tarzları kurdular. İslam dünyasının birleşerek güçlenmesini engellemek için cetvelle yapay sınırlar çizdiler. Emirleri, kralları, şeyhleri, cumhurbaşkanları kendileri belirleyerek, devletlerin siyasetlerini kontrol ettiler. Böl-yönet stratejisiyle İslam ümmeti birbirinden koparıldı. Kurulan bu düzenle İslam dünyasındaki ülkelerin siyasi sistemleri ve bürokratik yapıları Batılı hamiler tarafından şekillendirildi.

Bu dönemde İslâm Dünyası manevî otoritesini de kaybetti ve Müslüman dünyanın birliğini temsil eden hilafet lağvedildi. İslam dünyasındaki otorite boşluğu ümmeti imamesi kopmuş tespih gibi darmadağınık etti.

Brown Üniversitesi tarafından hazırlanan Costs of War (Savaşın Bedelleri) başlıklı  raporda, ABD ve Batılı müttefiklerinin, 11 Eylül'ün ardından İslam coğrafyasında başlattığı askeri harekâtlar sonucunda milyonlarca sivil öldürüldü ve yaralandı ve 37 milyon kişi evlerinden barklarından oldu. Raporda, mülteci, sığınmacı ve ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan sivillerin sayısı şu şekilde aktarıldı: Afganistan 5,3 milyon, Pakistan 3,7 milyon, Yemen 4,4 milyon, Somali 4,2 milyon,  Filipinler 1,7 milyon, Irak 9,2 milyon, Libya 1,2 milyon, Suriye 7,1 milyon.[2]

20. yüzyılın ikinci yarsında, İslâm Dünyası'nı yeni baştan bir nefis muhasebesi yapıp kendisine gelir, statüko karşısında derlenip toparlanır diye ümitlenirken, bu defa bir köktendincilik /fundamantalizm sloganı ve terörizm yaftalaması ile İslâm Dünyası’nın önü kesilmek istendi. İslâm Dünyası'nın uyanışını önlemek için Batılılarca bulunmaz bir fırsat olan "İslâm terörü” tehdidi piyasaya sürüldü. Batı bu ülkelerde kendilsine tehdit oluşturacak en küçük bir kıpırdanmayı bile ezip bastırmaya devam etmektedir. Bunu da içerideki piyonları ve diktatörleri vasıtasıyla yapmaktadır.

Belirli güç odaklarının kontrolünde olan dünya medyası, dünya kamuoyunu istediği gibi yönlendirmekte, hakikati çarpıtmakta, istediği haberi ön plana çıkarmaktadır. İslâm söz konusu olduğunda her türlü kötü ve negatif şeyleri kullanmaktadır. Müslümanlar dünyanın çeşitli yerlerinde şiddete maruz kalmalarına rağmen, medya kurumları bunun tersine Müslümanları şiddetle ilişkilendirilmekte ve aleyhlerinde propaganda aracı olarak kullanılmaktadır.

Peygamberimizin vefatından kısa bir süre sonra, dünyanın en büyük siyasi ve askeri gücü haline gelen, bilim, kültür, sanat, tıp, felsefe, refah standardı gibi alanlarda yüzyıllar boyu dünyanın merkezi ve öncüsü olan İslam dünyasının bir mensubu olarak şimdi kendimize soralım; 

      Avrupa Ortaçağın karanlığında iken, dünyaya bilimi, tıbbı, sanatı, temizliği ve diğer pek çok hasleti öğreten Müslümanlar bu perişan duruma neden ve nasıl geldiler?

      Karşısında dize geldiğimiz güçler ile mevcut halimizi karşılaştırınca eksik olan nedir?

      Gücümüzü şeytanın dostlarına kendi ellerimizle mi teslim ettik?

      Hangi güç bizi bu rüsva lığa zorladı?

      Kim toprağımızı, ekmeğimizi, kirlettikten gayrı, zihnimizi de kirletti?

Krizin Sebebi Toplumsal, Siyasal ve Zihinsel Kusurlardır…

Halkı Müslüman olan ülkelerin bu perişanlık karşısında nasıl bir yol izleyecekleri konusunda zihinleri karışıktır. İslâm Dünyası zihnen kendi içerisinde bölünmüş, parçalanmıştır. Mmilliyetçilik hareketleri, mezhebi ayrımcılık, farklı siyasal rejimler, farklı ideolojik yönelişler bu zihin dünyasını da farklılaştırarak ciddi bir savrulma yaşanmış ve ortak hareket etmeyi zorlaştırmıştır.

Bilinç dünyaları sömürgeleştirildiği için, Müslümanlar kendilerine Müslümanca değil, başkalarının gözüyle, Batılılar gibi bakmaya ve yaşamaya başlamışlardır. Kendi iradeleri, kendi tarihî ve kültürel birikimleri ile hareket etmekten çok, yaşamış oldukları sömürgecilik dönemindeki zihnî şekillenme ile hareket etmişlerdir. Sürekli eleştirdiğimiz Batı’nın rehberliğini talep etme hastalığından bir türlü kurtulamıyoruz. Böyle olunca karşılaştıkları sorunlara buldukları çözümler, onları kendilerine daha da yabancılaştırdı ve içinde bulundukları krizi daha da derinleştirdi.

Müslümanların Batı medeniyetinin hâkimiyetine karşı verdikleri cevaplar daha çok tepkisel olmuştur. Fikir dünyası seviyesizlik, fukaralık, keşmekeşlik yanıyla büyük bir zafiyet içindedir. Siyasi anlayışları derinlikten ve ahlakilikten uzak olup günlük politikanın ötesine geçememektedir. Müslümanların bugün yaşadıkları sorunların temelinde tepkisellikten kurtulamama ve kendimize ait bir siyasî yapı, bir siyasî üslup, bir siyasi felsefe inşa edememiş olmamız yatmaktadır. Müslümanlar kendilerini başkalarının gözünden ve kavramlarından tanımlamayı bir türlü bırakamadılar.  Dünya tasavvurlarını, gelecek perspektiflerini ve siyasal söylemlerini kaybetmiş durumdadırlar. Bunun yeniden temini ve telafisi için gerekli çaba da sarf edilmemekte, mala, makama, mevkie, koltuğa, lüks ve gösterişe sahip olmayı yeterli görmektedirler.

“Batının bilgi ve söylem hegemonyasından kurtulmak için Müslümanların, felsefi, siyasi ve tarihi derinliği olan süreçlerin ve hareketlerin ön plana çıkarılması gerekmektedir. Unutmayalım ki derinliği olmayan sığ hareketlerin başkaları tarafından kullanılma ihtimali çok daha yüksektir. Bugün Müslüman dünyadaki hareketlerin önemli bir kısmı bu sığlıktan dolayı büyük savrulmalar yaşamaktadır. Ne zaman kimlerin menfaatlerine hizmet ettiklerinin farkına varmakta zorlanmaktadırlar.”[3]

Düşman birlik içinde en modern cihaz ve silahlarla donanmış iken, onun karşısına birbirleriyle anlaşamayan, birbirlerini boğazlayan, bir güruh olarak çıkanlar ne kadar dua ederlerse etsinler, dini mekanlarda ne kadar nusuk(ritüel) icra ederlerse etsinler, gerçek ibadet olan iş ve değer üretmedikleri sürece, bilim, teknoloji, ekonomi, askeri, kültürel ve sosyal alanlarda güçlü ve donanımlı olmadıkları sürece bu perişan halden kurtulmaları mümkün değildir. Daha ötesinde güçlünün zayıfı ezmediği, kimsenin sömürülmediği, adaleti, ehliyeti, liyakati, hakça paylaşmayı esas alan bir sistem kurmadıkları sürece başarılı olmaları mümkün değildir. İnsan malzemesinin çürüdüğü bir toplum adaleti duygusunu, vicdanını, değerlerini, haksız kazanç karşısında ar ve hayâ hassasiyetini yitirmişse, bunu iş bitiricilik olarak görüyorsa asla iflah olmaz. Haramlarla, faizle, haksızlıklarla, adaletsizliklerle ilgili sesini çıkarmıyorsa, statükoyu devam ettirmek ve kazanımlarını kaybetmemek adına kendini bile kaybediyorsa iflah olmaz.

İslam dünyasında aşılması gereken, çözülmesi gereken birçok sorun vardır. Ciddi bir eğitim sorunu vardır. Gelir bölüşümünde adaletsizlik vardır. Siyasi katılım sorunu vardır. Millî servetlerin vatandaşa yansıtılmadan belli bir sınıfın elinde çarçur edilmesi vardır. Mezhep ayrılıkları, etnik köken tartışmaları sebebiyle Müslümanlar Sünni, Şii, Selefi gibi ayrımlarla birbirlerini, tıpkı cahiliye dönemindeki gibi boğazlamakla meşguldürler. İsrail’in kuşatması altında çırpınan Filistinliler bile birliktelik sergilemekten uzaktırlar. Hamas, demokratik seçimlerde aldığı oya rağmen hem Araplar, hem de Batı tarafından dışlanmış ve ambargoya maruz bırakılmıştır. Hamas’ın İslamcı eğilimlerini egemenliklerine tehdit olarak gördükleri için El Fetih’i desteklemektedirler.

Batı’da Hristiyanlık ve Kilise, Rönesans ve Reformla büyük bir sorgulamadan geçirilmiştir. Müslüman coğrafyasında hala bu sorgulama gelişmemiştir. Müslümanlar asırlar boyu içtihadı bırakıp, taklitçiliğe saplandığından dolayı medeniyetlerini kaybetmişlerdir. Krizin ana sebebi; Kur'an’dan, dinin esaslarından, imanın ruhundan, irfanın nurundan uzaklaşılmış olmasıdır.

