(Umran Dergisi)
İslam coğrafyası büyük bir alt üst oluş yaşıyor. Adeta tarih yeniden yazılıyor. Dünyada 1,8 milyar Müslüman var ama dünyanın birçok bölgesinde Müslümanlar mazlum, mağdur, esir, fakir, sömürülmekte, cahil ve geri kalmış, derbeder ve düzensiz. Müslüman’ın düşmana karşı, elinden geldiği kadar kuvvet hazırlaması Allah’ın emridir. Ama Müslümanlar hazırlıksız, plansız, programsızdır. Bir yanda petrol zengini milyarderler, bir yanda açlıktan ve sefaletten ölen kocaman kalabalıklar vardır. Zenginlikleri tekeline alan, eşit bir şekilde paylaşmayan ölümsüz şeflerin yönettiği bu ülkelerde adalet yok. Adaletin olmadığı yerde ne huzur olur, ne istikrar olur ne de geçim. Bu ülkelerin hemen hemen hepsinde durum daha da kötüye gidiyor. Cezayir, Libya ve Irak gibi petrol zengini ülkeler bugün en yoksul Arap yönetimleri arasında yer alıyorlar.
Bugün İslam dünyasında yaşanan her kötülüğün baş sorumluları ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa, İsrail ve Rusya’dır. İçeride ise onların işbirlikçileri olan zalim saltanatlardır. Bunlar haçlı ordularının Müslüman bir ülkeyi vurmasından hiçbir şekilde rahatsız olmaz, aksine kokuşmuş rejimlerini korumak adına büyük bir haz duyarlar. Dünya egemenleri İslam ülkelerinin doğal kaynaklarına el koymuş, direnen ülkelerin üzerine ordular göndermiş, Müslümanı Müslümanın üzerine sürmüşlerdir. “Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir” deyip İslam dünyasını cehenneme çeviren onlardır.
Mısır, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Pakistan, Türkiye hepsi ABD’nin ve Batının ağzına bakarlar, İsrail’den çekinir durumdadırlar. İslam Dünyası ülkelerinin çoğunda bürokratik yapı ve ordular batı menfaatlerini korumak ve halkı, muhtemel bir öze dönüş durumunda terbiye etmek üzere kurgulanmıştır. Birazcık toparlanan ülkelerde, ya bir ihtilal olur veya iç karışıklıklarla o ülke umutsuzluğa, çözümsüzlüğe mahkûm edilir.[1]
İsrail’in zulümleri, işkenceleri ve diğer Arap ve Müslüman kardeşlerinin ihmali yüzünden Filistin aşağılanma ve çaresizliğe sürüklenmiştir. 1,8 milyarlık bir İslam dünyası, 8–9 milyonluk İsrail’in neden hakkından gelememekte, bu zulümleri, cinayetleri katliamları durdurmakta aciz içerisinde bulunmaktadır. Bin yıldır Müslüman olan bir beldenin kalbine emperyalistler tarafından bir hançer gibi saplanan işgalci İsrail ile yapılan Abraham anlaşmaları Kudüs davasına yapılan en büyük ihanetlerden biridir. Müslüman dünyadaki hükümetler, yeryüzündeki masum Müslüman kurbanlar karşısında sessiz kaldıklarından dolayı meşruiyetlerini kaybetmişlerdir.
Nereden Nereye…
İslâm toplumları 18. yüzyıl ortalarına kadar Avrupa'nın ortasından Asya'nın ortasına kadar ve Kuzey Afrika’nın tamamı dahil büyük bir alana hükmedemiyorlardı. Ancak Müslümanlar yaklaşık 200 yıldır Batılı güçlerin karşısında hemen her alanda ciddi bir gerileme yaşamaktadırlar.
Batılı emperyalistler Osmanlı Devleti'ne son vermedikçe stratejik doğal kaynaklara sahip bu zengin coğrafyaya yerleşmenin mümkün olmadığını gördüler ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti'nin işini bitirip onun mirasını yirmi altı devlete paylaştırdılar. . İslam dünyasındaki birçok beldeyi işgal edip orada İslam'a uygun olmayan etnik temelli yönetim tarzları kurdular. İslam dünyasının birleşerek güçlenmesini engellemek için cetvelle yapay sınırlar çizdiler. Emirleri, kralları, şeyhleri, cumhurbaşkanları kendileri belirleyerek, devletlerin siyasetlerini kontrol ettiler. Böl-yönet stratejisiyle İslam ümmeti birbirinden koparıldı. Kurulan bu düzenle İslam dünyasındaki ülkelerin siyasi sistemleri ve bürokratik yapıları Batılı hamiler tarafından şekillendirildi.
Bu dönemde İslâm Dünyası manevî otoritesini de kaybetti ve Müslüman dünyanın birliğini temsil eden hilafet lağvedildi. İslam dünyasındaki otorite boşluğu ümmeti imamesi kopmuş tespih gibi darmadağınık etti.
Brown Üniversitesi tarafından hazırlanan Costs of War (Savaşın Bedelleri) başlıklı raporda, ABD ve Batılı müttefiklerinin, 11 Eylül'ün ardından İslam coğrafyasında başlattığı askeri harekâtlar sonucunda milyonlarca sivil öldürüldü ve yaralandı ve 37 milyon kişi evlerinden barklarından oldu. Raporda, mülteci, sığınmacı ve ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan sivillerin sayısı şu şekilde aktarıldı: Afganistan 5,3 milyon, Pakistan 3,7 milyon, Yemen 4,4 milyon, Somali 4,2 milyon, Filipinler 1,7 milyon, Irak 9,2 milyon, Libya 1,2 milyon, Suriye 7,1 milyon.[2]
20. yüzyılın ikinci yarsında, İslâm Dünyası'nı yeni baştan bir nefis
muhasebesi yapıp kendisine gelir, statüko karşısında derlenip toparlanır diye
ümitlenirken, bu defa bir köktendincilik /fundamantalizm sloganı ve terörizm
yaftalaması ile İslâm Dünyası’nın önü kesilmek istendi. İslâm Dünyası'nın
uyanışını önlemek için Batılılarca bulunmaz bir fırsat olan "İslâm terörü”
tehdidi piyasaya sürüldü. Batı bu ülkelerde kendilsine tehdit oluşturacak en
küçük bir kıpırdanmayı bile ezip bastırmaya devam etmektedir. Bunu da içerideki
piyonları ve diktatörleri vasıtasıyla yapmaktadır.
Belirli güç odaklarının kontrolünde olan dünya medyası, dünya kamuoyunu istediği gibi yönlendirmekte, hakikati çarpıtmakta, istediği haberi ön plana çıkarmaktadır. İslâm söz konusu olduğunda her türlü kötü ve negatif şeyleri kullanmaktadır. Müslümanlar dünyanın çeşitli yerlerinde şiddete maruz kalmalarına rağmen, medya kurumları bunun tersine Müslümanları şiddetle ilişkilendirilmekte ve aleyhlerinde propaganda aracı olarak kullanılmaktadır.
Peygamberimizin vefatından kısa bir süre sonra, dünyanın en büyük siyasi
ve askeri gücü haline gelen, bilim, kültür, sanat, tıp, felsefe, refah
standardı gibi alanlarda yüzyıllar boyu dünyanın merkezi ve öncüsü olan İslam
dünyasının bir mensubu olarak şimdi kendimize soralım;
•
Avrupa Ortaçağın karanlığında iken, dünyaya bilimi, tıbbı, sanatı,
temizliği ve diğer pek çok hasleti öğreten Müslümanlar bu perişan duruma neden
ve nasıl geldiler?
•
Karşısında dize geldiğimiz güçler ile mevcut halimizi karşılaştırınca
eksik olan nedir?
•
Gücümüzü şeytanın dostlarına kendi ellerimizle mi teslim ettik?
•
Hangi güç bizi bu rüsva lığa zorladı?
• Kim toprağımızı, ekmeğimizi, kirlettikten gayrı, zihnimizi de kirletti?
Krizin Sebebi Toplumsal, Siyasal ve Zihinsel Kusurlardır…
Halkı Müslüman olan ülkelerin bu perişanlık karşısında nasıl bir yol izleyecekleri konusunda zihinleri karışıktır. İslâm Dünyası zihnen kendi içerisinde bölünmüş, parçalanmıştır. Mmilliyetçilik hareketleri, mezhebi ayrımcılık, farklı siyasal rejimler, farklı ideolojik yönelişler bu zihin dünyasını da farklılaştırarak ciddi bir savrulma yaşanmış ve ortak hareket etmeyi zorlaştırmıştır.
Bilinç dünyaları sömürgeleştirildiği için, Müslümanlar kendilerine Müslümanca değil, başkalarının gözüyle, Batılılar gibi bakmaya ve yaşamaya başlamışlardır. Kendi iradeleri, kendi tarihî ve kültürel birikimleri ile hareket etmekten çok, yaşamış oldukları sömürgecilik dönemindeki zihnî şekillenme ile hareket etmişlerdir. Sürekli eleştirdiğimiz Batı’nın rehberliğini talep etme hastalığından bir türlü kurtulamıyoruz. Böyle olunca karşılaştıkları sorunlara buldukları çözümler, onları kendilerine daha da yabancılaştırdı ve içinde bulundukları krizi daha da derinleştirdi.
Müslümanların Batı medeniyetinin hâkimiyetine karşı verdikleri cevaplar
daha çok tepkisel olmuştur. Fikir dünyası seviyesizlik, fukaralık, keşmekeşlik
yanıyla büyük bir zafiyet içindedir. Siyasi anlayışları derinlikten ve
ahlakilikten uzak olup günlük politikanın ötesine geçememektedir. Müslümanların
bugün yaşadıkları sorunların temelinde tepkisellikten kurtulamama ve kendimize
ait bir siyasî yapı, bir siyasî üslup, bir siyasi felsefe inşa edememiş olmamız
yatmaktadır. Müslümanlar kendilerini başkalarının gözünden ve kavramlarından
tanımlamayı bir türlü bırakamadılar. Dünya
tasavvurlarını, gelecek perspektiflerini ve siyasal söylemlerini kaybetmiş
durumdadırlar. Bunun yeniden temini ve telafisi için gerekli çaba da sarf
edilmemekte, mala, makama, mevkie, koltuğa, lüks ve gösterişe sahip olmayı
yeterli görmektedirler.
“Batının bilgi ve söylem hegemonyasından kurtulmak için Müslümanların, felsefi, siyasi ve tarihi derinliği olan süreçlerin ve hareketlerin ön plana çıkarılması gerekmektedir. Unutmayalım ki derinliği olmayan sığ hareketlerin başkaları tarafından kullanılma ihtimali çok daha yüksektir. Bugün Müslüman dünyadaki hareketlerin önemli bir kısmı bu sığlıktan dolayı büyük savrulmalar yaşamaktadır. Ne zaman kimlerin menfaatlerine hizmet ettiklerinin farkına varmakta zorlanmaktadırlar.”[3]
Düşman birlik içinde en modern cihaz ve silahlarla donanmış iken, onun karşısına birbirleriyle anlaşamayan, birbirlerini boğazlayan, bir güruh olarak çıkanlar ne kadar dua ederlerse etsinler, dini mekanlarda ne kadar nusuk(ritüel) icra ederlerse etsinler, gerçek ibadet olan iş ve değer üretmedikleri sürece, bilim, teknoloji, ekonomi, askeri, kültürel ve sosyal alanlarda güçlü ve donanımlı olmadıkları sürece bu perişan halden kurtulmaları mümkün değildir. Daha ötesinde güçlünün zayıfı ezmediği, kimsenin sömürülmediği, adaleti, ehliyeti, liyakati, hakça paylaşmayı esas alan bir sistem kurmadıkları sürece başarılı olmaları mümkün değildir. İnsan malzemesinin çürüdüğü bir toplum adaleti duygusunu, vicdanını, değerlerini, haksız kazanç karşısında ar ve hayâ hassasiyetini yitirmişse, bunu iş bitiricilik olarak görüyorsa asla iflah olmaz. Haramlarla, faizle, haksızlıklarla, adaletsizliklerle ilgili sesini çıkarmıyorsa, statükoyu devam ettirmek ve kazanımlarını kaybetmemek adına kendini bile kaybediyorsa iflah olmaz.
İslam dünyasında aşılması gereken, çözülmesi gereken birçok sorun vardır. Ciddi bir eğitim sorunu vardır. Gelir bölüşümünde adaletsizlik vardır. Siyasi katılım sorunu vardır. Millî servetlerin vatandaşa yansıtılmadan belli bir sınıfın elinde çarçur edilmesi vardır. Mezhep ayrılıkları, etnik köken tartışmaları sebebiyle Müslümanlar Sünni, Şii, Selefi gibi ayrımlarla birbirlerini, tıpkı cahiliye dönemindeki gibi boğazlamakla meşguldürler. İsrail’in kuşatması altında çırpınan Filistinliler bile birliktelik sergilemekten uzaktırlar. Hamas, demokratik seçimlerde aldığı oya rağmen hem Araplar, hem de Batı tarafından dışlanmış ve ambargoya maruz bırakılmıştır. Hamas’ın İslamcı eğilimlerini egemenliklerine tehdit olarak gördükleri için El Fetih’i desteklemektedirler.
Batı’da Hristiyanlık ve Kilise, Rönesans ve Reformla büyük bir sorgulamadan geçirilmiştir. Müslüman coğrafyasında hala bu sorgulama gelişmemiştir. Müslümanlar asırlar boyu içtihadı bırakıp, taklitçiliğe saplandığından dolayı medeniyetlerini kaybetmişlerdir. Krizin ana sebebi; Kur'an’dan, dinin esaslarından, imanın ruhundan, irfanın nurundan uzaklaşılmış olmasıdır.
Dünyada binlerce düşünce kuruluşu gelecek için fikir ve proje üretiyorlar. Batı’daki filozoflar, akademisyenler, ekonomistler ve tarihçiler gidişatı ve geleceği tartışıyorlar. İslam coğrafyasındaki yazan çizen, konuşan takım ise maalesef bunları referans gösteriyor, bunlardan besleniyor. Batılı üstatlara uymak ve onların ayak izlerini takip etmek ilerlemenin, entelektüel olmanın bir işareti olarak görülüyor. Ağzını açan Baudrillard, Wallerstein, Faucault, Weber, vs.den bahsediyor, Kant diyor, Nietzsche diyor. Koskoca İslam âleminde bir zamanlar fen bilimleri, matematik ve tıp alanlarında harikalar yaratan İbn Sina, Harezmi, Biruni, İbnü'l Heysem, Cabir İbn Hayyan ve Râzi gibi ilim adamları artık yok. İmamı Azamlar, Devrin Gazalileri, İbni Haldunları, Farabileri, Şaranileri yok. Maalesef sayıca artan Müslümanlarda, keyfiyetçe aynı artış ve yükseliş görülemüyor.
Her köşe başında her ilde yakışıklı üniversite binaları yapılıyor ama akademik üretim neredeyse sıfırlanmış durumda. Mühendislik, ziraat, ilahiyat, felsefe, siyaset bilimi, sosyoloji, tıp vs. gibi alanlarda uluslararası itibarı olan 20’şer tane yetişmiş adam sayamazsınız. İnternette "İslam dünyasının bilime katkısı" diye arama yaptığınızda, karşınıza asırlar öncesi İslam dünyasının bilime yaptığı katkılar çıkıyor. Yaşadığımız çağda İslam dünyası hala Ortaçağı yaşıyor. Akademik atıfları tarayan Web of Science sitesinin verilerine göre 8 milyonluk İsrail, neredeyse 1,8 milyarlık İslam dünyası kadar bilimsel yayın yapıyor ve bütün İslam dünyasından daha fazla bilimsel atıf alıyor.
UNDP tarafından toplanan verilere göre Hristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı neredeyse % 90 ve bunlardan 15 Hristiyan çoğunluğa sahip ülkede okuma-yazma oranı % 100'dür. Müslüman dünyasında buna çok zıt bir durum olarak bir ülkenin okuma-yazma oranı yaklaşık % 40 olup, % 100 okur-yazar oranına sahip bir Müslüman ülke yoktur. Hristiyan dünyasındaki 'okur-yazarlar'ın % 98'i ilkokulu bitirmişken, Müslüman dünyasında bu oran % 50'dir. Hristiyan dünyadaki okur-yazarların % 40'ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında %2 'yi geçememektedir.[4]
Arap Baharı Kendisine Koyduğu Hedefler Ulaşamadı…
Arap Baharı bölge için kaybedilmiş bir şans, bir fırsattı. Müslümanlar arasında bir uyanış dalgası başlamış, artık taşıyamadıkları rejimleri alaşağı etmek için, ekmek, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, sosyal adalet, insan onuru gibi evrensel talepler etrafında harekete geçilmişti ama gelinen nokta bir trajediye dönüştü. Çünkü Müslümanlar, seçimleri kazanmalarına rağmen, başka fikirlerle, baştaki rejimlerle nasıl mücadele edileceği hususunda plan proje anlamında hazırlıklı değillerdi. Çünkü Müslümanlar, günün şartlarına göre düşünülmüş sistematik bir mücadele kabiliyetinden uzaktılar.
Altı ülkede durum eskisinden daha kötü oldu. Daha da otoriter rejimler, kitlesel şiddet, iç savaşlar, daha fazla yoksulluk ve daha sistematik hak ihlalleri geldi. Rejimler, herhangi bir muhalefet kıvılcımını acımasızca ezmeye başladı. Kendi ülkelerinde bir gelecek görmeyen milyonlarca insan mülteci durumuna düştü, Avrupa'ya giden yollarda telef oldu.
Mezhebi ve etnik gerginliklerinin ortaya çıkmasına, ekonomik krizlerin derinleşmesine, devlet yapılarının çökmesine yol açtı. İran ile Suud arasındaki mezhebi güç çekişmesi daha geniş alanda ve daha kanlı biçimde ortaya çıktı. Suriye, Yemen, Libya ve Irak dış güçler tarafından körüklenen kanlı iç savaşlara sürüklendi. Mısır’da otoriter rejim Sisi darbesi vasıtasıyla kendisini yeniden kurdu, ekonomik problemler derinleşti. Tüm bu gelişmeler Arap Baharı’nın hedeflerine ulaşamadığını adeta bir Arap Kışı’na döndüğünü gösteriyor.
Başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, Körfezdeki monarşiler, Arap Baharı’nın taleplerini kendi rejimleri için hayati bir tehdit gördüler ve bu ideali her yerde söndürmeyi hedef edindiler. Ya savaşla, ya askeri darbe ile ya da Tunus’ta olduğu gibi saray darbeleriyle hepsi akamete uğratıldı. Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen, Sudan ve en son Tunus’ta gerçekleşen devrimleri akim bıraktılar. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki ülkeler, karanlık siyasi dönemlere geri döndüler. Bölgeye dışarıdan müdahil olan küresel aktörler de demokratikleşme taleplerini kendi politik hesaplarıyla çelişir buldukları için yeni yönetimlerin kurulmasına fırsat vermeyip mevcut rejimleri desteklemeye devam ettiler.
İslam Dünyasında Hangi
Devlet Düzeni Hâkimdir?
İslam coğrafyasında diktatörlükler, krallıklar, emirlikler ve de cici demokrasiler hâkimdir. Bütün bu çeşitlemeye rağmen bunların ortak özelliği hemen hemen tamamının oligarşik nitelikte olmasıdır. İslam dünyasının başına bela edilen yönetimler, adeta İslam dünyasını geri bırakmak üzere tayin edilmiş, soygun düzenlerini koruyan gardiyan mesabesindeler. Mensubu oldukları inancın gereği olarak emperyalizm karşıtı olması gereken İslam dünyasındaki yönetimler, maalesef emperyalistlerin doğal müttefiki ve sadık uşakları olmuşlardır.
Bu ülkelerde devlet en büyük işverendir ve siyaset bir zenginleşme aracı olarak kullanılır. Çoğunlukla devlet eliyle geliştirilmiş büyük sermaye çevreleri, Batı burjuvazisinin acentesi durumundadır. Ahbap-çavuş ilişkileri içinde kazançlı olan sektörleri beş - on aile ve şirket kontrol eder. Zenginlik ve güç, en üstteki yönetime yakın bir avuç insan arasında dolaşır.
Bu oligarşiler, Müslüman dünyada başta ekonomi olmak üzere her türlü istikrarsızlıkların nedenidir. Mısır ve Cezayir başta olmak üzere ordular ekonomik hayata büyük ölçüde hâkim olup hem kendi menfaatlerini hem de Batı sermayesini korumak ve kollamakla meşguldür. Milyonlarca insanın yoksulluk içinde yaşadığı bu ülkelerde, sermayenin halka yayılmasını ve rekabetçi bir piyasa oluşması mümkün olamıyor. Elde ettikleri servetin meşru sahipleri olmadıkları için, sahip oldukları şeyler kaybetmemek için darbe dahil her türlü şiddete başvuruyorlar.
Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerde darbeli, özürlü demokrasiler yıllar boyu devam etti. Türkiye’de, millete rağmen kurulmuş laikçi/kemalist sistem, kripto azınlıklar ve devşirilmiş guruplardan oluşan bürokratik dengelerle kontrol edildi. Eğer toplum istemedikleri çıktılar verirse bu defa muhtıralarla, müdahalelerle “balans ayarı” yaptılar.
Günümüzde Müslüman dünyada devletlerin çoğu Batıcı sivil ve askeri bürokrasi tarafından idare edilmektedir. Sadece küçük bir azınlığın modernleştiği (Batılılaştığı) bu ülkelerde, halkın inanç ve değerleri ile yöneticilerin değer ve yaşam biçimleri birbirine ters düşmekte, bu terslik zaman içinde siyasî alana yansıtılmakta ve dolayısıyla toplumsal barış bir türlü sağlanamamaktadır.
Pek tabii İslam ülkelerinde yönetimleri eleştirirken bu ülkelerin insanları ne haldeler ona da bakmak lazımdır. Bu yönetimleri, bu liderleri bu toplumlar üretmektedir. Hz. Peygamberin “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz” sözünde ifade edildiği üzere; Müslümanlar zayıf, eğitimsiz, ihtilaf içinde, tembel, gayretsiz milli ve manevi duyarlılıktan uzak olduğu için, devletleri bu haldedir.
İslam Dünyasının Ekonomik Yapısı
Müslüman dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu hem doğal gaz hem de petrol başta olmak üzere değerli enerji kaynaklarına ve doğal zenginliklere sahiptir. Petrol ve benzeri kaynakların aşağı yukarı üçte ikisi İslam coğrafyasında bulunmaktadır. Ne var ki İslam coğrafyası sahip olduğu bu avantajdan gereği gibi faydalanamamaktadır. Çoğu İslam ülkesinde alt yapı ve teknolojik imkânların yetersiz olması, bu zenginliklerin ülke ekonomisine katkısını sadece ihracatla sınırlamaktadır.
Enerji boru hatları ve dünyanın en önemli su geçiş yollarının (İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı, Hürmüz Boğazı, Malakka Boğazı), en önemli ticaret yollarının(Akdeniz, Kızıl deniz, Boğazlar, Karadeniz)bulunduğu bölgeleri kontrol eden İslam dünyasına yapılan müdahale ve dayatmaların temelinde küresel güçlerin bu enerji kaynakları ve önemli geçiş yolları üzerinde söz sahibi olma, üstünlük sağlama çabası yatıyor.
İslam coğrafyasındaki ekonomik imkanları kontrol eden ve kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan Batılılar tabir caizse Müslümanlara sadece kar payı vermektedirler. Petrol zengini krallıklarda petrol gelirleri batı bankalarına akıyor.1.5 trilyon dolarlık İslami Sermayenin yaklaşık yüzde 85'ine yakın kısmı yabancı ülkelerin bankalarının kasasında duruyor. Bu paralar bizim gibi ülkelere IMF veya Dünya Bankası kanalıyla yüksek faizlerle geri geliyor. Ya da İsrail'e silah olarak gidiyor. Ya da İslam coğrafyasında sözde “kurtarma hizmetleri!” mukabili katliam yapan Amerikan askerlerinin maaşını finanse ediyor.
Hizmet ve imalat sektörlerine baktığımız zaman Müslüman dünyanın hayli zayıf olduğunu görüyoruz. Dünya Bankası verilerine göre, toplam nüfus sayısı 1 milyar 802 milyona ulaşan İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT) ülkeleri, dünya nüfusunun yüzde 23,9’unu teşkil ederken, 2017 yılı itibariyle 6,66 trilyon dolarlık bir ekonomik büyüklüğe hükmediyor. Bu, dünyanın milli hasıla toplamının yüzde 8,2’sine denk geliyor. Yani, İİT ülkelerinin dünya ekonomisinden aldığı pay, nüfuslarına oranla oldukça düşük.[5] 57 İİT ülkesinin toplam milli geliri(2,7 milyar dolar) olup Almanya’dan (2,8 milyar dolar) daha azdır.[6]
İİT üyelerinin toplam dünya ihracatı içindeki payı yüzde 12'ye tekabül
eden 2,1 trilyon dolarlık bir rakam olup bunun yarısı da ham petrol ve doğalgazdır.
Daha trajik olan gerçek ise, 57 İİT ülkesinin kendi aralarındaki ticaretin,
toplam ticaretleri içindeki payının yüzde 17,3 olmasıdır.[7]
İslam dünyasında insanların %86’sının (49 ülke) yıllık geliri 2000 doların altında, %76’sının (44 ülke) geliri 1000 doların altında, %67’sinin (38 ülke) geliri ise 500 doların altındadır. Bu durum, İslam dünyasının toplamda sahip olduğu imkânlarla büyük bir tezat oluşturmaktadır. Bu ülkelerin geri kalışının nedeni, elit bir azınlık tarafından çoğunluğun hakları çiğnenerek yönetilmesidir.
Müslüman dünyada millî gelirden Ar-Ge harcamalarına ayrılan pay yok denecek kadar az ve bu konuya gereken önem de gösterilmemektedir. Dolayısıyla İslam ülkeleri, uluslararası arenada kabul gören ve tanınan rekabetçi ürün markaları oluşturamıyorlar. Müslüman ülkeler, toplam Gayrı Safi Milli Hasıla rakamlarının ancak yüzde 0,2’sini Araştırma-Geliştirme (AR-GE) bütçesine ayırırken, Hristiyan dünyasında oran yüzde 5 civarındadır.[8] 57 üye ülkesi olan İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT) 1969 yılında kurulmasına rağmen ilk defa 2017 yılında yani 48 sene sonra bilim ve teknoloji konulu zirve yapabilmiştir.
Bölgenin Toparlayıcı Gücü Türkiye…
2000’li yıllara kadar Türkiye ile İsrail arasında stratejik düzeyde işbirliği yapılması Müslüman coğrafyayı yaralayan bir ilişki olmuştur. Osmanlı zamanında Filistin cephesinde binlerce şehidin kanı pahasına savaşmış bir ülkenin Ortadoğu’daki en önemli siyasî müttefiki uzun yıllar İsrail olmuştur. Türkiye Müslüman dünyaya yüzünü dönüp bir birlik kurması gerekirken Batı’nın ayakları altında dolaşmıştır.
Yine de bölgeyi toparlama gücüne sahip olabilecek yegâne ülke imkânları, potansiyel güçleri, tarihî tecrübeleri itibariyle Türkiye’dir. Batının himayesi ile zulümlerine devam eden İsrail’e karşı tavır alabilecek potansiyele sahip tek ülke birikimi ve tarihi sorumluluğu itibariyle Türkiye’dir. ABD’nin PKK/YPG’yi ağır silahlarla donatması, F-35’leri vermemesi, ekonomik ambargo uygulamasının sebebi, Türkiye'yi kapana kıstırmak ve Türkiye'nin Osmanlı misyonunu üstlenmemesi için tüm yolları kapamak ve tıkamaktır. İşte bu nedenle ABD ve İsrail'in operasyonları, sinsi oyunları, aşağılık planları, Türkiye'nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, iç barışını ve huzurunu sarsacak boyutlara ulaşmıştır.
İslam coğrafyasındaki halklar Türkiye’ye, emperyalist politikalara karşı ümmet bilincini pekiştirecek, Müslümanların tek vücut olmasını sağlayacak, İslâm ekseninde yeni bir yörünge oluşturacak, büyük ve onurlu meydan okumayı yapacak bir ülke olarak ümitle bakmaktadırlar. Müslüman toplumların vahyin ışığında yeni bir medeniyet sıçraması gerçekleştirmesini, yeniden tarih sahnesine çıkmasını sağlayacak, büyük tarihî meydan okumasını yapacak bir ülke olarak Türkiye’ye bakmaktadırlar.
Türkiye’nin bunu yapabilmesi, öncelikle içeride güçlü bir toplumsal yapı ve ekonomik düzen kurabilmesine bağlıdır. Hiçbir potansiyel güç kendiliğinden kalıcı ve etkili bir güç haline gelemez. Türkiye 21. Yüzyılda ciddi bir varlık gösterebilecek ise öncelikle bulunduğu yerin bir muhasebesini acilen yapması ve ümmetin ona nasıl ümitle baktığını görmesi gerekmektedir.
21. Yüzyılda Müslümanların Geleceği…
20. Yüzyıl sona ererken ve dünyadaki iki kutuplu sistem tamamen çökerken, İslâm dünyası terimi "medeniyetler çatışması" olarak bilinen siyasi slogan ile ön plana çıkarıldı. Bernard Lewis’in 1990’da yayımladığı “Müslüman Öfkenin Kökenleri” adlı makalesi ve Samuel Huntington’un, "Medeniyetler Çatışması" adlı teziyle gündeme getirmiş olduğu İslâm'la Batı arasında gelecekte bir çatışmanın olacağı yönündeki görüşleri ve akabinde 11 Eylül olayları Müslümanları dünya politikasının merkezine oturttu. Bu iki çalışmada da İslâm dünyası ve Batı merkeze alınmakta diğerleri ise kenarda bırakılmaktadır.
İnsanlığın artık daha adaletli ve onurlu bir dünya arayışı içinde olduğu 21. Yüzyıl siyasi sistemi içerisinde İslâm dünyasının durumu önem kazanmaktadır. Müslümanlar hem insanlığı hem de ümmeti 21. yüzyılda başına gelecek felaketlerden kurtarmak için, uluslararası ilişkilerde söz sahibi olmak için kararlı, planlı, programlı ve hızlı bir şekilde hareket etmek zorundadırlar.
İslâm Dünyası'nın en önemli ve en dinamik unsuru nüfustur. Hıristiyan Dünyası'ndan sonra en kalabalık ve en güçlü dünya İslâm Dünyası'dır. Dünya ülkeleriyle kıyaslandığında İslâm Dünyası'ndaki nüfusun daha hızlı arttığını görüyoruz. Yapılan tahminler göre 2050 yılında İslam Dünyası'nda bugünkü nüfusun yüzde 136 artacağı hesaplanıyor. 2070 yılında ise Müslüman nüfusun Hristiyan nüfusu geçeceği hesaplanıyor.[9]
Ancak, dünya coğrafyasının çok büyük bir kısmını nüfus ve toprak olarak işgal eden ve zengin yer altı ve yer üstü servet ve imkânlarına sahip bulunan İslâm Dünyası'nın bugünkü hali iç açıcı değil. On asır birinci ligde olmuş bir medeniyet sahip olan İslâm Dünyası bugün artık birinci ligde değil. Küresel egemenler Müslüman beldeleri kaleleri kuşatılmış, insanları esir alınmış yerler olarak görüyorlar.
İnternetin yayılmasıyla bağlantılı olarak, Müslümanların karşı karşıya kaldığı daha gizli ve ciddi bir mesele de genç kesimdeki kimlik krizidir. Fuhuş ve şiddetin hâkimiyetindeki eğlence dünyası, moda, müzik ve seks yoluyla verdikleri mesajlarla gençlik üzerinde ciddi ahlaki problem oluşturmaktadır. Yabancı bir kültürü modernite, ilerleme ve özgür hayat tarzı adı altında empoze etmektedirler. Seküler eğitim sistemi ve sosyal medya, televizyon ve basın yoluyla ferdiyetçilik, rölativist ahlak, hedonizm, sekülerizm ve materyalizm gibi İslami değerlerle uyuşmayan batılı değeler yayılmaktadır. Emperyalizmin en tehlikeli tehdidi kültür sömürgeciliğidir. Kültür işgali İslâm'ın takva, sıdk, emanet, adalet, itidal, haya, sabır ve ihlas gibi en temel yüce ahlaki değerlerini sarsmaktadır.[10]
İslam dünyasının mevcut dünya sistemi içinde etkin bir birim olabilmesi için, Müslümanlar geçmişlerini iyi bilmek ve özellikle yakın tarihlerinde batılıların planladığı bölünme ve parçalanmalardan ders almak zorundadırlar. Zira geçmiş geleceğin öğretmenidir. Sağlam bir gelecek inşa edebilmek için her şeyden geçmişi tahlil edip önce kendimizi iyi tanımamız ve bugünü doğru anlamamız gereklidir. Yani dünyadaki yerimizi ve sahip olduğumuz değerleri, kimliğini oluşturan tarihi, siyasi, dini vs. unsurları doğru tespit etmeli, kendimize çeki düzen verip sorunlarımızı çözmeli, sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Bunun önündeki en önemli engellerden biri özgüven eksikliği diğeri ise zihin yapımızdır.
Müslüman aydınlar, ekonomi, siyaset, eğitim ve kültür alanlarındaki meseleler hakkında Batının materyalist felsefelerinden kendilerini kurtarıp İslâm ahlakına bağlı kalarak, İslâm dünyasının ekonomik bağımsızlığı ile bilim, teknoloji ve kültürel kimlik alanlarında nasıl başarılı olacaklarına odaklanmalıdırlar. Geçmişin hayalleri ve hikayeleri ile kendimizi avutmak yerine Müslümanlar olarak bir medeniyet muhasebesine girmek zorundayız.
İnsanlığın tarihi tecrübesine baktığımız zaman, bütün büyük fikir ve felsefî hareketlerin, bütün büyük düşünürlerin, sanatkârların büyük bir krizin akabinde ortaya çıkmış olduğunu görürüz.
Her tarihsel dönem tehlike ve fırsatlarıyla gelir. Arap isyanları her ne kadar şimdilik
başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, bir geçiş döneminin yaşandığı muhakkaktır. Tehlike
ve fırsatları doğru teşhis eden toplumlar yeni dönemde güçlenir ve hareket
alanlarını genişletirler. Bu öngörü ve teşhis ameliyesinin başarılı olabilmesi
için de, söz konusu sosyal sistemin kendi kuvvet ve zaaflarını iyi 'tartması'
gerekir. Kuvvetinin kaynağını bilmeyen veya zaaflarını görmezden gelenler, yeni
dönemin kargaşası içinde kaybolup giderler.[11] Ne tarihte kalıp durağanlığa
ve çürümüşlüğe yol verelim ne de tarihi terk ederek kendimizi inkâr edelim.
Tarihi yorumlayarak bugünler için dersler çıkaralım.
Geleceği düşünmeyi ihmal ettiğiniz zaman, sadece geçmişi kutsayarak bugünün şartlarıyla düşünüp bugüne çakılıp kaldığınız zaman yabancı ellerin her yanınızı sardığını, onların kuklası olma tuzağına düşmek durumunda kaldığınızı görürsünüz. Sadece geçmişi yaşayanlar müzelik, bugüne takılıp kalanlarsa mezbelelik olurlar. Bunun en çarpıcı örneği Afganistan’da yaşandı. İki milyon insanımız öldü. Ülke viran oldu, ordu viran oldu, kurumlar viran oldu, insanlar sefil perişan oldu.
Müslümanlar bu tıkanma noktasında kendi insan ve toplum modelini alternatif olarak insanlığa sunmak mecburiyetindedir. Bunu gerçekleştirmek için, ilk olarak çözmeleri gereken felsefi sorun üst-kimlik meselesidir. Müslümanların birinci derecede bağlılığı din soslu seküler milli devlete mi olacaktır yoksa takvayı önceleyen ümmet kimliğini mi öne çıkaracaktır? Müslümanlar artık kuşdili ile konuşmayı bırakıp, korku ve yasaklarla dolu bir toplum olmaktan çıkmaları, kendilerini ifade edebildikleri vahiy esaslı özgür bir hayatı siyaseten talep etmeleri gerekmektedir. Şu an İslâm Dünyası dünya üzerinde siyasî, hukuki, sosyokültürel, ekonomi ve entelektüel açılardan dikkate değer bir anlam ifade etmiyor. Müslümanlar, uluslararası siyasetin nesnesi olmaktan çıkıp öznesi olmak istiyorlarsa, İslami değerlerini hayata geçirmek zorundadırlar. Aksi takdirde yenidünya düzeninde beklenen yeri ve rolü alamayacaklar, yine itilip kakılacaklardır.
Allah'ın hâkimiyetinin hayatın bütün alanlarına şamil edilmesi bir vazife ve vicdani sorumluluktur. Kur'ân-ı Kerim ve Resullulah’ın sahih sünneti elimizde olduğu müddetçe, zengin tarihî tecrübemiz, geniş kültür birikimimiz ve bundan feyz alan 1,8 milyar nüfusumuz olduğu müddetçe İslâm Dünyası vardır ve var olacaktır. İşte bu müktesebat, Müslümanları sömürülmekten, esaretten, kendi değerlerini başkalarına kaptırmaktan vazgeçirecek bir hazinedir.
İslam Dünyası Nasıl Ayağa Kalkar?
Evet, medeniyetimiz yara almış, örselenmiş ve gerilemiştir. Ama hayatiyetini, dinamizmini hâlâ koruduğuna inanıyoruz. Çağdaş bilim, düşünce ve teknolojinin verileriyle bunu güçlendirmek bizim boynumuzun borcudur. Bilim ve teknoloji üretmemiz gerekiyor. Kendi medeniyetimizin kaynaklarını ve değerlerini ortaya çıkarmamız gerekiyor. İslâm Dünyası, adaleti ve ahlâkı göz önünde bulunduran bir büyümeyi plânlamak, programlamak, üretmek ve sürdürmek zorundadır. Her şeye rağmen özelde Türkiye’de genelde İslam coğrafyasında bir şeyler yapma arzusunun hala canlı olduğunu bir uyanış potansiyelinin olduğuna inanıyorum. Sistemli ve kuşatıcı bir çaba ve örgütlenme ile hem içeride hem de dışarıda siyasi, ekonomik ve sosyal meselelerinin üstesinden gelebiliriz.
Başkalarına kızmak, başkalarını suçlamak, kolaylığından kurtulmalı,
yaşadığımız olumsuzlukların nedenlerini dışarıda aramaktan vazgeçmeliyiz. Eğer bizde geri kalma potansiyeli olmasaydı
birileri bizi geri bırakamazdı. Eğer siz kendi içinizde düzgün değilseniz,
içeride birbirinizi yiyorsanız, krizlerin üstesinden gelemiyorsanız, o zaman
dış müdahalelerin önünü açmış olursunuz. Sonunda iş dönüp dolaşıp kendimizde ve
nefsimizde düğümleniyor. Bütün bu kargaşayı, kaosu, İslam dünyasının âdeta kan gölüne dönmesini
sadece Batılıların düşmanca tavrı ile izah etmek yeterli değildir. İslam
dünyasının önce kendi kapısının önünü önce süpürmesi, şikâyet etmeden önce kendi otokritiğini yapması
gerekiyor.
Barış ve yaşatmayı hedef alan bir dinin mensuplarının bu kadar keyfi ve
pervasız bir şekilde insan öldürmeleri, masumları hedef almaları izah
edilebilir bir durum değildir. Her şeyi dış güçlere yükleyerek işin içinden
sıyrılıp çıkamayız. Batılıların
istismarının ötesinde, Müslümanların kendi değerlerine ve tarihsel
birikimlerine yabancılaşmanın bir sonucu olarak da görmek gerekiyor. Kendi
meselelerimiz hakkında karar almakta ve kendi geleceğimiz belirlemedeki
yetersizliğimizi sorgulamamız gerekir. Çoğu krizin toplumsal, ya da siyasal
yapımızdaki hastalıklardan ve kusurlardan dolayı meydana geldiğini, bizim
acizliğimizin bir göstergesi olduğunu unutmayalım.
İslam’dan neşet etmeyen, İslam coğrafyasını bir bütün olarak görmeyen hiçbir proje, teklif, ideoloji Müslüman Ümmeti ortak payda da buluşturamaz. Çözüm başkasına benzemekte değil kendimize gelmekte ve kendimizi bulmaktadır. Bize esaslı bir duruş ve esaslı bir konum kazandıran İslâm düşünce geleneğine yeniden dönmeliyiz. Müslümanların modern dönemde yaşadıkları gerilemenin, kırılmaların ve krizlerin neticesinde içine düştükleri durumu öncelikle tespit edip; uzun vadeli düşünmeli ve İslâm düşünce geleneğini siyasi, ekonomik ve eğitim alanında moderniteye alternatif olacak tarzda yeniden inşa etmeliyiz.
Bütün medeniyet tarihçileri, sistem tahlilcileri Batı/kapitalist medeniyetinin 'kriz' aşamasında olduğu fikrindedirler. Batı medeniyetine ve siyasal sistemine alternatif olabilen tek medeniyet İslam’dır. SSCB’nin dağılmasından sonra NATO’nun yeni stratejik konseptinde İslam’ı hedef tehdit alanı olarak saymasının nedeni de budur.
Çözüm, kendi medeniyet projemizin ve iddiamızın olması ve onu gerçekleştirebilmemizde yatıyor. Bize düşen görev, medeniyetimizin köklerine inip ona tutunmamızdır. Cihadı savaş ve silahlı mücadele olarak algılamak yerine tüm hayatımızı kapsayan siyasi, ekonomik, kültürel ibadetler topluluğu olarak görmek gerekiyor. Bugün bu anlayış bilinçli Müslümanları bekliyor, ibadeti topyekun hayatı kapsayan salih ameller olarak gören bilinçli Müslümanlar halklarına yönelip öncülük etseler İslam dünyasının çehresi değişecek, İslam ülkeleri Müslümanların ayağına pranga vuran bu yönetimlerden kurtulacaktır. Allah’ın izniyle…
[1]
https://www.kunfeyekun.net/kf/hatirlayin-peygamberimiz-ne-demisti.982/
[2] Key Source: David Vine, Cala Coffman, Katalina Khoury,
Madison Lovasz, Helen Bush, Rachael Leduc, and Jennifer Walkup,
“Creating Refugees: Displacement Caused by the
U. S. Post-9/11 Wars” Costs of War Project, Brown University, Sept. 8 2020
[3] https://www.setav.org/muslumanlarin-kulturel-ve-toplumsal-kodlarinin-kaybi/ Muhittin Ataman, 29 Kasım 2015
[4]
http://www.rumimevlevi.com/tr/ana-sayfa-yazilari/2593-pakistanli-bir-bilim-insaninin-yazisi-
[5] https://www.zraporu.com/kapakdosyasi/islam-ekonomileri-buyume-yolunda/
[6]
https://haber.aku.edu.tr/2018/06/01/rektor-yardimcisi-sagbas-islam-ulkelerinin-ekonomik-yapisini-anlatti/
[7]
https://www.dunya.com/ekonomik-veriler/caglayan-iit-uyesi-ulkelere-seslendi-haberi-228034
[8] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/21-yuzyilin-islam-ortacagi-olma-tehlikesi
[9]
https://www.haberturk.com/gundem/haber/1094663
[10] XXI. Yüzyılda İslam
Dünyası ve Türkiye, Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı, 28-30 Mart 2003, sh.188
[11] Mustafa Özel, Yirmibirinci Yüzyılda Türkiye, "XXI. Yüzyılda İslâm Dünyası ve Türkiye " konulu milletlerarası tartışmalı ilmî bir toplantı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder