1 Eylül 2022 Perşembe

İÇERİSİYLE DIŞARISIYLA TÜRKİYE

(Umran Dergisi)



Ahvâl ve Şerâit Ne Durumda 

Birçok baş ağrıtan sorun ile karşı karşıya olan Türkiye 2023’e doğru ilerlerken gündem hayli yoğun. Ağır ekonomik, toplumsal ve sosyal kriz şartları vatandaşın çilesini büyütürken yönetimin çaresizliği karşısında umutlarını da yitirmeye başlıyorlar. Siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak alt üst olmuş bir sürecin içerisinden geçiyoruz. Beslenme, barınma gibi temel ihtiyaç kalemlerindeki enflasyon dayanılmaz bir hale gelmiştir. Durma noktasına gelen inşaat sektörü nedeniyle konut ihtiyacı had safhadadır. Artık bir konut sahibi olma hayal olduğu gibi kiralar da el yakmaktadır. Kamuoyu araştırmalarında en önemli gündem maddesi ekonomi ve hayat pahalılığı öne çıkıyor. Halkın neredeyse yüzde 75’i Türkiye’nin en önemli gündem maddesi olarak ekonomi, zamlar ve pahalılık ile yoksulluğu söylüyor. İşin ilginç tarafı yine halkın yarısından fazlası muhalefet gelirse Türkiye’yi hükümetten daha kötü yönetir görüşünde.[1]

Eylül 2022 itibarıyla Türkiye’nin durumunu özetlemek gerekirse; uzun zamandır yapılmayan kimi mafya operasyonları gerçekleştirildi. Bu süreçte Sedat Peker’den bu defa twitter üzerinden yeni ifşaat ve açıklamalar gelmeye başladı. Başta İçişleri Bakanı Süleyman Soylu olmak üzere iktidarın önemli isimlerine ulaşan iddialar ortalığı karıştırdı.

Bir yandan sığınmacı gündemi sıcaklığını korumakta, diğer yandan LGBT ve İstanbul Sözleşmesi tartışmaları yeniden alevlendi. İşsizlik, siyasi tartışmalar, yolsuzluk, adaletle ilgili şikâyetler, aile, uyuşturucu, ahlaki dejenerasyon ve Alevilere yönelik provokasyonlar derken  ülkedeki siyasi ve toplumsal ortam karmaşık bir görüntü arz ediyor. 

Yunanistan ve Suriye’de sıcak gelişmeler de gündemi hayli meşgul eden konular olmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran’da katıldığı üçlü zirvenin hemen akabinde Irak’ın Duhok kentinde Zaho ilçesine bağlı Pereh olarak bilinen turistik bir mahalde gerçekleşen saldırıda çoğu turist 9 sivil hayatını kaybetti, 30’dan fazla kişi de yaralandı. Planlı olduğu her açıdan belli olan bu saldırının hemen ardından “Türkiye karşıtı bir karalama kampanyası” başlatıldı.

Suriye’de beklenen askeri harekâtın ise bir yandan İran ve Rusya ile diğer yandan ABD ile pazarlığı yapılmakta, ancak Tahran zirvesinden çıkan sonuca bakıldığında Türkiye’nin istediği sonuçları almadığı görülmektedir. Hükümet daha önceki şahin görünümünden geri adım atmışa benziyor. Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail ile olan ilişkilerinde geri çekildiği gözlemlenmektedir.

Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna'yı, tahıl sevkiyatı anlaşmasını imzalamaya ikna etmeyi başarması, işe öncülük ederek hububat yolunu açması, ülkemizin lider ve stratejik konumda olma özelliğini bir adım daha öne çıkardı. Hem arabulucu hem de süreci kolaylaştırıcı bir şekilde hareket eden Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası sahada oynadığı merkezi rolü, güvenilir bir aktör olarak ortaya çıkmasına vesile oldu.

SİYASET VE 6’LI MASA…

Öyle görülüyor ki, 2023 seçimlerine kadar siyasetin ana gündemi adil bir seçim olup olmayacağı ekseninde cereyan edecektir.  DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın “YSK, bu memlekette kanunun dışında iş yaptı. Nasıl güveneceğiz? Şu andaki hükümete de devlet yapısına da YSK’ye de zerre kadar güvenim yok. Maalesef her türlü oyunu oynuyorlar.” açıklamaları üzerinde durulması ve derin derin düşünülmesi gereken bir konudur.[2] Umarız Türkiye normal bir seçim süreci yaşar, seçimin adaleti konusunda yeni tartışmalar çıkmaz.

Hem altılı masa hem de iktidar cenahı dağınıklık görüntüsü veriyor. MHP ile AK Parti inceldiği yerde kopacak bir iplikle birbirlerine bağlılar. MHP’nin AK Parti’ye ne kazandırdığı parti içinde ve partiye oy verenler tarafından sorgulanmaktadır.  Birbirleri ile çekişen, zıt fikirler ileri süren, kopma belirtileri gösteren muhalefetin ise ortaya koyduğu bir vizyon yok. Kendi içinde birlik olmayı başaramayan bir muhalefet, ülkeyi ahenk içinde nasıl yönetecektir? Şu ana kadar mutabık kaldıkları tek ortak nokta; parlamenter sistem. Bunun dışında Erdoğan karşıtlığından başka anlaştıkları bir nokta yok. Meclise dahi girecek oy potansiyeli olmayan DEVA, Gelecek ve Saadet Partilerinin bu konuda CHP’ye payanda olmaları hangi pazarlıkların sonucudur insan merak etmektedir. Bu hile rejimine, köle düzenine diyecekleri bir şey duymadık kendilerinden.  Topluma umut veren farklı bir siyaset ortaya koyamadılar. Tek hedefleri Erdoğan’dan kurtulmak. Başka bir projelerini duymadık.

Güya Cumhurbaşkanı adaylarını beraber müzakere ederek belirleyeceklerdi ama Kılıçdaroğlu adeta dayatarak sahaya indi bile.   Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş gibi partisindeki rakiplerinin önünü kapattı. Meral Akşener ve Buğra Kavuncu Mansur Yavaş ismini öne çıkararak Kılıçdaroğlu’na kapının kapalı olduğunu gösterdiler. Kendi aralarında çekişen Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun da Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı oldukları söyleniyor.  Seçimi çantada keklik zan eden bu zevatın HDP’yi memnun edecek bir aday arayışı içinde olduğu anlaşılıyor.

Ülkemiz siyasette, ekonomide, toplumsal hayatta tahammül sınırlarını zorlayacak bir gerilim içindedir.  İp koparsa tespih tanelerini toplamak çok zor olacaktır. Artık gerilimin dozunun yeterli olduğunun ve daha fazla işin tadının kaçırılmaması gerektiğinin anlaşılması gerekiyor.

SİYASET - DEVLET - MAFYA…

Mayıs ayı başından bu yana Sedat Peker’in YouTube ve Twitter üzerinden mafya, çete, yolsuzluk, siyaset, devlet, faili meçhul cinayetler, eski-yeni bürokratlar, iş dünyası ekseninde dile getirdiği iddia ve ifşaatlar Türkiye’nin gündemine oturdu. Görünen ve görünmeyen boyutları ile devletin, siyasetin ve mafyanın birbirleriyle etkileşimleri ülkenin gündemini meşgul ediyor. Mafyatik örgütlenmelerin  “derin devletle” ve devlet kurumlarıyla irtibatlı olarak, silah ve şiddeti esas alan faaliyetleri hiç bitmedi bu ülkede. 

Aslında Türkiye’de mafya devletin içinde hayat bulmuş denilebilir. Derin devletin, legal alanda mücadele edemediği, kabullenemediği, şeffaflık içinde çözemediği sorunları pas ettiği yapının adıdır mafya. Derin devletin sokakta yapamadığı, elini kirletmek istemediği ihale, korkutma, sindirme, yok etme gibi işlerini mafya yapıyor. Öteden beri devlet, şeffaf alanda mücadele edemediği durumları buraya havale ediyor. Meselâ uyuşturucu tekeli bunlar vasıtasıyla devletin eline geçiyor.

Mafya, Türkiye’nin siyasal hayatına paralel olarak, nerede durması gerektiğini bilip seçmekte, durduğu yere göre siyasallaşabilmektedir. İttifakın bir ortağı “benim yol arkadaşım” dediği bir mafya liderini hapishanede ziyaret edebilmekte, erken tahliyesini sağlayabilmektedir. Başka bir mafya lideri seçim kampanyaları sırasında iktidardaki bir parti adına mitingler düzenleyebilmektedir. Siyasi destek yoksa mafyanın var olması mümkün değildir. Soruşturma ve kovuşturma gibi durumlarda devlet içinde kendilerini kollayan, kendilerini sağlama alan alanları siyasi desteklerle sağlıyorlar. Siyasi ilişkiler üzerinden yargıyı esir alıyor, bürokrasi, emniyet üzerinden kendilerini var ediyorlar.

Türkiye’deki siyaseti,  toplumsal hassasiyetleri şekillendiren geçmişteki faili meçhuller üzerinden kaç yıl geçti, onlarla ilgili bir adım atılmadı. 1990’larda güneydoğuda vuku bulan faili meçhul cinayetler için AK Parti iktidarının ilk döneminde birçok dava dosyası açıldı. Dosyalarda isimleri geçen faillerin neredeyse tamamı beraat etti. Hiçbir yol alınamadı. Faili meçhuller ortaya çıkmadığı sürece, derin devlet temizlenmediği sürece, mafyaya olan ihtiyaç ortadan kalkmadan derin devletin bir ayağı olan mafyadan kurtulmak mümkün olmayacaktır. Sorunu çözmediğiniz, geçmişle hesaplaşmadığınız sürece o sorun üzerinden beslenen yapılar devam edecektir. Epey kirlenmiş bir durum var. Kusup bağırsakları temizleme gibi bir döneme ihtiyaç var ama konuşması gerekenler konuşmuyor.  Kimin kiminle nasıl iş tuttuğunu, düşman görünenlerin nasıl ortak hareket ettiklerini, insanların nasıl öldürüldüğünü, tehdit edildiğini anlamak belki Susurluk ile mümkün olacaktı ama onunda üstü örtüldü. Cemil Çiçek Bey’in yakın zamanda ifade ettiği gibi 15 Temmuzun dahi açıklanmaya muhtaç birçok karanlık noktası var. Görünen o ki Türkiye’nin hukuki, siyasi ve toplumsal dinamikleri iktidara kim gelirse gelsin bu sarmalı aşmaya yetmiyor.

ALEVİ MESELESİ…

Seçim yaklaştıkça “Alevilik” ve “Aleviler” Türkiye gündemin ilk sırasına yerleşecek gibi görünüyor. Seçim sürecinde bu türden provokasyonların devam edebileceği düşünülerek hazırlıklı olmak gerekiyor.  Her meselede olduğu gibi Alevi meselesi de ülkemizde kamplaşma ve çatışma zeminlerinin bir aracı olmuş, siyasi karşıtlığa meze yapılmıştır.  İslam dinine bağlı olan özünden koparılarak solculuk, Kemalizm gibi zeminlere çekilerek İslami figür ve ritüellere karşıt bir konuma oturtulmaya çalışılmıştır. Bunun temelinde, yüzyılların getirdiği asimilasyon, yabancılaşma ve korkuların zemin hazırlamasının yanında bazı kötü niyetli örgütlerin  ‘Ali’siz Alevilik’ dayatması da yatmaktadır. Günümüzde ise başta Almanya olmak üzere dış aktörler meseleyi kaşımaktadır. Aleviliği İslam dışı, farklı din ve inanç olarak göstermeye dönük çabaları ülkemizin iç barışı açısından ciddi tehdit ve tehlikeler içermektedir. Diğer taraftan, İran’ın son yıllarda artan etkisini de göz ardı etmemek gerekiyor. Türkiye'nin; bölgesel ve küresel bir güç olma potansiyeli,  emperyalistlerin korkulu rüyasıdır. Bu nedenle her vesile ile Türkiye’nin başına çorap örme planları yapıyorlar.

Alevilerde devletten ve kamusal alandan dışlanma biçiminde bir algı hakimdir. Ancak 28 Şubat’ta bilhassa ordu içindeki etkin rolleri (Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun, “Bura İran da olmaz, Arabistan da... Ama biz de size Suriye yaptırmayız." sözünü unutmayalım. ) ve Sünnilere olan nefret ve başörtüsü nedeniyle yapılan zulümler düşünüldüğünde, Alevilere “kamusal alanın” kapandığı yönündeki algı biraz havada kalmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan Muharrem orucunun 10. gününde Hüseyin Gazi Cemevi’ni ziyaret ederek iftara katıldı.  Devlet Cem evlerini dolaşarak taleplerini topluyor ve sırasıyla talepleri yerine getiriyor. Devlet tarafından 8 cem evinin inşası yapılıyor. Dedelere maaş bağlanması ve Cem evlerinin elektrik ve su giderlerinin kamu bütçesi tarafından karşılanması gündemde.

Birçok talebin yansıra Alevi vatandaşlar genellikle şu iki meseleyi öne çıkartmaktadırlar.  Cem evleri ve zorunlu din dersleri. Resmi rakamlara göre sayıları 1.300, gayri resmi rakamlara göre 2.000 dolayında faaliyet gösteren mevcut cem evinin varlığı meselenin pratikte hal edildiğini göstermektedir. İşin hukuki boyutunda cem evlerinin ibadethane mi yoksa inanç ve kültür merkezi olarak mı tanımlanacağı tartışması kalmıştır. Burada da Alevi örgütleri samimi değildir. Çünkü Cem evi diye tanımlanan yerler Alevilerin eski adıyla tekke ve dergâhlarıdır. Alevi örgütleri bu tanımlamayı yaparak Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun getirdiği düzenlemelere karşı çıkamama, dolayısıyla Cumhuriyet’le bu konuda hesaplaşmaktan uzak durma tercihini yapmaktadırlar. Eğer samimi olunacaksa Cem evini Cami’nin alternatifi olarak ibadethane gibi göstermek yerine, herkesin inancını özgürce yaşayacağı, bütün tarikat ve cemaatlerin bir başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği, inanç özgürlüğü temelinde belirlenen çerçevede sistemin düzenlendiği bir anayasal ve hukuksal düzeni savunmaları gerekirdi.[3]

12 Eylül Anayasası ile düzenlenmiş olan zorunlu din deri konusu, Alevilerin hem iç hukukta verilen hak ihlali kararlarına gerekse AİHM nezdinde açmış olduğu davalara ve bu konuda iç hukukta düzenleme yapılması gerektiği şeklindeki kararlara rağmen çözüme kavuşturulamamıştır. Ayrıca müsterih olsunlar Sünni kesimin çocukları da bu derslerin bir hayrını görmemişlerdir. İşe yarasaydı bugünkü nesil böyle olmazdı. Bu çocuklar uzaydan gelmedi ya.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretlerinin hemen öncesinde Ankara’da üç cemevine aniden aynı gün saldırılar yapıldı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, saldırılar için “planlı provokasyon” ve  eski Türkiye’nin ayak izlerine rastlanılmıştır.” dedi. Eylemlerin devlet içindeki dip akıntıların arasındaki çatışmalardan da kaynaklanabileceği söyleniyor. Saldırıların Sedat Peker’in açıklamalarından sonra gelmesi devlet içinde bir gerilim olduğunu düşündürüyor. Bu gerilimi artırmak için Alevilik, Kürt meselesi, ekonomik kriz gibi toplumun fay hatları kaşınıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin büyük bir kavgayı tetiklediği anlaşılıyor.

OKULLAR AÇILIRKEN…

İlk ve orta öğretimde 18 milyon çocuğumuz okullara koşacak.  ÖSYM Sınav sonuçları açıklandı. On binlerce genç üniversiteli oldu. Umarız geleceklerini bu ülkede göremeyen gençlerimiz, bugün olduğu gibi mezun olur olmaz yaşadıkları topraklardan koşarak uzaklaşmak istemezler. Bir ülkenin eğitim sistemi, en önemli varlığı olan çocuklarına ruh vermek, ideal, kişilik ve ahlâk kazandırmakla yükümlüdür. Eğitim ve kültür, terörden de, ekonomik krizden de daha önemli bir meseledir. Ne yazık ki, bizim eğitim sistemimiz, kendi medeniyet iddialarımız, ruhumuz ve dinamiklerimiz ekseninde işlemiyor.

Çocuklarımızı geleceğe hazırlamaktan, onların rüyalarını, hayallerini gerçekleştirmekten uzak olan eğitim sistemimiz umut vermiyor. Kemalist tekelci eğitim neredeyse 100 yıldır şuursuz, fikirsiz, mefkûresiz, ezberci, tek tip, robotlaşmış bir insan tipi yetiştirdi.  Cumhuriyetin kuruluş felsefesi Batı’ya endeksli bir modernleşmeyi esas aldığı için eğitim sistemi pozitivizm ekseninde şekillendirildi. Pozitivizm üzerine inşa edilen eğitim sisteminin amacı tek tip bir insan ve seküler bir toplum inşa etmekti. Pozitivist/seküler eğitim sistemi, çocuklarımızın zihnini, ruhunu ve aklını körleştirip yok etmiştir.

Müstemlekeci kafaların işgali altındaki eğitim sistemi kültür, sanat ve fikir hayatımızı tarumar etmiş, bu ülkenin çocuklarının zihnini felç etmiştir. Batılı değerlerin misyonerliğini yapan eğitim sistemi kendi değerlerimize yabancılaşmış, kimliksiz, ruhsuz, düşünce melekelerini kaybetmiş, gözü dışarıda, iki arada bir derede kalmış nesiller yetiştirmeye devam etmektedir. Bencil, kariyerperest,  başarının kölesi hâline gelmiş test canavarı, uyuşturucu müptelası, ateizmimin, deizmin kucağına itilmiş, mankurtlaşmış bir nesil ile karşı karşıyayız.

ÖSYM’nin yaptığı şaibeli sınavlar, KPSS’nin seçme ve yerleştirmedeki kusurları, mülakatlarda yaşanan adaletsizlikler, eğitim sistemi ve akademik ölçme ve yerleştirme şeklinin adil bir yarışma zemininden ne kadar uzak olduğunu gözler önüne sermektedir. Anketler neredeyse gençliğin yüzde 75’inin yurtdışında yaşamak istediğini gösteriyor.  İyi bir hayat kurmak için ülkelerine inanmıyorlar, güvenmiyorlar.

Geri ödemesi vergi dairelerince takip edilen 1 milyon 295 bin gencimizin öğrenim kredisi sorunu var. Okulundan mezun olan gençlerimiz bir taraftan iş bulma mücadelesi verirken, diğer taraftan da bu borç yükünü sırtlamak zorunda kalıyorlar. Birçoğu ailesinin desteğiyle veya çeşitli işlerde çalışıp ekonomik şartlarını zorlayarak enflasyon farkı ve faiz tutarları dahil KYK borçlarının üç katını ödediler. Enflasyonun müsebbibi olmayan işsiz bir genç diyor ki, "30.000 lira olarak aldığım kredi 76.000 lira olarak benden geri isteniyor. Bu borcu nasıl ödememizi bekliyorlar gerçekten anlamıyorum" diyor. Üniversite okumak için zaruri ihtiyaçlarına dahi yetmeyen bir kredi almış, mezun olunca iş bulamamış, aldığı üç kuruş krediyi katlarcasına geri ödemeye zorlanmış genç nasıl güven duysun. Borcunu ödeyemeyen 400 bin kişi icralık olmuş, 300 bin kişi hakkında e-haciz işlemi başlatılmıştı. Allah’tan şu seçim atmosferinde muhalefetin baskısıyla hükümet olaya el attı ve  "Gençlerimizi faize ve enflasyona kurban etmeyiz" diyerek tedbir aldılar. Ama bugüne kadar bu borcu faiziyle ödeyenler ne oldu bilmiyoruz. Bir de insanlar haklı olarak soruyor; “Madem çözümü vardı neden yıllardır gençlerin yüksek faiz ve borç batağının içinde yaşamasına izin verdiniz?”

İçinde bulunduğumuz yaz sezonunda televizyonlarda gösterimde olan üç adet okul dizisi okullarımızın ne denli korunaksız, çocuklarımızın ne denli sahipsiz olduğunu gösteriyor. Eğer okulların durumu böyle ise çocuklarımızı kaybediyoruz demektir. Şayet eğitim sistemi kendi kültür ve medeniyet değerlerimiz istikametinde yeniden inşa edilmezse gelen nesil elimizden kayıp gidecektir.

Eğitim sistemi insanımızın kalitesini artırmak, toplumsal bünyemizi sağlamlaştıracak tedbirleri almak zorundadır. Son iki yüz yıldır Batı güdümlü hain eller ülkeyi işgal etmek için düzenli ordularla değil maşalarla çalışıyorlar, gizli ve örtülü bir şekilde planlar yapıyor, eğitim yoluyla kimliksizleştirme, medya yoluyla ahlaki yozlaşma ihanetini yapıyorlar.

Temelinde metazori benimsetme, şartlandırma ve kuru bilgi vermek olan bu kopyacı, taklitçi, ezberci sistemin tezgâhından geçen gençler hipnotize edilmişçesine istenilen yöne kolayca yönlendirilebilmektedir. Mevcut eğitim ve okul yapısının zihni köleleştirmeden öte bir işe yaramadığını görüyoruz.  “Edep” ve “İrfan’ı” esas alan,  “insân-ı kâmil” yetiştirmeyi hedef alan gerçek bir “kişilik eğitimi” veren kendi kültür ve medeniyetimizden beslenen bir müfredat gerekiyor.  Eğitimi yapboz tahtasına çeviren Milli Eğitim reformlarından bir hayır gelmediğini, eğitim sistemini koca bir hiçe dönüştürdüğünü gördük. Türk ulusçuluğunu bir din gibi dayatan bu cahili eğitimden ve devleti kutsal sayan bu ulusalcı kirlilikten arınmak gerekiyor. Kürt sorununu da önce üreten sonra da çözümsüzlüğe iten, faili meçhulleri yargısız infazları yapan “derin” çetelerin oluşumuna uygun atmosferi oluşturan, üretilen seküler ve kavmiyetçi kutsallar adına her türlü katliamı yapabilecek hastalıklı ruh yapısını besleyen ideolojik, ulusalcı eğitim sisteminin değiştirilmesi ve özgürleştirilmesi gerekmektedir.

2012 yılından itibaren orta kısımlarının da açılması ile sayıları ve konforu hızla artan İmam-Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde sunulan din eğitiminin niteliğinin ne düzeyde olduğu merak konusudur. Yapılan araştırmalar bu okullardaki öğrencilerin hedefleri ile ailelerinin beklentilerinin birbiriyle çok da örtüşmediğini göstermektedir. Ailelerin bu okullara güven duygusuna karşılık çocukların gelecek kaygısı yaşadıkları müşahede edilmiştir. Fiziki manada üst seviye imkânlara sahip olan bu okullarda, günümüz insanının ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda,  ruh köklerimize uygun bir eğitim verilmediği dile getirilmektedir.

Önce kendimize has eğitim modeli ve sistemini inşa etmek gerekiyor ama bu tümüyle bir sistem sorunudur. Çünkü yapısal olarak eşitsizliklerin ağır bastığı bir toplumda eğitim sisteminin adil şartlar sunması beklenemez. Batı’dan alınıp bünyemize bir kurt gibi sokulmuş, bilim diye sunulan pozitivist, materyalist anlayışın zihinleri şekillendirmesine karşı, büyük bir zihniyet inkılâbına ihtiyaç vardır.

ÇÖKMEKTE OLAN ÇÜRÜMÜŞ SİSTEM…

Herkesin suçu karşısındakine yıktığı bir durumla karşı karşıyayız. Gidişat iyi bir gidişat değil. Geleceği görmek için kehanete de keramete de ihtiyaç yok. Gerçekler akıl ve vicdan sahibi herkesin göreceği kadar apaçık ortadadır.  İktidarın değişmesi ülkemizin daha iyi bir ülke haline gelmesinin garantisi değil. Türkiye’de siyaset kutuplaştırma stratejisi üzerinden seçmen konsolidasyonu peşindedir. Bu kısır ayak oyunları ile sıkışmış siyasi sistemin Türkiye’yi bir yere götüremeyeceği açıktır. Türkiye bütün birikimleri eriyip gitmiş bir ülke olarak sadece ekonomik değil, her yönüyle bir yoksunluk ve yoksulluk hali yaşamaktadır. Türkiye’de hane halkının, firmaların ve devletin ciddi bir borç yükü vardı. Borca dayalı bu iktisadi sistemde, kapitali olanlar faiz gelirleriyle sürekli büyürken gelir dağılımındaki adaletsizlik her geçen gün daha da artmaktadır. Bu yönüyle yoğun bir toplumsal ve insani kriz bizi beklemektedir.

Bizim mahallenin çocukları bazı güzel şeyler yaptı diye kötülükleri dile getiremeyecek miyiz? Haksızlıkları, çirkinlikleri dile getirmek niçin bazı arkadaşları rahatsız ediyor. Haksızlık karşısında susan “Dilsiz Şeytan” değil midir? Yapılan iyi icraatlar zaten olması gereken, yapılması gereken güzelliklerdi. Sadece bunları dile getirerek bir yere varamayız. Genel gidişata bakmak gerekiyor. Güzellikler mi çoğalıyor kötülükler mi artıyor?

Her daim ısrarla işaret ettiğimiz gibi mesele şu şahıs bu parti meselesi değildir. İlle de sistem meselesidir. Türkiye’nin kendi özünden neşet etmiş yeni bir dile, yeni bir zihine, yeni bir anlayışa ihtiyacı vardır. Cumhurbaşkanı adayı kim olursa olsun bu kokuşmuş sistem devam ettiği sürece Türkiye felaha eremeyecektir. Bütün rezervlerini tüketmiş ve çökmüş olan sistemi bütün yönleriyle  tartışmamız ve ona göre daha kapsayıcı, daha kuşatıcı çözümler üretmemiz gerekmektedir. Topluma yeni bir hayat, yeni bir dünya,  yeni bir dil, yeni bir anlayış, yeni bir coşku ve umut verecek bir kurtuluş reçetesi sunmak gerekmektedir.

Mesele, sorumluluğu kişi ve partiye havale etme boyutunu çoktan aşmış, bizlerin İslami, insani ve tarihsel sorumluluklarımızı ilgilendiren bir duruma gelmiştir. Bize dayatılan bu sistem Allah’ın da Resulünün de razı olacağı bir sistem değildir. Eğer çocuklarımızın bu köleler ve efendiler dünyasında yaşamasını istemiyorsak, kendi inancımızdan, kendi değerlerimizden kaynaklanan kendi modellerimizi topluma sunmak mecburiyetindeyiz. İnsanoğlunun hakkını hukukunu koruyacak, herkesin mutlu olduğu bir modeli, bir hayat tarzını ortaya koymamız gerekmektedir.

Geleceğimizi düzen politikacılarının insafına ve kısa vadeli iktidar heveslerin terk edemeyiz. Uzun vadeli düşünmek, birikimli, onurlu, kimlikli, sabırlı ve teşkilatlı olmamız gerekmektedir. Çözüm medeniyet projemizin ve iddiamızın olması ve onu gerçekleştirmek için çalışmamızda yatıyor.

Böyle bir mücadeleye var mıyız yok muyuz? Bütün mesele bu sorunun cevabında yatıyor.


[1] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/abdulkadir-selvi/anketten-iktidara-ve-muhalefete-onemli-mesajlar-cikti-42104964

[2] YSK'ya da zerre güvenim yok, parmak boyamayı önereceğiz https://www.youtube.com › watch

[3] https://www.perspektif.online/alevi-meselesi-uzerine-dusunceler-ne-yapmali/

1 Temmuz 2022 Cuma

YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ KURULURKEN NATO VE TÜRKİYE

 (Umran Dergisi)

 


Rusya'nın Ukrayna'da başlattığı savaşın ardından İsveç ve Finlandiya, "Rusya tehdidine karşı" kendilerini güvence altına almak için, iki cihan harbi de dahil olmak üzere, uzun zamandır sürdürdükleri  “askeri tarafsızlık” siyasetini terk ederek NATO'ya üye olma adımlarını hızlandırdılar. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine başvurma kararları Transatlantik Topluluğu’nda büyük bir heyecan yarattı. Başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya gibi önde gelen NATO ülkeleri İskandinav ülkelerinin ittifaka katılımını desteklediklerini açıkladılar. Çünkü savunma sanayileri hayli gelişkin olan bu iki ülkenin NATO üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda,  Baltık Denizi’ni adeta bir NATO gölü haline gelecek ve NATO’nun doğu kanadı güçlenecektir. Genel Sekreter Stoltenberg, iki ülkenin başvuruları durumunda katılımlarının "hızlı ve sorunsuz" olacağını belirtmişti.

Ancak bu iki Baltık ülkesinin başvurusu,  "terör örgütlerine destek vermeleri “sebebiyle Türkiye tarafından olumsuz karşılandı. Türkiye her iki ülkenin de terör örgütleriyle mücadelede somut adımlar atmadan, terör örgütlerine karşı açık ve net bir tavır sergilemeden ve bize yönelik uyguladıkları silah ambargolarının kaldırılacağına dair yazılı taahhütler vermeden bir ilerleme sağlanamayacağını kararlı bir şekilde ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yunanistan’ın tekrar NATO’ya dönüşü konusunda yanlış yapıldığını dile getirerek. “Bu konuda ikinci bir yanlışı işlemek istemiyoruz” ifadesini kullandı. Ayrıca, “İskandinav ülkeleri ne yazık ki terör örgütlerinin adeta misafirhanesi gibidir. Bu örgütler parlamentolarda da yer alıyorlar. Bu noktada bizim olumlu bakmamız mümkün değil. Türkiye’ye yaptırım uygulayanların bu süreç içerisinde bir güvenlik örgütü olan NATO'ya girmelerine biz 'evet' demeyiz” şeklinde konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PKK’ya verdikleri destek nedeniyle İsveç ve Finlandiya’ya gösterdiği tepki toplumun geniş kesimi tarafından haklı bulundu.

NATO GENİŞLEYEREK CANLANIYOR…

Şimdi ABD, Varşova Paktı’nın dağılması sonrasında aslında varlık nedeni kalmamasına rağmen, kendi emperyal çıkarları için NATO’nun daha da güçlenmesine çalışmaktadır. ABD Başkanı Biden'ın 24 Kasım 2020'de, “Amerika geri döndü. Dünyaya liderlik etmeye hazır” cümlesini hatırlayalım.  Çoğu eski Doğu Bloku ülkesi olan ülkeleri NATO’ya katarak Rusya’yı yakından kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Ukrayna’yı NATO’ya alma girişimiyle, Rusya’yı tahrik ederek savaşa sebep olmuş, Rusya’nın Ukrayna'yı işgali dengeleri bozmuş, Avrupa’yı korkutmuştur. ABD, NATO’yu olabildiği kadar hızlı genişletmeye, Rusya ile arasını iyice açıp Avrupa’yı ağır bir ipotek altına almaya çalışmaktadır. Bu korku NATO'nun geri gelmesine yol açtı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un deyimiyle “Beyin ölümü” gerçekleşen NATO yeniden canlanırken, herkes ABD'nin yanına koşmaya başladı. İskandinavya’nın tarafsız ülkeleri İsveç ve Finlandiya’nın can havliyle NATO’ya koşması bu sebeptendir. 

NATO'nun genişlemesine başta ABD olmak üzere, birçok NATO üyesi de isteklidir. Çünkü fiilen emperyalist sermayenin önünü açmanın bir müdahale aracı olan NATO’nun genişlemesi demek emperyalizmin genişlemesi demektir. Liberal sermayenin serbestçe dolaşımı için ABD’nin egemenliğindeki NATO bir askeri aparat olarak önemli hizmet vermektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası NATO,  eski Varşova Paktı üyeleriyle ilişkilerini geliştirmek için adımlar attı. 1994'te eski Varşova Paktı üyeleriyle "Barış İçin Ortaklık" adlı bir program oluşarak, bilgi paylaşımı sürecine, ortak tatbikatlara ve barış gücü operasyonlarına katılım imkânı sağlandı.

12 ülkeyle kurulan NATO, genişleme politikası sonucunda 1990’da 16 üyeye; Varşova Paktı’nın yıkılması sonrası 1999’da Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’yle 19 üyeye; 2004’te 26 ülkeye; 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılımıyla 28 ülkeye ve 2017’de Karadağ’ın üye olmasıyla 29 üyeye çıktı. Makedonya’nın üyeliği kabul edilmesiyle, 2019 yılında NATO’nun üye sayısı 30 oldu.. Böylece NATO, tarihinin en geniş kapsamlı ve önemli genişlemesini gerçekleştirdi. NATO zayıflayan ya da güç kaybeden değil, üye sayısı yıldan yıla artan bir ittifak haline geldi. Zaten gereğinden fazla genişlemiş olan NATO’nun ABD önderliğinde sürdürdüğü doğuya doğru daha fazla genişleme politikasına Rusya ve Çin karşı çıkmaktadır.

NATO’nun bundan önce 14 Haziran 2021’de Brüksel’de gerçekleştirdiği liderler zirvesinde NATO Genel Sekreteri’nin Asya-Pasifik’le işbirliğini derinleştirme açıklaması genişlemenin daha da devam ettirileceğinin bir işareti olarak küresel ilişkilerin dinamikleri açısından önem arz etmekteydi. Sonuçta bir Avrupa-Atlantik ittifakı olan NATO’nun Çin’e karşı konuşlandırılması ve Rusya’yı kışkırtması niyetinin 2030'a kadar Asya-Pasifik'teki yayılmak olduğunu göstermektedir. Anlaşılıyor ki, bir taraftan ASEAN üyesi Filipinler, Myanmar, Tayland, Endonezya, Singapur, Brunei, Vietnam, Laos ve Kamboçya'nın, diğer taraftan QUAD üyesi Avustralya, Hindistan ve Japonya’nın hepsinin NATO'ya katılması amaçlanmaktadır. Zirve sonrası yayınlanan bildiride NATO’nun ilgisinin Afrika kıtasından Orta Doğu’ya, oradan Latin Amerika’ya ve Asya-Pasifik havzasına kadar yerkürenin her bölgesine uzadığını görüyorsunuz. Normalde bir savunma ittifakı olan NATO’nun ilgi alanlarındaki kapsamlı değişim ve dönüşüm sadece coğrafi anlamda değil,  tehdit kategorileri anlamında da dikkat çekici bir çeşitlenmeye gittiğini görüyoruz.

NATO, DÜNYA GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDİYOR…

Soğuk Savaş mirası NATO’nun genişleme ihtirası, Ukrayna’yı tahrik ederek sonunda Rusya-Ukrayna çatışmasının çıkmasına  yol açtı. Genişleme politikasını yeniden gözden geçirme yerine, bölgesel ve küresel güvenliği ciddi şekilde tehdit eden askeri çatışmayı kışkırtmayı sürdürmekte, Ukrayna ise harap olmaktadır. Sadece kendi güvenliğini ve menfaatini düşünen ABD ve NATO savaşın uzamasını, bu sayede Rusya’nın yorulup, yıpranıp, yalnızlaşacağını düşünmektedir. Böylece Avrupa üzerindeki nüfuzunu pekiştirmeyi hedeflemektedir. Ayrıca silah şirketlerine gün doğmuş sipariş yağmaya başlamıştır.

İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine de NATO’yu Rusya sınırına taşıma ve bir kışkırtma hareketi olarak bakmak gerekmektedir.  1999’da bu yana genişleyen NATO’nun üye sayısı 16’dan 30’a çıktı. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, Türkiye’nin tavrını umursamadan, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılmak için başvuru yapması halinde NATO'nun bunu hızlı bir şekilde kabul edeceğini duyurdu. İsveç ve Finlandiya’nın üye olmasıyla bu sayı 32 olacaktır. NATO, örgütün doğu kanadındaki sınır bölgelerinde kalıcı askeri konuşlandırma planını açıklayarak olayı kaşımaya devam etmektedir. Daha Rusya-Ukrayna müzakereleri sürerken NATO Ukrayna’ya tank, ağır silah ve teçhizat sağlamaya başlayıp krizi tırmandırmıştı. NATO’nun bu kuşatma hareketine Rusya, bu adımın bölgede istikrara, güvenliğe katkı sağlamayacağını, gerilimi daha da tırmandıracağını vurgulayarak sert tepki vermiştir.

AYNI OYUNU TÜRKİYE ÜZERİNDE OYNAMIŞLARDI…

Müttefik devleteler 2. Dünya savaşını kazandıktan sonra 4-11 Şubat 1945’te Yalta’da düzenledikleri ve ABD Başkanı Roosevelt, İngiltere Başbakanı ve Sovyetler Birliği(SSCB) lideri katıldığı konferansta, dünyayı parsellerken, Doğu Avrupa Sovyet etki alanına, Türkiye ise ABD’nin ve dolayısıyla NATO’nun nüfuz alanına bırakılmıştır. Bu konferansta tarafların anlaşması üzerine, Moskova’nın Türkiye’ye tehditleri başladı.  SSCB Türkiye'ye 19 Mart'ta diplomatik bir nota vererek, Türk Boğazlarının savunulması için Sovyetlere üs verilmesini istedi.  Ayrıca Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i Dışişlerine çağıran SSCB Dış İlişkiler Bakanı Molotov, 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması'nda yapılacak değişiklikle Kars ve Ardahan'ın SSCB'ye bırakılmasını istedi. Tehditlerinin ciddi olduğunu 1925 tarihli sınır anlaşmasını tek taraflı olarak feshederek gösterdiler. Gürcüler ve Ermeniler de Türkiye’den istenen toprakların kendilerine ait olduğu yolunda Batı’da ve Birleşmiş Milletler’de kampanya yapmaya başlamışlardı. Sovyetler Temmuz 1946’da Ankara’daki elçisini geri çekti ve 7 Ağustos’ta Türkiye’ye Montrö Sözleşmesi’nin fesh edilmesi ve Boğazların Karadeniz’e komşu ülkelerin yönetimine verilmesini isteyen yeni ve sert bir nota daha verdi. Türkiye bu nota karşısında ne yapacağını düşünürken beklediği destek ABD’den geldi. Washington, Moskova’ya bir nota göndererek bu talebinn kabul edilemez olduğunu bildirdi.

Bu talep,  konferansta kararlaştırılmış olan Türkiye'yi ABD'nin kucağına itme oyunun bir parçasıydı. Türkiye için tek yol Rus saldırganlığını, İngiltere ve ABD’yle yakınlaşarak dengelemekti. Türkiye’yi NATO’ya üye olmaya iten gelişmeleri tetikleyen Molotov Krizi de bir komplonun ürünüydü. . İnönü hükümeti manşetlerden köpürtülen bu komünizm korkusunu gayet iyi kullandı. Ölüm gösterilerek Türkiye sıtmaya razı edilecekti.  Türkiye’nin Amerikancı Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’in özel çabasıyla Sovyet tehdidi yaygarası kopartılarak siyasi iklim oluşturuldu. İnönü’ye çektiği telgraf ve sonrasında yapılan açıklamalar bir panik havası oluşmasına yol açtı. Batı basını ve Türk basını aracılığıyla köpürtülen “Sovyet ve komünizm tehdidi” üzerinden yapılan psikolojik harp, ülkenin kaderini kayıtsız şartsız Batı'ya bağladı. En sonunda sadakatimizi sınamak için "Kore savaşı'na gelin de anlayalım ne kadar sadıksınız" diyorlardı. Kore’ye Mehmetçiği yollayarak, o evlatlarımızın kanı pahasına sadakat sınavından geçtik ve NATO’ya girdik. Savaşın başından Temmuz 1953'teki ateşkese kadar geçen sürede toplam 14.936 Türk askeri Kore'de görev aldı. Bunların 721'i yaşamını yitirdi, 175'i kayboldu, 234'ü esir düştü ve 2147'si yaralandı.

Türkiye’nin NATO üyeliğinin oylandığı 18 Şubat 1952’de Meclis’te DP’li ve CHP’li 404 milletvekili evet oyu vermiş sadece bir çekimser oyu kullanılmıştı. O anlaşmadan sonra ABD askeri heyetleri Türkiye’ye gelip, Türk ordusunun modernizasyonu için raporlar hazırlamaya başladılar. Akabinde Truman Doktrini çerçevesinde Marshall yardımları başladı. Artık Türkiye, Amerikan yörüngesine girmişti. Nasıl olsa Amerika’dan bedava alıyoruz diye savunma sanayimizin kapısına kilit vurulmuştu. Bu ülkenin körpecik çocukları Amerikan ordusunun raf ömrü dolmuş süt tozlarıyla, bozuk peynirleri ile beslenmeye başlamıştı. Daha sonra Soğuk Savaş bittiği halde Türkiye bu yörüngeden bir türlü kurtulamadı, devlet ve silahlı kuvvetler her daim NATO üzerinden Amerikan etkisi altında kaldı, her bağımsız davranma denemesinde müdahale ile karşılaştık. Tüm ihanetlerine, organize ettiği darbelere, beslediği terör örgütlerine rağmen bu örgüt hiçbir zaman doğru dürüst sorgulanmadı.

NATO’NUN YENİ STRATEJİK KONSEPTİ…

1991’de Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte NATO’nun kuruluş amacı ortadan kalkmıştı. İki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasının ardından, NATO ve ABD dünyada tek kutuplu kalmanın verdiği cesaretle kendine yeni bir hedef aradı ve öncelikli yeni hedef olarak; (a) " Terörizmle Mücadele", (b)  "Enerji Hatlarının Güvenliğini"  seçti.  Terörizmle mücadeleden kastı, proje örgütler üzerinden İslam’a saldırmaktı. Komünizm bittiğine göre tehlikenin rengi de değişmeli, kırmızıdan yeşile dönmeliydi. Nitekim “İslamofobi” denilen şey ilk NATO toplantısında o zamanki İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher tarafından dile getirilmişti. Salman Rüştü’nün “Şeytan Ayetleri” kitabında başlayın, 28 Şubat’a, BÇG’ye, İkiz kulelerin vurulması sonucunda Irak ve Afganistan’a müdahaleye, DEAŞ, IŞID, oradan FETÖ’ye kadar gelebilirsiniz. Bir “Müslüman terörist” imajı inşa ederek İslam’a savaş açtılar.  Oluşturulan hayali düşman algısı ile İslam coğrafyası üzerindeki fiili hâkimiyetlerini meşrulaştırma yoluna gittiler. NATO; Afganistan, Irak, Libya operasyonlarında İslam dünyasına kan kusturdu. Bosna - Hersek’te yaşanan katliama sessiz kaldı. NATO, hep Hıristiyan Batı’ya hizmet etti.

1948'de imzalanan kurucu Washington Anlaşması'na göre NATO'nun değişmeyen beş prensibinden biri olan "İttifak, savunma amaçlıdır" prensibi Bosna-Hersek, Kosova, Afganistan ve Doğu Akdeniz müdahalelerinden sonra bu amacın yavaş yavaş ortadan kalktığını görüyoruz. Paktın değişimi uzmanlar tarafından "savunmadan çıkıp doğrudan mücadeleye geçiş" olarak tanımlanmaktadır. NATO bu safhadan sonra  “demokrasilerin korunması”, “aşırılıklarla mücadele”, “fundamentalist İslami akımlarla mücadele”, “kriz alanlarına müdahale”, “uluslararası terörle mücadele”, “siber savaşla mücadele”, “iklim değişikliği” gibi uygulamalara, asimetrik mücadelelere çok daha fazla yer ayıran, bir konsepti benimsedi. Yani ABD’nin tekelinde, onun bir işgal ve saldırı aparatı olarak dünyanın jandarmalığına soyunmaktadır.  

Terörizmle mücadele gerekçesiyle Afganistan’ı ve Irak’ı işgal eden ABD, enerji kaynakları açısından büyük önem taşıyan Orta Asya ve Orta Doğu’da denetimi elinde tutmaya  çalışarak, potansiyel rakiplerini bertaraf etmeyi ve hegemonyasını sarsacak bölgesel ittifakları önlemeyi hedeflemektedir. Enerji yollarının kontrolü için uluslararası bir mücadele söz konusu. ABD/NATO petrolün Körfez'deki çıkış sahalarını ve ticaretin fiyatını kontrol etmek istiyor.  Bütün dünyada her enerji noktasında Batı'nın menfaatleri doğrultusunda hareket edilmesi, edilmezse asker kullanılması gündeme geliyor. ABD’nin enerji hatlarının güvenliğine el atması, NATO ülkelerinin en büyük doğalgaz sağlayıcısı Rusya'nın tepkisini çekiyor. NATO üyesi Türkiye’nin bile Doğu Akdeniz’de enerji merkezli çevreleme planlarına maruz kalması NATO saldırganlığının bir tezahürüdür. 

YENİ KÜRESEL NATO’DA TÜRKİYE’NİN YERİ…

Türkiye ittifakın üçüncü büyük silahlı gücü, İran’a yakınlığı, topraklarında barındırdığı çok sayıda üs ve radar sistemi barındırması, enerji güzergâhlarının kavşağında bulunması,  enerji projelerinin neredeyse tamamının Anadolu toprakları üzerinden geçiyor olması ile önemli bir ülkedir. Eğer ileriki zamanlarda NATO bir "Karadeniz Görev Gücü'' gücü bulundurmak isterse burada Türkiye'nin tutumu kilit önem taşıyacaktır. Bu istek 2004 yılında ABD‐NATO ortak çalışması ile hazırlanan "ABD‐NATO Bir Amaç İttifakı'' adlı raporda da açıkça ortaya koyuluyor.  Karadeniz  bizim için çok kritik bir konu. Karadeniz'e NATO donanmasının girmesi “Montrö sözleşmesinin” yeniden tartışmaya açılması demektir.

Önümüzdeki süreçte Türkiye'nin sıkıntı yaşayacağı konular arasında ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin(GKRY) NATO'ya üyelik talebi yer alıyor. Özellikle ABD, Fransa ve İngiltere gibi bazı ülkeler "NATO artık genişledi oyçokluğuna geçelim" demeye başlamışlardır.  Oybirliği sisteminden oyçokluğu sistemine geçilmesi halinde Türkiye’nin başı ağıracaktır. Bu konuda çok sayıda NATO‐AB ortak ülkesi Türkiye'ye baskı yapmasına rağmen GKRY’nin başvurusunu Türkiye sürekli veto etmektedir. Eğer yeni sisteme geçilirse, Türkiye veto hakkını kullanamayacaktır.

NATO’YU KENDİ ÇIKARLARI İÇİN KULLANAN PATRON: ABD

Dünyadaki güvenlik tehditlerine karşı NATO'nun alacağı önlemler ancak ABD'nin menfaatleriyle ölçülebiliyor. ABD istediği zaman NATO görev bölgesi dışında da görevlendirilebiliyor. NATO Antlaşması’nın beşinci maddesine göre; bir müttefike yapılan saldırı halinde diğer bütün müttefikler yardıma gelme taahhüdü altındalar. İttifakın nihai amacı müttefiklerin güvenliğiyse, buradaki taahhüt terör tehdidi karşısında da müttefiklerin birbirlerini desteklemeleri yükümlülüğünü içerir. 11 Eylül'den sonra  ABD, 5. Maddeyi işleterek Afganistan’a girmiştir. Ama Türkiye'nin PKK ile yaptığı mücadelede 5.madde işletilmiyor. Demek ki ABD’nin oyuncağı haline gelen NATO, sadece ABD'nin istediği çerçevede hareket etmektedir. Türkiye’nin mücadele ettiği PKK-YPG’yi terör örgütü olarak görmeyip, terörün kapsamını kendi çıkarlarına göre tarif etmektedirler.  Sözde müttefik gördüğü ülkelerdeki örgütlere silah yardımı bile yapabilmektedir.

ABD kendi çıkarları doğrultusunda yaptırım kararları alan, burada NATO’yu kullanan, kendi çıkarı için dünyayı ateşe atmaktan çekinmeyen bir ülkedir. Esed için kılını kıpırdatmayan NATO’nun Kaddafi’yi nasıl vahşice öldürdüğünü hatırlayalım. Eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nüzhet Kandemir: 'NATO sadece ABD'nin memnuniyetini öngörür' demişti. NATO demek açıkçası ABD demektir. Özellikle Avrupa dışı operasyon kararlarını ABD vermektedir. Çünkü silah gücü onun elindedir. NATO'nun ABD'nin çok büyük etkisi altında olan bir kuruluş olduğunu unutmamak gerekiyor.

ABD, hegemonyasını sürdürebilmek amacıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, liberal ekonomiyi, serbest ticareti esas alan, doları dünya rezerv parası yapan, kurallarını kendi koyduğu bir dünya düzen oluşturmuştur. kurduğu dünya düzenini korumak için de BM, NATO, Dünya Bankası, IMF, DTÖ gibi kurumları organize ederek ortaya sürmüştür.

NATO’NUN SKANDALLARI…

·         08-17 Kasım 2017 tarihleri arasında NATO Harp Merkezi-Stavanger Norveç’de icra edilen Trident Javelin-2017 NATO Bilgisayar Destekli Komuta Yeri Tatbikatında, Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in fotoğrafı kullanılarak düşman liderler arasında gösterilmiş, diğer taraftaysa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ismi sahte bir hesap kullanılarak “düşman ile işbirliği içerisinde” gösterilmiştir.

·         03 Mayıs 2019 tarihinde NATO Genel Sekreteri Soltenberg’in katıldığı Belçika-Brüksel yakınlarındaki Mons’da bulunan NATO’nun tüm operasyonlarını kontrol ettiği Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı’ndaki komutanlık devir teslim törenine diğer AB üyeleriyle beraber, NATO nezdinde herhangi bir statüsü bulunmayan GKRY da davet edilmiştir.

·         Türkiye, 2014 yılından itibaren FETÖ’yü tasfiye etmeye başladı. Bu süreci durdurmak ve Türkiye’nin Rusya ile başlattığı bölgesel işbirliğini bozmak için, 15 Temmuz 2016 gecesi askeri darbeyi sahneye koydu. Darbenin NATO karargâhından da planlandığı ve buradan adım adım izlendiği ortaya çıktı. NATO karargâhında görev yapan 462 subaydan 237’sinin Gladyocu subay olduğu tespit edildi. Bunlar geri çağrıldı ama çoğu dönmedi. Türkiye’nin iade talepleri ise ret edildi. 251 vatan evladını katleden bu alçakları NATO koruma altına alarak sahip çıktı. Ayrıca bazı subaylar NATO üyesi Yunanistan’a sığındı. ABD, FETÖ’nün başını Türkiye’ye teslim etmeyip himayesine aldı. 15 Temmuz gecesi bu vatanın evlatlarını bombalayan F-16'ların yakıt ihtiyacının İncirlik'ten kalkan tanker uçaklar tarafından karşılandığı bilinmektedir.

·         NATO’nun başat üyelerinin Kıbrıs, Ege ve Adalar konusundaki tutumu her zaman Yunanistan lehine olmuştur. NATO, Ege Adalarının Yunanistan tarafından silahsızlandırılmasına karşı girişimlerde bulunmadığı gibi NATO tatbikatlarının söz konusu adalarda planlanması için özel gayret sarf etmektedir.

·         ABD kaynaklı belgelerde ve NATO karargâhlarında Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalar duvarlara asıldı. NATO tatbikatlarında Türkiye’nin bölünme haritaları kullanıldı.

·         Akdeniz'deki ticaret gemilerimize NATO donanmaları saldırıda bulundu.

MADRİD ZİRVESİ VE NE İSTEDİĞNİ BİLEN ÜLKE OLMAK…

Türkiye’nin NATO paktına dâhil olduğu tarihten bu yana başına gelmeyen kalmadı. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbeleri, 12 Eylül öncesindeki kardeş kavgaları, 40 yıldır uğraştığımız PKK terörü, 28 Şubat ve 15 Temmuz darbe girişimi. Hepsi de ABD ve NATO’nun ürünü ihanet oyunları.  12 Eylül darbesi sonrası dönemin CIA Türkiye istasyon şefi olan Paul Henze’nin, ABD Başkanı Jimmy Carter’ı arayarak “Bizim çocuklar başardı”  sözünü hatırlayalım. Bugüne kadar NATO bizim hangi yaramıza merhem olmuş, Türkiye gibi, NATO’daki üçüncü büyük orduyu besleyen bir ülkenin, hangi talebi, Türkiye’nin hacmine, önemine, ağırlığına uygun olarak karşılanmıştır?  Türkiye, NATO üyesi olduğu halde, başta ABD olmak üzere NATO müttefiklerinin,  her türlü açık – gizli saldırısına muhatap olmaktadır. Bugüne kadar Yunanistan’a herhangi bir NATO ülkesinden  “Bu kadar saldırganlık, bu kadar mızıkçılık artık yeter” diyen oldu mu? “Bu kadar silahlanma ne için” diye soran var mı? Aksine bu piyonu boyundan fazla laf ettirerek daha fazla şımartıyorlar. 

Madrid zirvesinde İsveç ve Finlandiya ile imzalanan “Üçlü Muhtıra” konusunda dikkatli olunmalıdır. Sözünde durmayan Batı birçok defa Türkiye’yi kandırmıştır. Bugün istediklerini elde ettikten sonra Türkiye’nin haklı beklentileri konusunda ipe un serebilir, döneklik yapabilirler.  Temel Jeopolitik çıkarlarımızı elde etmeden Kenan Evren’in ahmakça düştüğü Rogers Planı tuzağına düşmeyelim. Türkiye, Yunanistan’ın, yeniden askeri kanada dönüşünde herhangi bir talepte bulunmamıştır. Danimarka başbakanı olduğu sırada Peygamber Efendimiz(s.a.v) karşıtı karikatürlere, PKK terör örgütünün televizyon kanalına (Roj TV) büyük hoşgörü gösteren Rasmussen, NATO genel sekreterliğine aday olunca, Türkiye önce karşı çıkmış, sonra evet demiştir. Türkiye, NATO’nun YPG’yi terör örgütü olarak nitelememesi halinde Baltık ülkeleri ve Polonya’yı kapsayan savunma planını veto etme tehdidinde bulunmuş, Ancak 2019’daki 70. Yıl zirvesinde planı engellemeyerek kabul etmiştir. Maalesef Türkiye, tek başına karşı çıkarak NATO’daki herhangi bir kararın alınmasına engel olamamıştır. Sonunda ABD ne demişse o olmuştur. Ne demişlerse, onlardan önce el kaldırıp, kabul etmişiz. Ne yapmak istemişlerse, “Biz hazırız” demişiz. Bunların iyi bir muhasebesi yapılmalıdır.

Bize parasıyla verilmeyen silahlar, terör örgütlerine bedelsiz olarak on binlerce Tır’la aktarıldı. İnsanımızın canına, malına, hürriyetine kast eden teröristlere yönelik meşru sınır ötesi harekâtlarımız nedeniyle hedefe konulduk. Suriye'de binlerce masumu katleden terör elebaşıları kırmızı halılar serilerek “General” hitabıyla karşılandı, başkanlık saraylarında ağırlandı. Çoğu zaman ambargolara, tehdit, baskı ve şantajlara maruz bırakıldık. Şimdi de içeride hayat pahalılığı, enflasyon, yükselen işsizlik ile, dışarıda terör, Yunan Gavuru ile mücadele eden, dış politikada zorlu problemlerle yüz yüze olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Ahlaki yozlaşma ve toplumsal çürüme had safhadadır. Bu süreçte Türkiye ekonomide, siyasette, bürokraside, yargıda,  medyada toplumsal ilişkileri sağlam bir adalet ve kardeşlik temelinde ayakta tutmaya mecburdur. İçeride ortaya çıkan zaafları örtmek, kusurları savunmak, yanlışları polemikle geçiştirmek zamanı değildir. Türkiye'nin kaderini ilgilendiren hayati meselelerde asgari müştereklerde buluşulması zarureti vardır.

Türkiye bütün ümmetin en güvenilir limanı, umutla baktığı bir ülkedir.  Ayrıştırıcı milliyetçi söylemlerden uzak durmak ve kuşatıcı olmak mecburiyetindedir. Her ne olursa olsun, Türkiye sınırlarını aşan bir etkinlik üretmek zorundadır. Tarihte de olduğu gibi her ne şart altında olursa olsun baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara yardıma koşup davalarını savununca, kendisini jeopolitik rekabetin ve güçler mücadelesinin merkezinde bulacaktır. İçeride de yerli ve milli güçlerle yabancıların güdümündeki güçlerin bir mücadelesi devam ediyor, edecektir de. Çünkü dünya durdukça “Hak-Batıl Savaşı” devam edecektir.

Küresel güçlerin elinde oyuncak olarak sömürülmeyi ve zilleti değil, içerde huzurlu, dışarıda onurlu bir millet ve devlet olarak haysiyetiyle yaşamayı seçmek sorumluluğu vardır. Türkiye NATO olmadan da bereketli toprakları, genç nüfusu, muhteşem iklimi, yetişmiş insan potansiyeli ile sanayini kuracak, teknolojisini geliştirecek, kendini savunacak bir potansiyele sahiptir. Bu ülkenin bir "imparatorluk" geçmişi vardır. Ve hayalleri de idealleri de tabii olarak o yönde olacaktır. Yeter ki bu inanç doğru yönetilsin. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "asırlık uyanış" dediği şey tam da budur.

1 Haziran 2022 Çarşamba

GÖÇMEN MESELESİ ÇOK BOYUTLU, KARMAŞIK VE CİDDİ BİR MESELEDİR

 (Umran Dergisi)



Türkiye’nin yakıcı gündemlerinden biri olan “mülteci” meselesi siyasetin de en sıcak çatışma konularından biri olarak gündeme yerleşti.  Dünyanın sıcak meselesi olan sığınmacılar ve yasadışı/düzensiz göç meselesi, Türkiye'de de en çok tartışılan konulardan biri.  Toplumda yabancı karşıtlığı arttığı gibi konu siyasetin de gündemini belirliyor.  Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ'ın İzmir'de bir kuyumcuya girerek Suriyeli dükkân sahibinden kimlik sorması, kuyumcuya bazı sorular yöneltirken aşağılayıcı tavırlar sergilemesi ve bu anları gösteren “ Sessiz İstila” isimli provokatif videoyu "Bunlardan 900 bin tane var. Türkiye, tehlikenin farkında değil misin?" diye sosyal medyadan yayınlanması tepki çekti.

Mülteci karşıtlığı yaparken insanları ırklarından, dillerinden, inançlarından dolayı ayırıma tabi tutmak, hedef göstermek, insani bir durum olmadığı gibi özel hayatı ihlal etmesi, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesi ve nüfuzu kötüye kullanması nedeniyle de suçtur. Bu kafa ancak nefreti körüklemekten başka bir şeye yaramaz. Acaba aynı cesareti mesela TÜSİAD’ın bir önceki başkanı olan İtalyan asıllı, Torino doğumlu Simone Kaslowski'nin iş yerlerine de gidip gösterebilir miydi? Özdağ’ın çıkışları göçmenlik meselesi etrafında bombanın fitilini ateşleme niteliği arz ediyor.

Bolu Belediye Başkanı gibi CHP’lilerin, zaman zaman Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener’in Batıda’ki ırkçılar gibi insani değerleri hiçe sayan göçmen karşıtı söylemleri sokağı kışkırtıcı şekilde cereyan ediyor. Bu ülkenin merhamet elini uzattığı göçmenlere yönelik ırkçı saldırıları kışkırtmayı siyasi hedeflerine malzeme yapmak, insanların sokağa dökülmelerine sebep olmak vahim olayların yaşanmasına kapı aralamaktadır. Sığınmacılar üzerinden toplumun kamplaştırılması ve çatıştırılmasından medet ummak, siyaset devşirmek çok tehlikelidir. 

Köpürtülen sığınmacı karşıtlığı ne yazık ki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı üretme noktasına gelmiştir. Bu meselenin sokakları tahrik edecek noktaya taşınması endişe vericidir. Irkçı ve kışkırtıcı dilin ve hedef göstermelerin acı neticelerini görüyoruz. En son vahşet İzmir’de yaşanmış üç Suriyeli genç diri diri yakılarak öldürülmüştü. Özdağ: “Zafer Partisi iktidarında Türkiye’deki tüm sığınmacılar 1 yıl içinde geri dönecek, gerekirse zorla” diyor. Bunun provasını Ankara Altındağ’da 2021 Ağustos ayında yapmışlardı. Suriyeli ve Türkiyeli gençler arasında çıkan tartışma sonrası bıçaklı kavga çıkmış, bir Türk’ün ölümü sonrası Suriyelilerin evleri, dükkânları taşlanmış, yakılmış ve Suriyelilerin evleri soyulmuştu.

Kavram Karışıklığı Ve Statü Kargaşası…

Mesele sadece Suriyeli mültecilerle ilgili değil. Başta Afganlılar ve Afrikalılar olmak üzere başka ülkelerden de gelen kontrolsüz bir göç dalgasının altındayız. Sınırlarımızdan bir şekilde geçerek ülkemize gelen bu insanların nasıl adlandırılacağı ve sayıları konusunda da durum hayli karışıktır. Tanımlamalar çok çeşitlidir ve sayıları hakkında çeşitli iddialar vardır. Ensar- muhacir ayırımından başlayan, mülteci, geçici mülteci, göçmen, sığınmacı, kaçak göçmen, düzensiz göçmen, aday vatandaş, vatandaşlık alanlar gibi muhtelif adlandırmalar mevcut.

Statü açısından da Türkiye’deki yabancılar muhtelif kategorilere ayrılmaktadır. Bu kategoriler arasındaki belirsizlikler ve adlandırmadaki karmaşıklık kamuoyundaki endişeleri ve göçmen karşıtlığını artırmaktadır.

Türkiye’de dört tür yabancı var: (1)Suriyeli sığınmacılar, (2) sınırların kevgire dönmüş olması nedeniyle gelen şartlı mülteciler, (3) buradan ev alarak vatandaş olanlar, (4) kayıt dışı göçmenler.

Birinci kategoride; uluslararası hukuka göre “mülteci” kategorisine girmeyen “Geçici Koruma” olarak adlandırdığımız statü altında olan ve Göç İdaresi Başkanlığının web sayfasında 28 Nisan itibarıyla yayımladığı rapora göre sayıları 3 milyon 762 bin 686 olan Suriyeli var. Bu toplam içinde 50 bin 639 kişi yedi ayrı geçici barınma merkezinde iskân ediliyor. Kalan büyük çoğunluk Türkiye’nin 81 iline dağılmış durumda.

İkinci kategoride; resmi rakamlara göre  Türkiye’de ikâmet izniyle yaşamakta olan toplam 1 milyon 417 bin 997 yabancı var. Bunların yaklaşık üçte ikisi kısa dönemli ikâmet izni ile kalıyor. İkâmet iznine sahip yabancıların 764 bini İstanbul’da yaşıyor. ikâmet izni ile kalanlar içinde en kalabalık grubu 165 binin biraz üstüne çıkan sayılarıyla Iraklılar oluşturuyor. Türkmenistan’dan gelenler 125 bine yaklaşan sayıları ile ikinci grup. Bunu 115 binle İranlılar izliyor. Suriyeli olup ikâmet izni almış olanların sayısı ise 109 bin 388. Ayrıca 87 bin 296’sı çocuk olmak üzere 200 bin 950 Suriyeli de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş. Bunların 47 bini Türkmen. Ayrıca, 17 bin Afgan’a, 101 bin 995 Ahıska Türküne ve 6 bin 787 Uygur’a vatandaşlık vermişiz.

Üçüncü kategoride; “uluslararası korumadiye adlandırılan statü altında 320 bin yabancı var. Bunlar dünyanın muhtelif çatışma bölgelerinden kaçıp Türkiye’ye sığınan ve Birleşmiş Milletler(BM)  Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından “Şartlı Mülteci” statüsünde kayda alınan ve üçüncü bir ülkeye gönderilmeyi bekleyenlerdir. Bunların arasında Afganlıların yanı sıra Irak, İran, Sudan, Yemen, Mısır, Pakistan, Bangladeş ve birçok Afrika ülkesinden gelen mülteciler bulunuyor. BM’nin gönderilme taahhüdü altında olmasına karşılık, bunların sayısının azaldığına dair bir emare görülmemektedir.

Dördüncü kategoride;  250 bin dolara gayrimenkul alarak vatandaşlık elde edenler. Ruslar, Araplar, İranlılar, İstanbul'da, Antalya'da, Ege'de evler alıyor, araziler kapatıyorlar. Emlak fiyatlarının hızla artışının sebeplerinden birinin de yabancıların alımları olduğu ifade edilmektedir. Konut fiyatlarının en çok arttığı İstanbul ve Antalya gibi illerimiz, yabancılara gayrimenkul satışının en çok olduğu yerler. Yabancılardan yatırım için istenen meblağ daha önce bir milyon dolardı, ancak döviz sıkıntısı artınca bu rakam düşürüldü. Gerçi şimdi rakamı 400 bin dolara çıkardılar ama hala Türkiye’de vatandaş olmanın bedeli çok ucuz. Döviz gelirlerini arttırmak için vatandaşlığın birkaç yüz bin dolara satılması, konut üzerinden vatandaşlık verilmesi incitici bir durum olduğu gibi hem de ülkenin demografik yapısını değiştiren, sosyolojik ve kültürel sonuçları olan bir vakıadır. 

Dördüncü kategoride; Türkiye’ye “düzensiz göç” çerçevesinde gelip kayıt dışı durumda yaşayanlar var. Düzensiz göç, sınırları izinsiz aşarak veya yasal yollarla gelip yasal çıkış süreleri içerisinde ülkeden ayrılmayan kişileri kapsıyor. Kâğıtsızlar da bu statüyle tanımlanıyor.

Türkiye’deki göçmen sayısı hakkında rakamlar muhtelif. 5-6 milyondan 8-10 milyona kadar çıkıyor. Bir ilçede resmi verilere göre 60 bin gözüken mülteci sayısı, bağımsız araştırmalar sunucu 200 bin olarak tespit ediliyor. Çünkü Göç İdaresi Başkanlığı dışında göçmenlerle ilgili kayıt tutan bir kurum yok. Deklare edilen kayıtlar genellikle şeffaf olmaktan uzak ve tartışmalı olduğu için 7-8 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor ama gerçek rakamın ne olduğunu bilemiyoruz.  İçişleri Bakan Yardımcısı İsmail Çataklı, Türkiye'de yaşayan yabancılarla ilgili yaptığı açıklamada; Türkiye'de; öğrenciler, Antalya'daki yerleşik İngiliz, Alman ve Ruslar, eğitim alan polisler gibi yabancıların da aralarında bulunduğu 5 milyon 500 bin 690 yabancı var. Bunların içine toplam sığınmacı sayısı ise 4 milyon 82 bin 693 imiş. Ülke genelindeki 30 Geri Gönderme Merkezi'nde 80 farklı ülkeden 12 bin yabancı uyruklu varmış.

Mesele Ensar-Muhacir Kalıbıyla İzah Edilemeyecek Bir Meseledir…

Mazluma sahip çıkmak insani ve İslami bir görevdir. Onları kovmak, katillerin kucağına atmak insanlık suçudur, günahtır. Ancak bütün gelenler homojen bir yapıda olmadıkları için, bu farklı statüleri aynı kefede değerlendirmek veya “hicret” kavramını referans göstererek izah etmek meselenin anlaşılmasını zorlaştırdığı gibi çözüm yolunu bulmayı da çetrefilli ve ihtilaflı hale getirmektedir.

Bilhassa konuyu salt "ensar-muhacir" bağlamında ortaya koymak meselenin anlaşılmasında yanıltıcı olmaktadır. Hz. Peygamber(s.a.v) zamanında Müslümanlar kendilerini Mekkeli müşriklerden korumak ve İslam’ı yaymak için hicret ettiler. Oysa bu düzensiz göçün hepsinin nedeni Müslümanların kendi ülkelerinde İslam’ı yaşamalarına veya İslam’ı yaymalarına çıkarılan güçlükler değil. Aksine, bu kitleler İslam düşmanlığı yapan ülkelere göç etmeye çalışıyorlar. Onların çoğunu Türkiye'de tutan faktör AB ile yapılan geri kabul anlaşmasıdır.

Bazen Suriyeli göçmenlerle, Avrupa’daki Türkleri kıyaslamak yanlışlığına da düşülmektedir. Oysa ki, oradaki insanlarımız Türkiye’deki bir iç çatışma nedeniyle oraya sığınmadılar. O ülkelerin resmi talebi üzerine işçi olarak gittiler.  İçlerinde mülteci ve kaçak göçmen olarak vasıflandırılacakların sayısı toplama oranla yok denecek kadar azdır.

Mevcut duruma baktığımızda krizin ağırlaşma istidadı gösterdiğini, meselenin halledilememesi durumunda sosyolojik açıdan ülkemizi derinden etkileyebilecek gelişmelere gebe olduğunu görmekteyiz. Mesele hem insani boyutlarıyla, hem de güvenlik açısından önemli tehditler içermektedir. Bu insanların bir proje çerçevesinde Türkiye'ye yönlendirilip yönlendirilmediği üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.  Mülteci akınlarını, göçmen işgallerini sıfır kayıplı vekâlet savaşlarının bir uzantısı olarak görmek gerekiyor. Emperyalistler güya terörü kaynağında kurutmak amacıyla bu coğrafyadaki dengeleri alt üst ederken esas hedeflerinin terörizmi bitirmek olmadığı, ülkelerin tabii kaynaklarını elde etmek, bölgeyi kaos ortamında bırakarak kendi hegemonyalarını sürdürmek olduğu ortaya çıkmıştır. Sığınmacıların bulunduğu ülkelerde sosyal problemler yaratmak ve bu ülkelerin politikalarını yönlendirmek de hedefleri arasındadır. Emperyalistler artık Tam Spektrumlu Savaş ve Akıllı Güç stratejisi uygulamakta, burada asimetrik savaş, hibrit savaş, siber savaş ve diplomatik oyunlar devreye girmektedir. Pandemi, iklim değişikliği, terör, göç, finans krizlerinin hepsini bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. 

Mülteciler ve sığınmacılar mevzusu sosyal medyada belli gruplar tarafından sürekli kaşınmaktadır. Toplumsal barışı dinamitlemek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. Mültecilerin daha ucuz ücretle çalışarak ülke vatandaşlarının işsiz kalmalarına vesile oldukları, devletin mültecilere toplumun dar gelirli kesimlerine verilenden daha geniş maddi imkânlar sağladığı gibi şikâyetlerle, mahrumiyetler içinde yaşayan toplum kesimleri tahrik edilmektedir. İşini kaybeden, geliri hayat pahalılığı karşısında eriyen insanlarımız sığınmacılar yüzünden aç ve işsiz kaldıklarına inanıyorlar. Bu yüzden mültecilere öfke duyuyorlar.

Sığınmacı meselesi, siyasette, sosyal medyada, sokakta her yerde sürekli köpürtülüyor. Bazı mihraklar sorunu çözmeyi değil daha da büyütmeyi amaçlıyor. Mültecilerle ilgili, toplumdaki dinamikleri kışkırtıcı nitelikteki bazı sahte sözler ve görüntüler, Türkiye’de çekilmediği anlaşılan bazı montaj videolar nedeniyle yapılan sert tartışma ve kavga ortamı ülkeyi germektedir. Bir kısmı silahlı binlerce “mültecinin” herhangi bir müdahaleyle karşılaşmaksızın dağlık bir bölgede yürüdüklerini görüyorsunuz. Yürüdükleri yer Türkiye toprakları mı bilinmez ama görenler öyle olduğuna inandırılıyor. İnsanlar sokakta gördükleri her yabancıyı sığınmacı sansınlar diye Ortadoğulu turistleri göçmenmiş gibi gösteren videolar yayınlanıyor. Rakamlar çarpıtılarak, sokaklara provokatörler salınarak sosyal medya üzerinden kışkırtma yapılmaktadır. Ayrıca yabancılar da kışkırtılıp çatışmaya çekilmek istenmektedir. Dolayısıyla iktidarı ve muhalefetiyle siyasilerin oy hesabı yapmadan bunu görmeleri gerekiyor.  Çünkü köpürttükleri nefret söylemi maalesef meselenin çözümüne hiçbir katkı sunmamakta, toplumda sessiz istila gibi ırkçı söylemlere desteğin sosyal, psikolojik ve siyasal zemini doğmaktadır.

Anlaşılıyor ki, 2023 seçimleri yaklaştıkça haddi aşan söylemler ve eylemler karşımıza çıkacak, mülteci sorunu büyütülmeye devam edilecektir. Ümit Özdağ ile Süleyman Soylu arasındaki sert tartışma bunun işaret fişeğidir. Soylu: “Ben bu adamı adam yerine ve insan yerine koymam… Bu hayvandan aşağı bir adamdır… Esfeli safilindir… Soros çocuğu ve operasyon çocuğudur… İstihbarat elemanı olduğu apaçık bellidir… “ ifadelerini kullanırken, Ümit Özdağ da: “Süleyman, zerre kadar erkeklik onurun varsa, saat 11.00'de beni kapının önünde bekle. Seni yarın İçişleri Bakanlığı'nın önünde bulacağım oğlum. O zaman göreceğiz.  Korkak herif, korkak Süleyman, çık karşıma.” gibi ifadeler kullanmıştır.

Türkiye’nin ‘göçmen sorunu’ üzerinden gerginlik oluşturmaya çalışan bir ekip var. Zafer Partisi’nin sosyal medya hesaplarından paylaşılan materyal incelendiğinde, sosyal psikolojiyi bilen ve milletin sinir uçlarını kaşıyarak yabancı korkusunu yaymayı hedefleyen etki ajanlarının varlığı hissediliyor. Görünen o ki, seçimlere yaklaştıkça, Türkiye'de bu konudaki tartışmalar artacak ve toplumsal parçalanma büyüyecektir.

Batının İkiyüzlü Bencil Tavrı…

Dünyada bu kadar insanın vatansız yersiz yurtsuz kalması Batının sömürgeci politikaları nedeniyledir. AB Türkiye’yi göçmenleri tutan bir tampon ülke olarak görmektedir. Türkiye, sığınmacı yükünü tek başına üstlenmiş; bunun bir insanlık sorunu olduğunu, bu sorumluluğun ve yükümlülüğün paylaşılması gerektiğini sürekli olarak belirtmesine rağmen Batılı ülkeler mülteciler konusunda ayrımcı yaklaşımlar sergilemiş ve sorumluluğu paylaşmamışlardır. Suriyeli sığınmacıların ülkelere dağılımına bakıldığında, dikkat çeken bir tablo söz konusudur. Türkiye’de toplam 3 milyon 738 bin 32 Suriyeli sığınmacı olmasına karşılık,  Almanya 530 bin, İsveç 130 bin, Avusturya 50 bin, Kanada 54 bin, ABD 33 bin Suriyeli sığınmacı kabul etmiş. Macaristan'da, 28 göçmenin ülkeye kabul edilip edilmemesi için referandum yapılmış, referandum sonucu halkın yüzde 86'sı göçmenleri istemediği için bunların alınması da gerçekleşmemişti. Zaten kabul ettiklerini de seçmece olarak belirli kriterlere uyanları alıyorlar.

ABD, Suriye'nin kuzeyinde kurduğu garnizon devletçiği için PKK/PYD terör örgütü eliyle demografik yapıyı değiştirdi, şimdi sığınmacıların ülkelerine dönmelerini istemiyor. Aynı şekilde AB’de fazla sığınmacı kabul etmediği gibi, Türkiye'deki sığınmacıların kendi ülkelerine dönmelerini de istemiyor.  ABD ve AB sığınma hakkını tanıyan uluslararası kanunlara, belgelere ne saygı gösteriyor ne de uyuyorlar.

Türkiye’nin bugüne kadar 500 bin Suriyeliyi gönderdiği güvenli bölgelere şimdi de 1 milyon göçmen daha göndereceğini açıklaması Batılıların işine gelmiyor. Bu politikayı, Türkiye’nin hem Suriye’de ve bölge halkları nezdinde itibarını artıracağı için engellemek, hem de bölgede “kaos” ve “istikrarsızlık” olsun diye istemiyorlar. Atlantik ötesinden,10 bin km uzaktan gelip bölgeye, petrole el koymanın amacını Türkiye görmeliydi. ABD ve AB’nin çok açık olan bu göç projesi oyununa gelmemeliydi. 

Batılı ülkeler göçü kendi topraklarına gelmeden başka ülkede durdurma stratejisini bencil bir şekilde uygulamaya devam etmektedir. Fransa’da aşırı sağcı Le Pen “1 milyon göçmen = 1 milyon işsiz Fransız” sloganıyla büyük bir çıkış yakalamıştı. Hollanda’da ırkçı parti lideri Wilders de ülkesinin yabancılardan arındığında daha özgür ve refah dolu bir cennete dönüşeceği iddiasıyla oylarını artırmıştı. Türkiye ise kendi topraklarını insanlık adına sığınmacılara kapısını açmıştır. Göçü bulunduğu yerde durdurma ve yönetme stratejisini daha sonra uyanarak uygulamaya başlamıştır. Rusya-Ukrayna krizindeki mülteci ayrımcılığı bunların çifte standart anlayışlarını göz önüne seriyor. Ukrayna-Polonya sınırında mahsur kalan üçüncü ülke vatandaşları : 'Bizden başka herkesi aldılar' diyorlar. Sadece Ukraynalı mülteci sorunuyla meşguller. Diğerlerini üzerimize yıkıp aradan çekildiler.

Aslında işin arka planında küresel bir operasyon var gibi gözüküyor. Ne zaman ki Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 milyon Suriyeli sığınmacının güvenli bölgeye taşınacağını, bunun için sekiz aşamalı bir plan hazırlandığını söyledi, ortalık ondan sonra karıştı. Türkiye’nin itibarını artıracak bu plan, hiç birinin işine gelmediği için hem Esed ve PKK/PYD’yi hem de Batılıları rahatsız etti.  Nitekim Süleyman Soylu bu gerçeği TGRT'ye yaptığı açıklamada şu sözlerle dile getirdi: "Bu olayların hepsi bir merkezden yönetiliyor. Batı eksenini AB ve ABD oluşturuyor. Büyükelçilerin içinde olduğu operasyon yapılıyor. AB, Türkiye'nin 'göçmen deposu' olmasını istiyor. Bu teklifi kaç kere getirdiler. Bizim yaptığımız insanlık yetmiyor. Tam tersini istiyorlar. Türkiye'yi daha sonra operasyon yapabilecekleri bir sistemin içerisine düşürmek istiyorlar."

AB İle Yapılan Geri Kabul Anlaşması…

Türkiye ve AB arasında mülteciler ile ilgili 18 Mart 2016 tarihinde yapıldığı iddia edilen bir anlaşmadan söz ediliyor. Ve bu anlaşmanın sonlandırılması gerektiği dile getiriliyor. Bahsi geçen belge, resmi bir anlaşma olmaktan ziyade,  Türkiye üzerinden Avrupa’ya düzensiz göç akışını durdurmayı amaçlayan “AB-Türkiye Bildirisi”(EU- Turkey Statement) başlıklı “mutabakat” şeklinde paylaşılan bir metindi. Kasım 2015’te Türkiye’ye gelen George Soros, 8 Kasım 2015’te WSJ’’ye verdiği röportajda şu mesajları vermişti: “(1)  Sığınmacıların Türkiye’de kalması daha ucuz ve verimli çözümdür. (2)  Avrupa’ya giden mültecileri Türkiye’de durdurmak için işbirliği şart ve başta Almanya Başbakanı Angela Merkel olmak üzere Avrupalı liderler bu işbirliği için istekli.”

İşte bahsedilen bu işbirliği,  Almanya Şansölyesi Angela Merkel, Avrupa Komisyonu Başkanı Claude Juncker ve Hollanda Başbakanı Mark Rutte ile Türkiye tarafından Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun aralarında hazırladıkları bir “mutabakat metni” ile gerçekleştirildi. Buna göre;

·         20 Mart 2016 itibariyle Türkiye’den Yunanistan kontrolündeki adalara geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye’ye iade edilecekti,

·         Yunan adalarından Türkiye’ye iade edilen her Suriye için başka bir Suriyeli AB’ye yeniden yerleştirilecekti,

·         Türkiye ile AB arasındaki düzensiz geçişler sona erdiğinde veya önemli ölçüde azaldıktan sonra, “gönüllü bir insani kabul planı” etkinleştirilecekti,

·         Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına AB sınırları içinde vizesiz dolaşım imkânı sağlamak için yol haritasının yerine getirilmesi, Haziran 2016 sonuna kadar gerçekleşecek biçimde hızlandırılacaktı,

·         AB, Türkiye ile yakın iş birliği içinde, Türkiye’deki mültecilerin ihtiyaçları için başlangıç olarak tahsis edilen 3 milyar Euro’nun ödemesini daha da hızlandıracaktır. Bu kaynakların harcanması tamamlanırken; AB, 2018 sonuna kadar 3 milyar Euro ek finansman için harekete geçirecekti,

·         AB ve Türkiye, gümrük birliğinin yükseltilmesi üzerine devam eden çalışmaları memnuniyetle karşılamaktadır deniliyordu,

·         AB ve Türkiye Suriye içindeki insani koşulları iyileştirmek için çalışacaklardı.

Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım 24 Kasım 2016’da TRT’de gazetecilere;  “Düşünün, Türkiye olmasa ne olacak? Bütün bu Ortadoğu’dan, kargaşanın, savaşın yaşandığı bölgelerden akın akın mülteciler Avrupa’yı istila edecek ve çok büyük bir sorunla yaşamak zorunda kalacaklar. Türkiye buradan bütün bu sorunları, kendi içerisinde yönetebilen bir ülkedir.” diyordu. Yani 5-6 milyon mültecinin Avrupa’yı istila etmek yerine kendi yönettiği ülkeyi istila ediyor olmasını, övünülecek bir politika olarak anlatıyordu.  Bu imzadan sonra olan oldu, Türkiye iki yönlü sığınmacı akınına uğradı. Avrupa’yı “istiladan” koruyup Türkiye’yi bir “göçmen deposu” haline getirerek Avrupa’nın önünde bir “tampon ülke” yaptılar. Bir taraftan Suriye’den Türkiye’ye gelişler devam etti bir taraftan da Türkiye’den Avrupa’ya geçenler Türkiye’ye geri gönderildi. AB ise verdikleri üç beş kuruş Euro dışında anlaşma dedikleri bu mutabakatın hiçbir maddesine uymadı. 2021-2027 AB Bütçesi’ne, Türkiye’deki mültecilere destek için herhangi bir kaynak konmadı. Taahhüdü yerine getirilmeyen bir anlaşma olur mu?

Mültecilerin çoğu son durak olarak Türkiye’yi değil Avrupa’yı görüyorlar ama kendilerine engel olunduğu için Türkiye’de kalıyorlar. Kısacası ortada bir anlaşma falan yok ve her zaman ki gibi Türkiye yine yalnız bırakıldı. Ne vizeler kalktı, ne gümrük birliği anlaşması genişledi, ne de diğer taahhütler yerine getirildi. Bu nedenle hala geri kabul şartlarını yerine getiren Türkiye’yi dünyanın göçmen idare merkezine dönüştüren, anlaşma denilen bu mevkute iptal edilmelidir. Milyonlarca Ukraynalıyı kabul ettiklerine göre demek ki isterlerse Suriyeli, Afgan, Iraklı mültecileri de kabul edebilirler. Etmek istemiyorlarsa mültecileri kimler yerinden ettiyse, bu faciaya kim sebep olduysa gidip onlarla görüşsünler. 

Tutarlı Ve Gerçekçi Bir Çözüm Politikası Üretilemedi…

Türkiye’ye sınırlardan kontrolsüz bir şekilde giren mültecilerin ve sığınmacıları  önü alınmazsa ileride çok tehlikeli yerlere savrulabilme ve çok daha büyük sorunlara dönüşme ihtimali yüksektir. Yasa dışı yollarla Türkiye’ye akın eden kitleleri, açık kapı politikasıyla herhangi bir elemeye tabi tutamadan, suç geçmişlerine bakamadan, göçmenlik haklarının bulunup bulunmadığı önemsenmeden, kimliklerine dikkat etmeden ülkeye doldurmak sosyolojik ve güvenlik açısından tehlikelere gebedir. Kontrolsüz bir şekilde toplumun içine salınmış olan, ikamet izni, çalışma izni ve vatandaşlık verdiğimiz bu insanların ülkelerindeki adli sicillerini biliyor muyuz?  Bunların kaçında silah olduğunu biliyor muyuz? Bunların içine, yarın Türkiye’yi cehenneme çevirecek şekilde eğitilmiş terör unsurları ve istihbarat elemanları sızmış mıdır bilmiyoruz.

Türkiye’ye gelen sığınmacıların bir kısmının Esed ve İran istihbaratı tarafından Türkiye’de karışıklık çıkarmak için gönderilmiş olacağını, zamanı gelince veya fırsat bulurlarsa ortalığı karıştırıp Türkiye’ye zarar vermeye çalışabilecekleri iddiaları var. Kamufle edilerek Türkiye’ye sızdırılmış bu terör unsurlarını umarız devlet kontrol edebiliyordur. Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden iki üç bin kilometre yolu aşarak sınırlarımızı yürüye yürüye geçen,  dikkat çekici sayıdaki 18-30 yaş arası mesleksiz erkek güruhun kitleler halinde gelmesi gerçekten izaha muhtaçtır . İran’ın kaçak göçmen kartını Türkiye’ye karşı kullandığına, yasa dışı yollarla Türkiye’ye girmelerine İran istihbaratı ve PKK’nın yardımcı olduğuna dair iddialar var. Bunların bazı yerlerde asayiş haberlerine konu olmaya başlaması, “Burası Eminönü değil Afganistan önü” gibi tahrik edici ifade kullanmaları,  Kaçak Pakistanlıların, İstanbul'un göbeğinde silah zoruyla insan kaçırıp fidye isteyecek kadar çeteleşmeleri,selfi çekiyoruz” gibi yapıp kadınları fotoğraflayıp Tik-Tok’ta yayınlamaları toplumdaki gerilimi artırmaktadır,

Deniz Ülke Arıboğan, bu paylaşımların yabancı istihbarat birimleri tarafından hazırlanıp sürüme sokulduğunu söylüyor. Şimdiden mülteciler arasında değişik mafyatik faaliyetlerin ortaya çıkmaya başladığını duyuyoruz. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanında sığınmacılar tarafından oluşturulan gettolar  iç çatışmalara, ırkçı, ayrılıkçı kapışmalara zemin hazırlıyor. Belirli bölgelerde kontrolsüz yığılmalar, bu işi çatışma unsuru haline getirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Yabancı düşmanlığına dönük manipülatif faaliyetler ile mülteciler arasında görülen çeteleşme görüntüleri bir patlama sinyali veriyor. Yoğun göçün yol açtığı toplumsal/kültürel çatışmaların tansiyonu her geçen gün yükseliyor. Yeni bir kutuplaşma ekseninin ortaya çıkmaya başladığı, yeni bir fay hattının oluşmaya başladığı,sorunun her geçen gün büyüdüğü görülüyor.

Meselenin sayısal veriler dışında insani, vicdani, siyasi,  ekonomik, güvenlik, demografik, sosyal ve kültürel boyutu var. Karşımızda, kültürleri, siyasi eğilimleri, arzu ve istekleri dikkate alınarak düşünülmesi gereken bir kitle var. Buna ilaveten, bölgesel ve küresel çatışmalardan beslenen bir boyutu var. Böyle karmaşık bir meseleyi “kalsınlar-gitsinler” veya  “ev sahibi-misafir” kolaycılığına sıkıştırarak tartışmak gerçekçi değildir. Kalsınlar diyenlerin de gitsinler diyenlerin de haklı gerekçeleri var. Bunu anlayabilmek önemlidir. “Sığınmacı meselesi” asla Ümit Özdağ gibilerin kafasıyla çözülmez ama bu konuda endişelerini dile getirenlerin de “şucu” “bucu” gibi yaftalaması doğru bir yaklaşım değildir. Bizim kendi gençlerimizin, kendi insanlarımızın da tonlarca sorunu var. Toplumun artan işsizlik, hayat pahalılığı, ağır ekonomik kriz altında bunalımda olduğu bir dönemde insanların hassasiyetlerini dikkate almak gerekiyor. Geniş toplum kesimleri bu sıkıntıların baş sorumlularından biri olarak sığınmacıları görmeye ve öfke duymaya başlamıştır. Sığınmacıların gönderilmesini isteyenleri "ırkçılık", gitmelerine karşı çıkanları ise "hainlik" ile suçlamak meseleyi anlamayı, çözüm üretmeyi engelliyor.  Emperyalizmin göç stratejisini esas almadan sığınmacı dostluğu sergileyen kesim de sığınmacıların sebep değil sonuç olduğunu dikkate almadan işi yabancı düşmanlığına götüren kesim de yanlış içindedir.

Devlet bugüne kadar perakende tedbirlerle işi götürdü. Kapsamlı ve uzun vadeli bir göçmen siyaseti geliştiremedi.   Açık kapı siyasetinin daha fazla göçü teşvik edeceği gerçeği görmezden gelindi. Suriye iç savaşının ilk aylarında ‘sığınmacı sayısının 100 bine çıkması bizim kırmızıçizgimizdir’ diye açıklamalar yapılıyordu. Ama sayıları milyonlarca oldu. “Türkiye yolgeçen hanı değildir” açıklaması olayı çözmedi.

Sadece Suriyeliler değil yedi düvelden akın akın gelmeye başladılar. Afrika ülkelerinden, Orta Asya Cumhuriyetlerinden, Pakistan, Afganistan, Bangladeş, İran, Irak, Filistin, Yemen gibi yerlerden milyonlarca insan akın akın geliyorlar. Türkiye, isteyenin elini kolunu sallayarak girebildiği, başıboş bir ülke görüntüsü veriyor. Sınırlarımız adeta delik deşik olmuş. Yüz binlerce kaçak nasıl giriyor Türkiye'ye? Devletin gücü insan kaçakçılarına ve menfaat karşılığı onlara göz yuman görevlileri durdurmaya yetmiyor mu? Bir mültecinin yardımsız olarak yürüyerek sınırı geçip otostopla şehir merkezlerine varması bu kadar kolay olamaz. Sınırlarda kurulu bir göç düzeninin olduğu anlaşılıyor. Gelirken sağa sola dağıttıkları paranın dönemine göre 3.500 ile 7.000 dolar olduğundan söz ediliyor. Kamyon damperlerinde gelen insanların koşarak kayıtsız kuyutsuz şehirlere dağılması,  bunlarla ilgili bir uyum politikası olmaması,  en kötü işlerde sömürülen bu insanların suç örgütlerinin eline düşmesi kaçınılmaz kılmaktadır. Türkiye’deki göç siyaseti maalesef iyi yönetilemedi. Sayı istiab haddini aştı. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda devletin bir A planı, B planı yok imiş. Diğer taraftan muhalefete bakıyorsunuz belirgin bir hazırlıkları/planları yok. Onlar da siyasi atmosfere göre “göndereceğiz-göndermeyeceğiz” ekseninde dolaşıp duruyor.

Devletin mültecilerin topluma uyum konusunda uzun vadeli bir stratejinin olmadığı görülüyor. Nüfus hedeflerimiz, demografik çeşitliliğimiz ve ekonomik kalkınma planlarımız açısından göçmenlerin hangi bölgelere yerleştirilmesi hususunda kapsamlı planlara sahip olunmadı. İşin bu noktaya geleceği uzmanlar tarafından dile getirildi ama pek kulak asan olmadı. Bu insanların geleceğine ilişkin bir vizyon ve politika üretilmedi. Ne kadarı kalacak, ne kadarı gidecek, kalacak olanların topluma uyum için ne gibi adımlar atılacak tespit edilmedi. Başlangıçtan itibaren belli eğitimler verilerek bu insanlar topluma entegre edilmeye çalışılsaydı bugünkü sıkıntılı durum muhtemelen ortaya çıkmayacaktı. İnsanımızın feraseti nedeniyle sığınmacılar konusu bugüne kadar ciddi bir sosyal krize dönüşmedi ama artık mesele bir devlet politikası çerçevesinde ele alınamadığı takdirde mevcut huzursuzlukların kontrol edilebilmesi giderek zorlaşacaktır.

Türkiye, Mazlumlara Kol Kanat Geren Bir Ülkedir…

Kadim bir merhamet medeniyetine sahip olan Türkiye, ülkesine gelen sığınmacılara insani yardımlar yapmış, onları ağırlamış, onlara istihdam imkanı tanımış, iş ve üretim yapmalarını sağlamış, olağanüstü bir çaba göstermiştir. İmparatorluk geleneğinden gelen Türkiye,  gerek coğrafi konumu gerekse tarihi müktesebatı icabı dışarıdan büyük göçler almış bir ülkedir. Osmanlı’nın dağılışıyla vatansız kalmış, evlerini topraklarını terk etmek zorunda kalmış insanların sığınağı olmuştur. Başta Balkanlar olmak üzere kaybedilen topraklardan ayrılmak zorunda kalan milyonlarca Müslüman, elde kalan son kale Türkiye’ye göç ettiler.  Rusların zulmünden kaçan Kafkasyalı Müslümanlar da buna dâhil. Osmanlı bakiyesi Arnavut, Boşnak, Pomak, Selanikli, Giritli, Kırımlı, Gagavuz, Tatar, Türk, Kürt, Yörük, Arap yüzyıllarca beraber yaşadığımız bir coğrafya burası. Suriyeliler yüzyıl önce Osmanlı tebaasıydı, dedelerimiz aynı ülkenin vatandaşıydı. Sykes-Picot çizgileri ile sınırlar yerleşim yerlerinin ortasından geçirildi, aileleri bölündü, araziler bölündü, ailelerin bazı fertleri, tarlaların bir kısmı sınırın ötesinde kaldı. Şam, Halep, İdlip Osmanlı vilayetleri idi. Çanakkale şehitlerinin kitabelerinde bu bölgelerden gelip şehit olanların isimlerini görebilirsiniz.

Dünyanın birçok yerinden savaş, zulüm ve yoksulluk sebebiyle evlerinden, yurtlarından olan mazlumlara Türkiye her daim kucak açtı. Gelenler, Türkiye tarafından her daim güler yüzle karşılandı. Şimdi Dağıstan'dan gelen Ümit Özdağ,  vatan mahrumu insanlardan şikâyet etmekte, Türkiye'de ırkçılık yapmaktadır. Ümit Özdağ 1 yılda attığı 1677 tweet'in 777'sini Suriyeli ve yabancı düşmanlığına ayırmış. Mültecilere karşı halkı kışkırtan 'Sessiz İstila' isimli provokasyon filmini finanse ettiğini kendisi söylüyor.

Mültecileri Geri Göndermek O Kadar Kolay Mı?

Muhalefet partileri, iki yıl içinde Şam yönetimi ile konuşarak Suriyelileri “gönüllü olarak” davul zurnayla geri göndereceklerini iddia ediyorlar ama belirgin bir plan sunamadıkları için, bu iddia çok inandırıcı ve tatmin edici değil. Muhalefetin iddiası, bayramdan bir gün önce Suriye’de af ilan eden ve gidenlere geri dön çağrısı yapan Esed’e güvenmeye dayanıyor. Ancak Esed 18. kez af ilan etti ama 150.000 siyasi tutukluyu doldurduğu işkencehanelerinden sadece 193 kişi tahliye oldu. Bunlarından da çoğunun sakat kaldığı, nereye ve kime gideceğini dahi bilmeyecek kadar akli dengesini yitirdiği ortaya çıktı. Hatırlarsanız daha önce de sistematik işkence yapılarak ve aç bırakılarak öldürülen 11 bin kişinin cesetlerinin yer aldığı 55 bin fotoğraf ortaya çıkmıştı. En son İngiliz The Guardian gazetesinin yayınladığı video Şam’ın Tedamun semtinde gerçekleşen bir katliamı belgeliyordu. Esed rejimine bağlı bir grup, hazır kazılmış bir çukura gözleri kapatılmış 41 sivil insanı iterek kurşunlamış, sonra da üst üste yığılı cesetlerin üzerine benzin dökerek yakmışlardı.

Esed rejimi kendi halkına karşı kimyasal silah dahil her türlü silahı kullanmaktan çekinmedi.  Yıllar boyunca yerleşim bölgelerine, okullara, hastanelere, halk pazarlarına, fırınların önünde oluşmuş kuyruklara, varil bombaları yağdırdı. Uluslararası Af Örgütü 2021 yılı sonlarında yayımladığı “Ölümüne Dönmek” adlı bir raporunda, Lübnan’dan Suriye’ye dönen bazı ailelerin uğradıkları vahşetten örnekler veriyordu. Kadın ve çocuklara tecavüz, zindanlara atıp işkence etmek ve ortadan kaybetmek gibi çeşitli vahşi uygulamalardı bunlar.

Elinde onca insanın kanı bulunan bu katilin ucube af kararlarına hiçbir Suriyeli güvenmiyor. Sığınmacıların büyük çoğunluğunun,  savaşın ve zulmün hâlâ sürmekte olduğu Suriye’ye geri dönmek niyeti yoktur. Esed kontrolündeki insanların yüzde doksanının açlık sınırı altında olduğunu biliyorlar. Ortada Suriyelilerden bir rahatsızlık olduğu kesin. Ama bu durum, Esed rejimiyle görüşülerek çözülecek bir sorun değil. Suriye’yi cehenneme çeviren Esad rejimi var oldukça bunun mümkün olmadığı görülüyor. O mazlum insanları güvenli, onurlu ve gönüllü bir şekilde ülkelerine geri döndürmek, ancak Suriye’nin hak ve özgürlüğü önem veren bir ülke haline gelmesiyle mümkün olabilir. Esed’ın “ben affettim gelin” demesi yetmiyor. Buradan kuru kuruya “gitsinler” denmekle de mesele çözülmüyor.  Gönüllü gitmelerini teşvik için “size Suriye’de 100 bin briket ev yapacağız” demek de yetmeyecektir. Suriyelilerin ülkesindeki derdi sadece başlarını sokacakları ev bulamamak değildir. İş ve geçim ile ilgili bir yığın sorun onları beklemektedir. Güvenli bölgede oluşturulan briket evlerde yaşamak onlara uzun soluklu bir hayatı garanti kılmıyor. Yarın ne olacağı belli olmayan güvensiz ortam devam ettiği sürece evlerine gitmek istemeyeceklerdir.

Aynı zamanda, bu uluslararası nitelikte bir olaydır. Türkiye'nin taraf olduğu 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi, AİHM içtihatları ve Türkiye'nin iç hukuku gereğince hiç kimse hayatlarının tehdit altında olduğu, zulüm riski altında olduğu yere zorla gönderilemez. Yani gönüllü gidişleri şarttır.  

Demografik Değişim Ve Ekonomiye Etkisi…

BM Mülteci Örgütü'ne göre Türkiye, dünyanın en fazla göçmene ev sahipliği yapan ülke konumuna gelmiştir. Bir ülkenin göçmen deposuna dönüşmüş olması hem demografisini etkiler hem de ekonomisini zora sokar. Türkiye gibi, siyasi kutuplaşma, yüksek enflasyon, yoksulluk, terör, sosyal parçalanma gibi fırtınalarla boğuşan bir ülkenin istiab haddinin üstünde göç alması altından kalkamayacağı bir yük altına sokmuştur.

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de toplam doğurganlık hızı, 2020 yılında 1,76 çocuk olarak gerçekleşti. Bu durum, doğurganlığın nüfusun yenilenme oranı olan 2,10'un altında kaldığını gösteriyor.[1]  Yapılan demografik analizler, 2050’li yıllarda yaşlı nüfus oranımızın yüksek bir seviyede olacağını gösteriyor.   Nüfus artış hızı yüksek olan Suriyelilerin ise aile başına 5,3 üreme hızıyla 2040’ta nüfusumuzun yüzde 13 buçuğunu oluşturacakları, bu doğum hızıyla 2053 yılında Suriyeli nüfusun 35 milyonu bulacağı tahmin edilmektedir. Suriye’den gelen sığınmacıların yüzde 47’si 18 yaşın altındadır. Günde yaklaşık 395 Suriyeli bebek doğuyor. Yani, yılda 145 bin yeni Suriyeli nüfusa ekleniyor. Yabancı kökenlilerin nüfus içindeki payının ülkenin kaderini belirleyecek seviyeye yükselmesini bir milli güvenlik meselesi olarak görmek gerekiyor.

Başta Suriyeliler olmak üzere milyonlarca insan Türkiye’ye gelmesiyle, İstanbul’da göçmen mahalleleri oluştu. Göçmenlerin yoğunlukta olarak yaşadığı Aksaray ve Yusufpaşa, Esenyurt, Fatih gibi bölgeler büyük bir değişime sahne oldu. Kimi sokak Somalilerin, kimi sokak Filistinlilerin yaşadığı bölgeler olarak ayrılmış durumda. Göçmenlerin bu semtlerde açtıkları işyerleri ile büyük bir ekonomi oluşturduklarını görüyoruz. Hatay gibi bazı illerimizde başta Suriyeliler olmak üzere mültecilerin sayısı yerli nüfusu geçmek üzere.

Türkiye’de zaten kırsaldan kente doğru bir iç göç olgusu yaşanıyor. Köyünü toprağını terk eden milyonlarca insan tarımdan koparak kentler yığılıyor. Daha bu problemi halletmeden birde dışarıdan gelen yığınlar ciddi problemlere gebe. Göçmenlerin kayıt dışı çalışmaları ve ucuz iş gücünü kabul etmesi hem devlete hem de yerli çalışana zarar vermektedir. Bir taraftan emek sömürüsü yapılmakta, diğer taraftan yerli yığınlar fabrika önlerinde iş beklemektedir. Özellikle mevsimlik işçi çalıştıran tarım sektöründe yevmiyeler düşmekte, yerel halk tarımdan uzaklaşmakta, halk kesimlerinde oluşturduğu tepki birçok açıdan sosyolojik sorunlar doğurmaktadır. İşsizliğin diz boyu olduğu, orta sınıfın her geçen gün eridiği Türkiye’de, toplumun büyük bir kesimi, mevcut göçmen nüfusu Türkiye’nin kaldıramadığını, soruna el atılmazsa gelecekte çok daha büyük sorunlar ortaya çıkabileceğini, mültecilerin kendi yurtlarına gönderilmesi gerektiğini düşünüyor.

Meselenin birde  ihmal edilmeyecek insani yönleri vardır. Düşük ücretlerle ve kayıtsız/sigortasız çalıştırılan, ucuz işgücü deposu olarak kullanılan sığınmacılar bu çağın modern köleleri mesabesindeler. Karın tokluğuna çalıştırılan, sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılayan bu insanlara sahip çıkılması ve sömürülmelerinin önüne geçilmesi gerekir.

Mültecilerin, bir krizle karşı karşıya olan ekonomimize gerçekte ne kadar yük getirdiğini de tam olarak bilmiyoruz. Kronik enflasyonla başı dertte olan ülkemiz, vatandaşına barınacak yer bulmakta zorlanırken, konut fiyatları ve kiralar almış başını gitmişken, 7-8 milyon sığınmacıya ev sahipliği yapması artık tepkilere yol açıyor. Türkiye’de sığınmacılara karşı negatif bir dalga oluşuyor. Türkiye gibi ekonomisi sıkıntıda olan bir ülkede sığınmacı sayısının nüfusun yüzde 10’una ulaşmış olması ciddi sorundur. Ekonomik sıkıntıların toplumsal öfkeyi körüklediği böylesi zamanlarda, sert söylemlerle kışkırtılan kitlelerin birbirine fiziki müdahalede bulunması tahmin edilmez felaketlere yol açabilir.

Mültecilerin Hepsini Bir Görme Yanlışı…

Her toplumda olduğu gibi, bu kadar milyon yabancı içinde iyisi de kötüsü de her türden insan bulunur; ahlaklısı, çalışkanı, temizi olduğu gibi tacizcisi, hırsızı, sapığı, kavgacısı olabilir. Bir mülteci yanlış bir şey yapınca hepsini birden suçlamak haksızlık olur. Büyük çoğunluğunun yerinden yurdundan edilmiş, yoksul ve çaresiz insanlar olduğunu unutmamak gerekiyor. Bir kısmı ise savaştan ziyade ekonomik gerekçelerle pasaportuyla gelmiş. Bunların çoğu hali vakti yerinde ve Suriye’de yaşanan olaylarda taraf da değiller, Esed’e karşı da değiller. Daha konforlu bir hayat yaşamak için açık kapıyı fırsat bilip gelmişler. Dolayısıyla, savaş ve zulüm nedeniyle vatanından, toprağından, evinden, yurdundan, sevdiklerinden kopmuş, can havliyle sığınmaya gelmiş Suriyeli mazlum ile patronu ayırt etmek gerekir.  Ayrıca, buraya gelmiş, yerleşmiş, bir hayat kurmuş, iş kurup vergi mükellefi olmuş, çocukları okula giden insanlarla hiçbir kaydı olmadan kaçak gelenleri aynı kefeye koymamak gerekiyor.

Batıcı-laikçi takımın  “Ortadoğu ülkesine benzedik” şeklindeki yakınmaları, sokaklarda duydukları Arapça konuşmalardan, gördükleri Arapça levhalardan, kadınların tesettüründen rahatsızlık duymaları, meseleyi insani boyutundan çıkarıp önce Arap karşıtlığına, sonra da Müslüman karşıtlığına dönüştürmektedir. Sözcü gazetesi yazarları ısrarla “İslam ülkelerinden gelen göçmenler “ klişesini kullanmaktadır.  Başka dillerdeki broşür ve tabelalara ses çıkarmayan bu taife, sıra Arapça ’ya gelince tepki gösteriyorlar.

Peki, Ne Yapmalı?

Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin en ciddi sorunlarından biri olarak kalıcı hale gelmekte olan mülteci meselesi, politika malzemesi yapılmayacak kadar mühim bir meseledir. Bu hassas konuya yönelik köklü ve adil bir çözüm kaçınılmaz olmuştur. Oldukça çetrefilli ve çok boyutlu olan bu meselenin çözümü için kamu ve sivil toplum kuruluşların, siyasi partilerin hep beraber müşterek çalışması gerekir. Sığınmacıların geri dönüşü hem iktidarın hem de muhalefetin birlikte sorumluluk üstlenmesi gereken bir konudur. Meselenin partiler üstü bir konu olarak ele alınıp devlet kurumlarının, üniversitelerin, sivil toplumun, entelektüel kamuoyunun ortaklaşa çalışıp bir milli politika geliştirilmesi gerekiyor. Sosyal barışın bozulmaması, toplumsal hassasiyetlerin yabancı istihbarat örgütlerince istismar edilmemesi için çok boyutlu bu sorunun dikkatle ele alınması, ayakları yere basan tutarlı bir politikanın acilen oluşturulması gerekir.

İktidar ve muhalefet cenahı, her ikisi de şunu bilmeli; meseleleri çözmek yerine, oy kaygısıyla sürekli zıt ve ayrıştırıcı söylemlerle toplumu germek ülke adına endişe verici bir durumdur. Bu üslup toplumsal fay hatlarını germekten öte bir işe yaramaz.   Hükümetin planlarında daha gerçekçi ve çözüm odaklı, muhalefetin ise eylem ve söylemlerinde çok daha sorumlu olması gerekiyor. Bugün vatansever olan herkesin sığınmacılığı/göçmenliği toplumsal çatışma zeminine ve popülist siyaset pratiğine taşımak isteyenlerin karşısında durması gerekmektedir. Hem kaos planlarını hem de yabancı düşmanlığını engellemek için bu meseleyi aklı selimle siyaset üstü olarak ele almak zorundayız.

Devlet, ülkemizi bir mülteci kampına çevirmeye çalışan Avrupa ile yaptığı anlaşmaları gözden geçirmelidir. Bu ülkede bulunan mültecilerin sorumluluğu sadece Türkiye’ye ait değildir. Sadece kendi konforunu düşünen Avrupalılar şu anda o kadar rahatlar ki Türkiye’nin onlar için bedavaya hamallık yapmasından son derece memnunlar.

Sığınmacıların dönüşlerini kolaylaştırmaya yönelik projeler geliştirilmesi gerekiyor. Farklı kültürel kodlara sahip bu insanların kalıcı olanları hangi sistemle ve hangi metotla yerleşik kültüre entegre edilecek? Buna ilişkin ayakları yere sağlam basan planlar yapmak gerekiyor. Bunun yanı sıra mültecilerin adres kayıtları, sağlık durumları, dil ve eğitim ihtiyaçları da titizlikle izlenmelidir.

Yapılması gereken, yeni bir göç stratejisi oluşturan, mültecilerin sosyal oryantasyonunu temin eden, entegrasyonunu sağlayan, çıkan sosyal problemlerle mücadele edebilen, uzmanlardan oluşan bir Göç Bakanlığı kurmaktır. İçişleri Bakanlığı’na bağlı alt düzey bir Başkanlığın milyonlarca mülteciyi sevk ve idare etmesi mümkün değildir. Kabul, yerleştirme, eğitim, geri gönderme ve benzeri meselelerde çalışan bir bakanlığa ihtiyacımız vardı.


[1] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Dogum-Istatistikleri-2020-37229

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...