Dünyada binlerce düşünce kuruluşu gelecek için fikir ve proje üretiyorlar. Batı’daki filozoflar, akademisyenler, ekonomistler ve tarihçiler gidişatı ve geleceği tartışıyorlar. İslam coğrafyasındaki yazan çizen, konuşan takım ise maalesef bunları referans gösteriyor, bunlardan besleniyor. Batılı üstatlara uymak ve onların ayak izlerini takip etmek ilerlemenin, entelektüel olmanın bir işareti olarak görülüyor. Ağzını açan Baudrillard, Wallerstein, Faucault, Weber, vs.den bahsediyor, Kant diyor, Nietzsche diyor. Koskoca İslam âleminde bir zamanlar fen bilimleri, matematik ve tıp alanlarında harikalar yaratan İbn Sina, Harezmi, Biruni, İbnü'l Heysem, Cabir İbn Hayyan ve Râzi gibi ilim adamları artık yok. İmamı Azamlar, Devrin Gazalileri, İbni Haldunları, Farabileri, Şaranileri yok. Maalesef sayıca artan Müslümanlarda,  keyfiyetçe aynı artış ve yükseliş görülemüyor.

Her köşe başında her ilde yakışıklı üniversite binaları yapılıyor ama akademik üretim neredeyse sıfırlanmış durumda. Mühendislik, ziraat, ilahiyat, felsefe, siyaset bilimi, sosyoloji, tıp vs. gibi alanlarda uluslararası itibarı olan 20’şer tane yetişmiş adam sayamazsınız. İnternette "İslam dünyasının bilime katkısı" diye arama yaptığınızda, karşınıza asırlar öncesi İslam dünyasının bilime yaptığı katkılar çıkıyor. Yaşadığımız çağda İslam dünyası hala Ortaçağı yaşıyor. Akademik atıfları tarayan Web of Science sitesinin verilerine göre 8 milyonluk İsrail, neredeyse 1,8 milyarlık İslam dünyası kadar bilimsel yayın yapıyor ve bütün İslam dünyasından daha fazla bilimsel atıf alıyor.

UNDP tarafından toplanan verilere göre Hristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı neredeyse % 90 ve bunlardan 15 Hristiyan çoğunluğa sahip ülkede okuma-yazma oranı % 100'dür. Müslüman dünyasında buna çok zıt bir durum olarak bir ülkenin okuma-yazma oranı yaklaşık % 40 olup, % 100 okur-yazar oranına sahip bir Müslüman ülke yoktur. Hristiyan dünyasındaki 'okur-yazarlar'ın % 98'i ilkokulu bitirmişken, Müslüman dünyasında bu oran % 50'dir. Hristiyan dünyadaki okur-yazarların % 40'ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında %2 'yi geçememektedir.[4]

Arap Baharı Kendisine Koyduğu Hedefler Ulaşamadı…

Arap Baharı bölge için kaybedilmiş bir şans, bir fırsattı. Müslümanlar arasında bir uyanış dalgası başlamış, artık taşıyamadıkları rejimleri alaşağı etmek için, ekmek, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, sosyal adalet, insan onuru gibi evrensel talepler etrafında harekete geçilmişti ama gelinen nokta bir trajediye dönüştü.  Çünkü Müslümanlar, seçimleri kazanmalarına rağmen, başka fikirlerle, baştaki rejimlerle nasıl mücadele edileceği hususunda plan proje anlamında hazırlıklı değillerdi. Çünkü Müslümanlar, günün şartlarına göre düşünülmüş sistematik bir mücadele kabiliyetinden uzaktılar.

Altı ülkede durum eskisinden daha kötü oldu. Daha da otoriter rejimler, kitlesel şiddet, iç savaşlar, daha fazla yoksulluk ve daha sistematik hak ihlalleri geldi. Rejimler, herhangi bir muhalefet kıvılcımını acımasızca ezmeye başladı. Kendi ülkelerinde bir gelecek görmeyen milyonlarca insan mülteci durumuna düştü, Avrupa'ya giden yollarda telef oldu.

Mezhebi ve etnik gerginliklerinin ortaya çıkmasına, ekonomik krizlerin derinleşmesine, devlet yapılarının çökmesine yol açtı. İran ile Suud arasındaki mezhebi güç çekişmesi daha geniş alanda ve daha kanlı biçimde ortaya çıktı. Suriye, Yemen, Libya ve Irak dış güçler tarafından körüklenen kanlı iç savaşlara sürüklendi. Mısır’da otoriter rejim Sisi darbesi vasıtasıyla kendisini yeniden kurdu, ekonomik problemler derinleşti. Tüm bu gelişmeler Arap Baharı’nın hedeflerine ulaşamadığını adeta bir Arap Kışı’na döndüğünü gösteriyor. 

Başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, Körfezdeki monarşiler, Arap Baharı’nın taleplerini kendi rejimleri için hayati bir tehdit gördüler ve bu ideali her yerde söndürmeyi hedef edindiler. Ya savaşla, ya askeri darbe ile ya da Tunus’ta olduğu gibi saray darbeleriyle hepsi akamete uğratıldı. Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, Sudan ve en son Tunus’ta gerçekleşen devrimleri akim bıraktılar. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki ülkeler, karanlık siyasi dönemlere geri döndüler. Bölgeye dışarıdan müdahil olan küresel aktörler de demokratikleşme taleplerini kendi politik hesaplarıyla çelişir buldukları için yeni yönetimlerin kurulmasına fırsat vermeyip mevcut rejimleri desteklemeye devam ettiler.

İslam Dünyasında Hangi Devlet Düzeni Hâkimdir?

İslam coğrafyasında diktatörlükler, krallıklar, emirlikler ve de cici demokrasiler hâkimdir. Bütün bu çeşitlemeye rağmen bunların ortak özelliği hemen hemen tamamının oligarşik nitelikte olmasıdır. İslam dünyasının başına bela edilen yönetimler, adeta İslam dünyasını geri bırakmak üzere tayin edilmiş, soygun düzenlerini koruyan gardiyan mesabesindeler. Mensubu oldukları inancın gereği olarak emperyalizm karşıtı olması gereken İslam dünyasındaki yönetimler, maalesef emperyalistlerin doğal müttefiki ve sadık uşakları olmuşlardır.

Bu ülkelerde devlet en büyük işverendir ve siyaset bir zenginleşme aracı olarak kullanılır. Çoğunlukla devlet eliyle geliştirilmiş büyük sermaye çevreleri, Batı burjuvazisinin acentesi durumundadır. Ahbap-çavuş ilişkileri içinde kazançlı olan sektörleri beş - on aile ve şirket kontrol eder. Zenginlik ve güç, en üstteki yönetime yakın bir avuç insan arasında dolaşır.

Bu oligarşiler, Müslüman dünyada başta ekonomi olmak üzere her türlü istikrarsızlıkların nedenidir. Mısır ve Cezayir başta olmak üzere ordular ekonomik hayata büyük ölçüde hâkim olup hem kendi menfaatlerini hem de Batı sermayesini korumak ve kollamakla meşguldür. Milyonlarca insanın yoksulluk içinde yaşadığı bu ülkelerde, sermayenin halka yayılmasını ve rekabetçi bir piyasa oluşması mümkün olamıyor. Elde ettikleri servetin meşru sahipleri olmadıkları için, sahip oldukları şeyler kaybetmemek için darbe dahil her türlü şiddete başvuruyorlar.

Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerde darbeli, özürlü demokrasiler yıllar boyu devam etti.  Türkiye’de,  millete rağmen kurulmuş laikçi/kemalist sistem, kripto azınlıklar ve devşirilmiş guruplardan oluşan bürokratik dengelerle kontrol edildi. Eğer toplum istemedikleri çıktılar verirse bu defa muhtıralarla, müdahalelerle “balans ayarı” yaptılar.

Günümüzde Müslüman dünyada devletlerin çoğu Batıcı sivil ve askeri bürokrasi tarafından idare edilmektedir. Sadece küçük bir azınlığın modernleştiği (Batılılaştığı) bu ülkelerde, halkın inanç ve değerleri ile yöneticilerin değer ve yaşam biçimleri birbirine ters düşmekte, bu terslik zaman içinde siyasî alana yansıtılmakta ve dolayısıyla toplumsal barış bir türlü sağlanamamaktadır.

Pek tabii İslam ülkelerinde yönetimleri eleştirirken bu ülkelerin insanları ne haldeler ona da bakmak lazımdır. Bu yönetimleri, bu liderleri bu toplumlar üretmektedir. Hz. Peygamberin “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz” sözünde ifade edildiği üzere; Müslümanlar zayıf, eğitimsiz, ihtilaf içinde, tembel, gayretsiz milli ve manevi duyarlılıktan uzak olduğu için, devletleri bu haldedir.

İslam Dünyasının Ekonomik Yapısı

Müslüman dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu hem doğal gaz hem de petrol başta olmak üzere değerli enerji kaynaklarına ve doğal zenginliklere sahiptir. Petrol ve benzeri kaynakların aşağı yukarı üçte ikisi İslam coğrafyasında bulunmaktadır. Ne var ki İslam coğrafyası sahip olduğu bu avantajdan gereği gibi faydalanamamaktadır. Çoğu İslam ülkesinde alt yapı ve teknolojik imkânların yetersiz olması, bu zenginliklerin ülke ekonomisine katkısını sadece ihracatla sınırlamaktadır.

Enerji boru hatları ve dünyanın en önemli su geçiş yollarının (İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı, Hürmüz Boğazı, Malakka Boğazı),  en önemli ticaret yollarının(Akdeniz, Kızıl deniz, Boğazlar, Karadeniz)bulunduğu bölgeleri kontrol eden İslam dünyasına yapılan müdahale ve dayatmaların temelinde küresel güçlerin bu enerji kaynakları ve önemli geçiş yolları üzerinde söz sahibi olma, üstünlük sağlama çabası yatıyor.

İslam coğrafyasındaki ekonomik imkanları kontrol eden ve kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan Batılılar tabir caizse Müslümanlara sadece kar payı vermektedirler. Petrol zengini krallıklarda petrol gelirleri batı bankalarına akıyor.1.5 trilyon dolarlık İslami Sermayenin yaklaşık yüzde 85'ine yakın kısmı yabancı ülkelerin bankalarının kasasında duruyor. Bu paralar bizim gibi ülkelere IMF veya Dünya Bankası kanalıyla yüksek faizlerle geri geliyor. Ya da İsrail'e silah olarak gidiyor. Ya da İslam coğrafyasında sözde “kurtarma hizmetleri!” mukabili katliam yapan Amerikan askerlerinin maaşını finanse ediyor.

Hizmet ve imalat sektörlerine baktığımız zaman Müslüman dünyanın hayli zayıf olduğunu görüyoruz. Dünya Bankası verilerine göre, toplam nüfus sayısı 1 milyar 802 milyona ulaşan İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT) ülkeleri, dünya nüfusunun yüzde 23,9’unu teşkil ederken, 2017 yılı itibariyle 6,66 trilyon dolarlık bir ekonomik büyüklüğe hükmediyor. Bu, dünyanın milli hasıla toplamının yüzde 8,2’sine denk geliyor. Yani, İİT ülkelerinin dünya ekonomisinden aldığı pay, nüfuslarına oranla oldukça düşük.[5] 57 İİT ülkesinin toplam milli geliri(2,7 milyar dolar) olup Almanya’dan (2,8 milyar dolar) daha azdır.[6]

İİT üyelerinin toplam dünya ihracatı içindeki payı yüzde 12'ye tekabül eden 2,1 trilyon dolarlık bir rakam olup bunun yarısı da ham petrol ve doğalgazdır. Daha trajik olan gerçek ise, 57 İİT ülkesinin kendi aralarındaki ticaretin, toplam ticaretleri içindeki payının yüzde 17,3 olmasıdır.[7]

İslam dünyasında insanların %86’sının (49 ülke) yıllık geliri 2000 doların altında, %76’sının (44 ülke) geliri 1000 doların altında, %67’sinin (38 ülke) geliri ise 500 doların altındadır. Bu durum, İslam dünyasının toplamda sahip olduğu imkânlarla büyük bir tezat oluşturmaktadır. Bu ülkelerin geri kalışının nedeni, elit bir azınlık tarafından çoğunluğun hakları çiğnenerek yönetilmesidir.

Müslüman dünyada millî gelirden Ar-Ge harcamalarına ayrılan pay yok denecek kadar az ve bu konuya gereken önem de gösterilmemektedir. Dolayısıyla İslam ülkeleri, uluslararası arenada kabul gören ve tanınan rekabetçi ürün markaları oluşturamıyorlar. Müslüman ülkeler, toplam Gayrı Safi Milli Hasıla rakamlarının ancak yüzde 0,2’sini Araştırma-Geliştirme (AR-GE) bütçesine ayırırken, Hristiyan dünyasında oran yüzde 5 civarındadır.[8] 57 üye ülkesi olan İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT) 1969 yılında kurulmasına rağmen ilk defa 2017 yılında yani 48 sene sonra bilim ve teknoloji konulu zirve yapabilmiştir.

Bölgenin Toparlayıcı Gücü Türkiye…

2000’li yıllara kadar Türkiye ile İsrail arasında stratejik düzeyde işbirliği yapılması Müslüman coğrafyayı yaralayan bir ilişki olmuştur. Osmanlı zamanında Filistin cephesinde binlerce şehidin kanı pahasına savaşmış bir ülkenin Ortadoğu’daki en önemli siyasî müttefiki uzun yıllar İsrail olmuştur. Türkiye Müslüman dünyaya yüzünü dönüp bir birlik kurması gerekirken Batı’nın ayakları altında dolaşmıştır.

Yine de bölgeyi toparlama gücüne sahip olabilecek yegâne ülke imkânları, potansiyel güçleri, tarihî tecrübeleri itibariyle Türkiye’dir. Batının himayesi ile zulümlerine devam eden İsrail’e karşı tavır alabilecek potansiyele sahip tek ülke birikimi ve tarihi sorumluluğu itibariyle Türkiye’dir.  ABD’nin PKK/YPG’yi ağır silahlarla donatması, F-35’leri vermemesi, ekonomik ambargo uygulamasının sebebi, Türkiye'yi kapana kıstırmak ve Türkiye'nin Osmanlı misyonunu üstlenmemesi için tüm yolları kapamak ve tıkamaktır.  İşte bu nedenle ABD ve İsrail'in operasyonları, sinsi oyunları, aşağılık planları, Türkiye'nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, iç barışını ve huzurunu sarsacak boyutlara ulaşmıştır.

İslam coğrafyasındaki halklar Türkiye’ye, emperyalist politikalara karşı ümmet bilincini pekiştirecek, Müslümanların tek vücut olmasını sağlayacak,  İslâm ekseninde yeni bir yörünge oluşturacak, büyük ve onurlu meydan okumayı yapacak bir ülke olarak ümitle bakmaktadırlar. Müslüman toplumların vahyin ışığında yeni bir medeniyet sıçraması gerçekleştirmesini, yeniden tarih sahnesine çıkmasını sağlayacak, büyük tarihî meydan okumasını yapacak bir ülke olarak Türkiye’ye bakmaktadırlar.

Türkiye’nin bunu yapabilmesi, öncelikle içeride güçlü bir toplumsal yapı ve ekonomik düzen kurabilmesine bağlıdır. Hiçbir potansiyel güç kendiliğinden kalıcı ve etkili bir güç haline gelemez. Türkiye 21. Yüzyılda ciddi bir varlık gösterebilecek ise öncelikle bulunduğu yerin bir muhasebesini acilen yapması ve ümmetin ona nasıl ümitle baktığını görmesi gerekmektedir.

21. Yüzyılda Müslümanların Geleceği…

20. Yüzyıl sona ererken ve dünyadaki iki kutuplu sistem tamamen çökerken, İslâm dünyası terimi "medeniyetler çatışması" olarak bilinen siyasi slogan ile ön plana çıkarıldı. Bernard Lewis’in 1990’da yayımladığı “Müslüman Öfkenin Kökenleri” adlı makalesi ve Samuel Huntington’un, "Medeniyetler Çatışması" adlı teziyle gündeme getirmiş olduğu İslâm'la Batı arasında gelecekte bir çatışmanın olacağı yönündeki görüşleri ve akabinde 11 Eylül olayları Müslümanları dünya politikasının merkezine oturttu. Bu iki çalışmada da İslâm dünyası ve Batı merkeze alınmakta diğerleri ise kenarda bırakılmaktadır.

İnsanlığın artık daha adaletli ve onurlu bir dünya arayışı içinde olduğu 21. Yüzyıl siyasi sistemi içerisinde İslâm dünyasının durumu önem kazanmaktadır. Müslümanlar hem insanlığı hem de ümmeti 21. yüzyılda başına gelecek felaketlerden kurtarmak için,  uluslararası ilişkilerde söz sahibi olmak için kararlı, planlı, programlı ve hızlı bir şekilde hareket etmek zorundadırlar.

İslâm Dünyası'nın en önemli ve en dinamik unsuru nüfustur. Hıristiyan Dünyası'ndan sonra en kalabalık ve en güçlü dünya İslâm Dünyası'dır. Dünya ülkeleriyle kıyaslandığında İslâm Dünyası'ndaki nüfusun daha hızlı arttığını görüyoruz. Yapılan tahminler göre 2050 yılında İslam Dünyası'nda bugünkü nüfusun yüzde 136 artacağı hesaplanıyor. 2070 yılında ise Müslüman nüfusun Hristiyan nüfusu geçeceği hesaplanıyor.[9]

Ancak, dünya coğrafyasının çok büyük bir kısmını nüfus ve toprak olarak işgal eden ve zengin yer altı ve yer üstü servet ve imkânlarına sahip bulunan İslâm Dünyası'nın bugünkü hali iç açıcı değil. On asır birinci ligde olmuş bir medeniyet sahip olan İslâm Dünyası bugün artık birinci ligde değil.  Küresel egemenler Müslüman beldeleri kaleleri kuşatılmış, insanları esir alınmış yerler olarak görüyorlar.

İnternetin yayılmasıyla bağlantılı olarak,  Müslümanların karşı karşıya kaldığı daha gizli ve ciddi bir mesele de genç kesimdeki kimlik krizidir. Fuhuş ve şiddetin hâkimiyetindeki eğlence dünyası, moda, müzik ve seks yoluyla verdikleri mesajlarla gençlik üzerinde ciddi ahlaki problem oluşturmaktadır. Yabancı bir kültürü modernite, ilerleme ve özgür hayat tarzı adı altında empoze etmektedirler. Seküler eğitim sistemi ve sosyal medya, televizyon ve basın yoluyla ferdiyetçilik, rölativist ahlak, hedonizm, sekülerizm ve materyalizm gibi İslami değerlerle uyuşmayan batılı değeler yayılmaktadır.  Emperyalizmin en tehlikeli tehdidi kültür sömürgeciliğidir. Kültür işgali İslâm'ın takva, sıdk, emanet, adalet, itidal, haya, sabır ve ihlas gibi en temel yüce ahlaki değerlerini sarsmaktadır.[10]

İslam dünyasının mevcut dünya sistemi içinde etkin bir birim olabilmesi için, Müslümanlar geçmişlerini iyi bilmek ve özellikle yakın tarihlerinde batılıların planladığı bölünme ve parçalanmalardan ders almak zorundadırlar. Zira geçmiş geleceğin öğretmenidir. Sağlam bir gelecek inşa edebilmek için her şeyden geçmişi tahlil edip önce kendimizi iyi tanımamız ve bugünü doğru anlamamız gereklidir. Yani dünyadaki yerimizi ve sahip olduğumuz değerleri, kimliğini oluşturan tarihi, siyasi, dini vs. unsurları doğru tespit etmeli, kendimize çeki düzen verip sorunlarımızı çözmeli, sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Bunun önündeki en önemli engellerden biri özgüven eksikliği diğeri ise zihin yapımızdır.

Müslüman aydınlar, ekonomi, siyaset, eğitim ve kültür alanlarındaki meseleler hakkında Batının materyalist felsefelerinden kendilerini kurtarıp İslâm ahlakına bağlı kalarak, İslâm dünyasının ekonomik bağımsızlığı ile bilim, teknoloji ve kültürel kimlik alanlarında nasıl başarılı olacaklarına odaklanmalıdırlar. Geçmişin hayalleri ve hikayeleri ile kendimizi avutmak yerine Müslümanlar olarak bir medeniyet muhasebesine girmek zorundayız.

İnsanlığın tarihi tecrübesine baktığımız zaman, bütün büyük fikir ve felsefî hareketlerin, bütün büyük düşünürlerin, sanatkârların büyük bir krizin akabinde ortaya çıkmış olduğunu görürüz.

Her tarihsel dönem tehlike ve fırsatlarıyla gelir.  Arap isyanları her ne kadar şimdilik başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, bir geçiş döneminin yaşandığı muhakkaktır. Tehlike ve fırsatları doğru teşhis eden toplumlar yeni dönemde güçlenir ve hareket alanlarını genişletirler. Bu öngörü ve teşhis ameliyesinin başarılı olabilmesi için de, söz konusu sosyal sistemin kendi kuvvet ve zaaflarını iyi 'tartması' gerekir. Kuvvetinin kaynağını bilmeyen veya zaaflarını görmezden gelenler, yeni dönemin kargaşası içinde kaybolup giderler.[11] Ne tarihte kalıp durağanlığa ve çürümüşlüğe yol verelim ne de tarihi terk ederek kendimizi inkâr edelim. Tarihi yorumlayarak bugünler için dersler çıkaralım.

Geleceği düşünmeyi ihmal ettiğiniz zaman, sadece geçmişi kutsayarak bugünün şartlarıyla düşünüp bugüne çakılıp kaldığınız zaman yabancı ellerin her yanınızı sardığını, onların kuklası olma tuzağına düşmek durumunda kaldığınızı görürsünüz. Sadece geçmişi yaşayanlar müzelik, bugüne takılıp kalanlarsa mezbelelik olurlar. Bunun en çarpıcı örneği Afganistan’da yaşandı. İki milyon insanımız öldü. Ülke viran oldu, ordu viran oldu, kurumlar viran oldu, insanlar sefil perişan oldu. 

Müslümanlar bu tıkanma noktasında kendi insan ve toplum modelini alternatif olarak insanlığa sunmak mecburiyetindedir. Bunu gerçekleştirmek için, ilk olarak çözmeleri gereken felsefi sorun üst-kimlik meselesidir. Müslümanların birinci derecede bağlılığı din soslu seküler milli devlete mi olacaktır yoksa takvayı önceleyen ümmet kimliğini mi öne çıkaracaktır?  Müslümanlar artık kuşdili ile konuşmayı bırakıp, korku ve yasaklarla dolu bir toplum olmaktan çıkmaları, kendilerini ifade edebildikleri vahiy esaslı özgür bir hayatı siyaseten talep etmeleri gerekmektedir. Şu an İslâm Dünyası dünya üzerinde siyasî, hukuki,  sosyokültürel, ekonomi ve entelektüel açılardan dikkate değer bir anlam ifade etmiyor. Müslümanlar, uluslararası siyasetin nesnesi olmaktan çıkıp öznesi olmak istiyorlarsa, İslami değerlerini hayata geçirmek zorundadırlar. Aksi takdirde yenidünya düzeninde beklenen yeri ve rolü alamayacaklar, yine itilip kakılacaklardır.

Allah'ın hâkimiyetinin hayatın bütün alanlarına şamil edilmesi bir vazife ve vicdani sorumluluktur. Kur'ân-ı Kerim ve Resullulah’ın sahih sünneti elimizde olduğu müddetçe, zengin tarihî tecrübemiz, geniş kültür birikimimiz ve bundan feyz alan 1,8 milyar nüfusumuz olduğu müddetçe İslâm Dünyası vardır ve var olacaktır. İşte bu müktesebat, Müslümanları sömürülmekten, esaretten, kendi değerlerini başkalarına kaptırmaktan vazgeçirecek bir hazinedir.

İslam Dünyası Nasıl Ayağa Kalkar?

Evet, medeniyetimiz yara almış, örselenmiş ve gerilemiştir. Ama hayatiyetini, dinamizmini hâlâ koruduğuna inanıyoruz. Çağdaş bilim, düşünce ve teknolojinin verileriyle bunu güçlendirmek bizim boynumuzun borcudur. Bilim ve teknoloji üretmemiz gerekiyor. Kendi medeniyetimizin kaynaklarını ve değerlerini ortaya çıkarmamız gerekiyor. İslâm Dünyası, adaleti ve ahlâkı göz önünde bulunduran bir büyümeyi plânlamak, programlamak, üretmek ve sürdürmek zorundadır. Her şeye rağmen özelde Türkiye’de genelde İslam coğrafyasında bir şeyler yapma arzusunun hala canlı olduğunu bir uyanış potansiyelinin olduğuna inanıyorum. Sistemli ve kuşatıcı bir çaba ve örgütlenme ile hem içeride hem de dışarıda siyasi, ekonomik ve sosyal meselelerinin üstesinden gelebiliriz.

Başkalarına kızmak, başkalarını suçlamak, kolaylığından kurtulmalı, yaşadığımız olumsuzlukların nedenlerini dışarıda aramaktan vazgeçmeliyiz.  Eğer bizde geri kalma potansiyeli olmasaydı birileri bizi geri bırakamazdı. Eğer siz kendi içinizde düzgün değilseniz, içeride birbirinizi yiyorsanız, krizlerin üstesinden gelemiyorsanız, o zaman dış müdahalelerin önünü açmış olursunuz. Sonunda iş dönüp dolaşıp kendimizde ve nefsimizde düğümleniyor. Bütün bu kargaşayı, kaosu,  İslam dünyasının âdeta kan gölüne dönmesini sadece Batılıların düşmanca tavrı ile izah etmek yeterli değildir. İslam dünyasının önce kendi kapısının önünü önce süpürmesi,  şikâyet etmeden önce kendi otokritiğini yapması gerekiyor.

Barış ve yaşatmayı hedef alan bir dinin mensuplarının bu kadar keyfi ve pervasız bir şekilde insan öldürmeleri, masumları hedef almaları izah edilebilir bir durum değildir. Her şeyi dış güçlere yükleyerek işin içinden sıyrılıp çıkamayız.  Batılıların istismarının ötesinde, Müslümanların kendi değerlerine ve tarihsel birikimlerine yabancılaşmanın bir sonucu olarak da görmek gerekiyor. Kendi meselelerimiz hakkında karar almakta ve kendi geleceğimiz belirlemedeki yetersizliğimizi sorgulamamız gerekir. Çoğu krizin toplumsal, ya da siyasal yapımızdaki hastalıklardan ve kusurlardan dolayı meydana geldiğini, bizim acizliğimizin bir göstergesi olduğunu unutmayalım.

İslam’dan neşet etmeyen, İslam coğrafyasını bir bütün olarak görmeyen hiçbir proje, teklif, ideoloji Müslüman Ümmeti ortak payda da buluşturamaz. Çözüm başkasına benzemekte değil kendimize gelmekte ve kendimizi bulmaktadır. Bize esaslı bir duruş ve esaslı bir konum kazandıran İslâm düşünce geleneğine yeniden dönmeliyiz. Müslümanların modern dönemde yaşadıkları gerilemenin, kırılmaların ve krizlerin neticesinde içine düştükleri durumu öncelikle tespit edip;  uzun vadeli düşünmeli ve İslâm düşünce geleneğini siyasi, ekonomik ve eğitim alanında moderniteye alternatif olacak tarzda yeniden inşa etmeliyiz.

Bütün medeniyet tarihçileri, sistem tahlilcileri Batı/kapitalist medeniyetinin 'kriz' aşamasında olduğu fikrindedirler. Batı medeniyetine ve siyasal sistemine alternatif olabilen tek medeniyet İslam’dır. SSCB’nin dağılmasından sonra NATO’nun yeni stratejik konseptinde İslam’ı hedef tehdit alanı olarak saymasının nedeni de budur.

Çözüm, kendi medeniyet projemizin ve iddiamızın olması ve onu gerçekleştirebilmemizde yatıyor. Bize düşen görev, medeniyetimizin köklerine inip ona tutunmamızdır. Cihadı savaş ve silahlı mücadele olarak algılamak yerine tüm hayatımızı kapsayan siyasi, ekonomik, kültürel ibadetler topluluğu olarak görmek gerekiyor. Bugün bu anlayış bilinçli Müslümanları bekliyor, ibadeti topyekun hayatı kapsayan salih ameller olarak gören bilinçli Müslümanlar halklarına yönelip öncülük etseler İslam dünyasının çehresi değişecek, İslam ülkeleri Müslümanların ayağına pranga vuran bu yönetimlerden kurtulacaktır. Allah’ın izniyle…


[1] https://www.kunfeyekun.net/kf/hatirlayin-peygamberimiz-ne-demisti.982/

[2] Key Source:  David Vine, Cala Coffman, Katalina Khoury, Madison Lovasz, Helen Bush, Rachael Leduc, and Jennifer Walkup,

 “Creating Refugees: Displacement Caused by the U. S. Post-9/11 Wars” Costs of War Project, Brown University, Sept. 8 2020

[3] https://www.setav.org/muslumanlarin-kulturel-ve-toplumsal-kodlarinin-kaybi/ Muhittin Ataman, 29 Kasım 2015

[4] http://www.rumimevlevi.com/tr/ana-sayfa-yazilari/2593-pakistanli-bir-bilim-insaninin-yazisi-

[5] https://www.zraporu.com/kapakdosyasi/islam-ekonomileri-buyume-yolunda/

[6] https://haber.aku.edu.tr/2018/06/01/rektor-yardimcisi-sagbas-islam-ulkelerinin-ekonomik-yapisini-anlatti/

[7] https://www.dunya.com/ekonomik-veriler/caglayan-iit-uyesi-ulkelere-seslendi-haberi-228034

[8] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/21-yuzyilin-islam-ortacagi-olma-tehlikesi

[9] https://www.haberturk.com/gundem/haber/1094663

[10] XXI. Yüzyılda İslam Dünyası ve Türkiye, Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı,  28-30 Mart 2003,   sh.188

[11] Mustafa Özel, Yirmibirinci Yüzyılda Türkiye, "XXI. Yüzyılda İslâm Dünyası ve Türkiye " konulu mil­letlerarası tartışmalı ilmî bir toplantı

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...