(Umran Dergisi)
Ahvâl ve Şerâit Ne Durumda
Birçok baş ağrıtan sorun ile karşı karşıya olan Türkiye 2023’e doğru ilerlerken gündem hayli yoğun. Ağır ekonomik, toplumsal ve sosyal kriz şartları vatandaşın çilesini büyütürken yönetimin çaresizliği karşısında umutlarını da yitirmeye başlıyorlar. Siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak alt üst olmuş bir sürecin içerisinden geçiyoruz. Beslenme, barınma gibi temel ihtiyaç kalemlerindeki enflasyon dayanılmaz bir hale gelmiştir. Durma noktasına gelen inşaat sektörü nedeniyle konut ihtiyacı had safhadadır. Artık bir konut sahibi olma hayal olduğu gibi kiralar da el yakmaktadır. Kamuoyu araştırmalarında en önemli gündem maddesi ekonomi ve hayat pahalılığı öne çıkıyor. Halkın neredeyse yüzde 75’i Türkiye’nin en önemli gündem maddesi olarak ekonomi, zamlar ve pahalılık ile yoksulluğu söylüyor. İşin ilginç tarafı yine halkın yarısından fazlası muhalefet gelirse Türkiye’yi hükümetten daha kötü yönetir görüşünde.[1]
Eylül 2022 itibarıyla Türkiye’nin durumunu özetlemek gerekirse; uzun zamandır yapılmayan kimi mafya operasyonları gerçekleştirildi. Bu süreçte Sedat Peker’den bu defa twitter üzerinden yeni ifşaat ve açıklamalar gelmeye başladı. Başta İçişleri Bakanı Süleyman Soylu olmak üzere iktidarın önemli isimlerine ulaşan iddialar ortalığı karıştırdı.
Bir yandan sığınmacı gündemi sıcaklığını korumakta, diğer yandan LGBT ve İstanbul Sözleşmesi tartışmaları yeniden alevlendi. İşsizlik, siyasi tartışmalar, yolsuzluk, adaletle ilgili şikâyetler, aile, uyuşturucu, ahlaki dejenerasyon ve Alevilere yönelik provokasyonlar derken ülkedeki siyasi ve toplumsal ortam karmaşık bir görüntü arz ediyor.
Yunanistan ve Suriye’de sıcak gelişmeler de gündemi hayli meşgul eden konular olmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tahran’da katıldığı üçlü zirvenin hemen akabinde Irak’ın Duhok kentinde Zaho ilçesine bağlı Pereh olarak bilinen turistik bir mahalde gerçekleşen saldırıda çoğu turist 9 sivil hayatını kaybetti, 30’dan fazla kişi de yaralandı. Planlı olduğu her açıdan belli olan bu saldırının hemen ardından “Türkiye karşıtı bir karalama kampanyası” başlatıldı.
Suriye’de beklenen askeri harekâtın ise bir yandan İran ve Rusya ile diğer yandan ABD ile pazarlığı yapılmakta, ancak Tahran zirvesinden çıkan sonuca bakıldığında Türkiye’nin istediği sonuçları almadığı görülmektedir. Hükümet daha önceki şahin görünümünden geri adım atmışa benziyor. Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail ile olan ilişkilerinde geri çekildiği gözlemlenmektedir.
Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna'yı, tahıl sevkiyatı anlaşmasını imzalamaya ikna etmeyi başarması, işe öncülük ederek hububat yolunu açması, ülkemizin lider ve stratejik konumda olma özelliğini bir adım daha öne çıkardı. Hem arabulucu hem de süreci kolaylaştırıcı bir şekilde hareket eden Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası sahada oynadığı merkezi rolü, güvenilir bir aktör olarak ortaya çıkmasına vesile oldu.
SİYASET VE 6’LI MASA…
Öyle görülüyor ki, 2023 seçimlerine kadar siyasetin ana gündemi adil bir seçim olup olmayacağı ekseninde cereyan edecektir. DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın “YSK, bu memlekette kanunun dışında iş yaptı. Nasıl güveneceğiz? Şu andaki hükümete de devlet yapısına da YSK’ye de zerre kadar güvenim yok. Maalesef her türlü oyunu oynuyorlar.” açıklamaları üzerinde durulması ve derin derin düşünülmesi gereken bir konudur.[2] Umarız Türkiye normal bir seçim süreci yaşar, seçimin adaleti konusunda yeni tartışmalar çıkmaz.
Hem altılı masa hem de iktidar cenahı dağınıklık görüntüsü veriyor. MHP ile AK Parti inceldiği yerde kopacak bir iplikle birbirlerine bağlılar. MHP’nin AK Parti’ye ne kazandırdığı parti içinde ve partiye oy verenler tarafından sorgulanmaktadır. Birbirleri ile çekişen, zıt fikirler ileri süren, kopma belirtileri gösteren muhalefetin ise ortaya koyduğu bir vizyon yok. Kendi içinde birlik olmayı başaramayan bir muhalefet, ülkeyi ahenk içinde nasıl yönetecektir? Şu ana kadar mutabık kaldıkları tek ortak nokta; parlamenter sistem. Bunun dışında Erdoğan karşıtlığından başka anlaştıkları bir nokta yok. Meclise dahi girecek oy potansiyeli olmayan DEVA, Gelecek ve Saadet Partilerinin bu konuda CHP’ye payanda olmaları hangi pazarlıkların sonucudur insan merak etmektedir. Bu hile rejimine, köle düzenine diyecekleri bir şey duymadık kendilerinden. Topluma umut veren farklı bir siyaset ortaya koyamadılar. Tek hedefleri Erdoğan’dan kurtulmak. Başka bir projelerini duymadık.
Güya Cumhurbaşkanı adaylarını beraber müzakere ederek belirleyeceklerdi ama Kılıçdaroğlu adeta dayatarak sahaya indi bile. Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş gibi partisindeki rakiplerinin önünü kapattı. Meral Akşener ve Buğra Kavuncu Mansur Yavaş ismini öne çıkararak Kılıçdaroğlu’na kapının kapalı olduğunu gösterdiler. Kendi aralarında çekişen Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun da Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı oldukları söyleniyor. Seçimi çantada keklik zan eden bu zevatın HDP’yi memnun edecek bir aday arayışı içinde olduğu anlaşılıyor.
Ülkemiz siyasette, ekonomide, toplumsal hayatta tahammül sınırlarını zorlayacak bir gerilim içindedir. İp koparsa tespih tanelerini toplamak çok zor olacaktır. Artık gerilimin dozunun yeterli olduğunun ve daha fazla işin tadının kaçırılmaması gerektiğinin anlaşılması gerekiyor.
SİYASET - DEVLET - MAFYA…
Mayıs ayı başından bu yana Sedat Peker’in YouTube ve Twitter üzerinden mafya, çete, yolsuzluk, siyaset, devlet, faili meçhul cinayetler, eski-yeni bürokratlar, iş dünyası ekseninde dile getirdiği iddia ve ifşaatlar Türkiye’nin gündemine oturdu. Görünen ve görünmeyen boyutları ile devletin, siyasetin ve mafyanın birbirleriyle etkileşimleri ülkenin gündemini meşgul ediyor. Mafyatik örgütlenmelerin “derin devletle” ve devlet kurumlarıyla irtibatlı olarak, silah ve şiddeti esas alan faaliyetleri hiç bitmedi bu ülkede.
Aslında Türkiye’de mafya devletin içinde hayat bulmuş denilebilir. Derin devletin, legal alanda mücadele edemediği, kabullenemediği, şeffaflık içinde çözemediği sorunları pas ettiği yapının adıdır mafya. Derin devletin sokakta yapamadığı, elini kirletmek istemediği ihale, korkutma, sindirme, yok etme gibi işlerini mafya yapıyor. Öteden beri devlet, şeffaf alanda mücadele edemediği durumları buraya havale ediyor. Meselâ uyuşturucu tekeli bunlar vasıtasıyla devletin eline geçiyor.
Mafya, Türkiye’nin siyasal hayatına paralel olarak, nerede durması gerektiğini bilip seçmekte, durduğu yere göre siyasallaşabilmektedir. İttifakın bir ortağı “benim yol arkadaşım” dediği bir mafya liderini hapishanede ziyaret edebilmekte, erken tahliyesini sağlayabilmektedir. Başka bir mafya lideri seçim kampanyaları sırasında iktidardaki bir parti adına mitingler düzenleyebilmektedir. Siyasi destek yoksa mafyanın var olması mümkün değildir. Soruşturma ve kovuşturma gibi durumlarda devlet içinde kendilerini kollayan, kendilerini sağlama alan alanları siyasi desteklerle sağlıyorlar. Siyasi ilişkiler üzerinden yargıyı esir alıyor, bürokrasi, emniyet üzerinden kendilerini var ediyorlar.
Türkiye’deki siyaseti, toplumsal hassasiyetleri şekillendiren geçmişteki faili meçhuller üzerinden kaç yıl geçti, onlarla ilgili bir adım atılmadı. 1990’larda güneydoğuda vuku bulan faili meçhul cinayetler için AK Parti iktidarının ilk döneminde birçok dava dosyası açıldı. Dosyalarda isimleri geçen faillerin neredeyse tamamı beraat etti. Hiçbir yol alınamadı. Faili meçhuller ortaya çıkmadığı sürece, derin devlet temizlenmediği sürece, mafyaya olan ihtiyaç ortadan kalkmadan derin devletin bir ayağı olan mafyadan kurtulmak mümkün olmayacaktır. Sorunu çözmediğiniz, geçmişle hesaplaşmadığınız sürece o sorun üzerinden beslenen yapılar devam edecektir. Epey kirlenmiş bir durum var. Kusup bağırsakları temizleme gibi bir döneme ihtiyaç var ama konuşması gerekenler konuşmuyor. Kimin kiminle nasıl iş tuttuğunu, düşman görünenlerin nasıl ortak hareket ettiklerini, insanların nasıl öldürüldüğünü, tehdit edildiğini anlamak belki Susurluk ile mümkün olacaktı ama onunda üstü örtüldü. Cemil Çiçek Bey’in yakın zamanda ifade ettiği gibi 15 Temmuzun dahi açıklanmaya muhtaç birçok karanlık noktası var. Görünen o ki Türkiye’nin hukuki, siyasi ve toplumsal dinamikleri iktidara kim gelirse gelsin bu sarmalı aşmaya yetmiyor.
ALEVİ MESELESİ…
Seçim yaklaştıkça “Alevilik” ve “Aleviler” Türkiye gündemin ilk sırasına yerleşecek gibi görünüyor. Seçim sürecinde bu türden provokasyonların devam edebileceği düşünülerek hazırlıklı olmak gerekiyor. Her meselede olduğu gibi Alevi meselesi de ülkemizde kamplaşma ve çatışma zeminlerinin bir aracı olmuş, siyasi karşıtlığa meze yapılmıştır. İslam dinine bağlı olan özünden koparılarak solculuk, Kemalizm gibi zeminlere çekilerek İslami figür ve ritüellere karşıt bir konuma oturtulmaya çalışılmıştır. Bunun temelinde, yüzyılların getirdiği asimilasyon, yabancılaşma ve korkuların zemin hazırlamasının yanında bazı kötü niyetli örgütlerin ‘Ali’siz Alevilik’ dayatması da yatmaktadır. Günümüzde ise başta Almanya olmak üzere dış aktörler meseleyi kaşımaktadır. Aleviliği İslam dışı, farklı din ve inanç olarak göstermeye dönük çabaları ülkemizin iç barışı açısından ciddi tehdit ve tehlikeler içermektedir. Diğer taraftan, İran’ın son yıllarda artan etkisini de göz ardı etmemek gerekiyor. Türkiye'nin; bölgesel ve küresel bir güç olma potansiyeli, emperyalistlerin korkulu rüyasıdır. Bu nedenle her vesile ile Türkiye’nin başına çorap örme planları yapıyorlar.
Alevilerde devletten ve kamusal alandan dışlanma biçiminde bir algı hakimdir. Ancak 28 Şubat’ta bilhassa ordu içindeki etkin rolleri (Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun, “Bura İran da olmaz, Arabistan da... Ama biz de size Suriye yaptırmayız." sözünü unutmayalım. ) ve Sünnilere olan nefret ve başörtüsü nedeniyle yapılan zulümler düşünüldüğünde, Alevilere “kamusal alanın” kapandığı yönündeki algı biraz havada kalmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan Muharrem orucunun 10. gününde Hüseyin Gazi Cemevi’ni ziyaret ederek iftara katıldı. Devlet Cem evlerini dolaşarak taleplerini topluyor ve sırasıyla talepleri yerine getiriyor. Devlet tarafından 8 cem evinin inşası yapılıyor. Dedelere maaş bağlanması ve Cem evlerinin elektrik ve su giderlerinin kamu bütçesi tarafından karşılanması gündemde.
Birçok talebin yansıra Alevi vatandaşlar genellikle şu iki meseleyi öne çıkartmaktadırlar. Cem evleri ve zorunlu din dersleri. Resmi rakamlara göre sayıları 1.300, gayri resmi rakamlara göre 2.000 dolayında faaliyet gösteren mevcut cem evinin varlığı meselenin pratikte hal edildiğini göstermektedir. İşin hukuki boyutunda cem evlerinin ibadethane mi yoksa inanç ve kültür merkezi olarak mı tanımlanacağı tartışması kalmıştır. Burada da Alevi örgütleri samimi değildir. Çünkü Cem evi diye tanımlanan yerler Alevilerin eski adıyla tekke ve dergâhlarıdır. Alevi örgütleri bu tanımlamayı yaparak Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun getirdiği düzenlemelere karşı çıkamama, dolayısıyla Cumhuriyet’le bu konuda hesaplaşmaktan uzak durma tercihini yapmaktadırlar. Eğer samimi olunacaksa Cem evini Cami’nin alternatifi olarak ibadethane gibi göstermek yerine, herkesin inancını özgürce yaşayacağı, bütün tarikat ve cemaatlerin bir başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği, inanç özgürlüğü temelinde belirlenen çerçevede sistemin düzenlendiği bir anayasal ve hukuksal düzeni savunmaları gerekirdi.[3]
12 Eylül Anayasası ile düzenlenmiş olan zorunlu din deri konusu, Alevilerin hem iç hukukta verilen hak ihlali kararlarına gerekse AİHM nezdinde açmış olduğu davalara ve bu konuda iç hukukta düzenleme yapılması gerektiği şeklindeki kararlara rağmen çözüme kavuşturulamamıştır. Ayrıca müsterih olsunlar Sünni kesimin çocukları da bu derslerin bir hayrını görmemişlerdir. İşe yarasaydı bugünkü nesil böyle olmazdı. Bu çocuklar uzaydan gelmedi ya.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretlerinin hemen öncesinde Ankara’da üç cemevine aniden aynı gün saldırılar yapıldı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, saldırılar için “planlı provokasyon” ve “eski Türkiye’nin ayak izlerine rastlanılmıştır.” dedi. Eylemlerin devlet içindeki dip akıntıların arasındaki çatışmalardan da kaynaklanabileceği söyleniyor. Saldırıların Sedat Peker’in açıklamalarından sonra gelmesi devlet içinde bir gerilim olduğunu düşündürüyor. Bu gerilimi artırmak için Alevilik, Kürt meselesi, ekonomik kriz gibi toplumun fay hatları kaşınıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin büyük bir kavgayı tetiklediği anlaşılıyor.
OKULLAR AÇILIRKEN…
İlk ve orta öğretimde 18 milyon çocuğumuz okullara koşacak. ÖSYM Sınav sonuçları açıklandı. On binlerce genç üniversiteli oldu. Umarız geleceklerini bu ülkede göremeyen gençlerimiz, bugün olduğu gibi mezun olur olmaz yaşadıkları topraklardan koşarak uzaklaşmak istemezler. Bir ülkenin eğitim sistemi, en önemli varlığı olan çocuklarına ruh vermek, ideal, kişilik ve ahlâk kazandırmakla yükümlüdür. Eğitim ve kültür, terörden de, ekonomik krizden de daha önemli bir meseledir. Ne yazık ki, bizim eğitim sistemimiz, kendi medeniyet iddialarımız, ruhumuz ve dinamiklerimiz ekseninde işlemiyor.
Çocuklarımızı geleceğe hazırlamaktan, onların rüyalarını, hayallerini gerçekleştirmekten uzak olan eğitim sistemimiz umut vermiyor. Kemalist tekelci eğitim neredeyse 100 yıldır şuursuz, fikirsiz, mefkûresiz, ezberci, tek tip, robotlaşmış bir insan tipi yetiştirdi. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi Batı’ya endeksli bir modernleşmeyi esas aldığı için eğitim sistemi pozitivizm ekseninde şekillendirildi. Pozitivizm üzerine inşa edilen eğitim sisteminin amacı tek tip bir insan ve seküler bir toplum inşa etmekti. Pozitivist/seküler eğitim sistemi, çocuklarımızın zihnini, ruhunu ve aklını körleştirip yok etmiştir.
Müstemlekeci kafaların işgali altındaki eğitim sistemi kültür, sanat ve fikir hayatımızı tarumar etmiş, bu ülkenin çocuklarının zihnini felç etmiştir. Batılı değerlerin misyonerliğini yapan eğitim sistemi kendi değerlerimize yabancılaşmış, kimliksiz, ruhsuz, düşünce melekelerini kaybetmiş, gözü dışarıda, iki arada bir derede kalmış nesiller yetiştirmeye devam etmektedir. Bencil, kariyerperest, başarının kölesi hâline gelmiş test canavarı, uyuşturucu müptelası, ateizmimin, deizmin kucağına itilmiş, mankurtlaşmış bir nesil ile karşı karşıyayız.
ÖSYM’nin yaptığı şaibeli sınavlar, KPSS’nin seçme ve yerleştirmedeki kusurları, mülakatlarda yaşanan adaletsizlikler, eğitim sistemi ve akademik ölçme ve yerleştirme şeklinin adil bir yarışma zemininden ne kadar uzak olduğunu gözler önüne sermektedir. Anketler neredeyse gençliğin yüzde 75’inin yurtdışında yaşamak istediğini gösteriyor. İyi bir hayat kurmak için ülkelerine inanmıyorlar, güvenmiyorlar.
Geri ödemesi vergi dairelerince takip edilen 1 milyon 295 bin gencimizin öğrenim kredisi sorunu var. Okulundan mezun olan gençlerimiz bir taraftan iş bulma mücadelesi verirken, diğer taraftan da bu borç yükünü sırtlamak zorunda kalıyorlar. Birçoğu ailesinin desteğiyle veya çeşitli işlerde çalışıp ekonomik şartlarını zorlayarak enflasyon farkı ve faiz tutarları dahil KYK borçlarının üç katını ödediler. Enflasyonun müsebbibi olmayan işsiz bir genç diyor ki, "30.000 lira olarak aldığım kredi 76.000 lira olarak benden geri isteniyor. Bu borcu nasıl ödememizi bekliyorlar gerçekten anlamıyorum" diyor. Üniversite okumak için zaruri ihtiyaçlarına dahi yetmeyen bir kredi almış, mezun olunca iş bulamamış, aldığı üç kuruş krediyi katlarcasına geri ödemeye zorlanmış genç nasıl güven duysun. Borcunu ödeyemeyen 400 bin kişi icralık olmuş, 300 bin kişi hakkında e-haciz işlemi başlatılmıştı. Allah’tan şu seçim atmosferinde muhalefetin baskısıyla hükümet olaya el attı ve "Gençlerimizi faize ve enflasyona kurban etmeyiz" diyerek tedbir aldılar. Ama bugüne kadar bu borcu faiziyle ödeyenler ne oldu bilmiyoruz. Bir de insanlar haklı olarak soruyor; “Madem çözümü vardı neden yıllardır gençlerin yüksek faiz ve borç batağının içinde yaşamasına izin verdiniz?”
İçinde bulunduğumuz yaz sezonunda televizyonlarda gösterimde olan üç adet
okul dizisi okullarımızın ne denli korunaksız, çocuklarımızın ne denli sahipsiz
olduğunu gösteriyor. Eğer okulların durumu böyle ise çocuklarımızı kaybediyoruz
demektir. Şayet eğitim sistemi kendi kültür ve medeniyet değerlerimiz
istikametinde yeniden inşa edilmezse gelen nesil elimizden kayıp gidecektir.
Eğitim sistemi insanımızın kalitesini artırmak, toplumsal bünyemizi sağlamlaştıracak tedbirleri almak zorundadır. Son iki yüz yıldır Batı güdümlü hain eller ülkeyi işgal etmek için düzenli ordularla değil maşalarla çalışıyorlar, gizli ve örtülü bir şekilde planlar yapıyor, eğitim yoluyla kimliksizleştirme, medya yoluyla ahlaki yozlaşma ihanetini yapıyorlar.
Temelinde metazori benimsetme, şartlandırma ve kuru bilgi vermek olan bu kopyacı, taklitçi, ezberci sistemin tezgâhından geçen gençler hipnotize edilmişçesine istenilen yöne kolayca yönlendirilebilmektedir. Mevcut eğitim ve okul yapısının zihni köleleştirmeden öte bir işe yaramadığını görüyoruz. “Edep” ve “İrfan’ı” esas alan, “insân-ı kâmil” yetiştirmeyi hedef alan gerçek bir “kişilik eğitimi” veren kendi kültür ve medeniyetimizden beslenen bir müfredat gerekiyor. Eğitimi yapboz tahtasına çeviren Milli Eğitim reformlarından bir hayır gelmediğini, eğitim sistemini koca bir hiçe dönüştürdüğünü gördük. Türk ulusçuluğunu bir din gibi dayatan bu cahili eğitimden ve devleti kutsal sayan bu ulusalcı kirlilikten arınmak gerekiyor. Kürt sorununu da önce üreten sonra da çözümsüzlüğe iten, faili meçhulleri yargısız infazları yapan “derin” çetelerin oluşumuna uygun atmosferi oluşturan, üretilen seküler ve kavmiyetçi kutsallar adına her türlü katliamı yapabilecek hastalıklı ruh yapısını besleyen ideolojik, ulusalcı eğitim sisteminin değiştirilmesi ve özgürleştirilmesi gerekmektedir.
2012 yılından itibaren orta kısımlarının da açılması ile sayıları ve konforu hızla artan İmam-Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde sunulan din eğitiminin niteliğinin ne düzeyde olduğu merak konusudur. Yapılan araştırmalar bu okullardaki öğrencilerin hedefleri ile ailelerinin beklentilerinin birbiriyle çok da örtüşmediğini göstermektedir. Ailelerin bu okullara güven duygusuna karşılık çocukların gelecek kaygısı yaşadıkları müşahede edilmiştir. Fiziki manada üst seviye imkânlara sahip olan bu okullarda, günümüz insanının ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda, ruh köklerimize uygun bir eğitim verilmediği dile getirilmektedir.
Önce kendimize has eğitim modeli ve sistemini inşa etmek gerekiyor ama bu tümüyle bir sistem sorunudur. Çünkü yapısal olarak eşitsizliklerin ağır bastığı bir toplumda eğitim sisteminin adil şartlar sunması beklenemez. Batı’dan alınıp bünyemize bir kurt gibi sokulmuş, bilim diye sunulan pozitivist, materyalist anlayışın zihinleri şekillendirmesine karşı, büyük bir zihniyet inkılâbına ihtiyaç vardır.
ÇÖKMEKTE OLAN ÇÜRÜMÜŞ SİSTEM…
Herkesin suçu karşısındakine yıktığı bir durumla karşı karşıyayız. Gidişat iyi bir gidişat değil. Geleceği görmek için kehanete de keramete de ihtiyaç yok. Gerçekler akıl ve vicdan sahibi herkesin göreceği kadar apaçık ortadadır. İktidarın değişmesi ülkemizin daha iyi bir ülke haline gelmesinin garantisi değil. Türkiye’de siyaset kutuplaştırma stratejisi üzerinden seçmen konsolidasyonu peşindedir. Bu kısır ayak oyunları ile sıkışmış siyasi sistemin Türkiye’yi bir yere götüremeyeceği açıktır. Türkiye bütün birikimleri eriyip gitmiş bir ülke olarak sadece ekonomik değil, her yönüyle bir yoksunluk ve yoksulluk hali yaşamaktadır. Türkiye’de hane halkının, firmaların ve devletin ciddi bir borç yükü vardı. Borca dayalı bu iktisadi sistemde, kapitali olanlar faiz gelirleriyle sürekli büyürken gelir dağılımındaki adaletsizlik her geçen gün daha da artmaktadır. Bu yönüyle yoğun bir toplumsal ve insani kriz bizi beklemektedir.
Bizim mahallenin çocukları bazı güzel şeyler yaptı diye kötülükleri dile getiremeyecek miyiz? Haksızlıkları, çirkinlikleri dile getirmek niçin bazı arkadaşları rahatsız ediyor. Haksızlık karşısında susan “Dilsiz Şeytan” değil midir? Yapılan iyi icraatlar zaten olması gereken, yapılması gereken güzelliklerdi. Sadece bunları dile getirerek bir yere varamayız. Genel gidişata bakmak gerekiyor. Güzellikler mi çoğalıyor kötülükler mi artıyor?
Her daim ısrarla işaret ettiğimiz gibi mesele şu şahıs bu parti meselesi değildir. İlle de sistem meselesidir. Türkiye’nin kendi özünden neşet etmiş yeni bir dile, yeni bir zihine, yeni bir anlayışa ihtiyacı vardır. Cumhurbaşkanı adayı kim olursa olsun bu kokuşmuş sistem devam ettiği sürece Türkiye felaha eremeyecektir. Bütün rezervlerini tüketmiş ve çökmüş olan sistemi bütün yönleriyle tartışmamız ve ona göre daha kapsayıcı, daha kuşatıcı çözümler üretmemiz gerekmektedir. Topluma yeni bir hayat, yeni bir dünya, yeni bir dil, yeni bir anlayış, yeni bir coşku ve umut verecek bir kurtuluş reçetesi sunmak gerekmektedir.
Mesele, sorumluluğu kişi ve partiye havale etme boyutunu çoktan aşmış, bizlerin İslami, insani ve tarihsel sorumluluklarımızı ilgilendiren bir duruma gelmiştir. Bize dayatılan bu sistem Allah’ın da Resulünün de razı olacağı bir sistem değildir. Eğer çocuklarımızın bu köleler ve efendiler dünyasında yaşamasını istemiyorsak, kendi inancımızdan, kendi değerlerimizden kaynaklanan kendi modellerimizi topluma sunmak mecburiyetindeyiz. İnsanoğlunun hakkını hukukunu koruyacak, herkesin mutlu olduğu bir modeli, bir hayat tarzını ortaya koymamız gerekmektedir.
Geleceğimizi düzen politikacılarının insafına ve kısa vadeli iktidar
heveslerin terk edemeyiz. Uzun vadeli düşünmek, birikimli, onurlu, kimlikli,
sabırlı ve teşkilatlı olmamız gerekmektedir. Çözüm medeniyet projemizin ve
iddiamızın olması ve onu gerçekleştirmek için çalışmamızda yatıyor.
Böyle bir mücadeleye var mıyız yok muyuz? Bütün mesele bu sorunun cevabında yatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder