1 Aralık 2025 Pazartesi

AFRİKA KÜRESEL REKABETİN YENİ SAHNESİ

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Aralık 2025-376. Sayı

Afrikalı bir çocuğun şu şiiri 2005’te dünyanın en iyi şiiri seçilmiş:

 

“Doğduğumda siyahtım,

Büyürken siyahtım

Güneşe çıktığımda siyahtım,

Korkunca siyahtım,

Hastayken siyahtım,

Öldüğümde hâlâ siyahım...

Ve sen beyaz çocuk,

Doğduğunda pembesin,

Büyürken beyazsın,

Güneşe çıktığında kırmızı,

Üşüdüğünde mor,

Korktuğunda sarı,

Hastayken yeşil,

Öldüğünde de grisin,

Sen şimdi bana renkli mi diyorsun?”

 

Afrika ten renginden dolayı ayrımcılığa en çok uğrayan, ikinci sınıf muamelesi gören, hor görülen insanların ülkesidir. Yüzyılları aşkın bir süre ırkçılık, ayrımcılık sorunu ile karşı karşıya kalmış, akıl almaz insanlık dışı muamelelere tabi tutulmuştur. Avrupalılar, Afrika kaynaklarını kontrol etme ve sömürme çabalarını haklı çıkarmak için Afrika’ya “karanlık kıta” adını verdiler. Olumsuzluk çağrıştıran bu ifade ve siyah renk, Afrika’nın zengin tarihini ve kültürel çeşitliliğini göz ardı ederek onu bilinmeyen ilkel bir yer olarak tasvir etmek için kullanıldı. Afrika kıtasının tarihi, diğer kıtalardan farklı olarak, yerli halkların hayatlarını kökten değiştiren ve gelecekteki gelişimlerinin seyrini belirleyen felaketlerle doludur.

Sömürgecilik, Direnişler ve Problemler

Haritalar bile güç ve egemenlik ideolojisi tarafından eğitim, medya ve politika alanlarında yanıltıcı bir araç olarak kullanılıyor. 16. yüzyıldan bu yana yaygın şekilde kullanılan Mercator haritası gerçeğe aykırı bir şekilde Avrupa ve ABD’yi olduğundan büyük gösterirken Afrika’yı daha küçük gösteriyor. Hâlbuki Kuzey Amerika 27 milyon 710 bin kilometrekare olmasına karşılık Afrika kıtası 30 milyon 370 bin kilometrekaredir. Harita üzerinde bile psikolojik bir savaş verilmekte ve insanlar hâlâ aldatılarak yanlış yönlendirilmektedir. Bu yanlışlığa itiraz eden Afrika Birliği (AfB), şimdi kıtaların boyutlarını gerçeğe aykırı şekilde gösteren Mercator haritasının değiştirilerek, yerine daha adil olan Equal Earth (Eşit Dünya) haritasının kullanılmasını istiyor.

Batılı ülkeler yüzyıllar önce de Afrika’ya silah zoruyla girip mahvettikleri topraklarda yoksulluk inşa ederek insanları köleleştirdiler. Afrikalılar, kendilerinden çalınan doğal kaynaklardan mahrum bırakıldıkları için yoksul hayat şartlarında yaşamaya maruz bırakıldılar. 17. yüzyıldan itibaren bölge üzerinde sömürgecilik faaliyetlerine başlayan Batılılar, kıtada silah zoruyla yaptıkları zulümler ve sindirme operasyonları ile Afrika topraklarını sömürerek siyah adamı kendilerine köle yaptılar. Beyaz adam üç asırdır kapitalizmin kaynak ve emek deposu olarak kullanıp tükettiği Afrika’yı yeniden bölüşme peşinde koşarak her türlü oyunu oynamaya devam etmektedir.

Sömürgeciler üstün silahları ellerinde bulundurdukları ve teknolojik seviyeleri ileri olduğu için, ‘medeniyeti ilerletmek’ adına Afrikalıların kaynaklarını sömürme hakkına sahip olduklarına inanıyorlardı. Afrikalıları, boyun eğmesi gereken ve yalnızca beyazlara hizmet etmekle görevli insanlar gördüler. Bu kıtaya 19. yüzyıla kadar kölelik hâkim olmuş, köleliğin yasaklanmasının ardından da apartheid rejimlerin uygulamalarına maruz kalmıştır. Yeni bir sömürge ve kölelik sistemi kurmak için 1885 senesinde imzalanan Berlin Antlaşması ile birlikte Afrika’nın yabancı güçler tarafından koloni sistemi ile paylaşılması ve kıtayı ‘medenileştirme’ adı altında sömürgeleştirilmesi süreci başlamıştır.

Berlin Konferansı kıtayı her ülke için etki alanlarına bölmüştü. 19. yüzyılın sonlarında her Avrupa ülkesi, kıtanın yer altı ve yer üstü kaynaklarını ele geçirmek için bir Afrika parçasını işgale girişmiştir. Amerika kıtasında ihtiyaç kalmadığı için geri gönderilen Afrika kökenlilerin kurduğu Liberya devleti hariç tutulursa, Afrika kıtasında sömürgeleştirilemeyen tek ülke Etiyopya’dır.

1910-1975 arasındaki bağımsızlık kazanımlarına rağmen sömürge mirasından kaynaklı sorunlar, aşırı fakirlik, ulus devlet anlayışının gerçekleşememesi, hükûmetlerin toplum çıkarlarına göre hareket etmemesi, iyi bir yönetim kurulamaması sömürgeci güçlerin bıraktıkları siyasi alanın sürmesine sebep olmuştur. Sömürgecilik öncesindeki sınırlar, sömürgecilikle birlikte tamamen kaldırılarak yeni haritalar oluşturuldu. Bağımsızlık sürecinde birkaç ülke hariç adeta “çekirdek aile” gibi “çekirdek ülkeler” kuruldu. Kendi içinde bağımsız bir ülke görünümü ama geçmişle bağları kopmuş, genelde eski sömürge devletine istemese de kendini bağımlı hissetmek zorunda kalmış devletçikler ortaya çıktı.[1] Tarihsel toplum yapılanmaları önemsenmeden sınırların yapay şekilde belirlenmesi, kurulan her devletin aralarında uyuşmazlık bulunan çok sayıda etnik unsuru barındırması, kıtada yaşanan iç ve dış çatışmalara yol açmıştır.

Batılılar, sömürgeleştirdikleri ülkelerde bir etnik grubu diğerlerine tercih edip destekleyerek etnik rekabeti kızıştırdılar. Afrika’nın kaynaklarını yağmalamaya devam edebilmek için bu ülkelerde etnik gerilimleri kaşıyarak, kabile ve ülkeleri birbirine düşürerek hem savaşları kışkırttılar hem buraları daha kolay yönettiler. Afrika, yine Afrikalılar kullanılarak ele geçirildi. Karnını zor doyuran çocuklar bu ülkelerde çocukluğunu bile yaşayamadan savaşların ön cephesine sürülüyordu. İnsanlar yaşatılan bu kaosta birbiriyle uğraşırken emperyalistler, uranyum, altın, elmas gibi kıymetli ne varsa alıp götürüyorlardı.

Etnik rekabetler, Ruanda’da, Sudan’da yüz binlerce kişinin öldüğü ve milyonlarca kişinin mülteciye dönüştüğü soykırım ve iç savaşlara yol açtı. Fransa, Ruanda’da, katliamı önlemek yerine, katliam için gerekli ortamı sağlayarak 800 binden fazla Tutsi’nin katledilmesine ortam hazırladı. Mitterrand’ın, 1998 yılında Le Figaro gazetesine verdiği bir demeçte “Bu tür Afrika ülkelerinde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil!” demesi, bunların nasıl bir zalim olduklarını göstermektedir. Fransa, Afrika’daki katliamların en büyük müsebbiplerinden biridir. Cezayir’de 132 yıllık Fransız işgali sırasında 2 milyona yakın insan katledilmiştir.[2] Gabon, Senegal, Benin, Tunus, Gine, Burkina Faso, Çad, Kamerun ve Cibuti gibi Afrika ülkelerinde, yüzbinlerce insan katledilmiştir. Fransa gittiği hiçbir yere huzur götürmemiş,  kargaşa ve birbirine düşürme oyunlarıyla sömürdüğü bölgeleri kontrol altında tutmuştur. Kaddafi ile anlaşıp ondan para aldıktan sonra Libya’yı kalleşçe bombalayan da Fransa’dır.

Etnik toplumların mensuplarını sömürge ordusuna dâhil ederek yerel unsurları kendilerine yardım eder hâle getirdiler. Nijerya’da, İngilizlerin 4 bin askeri dışındaki kuvvetleri Afrikalıydı. Dekolonizasyon döneminde, bu askerler sık sık darbeler yaptılar ve ülkelerinin seçilmiş sivil hükûmetlerini görevden aldılar. Sömürgeci ülkelerin, ne yapılırsa yapılsın yenilemeyeceğine dair “öğrenilmiş çaresizlik”, zaten herhangi bir karşı koymanın önündeki en büyük engeldi. Böylelikle birkaç bin kişilik güç ile organize olamamış milyonları kolayca kontrol altında tutulabiliyordu.

Sömürgecilik sonrası dönemde bağımsızlıkları verilen yeni devletlerde, işbaşına getirilen beyazlarca devşirilmiş sömürge aydınları Batı’nın çıkar ilişkilerinin devamını sağladılar. Eski sömürgeci güçler kendilerine bağlı kalacak kadroları, idari, kültürel ve ekonomik yapılanmaları oluşturduktan sonra ellerindeki bölgeleri bırakmışlardı. Sömürgeciler, her daim yozlaşmış yeni liderler yetiştirdiler. Bunları kendi adlarına çalışmak ve diğer Afrikalıları boyun eğdirmek için kullandılar. Ülkelerinin ulusal kaynaklarını sömürgecilere peşkeş çeken ve bağımsız bir ekonomik yapı inşa etmesine sürekli ayak bağı olan devşirme yöneticilerin seçimle iş başına gelmeleri de gidişatı değiştirmeye yetmedi. Bu süreçte yolsuzluğa batmış, adaletsiz dikta yönetimleri beyaz efendilerin desteği olmadan iktidarlarını sürdürmelerinin mümkün olmadığına inandırıldıkları için, sadece kendi çıkarını düşünen, gelenek ve kültürleri aşağılayan yeni bir nesil yetiştirilmeye çalışıldı.

Ülkelerin kaynakları Batılı şirketlere yok pahasına pazarlanırken yetenekli insan malzemesi de Batı’da ucuz iş gücü olarak değerlendirildi. Geride kalan milyonlar ise bu fakirlik ve adaletsiz gelir dağılımının açlığa mahkûm ettiği yığınlar olarak kaderlerine terk edildi. Sömürgeciler arkalarında etnik çatışmaların, yozlaşmış diktatörlüklerin, dinî çekişmelerin, savaşların ve kıtlığın kol gezdiği bir felaket kıtası bıraktılar. Dünyanın en fakir ülkelerinin bu kıtada yer alması büyük oranda bu sebeptendir.

Afrika ülkeleri kendi aralarındaki anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmak, siyasi, ekonomik, askerî ve bilimsel alanlarda ülkeleri arasında koordinasyon sağlamak, ortaklıklar inşa etmek üzere birçok örgüt ve bölgesel yapılanma kurdular. Ancak bu girişimler henüz küresel arenada dikkate alınır bir aktöre dönüşememiştir ve kıtadaki sorunların çözümünde istenilen neticelere ulaşamamışlardır. Ülkeler arası rekabet ve güç mücadeleleri, bölgesel örgütlerin üye ülkelerin kalkınması ve güvenliklerinin temini için daha faydalı işlev görmesine engel olmaktadır. Hâlihazırda birçok çatışma devam etmektedir. Söz gelimi Sudan iç savaşını sona erdirme konusunda Afrika Birliği’nin çabası neredeyse yok gibidir. Kıtanın kaderinde daha ziyade ABD, Çin, AB, Rusya ve Türkiye gibi dış aktörlerin eğilimleri ve çıkarları doğrultusunda verdikleri kararlar belirleyici olmaktadır.

Bölgesel örgütlerin şu anda kıtada düşük performans göstermesinin sebepleri olarak; ülkelerin bir blok olarak hareket edip bölgesel entegrasyonu sağlayamaması, müşterek çıkarlarını korumak yerine bireysel hareket etmeleri, Afrikalı liderleri verdikleri taahhütlerinden sorumlu tutan mekanizmaların bulunmaması, antlaşmaların iç hukuka adapte edilmesinde siyasi irade eksikliği, demokrasi ve iyi işleyen bir devlet sistemlerinin bulunmaması sayılabilir.

Zenginlikleri Çalınan Kıta, Yeni Sömürgecilik ve Kültürel Asimilasyon

Sömürgeciler tarafından yoksullaştırılmış dünyanın en yoksul ve aç kıtasında toprak ve gıda önceleri kolonizasyon yöntemiyle sömürülürken, günümüzde de şeytanca bir yöntemle çalınıyor, kaynaklar Batı’ya taşınmaya devam ediyor. Yabancı yatırımcı çekmeye çalışan Afrika ülkeleri bu defa Çin modeli de denilen “tefeci anlayışla” farklı şekilde esir alınıyor.  Altına girdikleri yüklü borçlar sebebiyle uzun vadede Çin’in siyasi-ekonomik-kültürel güdümüne girme ihtimali beliriyor. Bağımsızlık sonrasındaki “yeni sömürgecilik”, önceki sömürgecilik dönemi uygulamalarını âdeta geri getirmiş durumdadır.

Emperyalist politikalar, Afrikalı liderlere rüşvet vermek, doğrudan askerî varlık kullanmak, paralı askerler göndermek ve üniversitelerinde sömürge sonrası elitleri eğitmek üzerine kuruluydu. Bu politikanın amacı, kendisine tâbi devletlerdeki siyasi ve ekonomik süreçler üzerinde tam kontrol sağlamaktı. Afrika’nın zenginlikleri kendi halkı için değil, başkalarının konforu için sömürülmeye devam ederken insanlar hâlâ çok kötü şartlarda karın tokluğuna çalıştırılıyor. Çok sayıda Afrikalı hâlâ yoksulluk, güvensizlik ve dışlanmışlık döngüsüne sıkışmış durumdadır. Kıtanın büyüme eğiliminden ve artan jeostratejik öneminden çok az kişi faydalanabiliyor. Kıtanın muazzam kaynak zenginliği, dar bir elitin ve giderek artan şekilde yabancı yatırımcıların elinde kalıyor; bu zenginlik halkın yararına dönüştürülemiyor.

Kıta dışındaki birçok ülke gıda sorununu Afrika’da tarım yapılabilir arazilerin tekelini eline geçirerek çözmeye çalışıyor. Etiyopya, Mali, Sudan, Gana ve Madagaskar’da milyonlarca hektar toprak yirmi, otuz hatta doksan yıllığına Çin, Hindistan, Suudi Arabistan ve Güney Kore’ye devasa yatırım sözleri karşılığında veriliyor. Bir miktar para, teknoloji ve altyapı yatırımı karşılığında bu kıtanın toprağına el koyuyorlar. Yabancı yatırımcılar ürün çeşitliliğini temel alan geleneksel tarımdan bir tek ürünün üretilmesini ve ihracını hedef alan “yeşil devrim” adı altında endüstriyel tarıma geçiyorlar. Bu süreçte gübre ve tarım ilacı gibi kimyasal ürünlerin kullanımı da katlanarak artıyor. Söz konusu topraklar bütünüyle yoksullaştığı zaman yabancı yatırımcılar başka bir alana yöneliyorlar. Sonuçta Afrika’da kitlesel açlık hâlâ devam ediyor, yeterince beslenemeyen milyonlarca insanın mevcudiyeti devam ediyor. Sömürgeciliğin ortadan kalkmaya başladığı 1960’lı yıllarda Afrika ülkeleri günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde ürün üretebiliyorken bugün hemen hepsi gıda maddelerini ithal etmek zorunda kalmışlardır.

Denizde de soygun devam ediyor. Avrupa ülkeleri, Çin, Japonya ve Rusya’nın donanmaları yerel ülke yönetimlerinin balık avlama lisanslarını satın alarak Afrika kıyılarını talan ediyor. Milyonlarca kişinin küçük balık avcılığından geçimini sağladığı Afrika’da, kıyılardaki yerli balık avcıları darmadağın ediliyor. Afrikalı balıkçılar, yabancı şirketler tarafından işletilen balık fabrikalarına hizmet eden işçilere dönüşüyor.

Yeni sömürgecilikle beraber Afrika’da adım adım yeni işgallerin başladığını görüyoruz. Kıtaya gelen yabancı yatırımcı doğal kaynakları ve yer altı zenginliklerini çıkartarak alıp götürmektedir. Önceleri sömürgeci ülkelerin yaptığı gayrimeşru uygulamalar bugün tamamen meşru bir zeminde şirketler eliyle yapılmaktadır. Yabancı şirketlerin katıldığı madencilik ihalelerinde normal fiyatın altında kalındığı ve ‘şeffaf olmayan gizli pazarlıklarla’ yapıldığı, şirketlerin gelirlerindeki astronomik rakamlara karşılık Afrikalı işçilerin kendi topraklarından çıkarılan madenlerde çok düşük ücretlerle çalıştırıldığı biliniyor. Çin gibi kendi evinden yerli işgücünü getirenler de var. Afrika’ya göçü teşvik eden Çin, bu yöntemle kendi iç nüfus sorununa çözüm getireceğine inanıyor. Bu şeytanca hırsızlıkların kahramanları ise maalesef işbirlikçi hükûmetlerdir.

BM Ticaret ve Kalkınma Ajansı (UNCTAD) tarafından hazırlanan bir raporda Afrika’dan ağırlıklı olarak altın, elmas ve platin gibi yüksek değerli emtia hareketleriyle bağlantılı olduğu belirtilen yasa dışı sermaye çıkışı, Afrika ülkelerinin refahı için yapılması gereken sağlık, eğitim ve altyapı gibi yatırımlara engel oluyor. UNCTAD Genel Sekreteri raporla ilgili olarak şunları söylüyor: “Yasa dışı finansal akışlar Afrika’yı ve halkını umutlarından mahrum bırakıyor, şeffaflığı ve hesap verebilirliği baltalıyor ve Afrika kurumlarına olan güveni aşındırıyor ve yolsuzluk, yoksulluk ve eşitsizliği kötüleştirerek Afrika’nın kalkınmasını engelliyor.”[3]

Başta Fransa olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi Afrika’nın zenginliklerini yeni sömürgecilik kapsamında ülkelerine transfer etmeye devam ediyor. Fransa 1961’den beri 14 Afrika ülkesinin ulusal rezervlerini elinde tutuyor, 20 civarı Afrika ülkesinin parasını basıyor. Fransız hazinesi, Afrika’dan yıllık 500 milyar dolar “kazanç ve getiri” elde ediyor. Paris’in 1960’ların başında eski sömürgeleri üzerinde kurduğu Françafrique adlı vesayet sistemi, Afrika ülkelerini ekonomik, siyasi ve askerî açıdan Fransa’ya bağımlı hâle getirmiş durumda.

Sömürgeciler, Afrika’nın kültürel varlıklarını da yağmaladılar. En değerli eserlerin yarım milyondan fazlası, yani Afrika sanatının yaklaşık yüzde 80-90’ı çalındı ve kıta dışına ihraç edildi. Örneğin Fransa, 30 Afrika ülkesinden çaldığı tarihî ve kültürel mirasa da ev sahipliği yapıyor. Müzeler kaçak yollarla getirilen eserlerle dolu. Fransa’nın Afrika kıtasındaki sömürgeci varlığı içinde Fransız eğitim sistemi ve kendi dilini öğretim stratejileri de yer almaktadır. Fransa’nın 68 milyon nüfusa sahip olduğu göz önüne alındığında, bugün 29 Afrika ülkesinde 140 milyon kişinin Fransızca konuşması kıtanın nasıl acımasız bir kültürel soykırıma uğradığını göstermektedir. Nitekim sömürgeciliğin sona ermesinden sonra bile birçok Afrika ülkesi, Fransızcayı resmî dil olarak kullanmaktadır. İngilizce ise, Zimbabve, Uganda, Zambiya, Botsvana, Namibya ve Kenya’nın resmî dilidir.

Hıristiyanlık da Avrupalı güçlerin Afrika’yı bölmek, sömürgeleştirmek ve sömürmek için yerlileri ikna ve asimilasyonunda bir kisve olarak kullanılmıştır. Hıristiyan misyonerler sömürge sürecini kolaylaştırmak için çalışmışlardır. Misyonerliğe ilişkin en kısa değerlendirmeyi Kenya’nın kurucusu olan Jomo Kenyatta yapmış. Onun “Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim, dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı.” ifadesi misyonerliği ve arkasındaki amacı net olarak açıklamaktadır.

Türkiye’nin Afrika’daki Hamleleri

Türkiye-Afrika ilişkilerinin temeli Osmanlı İmparatorluğu’nun Afrika ile geçmişte kurduğu yakın ve samimi ilişkilere dayanmaktadır. İlişkiler 1584 yılında Portekizlilere karşı Osmanlı’dan yardım talebinde bulunulmasına kadar geri götürülebilir. Yemen valisi denizci Ali Bey’i bugünkü Kenya’nın Mombasa şehrinde yaşayan Müslümanların yardım talebini karşılamak üzere görevlendirmiştir. Doğu Afrika sahillerinde bulunan Zanzibar adasında 1960’lı yıllara kadar Sultan Abdülhamid adına hutbe okunduğu bilinmektedir. Nijer’in 124 bin nüfuslu Agadez şehrinde, cuma hutbelerinde hâlâ Osmanlı padişahlarının anıldığı söyleniyor. Yakın zamanlara kadar Sudan’da bazı camilerde verilen hutbelerde Sultan Abdülhamid’in ismi anılmaktaydı. Kıta üzerinde hâlâ canlı olan Osmanlı izlerinin onların bilinçlerinde bıraktığı derin etki, Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika ülkeleri ile yakınlaşmasını kolaylaştıran bir unsurdur. Bugün bile Tanzanya’da ve diğer bazı Afrika ülkesinde okutulan lise ders kitaplarında Türklerin Afrika ile yardımsever ve sömürge amaçlı olmayan ilişkileri öğrencilere öğretilmekte ve Türkiye anti-sömürgeci mücadelenin öncüsü gösterilmektedir.[4]

Uluslararası ilişkiler konusunda çok hızlı gelişmelerin yaşandığı günümüz dünyasında Türkiye, Afrika ülkelerinde çok boyutlu karşılıklı ilişkiler için adımlar atmaktadır. Hâlihazırda sadece ülkeler arasındaki ilişkiler değil, aynı zamanda kıtalararası etkileşimin de sınır tanımayan bir boyuta ulaştığı bir dönem yaşanmaktadır. Türkiye’nin Afrika ile iş birliği ve dayanışma merkezli yaptığı Afrika açılımı kapsamında, 1998 Afrika’ya Açılım Eylem Planı, 2003 Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi hazırlandı. Somali, Sierra Leone, Kongo, Sudan, Fildişi Sahili, Burundi, Liberya’da BM barış misyonlarına katıldı.

Türkiye’nin Afrika’daki büyükelçilik sayısı 2002’de 12 iken 2025’te 44’e ulaştı. Aynı dönemde Ankara’daki Afrika büyükelçiliklerinin sayısı da 10’dan 38’e çıktı. Son yıllarda yüzlerce karşılıklı üst düzey ziyaret gerçekleştirildi. Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki ikili ilişkiler son 20 yıldır ekonomik, güvenlik, kültürel işbirliği, insani yardımlar çerçevesinde artarak devam etmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 31 Afrika ülkesine gerçekleştirdiği 53 ziyaret, Türkiye’nin Afrika’daki etkisini artırırken, kurulan güçlü diplomatik temaslar ve ortak projeler sayesinde Türkiye, kıtanın gözünde sadece bir yatırımcı değil, aynı zamanda güvenilir bir kalkınma ve diplomasi ortağı olarak konumlandı.

Ekonomik ilişkilere ilaveten Afrika ülkeleri ile kültürel ve insani ilişkileri de geliştirmek isteyen Türkiye, kıtada Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığı (TİKA), Yunus Emre Enstitüsü ve Türkiye Maarif Vakfı gibi kurumlar vasıtasıyla Türkiye’nin yumuşak gücüne ve kültürel diplomasi faaliyetlerine önemli katkılar sunuyor. Bu kurumlar eğitim, kalkınma ve kültür alanında yaptığı yatırım ve çalışmalarla Afrika’nın yükselişine öncülük ediyor. Türkiye’yi, Türkçeyi, tarihini, kültürünü ve el sanatlarını tanıtma amaçlı kurulan ofisleriyle çeşitli sosyokültürel etkinlikler düzenliyor. 25 ülkede her yıl nitelikli ve iyi Türkçe konuşan binlerce öğrenci mezun ederek, Türkiye-Afrika ilişkilerine önemli katkı sunuyor.

Türk Hava Yolları, Afrika’da 41 ülkede 63 şehre uçuş düzenleyerek ulaşımda güçlü bir köprü oluşturuyor. 2024 itibarıyla 62 bin Afrikalı öğrenci, Türkiye Bursları kapsamında yükseköğrenim görüyor. TİKA, Afrika’daki 21 ofisi aracılığıyla, 37 Afrika ülkesinde, eğitim, sağlık ve teknik destek projeleri gerçekleştirmiştir. Kıta genelinde 7000’in üzerinde projeyi hayata geçirmiştir. Türkiye Maarif Vakfı, 27 Afrika ülkesinde 230’dan fazla okulda 25 bin öğrenciye eğitim sunarken; Yunus Emre Enstitüsü 15 ülkede 18 merkezle Türkçe eğitimi ve kültürel faaliyetler yürütüyor. Türkiye, Afrika’da sağlık altyapısını güçlendirmek amacıyla kalıcı yatırımlar yaptı. Somali’de Mogadişu Recep Tayyip Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Sudan’da Nyala Hastanesi ve Nijer-Türkiye Dostluk Hastanesi, bu alandaki örnekler arasında yer alıyor.[5]

Türkiye yükselen bir “orta güç” olarak, Afrika Boynuzu’nda barış ve istikrar için arabuluculuk rolü de üstlenmekte, Türkiye’nin stratejik derinliğini artırmaktadır. Somali ile Somaliland arasındaki görüşmelere katkı sağlayan Türkiye, 2024’te Etiyopya-Somali arasında Ankara sürecini başlattı. Bu kapsamda 11 Aralık 2024’te Ankara’da taraflar arasında “Ankara Deklarasyonu” imzalanmış, taraflar arasında hassas bir denge kurmayı başarmıştır. Türkiye ayrıca, Sudan Silahlı Kuvvetleri ile Hızlı Destek Güçleri arasında yaşanan çatışmada arabuluculuk görevi üstlenmiştir.

Osmanlı imparatorluk mirasını taşıyan Türkiye, ilişkilerini sömürgecilik karşıtlığı ve ortak tarih anlatıları üzerinden yürüterek yaptığı insani yardımlar ve çeşitli iş birlikleriyle Afrikalı liderler nezdindeki çekiciliğini artırıyor. Türkiye ve sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü, tek amacı insani yardım olan faaliyetlerin siyasal ve dinî bir ajandasının olmaması, muhatapları nezdinde bir saygınlık oluşturuyor. Sudan İstanbul Başkonsolosu “Yabancı Diplomatların Gözünden Türk Dış Politikası” temalı programda Osmanlı mirasının Sudan’da derin etkiler bıraktığını ve Sudan halkının Türkiye’de kendini evinde gibi hissettiğini belirtti. Konuşmasında Türkiye’nin Afrika’da sömürgeci olmayan tek aktör hüviyetiyle öne çıktığını ifade ederek “Afrika’ya gelip karşılık beklemeden, almadan veren tek beyaz ırk Türklerdir.” dedi. Türkiye uyguladığı insani politika ve faaliyetlerle kıtanın kaynaklarını sömüren ülkelerin geçmişlerini ve yeni sömürme tarzlarını deşifre etmiştir. Afrikalılar, yaşananları daha net görmeye ve aleyhlerine olan düzene itiraz etmeye başlamışlardır.

Küresel Rekabetin Odağı Olarak Afrika

Afrika, genç ve dinamik nüfusu, geniş tüketici pazarı, zengin petrol-doğal gaz kaynakları, altın, bakır, kobalt, lityum ve nadir toprak elementleri, kritik mineralleri nedeniyle küresel yarışın merkezindedir. Afrika kıtasına ilgi duyan ülkeler, kıtaya ait kaynakları ele geçirmek için her türlü siyasi, ekonomik ve askerî eylemde bulunuyorlar. Görünen o ki Birleşmiş Milletler’deki oy gücüyle de jeopolitik önem taşıyan Afrika sadece günümüzün değil, geleceğin de mücadele alanlarında rol oynanan bir yer olacaktır. Çünkü küresel oyuncular, bu bölgeyi askerî ve ekonomik çıkarlarını savunmak için bir güç üssü olarak görüyorlar.

Dünyanın en zengin bakır rezervlerinin önemli bir kısmı Kongo ve Zambiya topraklarında bulunuyor. Elektrikli araçlardan güneş panellerine, rüzgâr türbinlerine, veri merkezlerinden yapay zekâ sunucularına kadar dijital ve modern altyapının neredeyse tamamı bakıra bağlıdır. Uluslararası Enerji Ajansı, 2040’a kadar bakır talebinin dünya çapında en az yüzde 50 artacağını tahmin ediyor. Afrika, yeni enerji çağının merkezinde bulunuyor. Küresel aktörler ham maddeye ve dünyanın enerji geleceğine hâkim olmak için bu kaynağın üzerine oturmak için kıyasıya rekabet ediyor. Çin’in 40 yıldır Afrika’da uyguladığı nüfuz politikası onu ABD’nin önüne geçirmiş durumdadır.

Afrika ülkeleri, giderek yeni bir mineral Soğuk Savaşı’nın merkezine oturuyor. 62 milyar dolardan fazla değer biçilen Kenya’daki NTE rezervleri ABD ve Çin arasındaki rekabetin önemli bir odağı hâline geldi. Kongo Demokratik Cumhuriyeti, dünyanın en zengin lityum yataklarından birine ev sahipliği yapıyor. Ayrıca dünya kobalt ihtiyacının yüzde 70’ini karşılıyor. Elektrikli araç bataryaları ve yenilenebilir enerji depolaması için kritik öneme sahip lityum için Bill Gates ve Jeff Bezos’un sahibi olduğu madencilik girişimi KoBold Metals’in, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden lityum arama izni aldığı bildiriliyor. Stratejik konumu nedeniyle, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Afrika kıtası büyük güçler arasında rekabet alanı olmaya devam ediyor.

Fransa ile birlikte Afrika kıtasında en fazla askerî güç bulunduran ülke ABD’nin askerî faaliyetlerinin bulunduğu bölgelere baktığımızda, genelde kritik noktaları kontrol etmek amaçlı olduğu görülüyor. ABD’nin kıtadaki 54 ülkeden 50’sinde askerî unsurları bulunuyor. Kıtanın bir rekabet alanı hâline geldiğini gören ABD, Ekim 2007’de Birleşik Devletler Afrika Komutanlığı’nı kurmuştur.

Diğer taraftan, Rusya ve Hindistan da rekabet arenasına girmiş durumda. Hindistan, Afrika’ya en fazla mal satan ülkelerden birisidir. Hindistan’ın Madagaskar ve Mozambik gibi bölgelerde askeri amaçlı tesisleri bulunmaktadır. Bunların hepsi kıtayı aktif bir ortak olarak değil, sömürülmesi gereken bir yer olarak görüyorlar. Bunun yanında, Türkiye’nin insani, ticari ve askerî-teknik iş birliğini birleştiren esnek yaklaşımı, Körfez devletlerinin yatırımları, İslâmî bankacılık hizmetleri ile Rusya’nın Wagner üzerinden güvenlik ihracatı, Afrika’da etkili diğer unsurlardır.

Çin hemen hemen Afrika’nın her tarafına ve her sektörüne yayılmış olup kıtadaki ülkelere kredi musluklarını açmış durumdadır. Yol, köprü, tarım, sulama, altyapı yatırımları, insani yardım, askerî üs projeleri, silah ve savunma yardımları, doktor ve hemşire yardımı, Afrikalı öğrencilere Çin üniversitelerinde burs imkânı vermektedir. Afrika’dan ham madde, elmas, değerli maden, petrol ve doğalgaz ithalatı yapmakta, Afrika’da ekonomik işleyişin çarklarına iyice yerleşmektedir. Çin’in Afrika’ya bu ilgisi bu kıtayla ilgilenen diğer devletlerle onu karşı karşıya getirmektedir. Çin’in Afrika’daki faaliyetleri ekonomik iş birliğinin ötesine geçerek sürekli askeri ortaklıkları da kapsayacak şekilde genişlemektedir. Her yıl 2 binden fazla Afrikalı subay Çin kurumlarında eğitiliyor ve kıta genelinde yeni askerî akademiler inşa ediliyor. Bazı Afrika liderleri Çin’i sömürgeci Batı’ya karşı bir denge unsuru olarak görürken, diğerleri Çin’in kıtada artan nüfuzu, artan borçlanma ve askerî bağımlılık nedeniyle oluşan yeni sömürgecilikten endişe duyuyor. Çünkü Çin’in verdiği kredileri geri ödemekte güçlük çeken ülkelerin ya kuruluşları ya da toprakları Çin tarafından rehin alınmaktadır.

Rusya ise Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Afrika kıtasına yeniden dönmek istiyor.  Son yıllarda özellikle Afrika’daki askerî yönetimlerle iş birliğini yoğunlaştırdı. Burkina Faso, Mali ve Nijer liderlerini Moskova’da ağırlayıp iş birliği protokolü imzalaması, Kremlin’in Afrika’daki stratejik ortaklıklarını genişletme çabalarının bir parçası olarak değerlendiriliyor. Zaten Sahel bölgesindeki ülkelerin çoğu Fransa’ya karşı tutum alarak Rusya gibi ülkelerle yakınlaşmayı tercih ediyorlar. Rus paralı asker gücü Wagner’in Afrika’da etkinlik ağının genişlediği bilinmektedir. Wagner, mahalli güçlere askerî eğitim veriyor, liderlere yakın koruma sağlıyor ve enerji noktalarını koruyor. Bu hizmetler karşılığında ülkelerdeki altın ve elmas madenlerinden pay aldığı, bazı imtiyaz ve ruhsatlara sahip olduğu kaydediliyor. Wagner’in her geçen gün etkisini artırması başta ABD olmak üzere Fransa, Almanya gibi ülkeleri endişelendiriyor.

Kızıldeniz ve Aden Körfezi’ni kontrol eden bir noktada bulunan küçük ülke Cibuti’de daha önceden bulunan Fransız kuvvetlerinin yanı sıra, ABD ve Çin büyük üsler kurmuş durumdadırlar. Bölge giderek daha fazla mücadele alanına dönüşüyor. Bu üslerde bulundurdukları asker ve silah kapasiteleri birçok Afrika ülkesinin ordusundan daha güçlüdür. Barışı korumak bahanesiyle her yerde fiilen bulunuyorlar.

Bu arada İsrail de rahat durmamakta, güvenliğini daha geniş bir alanda sağlamak için Kızıldeniz ve çevresindeki bazı ülkelerde ekonomik ve askerî faaliyetler yürütmektedir. Eritre âdeta Siyonist İsrail’in bir uydusu hâline gelmiştir. Geçmişte bir Osmanlı üssü bulunan Eritre açıklarındaki Dehlek adalarında şimdi İsrail askerî faaliyetlerde bulunmaktadır.

Yeni Dönemde Afrika’nın Uyanışı ve Afrika’nın Yükselişi

Hızlı ve öngörülemeyen dönüşümlerin yaşandığı bir dünyada Afrika toplumları da yeniden şekilleniyor. Ekonomik güç Batı’dan Doğu’ya ve Kuzey’den Güney’e doğru kayıyor. Teknolojik yeniliklerin hızı artıyor ve toplumsal protestoların biçimi değişiyor. Kıta liderleri de çok kutuplu dünyada küresel ekonomik yönetişim mimarisinde kendilerine bir yer bulmaları gerektiğini düşünüyorlar. Sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan yıkıcı sonuçlar doğmaması için, büyüyen, giderek kentleşen ve eğitimli hâle gelen genç nüfusa iş ve fırsat verilmesi gerekiyor.  Çünkü artık Afrika’daki gençler iş, adalet ve eşitlik istiyor. Afrika’da yaşanan sömürgecilik faaliyetlerini bitirmek, kendi topraklarındaki kaynakların doğru şekilde yönetilmesini istiyor. Afrika’nın genç nüfusu olağanüstü enerji ve yenilik arzusuna, gücüne sahiptir. Aynı zamanda umutları, hedefleri ve hayalleri vardır. Eksik olan, potansiyellerini gerçekleştirecek fırsatıdır. Geleceğe baktıklarında, büyük fırsatlar olduğunu görüyorlar. Çünkü bölgenin büyük maden ve kritik element zenginliği büyümeyi destekliyor ve yabancı yatırımları çekiyor.

Afrika’da büyük değişimlere şahit oluyoruz. Özellikle Fransa sömürgeciliğine karşı peş peşe gelen askerî darbelerin altında yatan sebepler arasında 1950’lerin sonundan itibaren hız kazanan dekolonizasyon süreçlerinde zayıf kurumlarla sonuçlanan siyasi yapılanmalar, yolsuzluk ve kötü yönetim, etnik çekişmeler var. İlerleyen yıllarda devrimlerin yayılmasına, iş birlikçi rejimlerin sonunun geldiğine ve yeni demokrasilerin doğuşuna şahit olabiliriz. 2020-2023 yılları arasında meydana gelen askerî darbelerin ardından bölgedeki üç ülke, Mali, Burkina Faso ve Nijer Sahel Devletleri İttifakı’nı (AES) kurarak Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’ndan (ECOWAS) ayrılacaklarını açıkladılar. Bu süreçte, bölge liderlerinin öncelikli politikaları, Batı sömürüsünden uzaklaşarak kendi kaderini tayin etmek, doğal kaynakları millileştirmek ve ekonomik egemenlik kazanmak şeklinde ifade edilebilir. Ne var ki Fransa’yı ülkelerinden kovan bu genç darbecilerin bazıları Rusya ile fazlaca haşır neşir oluyorlar. Burkina Faso’da darbe gerçekleştiğinde, darbe destekçileri ellerinde Rus bayraklarıyla meydanları doldurmuş ve Fransa karşıtı sloganlar atmıştı. Fransızlar Mali’den çekilirken boşalan üslere Rus özel savaş aparatı Wagner yerleşmişti. Nijer’de cuntayı destekleyen göstericiler ellerinde Rusya bayrağı ile gösteriler yapmıştı.

The Economist dergisi 2000 yılındaki kapaklarından birinde Afrika’yı “Umutsuz Kıta” olarak resmetmişti. Ancak daha sonra kıtanın hareketlenip büyümesi hızlanınca, 2011 sayısının kapağında “Afrika Yükseliyor” diye yazdı. 2013’teki kapakta ise “dünyanın en hızlı büyüyen kıtası” ifadesi kullanılıyordu. Rusya’da St. Petersburg’da Afrika-Rusya Zirvesi, son yapılan ABD-Afrika Liderler Zirvesi, Afrika’nın hem Doğu’nun hem de Batı’nın dikkatini çekmeye devam ettiğini gösteriyor. Forbes dergisindeki bir makalede “Afrika’nın yeni Çin” ve “önümüzdeki 20 yılın en umut verici yatırım destinasyonu” olacağı öne sürülüyor. Batı finansal krizlerle boğuşurken, Afrika servet oluşturma konusunda sınırsız fırsatlar sunan bir yer görülüyor. Kıtanın muazzam potansiyeli Afrika’nın yaklaşan yükselişini gösteriyor. Canlanan bu ilgi,  aynı zamanda Afrika’nın yeni mücadele alanı olacağını gösteriyor.

Afrika hep böyle yoksul, mağdur ve mahrum kalmayacaktır. Kıta ülkelerinin sahip oldukları potansiyel ham madde kaynakları, insan gücü ve yurt dışında yetişen eğitimli Afrikalıların, ilerleyen yıllarda kıta ülkelerinin yapacağı kalkınma hamlelerinde karşılaşacakları fırsatları çok iyi değerlendirmelerini kaçınılmaz kılacaktır. Yatırımcıların avlanmak için sıraya girdiği, küresel ilginin arttığı, ekonomik nabzı hızlanan Afrika’nın uzun vadeli büyüme beklentilerinin güçlü olduğu ve küresel eğilimlerin yanı sıra kıtanın sosyoekonomik ve politik yapısındaki iç dönüşümlerden de destek aldığı konusunda fikir birliği var. Stratejik değeri artan Afrika, zihnî kölelikten kurtulup, zihnini özgürleştirdikçe kara(n)lıktan daha aydınlık bir geleceğe doğru koşarak ilerleyecek gibi gözükmektedir.

[1] Doç. Dr. Ahmet Kavas, Türkiye'nin Afrika'ya Yönelmesinde Küreselleşmenin Etkisi, TASAM Stratejik Rapor No: 19, Mayıs 2007.

[2] Cezayir’de sömürgecilik ve direniş için bk. Frantz Fanon, Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi, çev. Kamil Bilgin Çileçöp, Pınar Yayınları, İstanbul, 2009.

[3] https://news.un.org/en/story/2020/09/1074052

[4] Hasan Öztürk, Afrika Vizyon Belgesi, BİLGESAM, 2004.

[5] https://www.sde.org.tr/turkiye/turkiye-nin-etkisi-afrika-genelinde-hizla-artiyor-haberi-59708

 

Metin Alpaslan / Umran Dergisi Aralık 2025

1 Kasım 2025 Cumartesi

DÜĞÜM KÖRDÜĞÜME DÖNÜŞÜRKEN

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Kasım 2025-375. Sayı

Filistinlilere siyasi açıdan hiçbir şey sunmayan, ABD-İsrail işgalini tesis eden ‘barış planı’ doğrultusundaki ateşkes Gazze’deki soykırımı şimdilik durdurdu, daha doğrusu ateşkes adı altında kısa süreli bir mola verildi. Ölüsüyle dirisiyle rehineler teslim edildi, işgal rejiminin zindanlarındaki Filistinlilerin bir kısmı salıverildi. Tabi Siyonist İsrail’in, yalnızca baskı altında kaldığında bazı Filistinlileri serbest bırakıp hemen ardından çok sayıda Filistinliyi kaçırmasıyla bilindiği unutulmamalı.

Çokça övülen antlaşmanın içi ne kadar dolu bilmiyoruz ama edindiğimiz intiba ‘Ortadoğu barışı’ tablosunun çok aldatıcı olduğu yönünde. Geleceğe yönelik hayli muğlak noktalar bulunduğu için hiç kimse gerçekten barışın yakın olduğuna, barışa giden güvenilir bir yol bulunduğuna ya da Filistin ile müstemlekeci Siyonistlerin çatışmasının çetrefil meselelerinin çözüldüğüne haklı olarak inanmıyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın planındaki Barış Kurulu ve Filistinli Komite planı, bölge halkının taleplerinden çok dış güçlerin denetim mekanizması gibi görünüyor, dahası ABD’nin artık resmen işgalci güç hâline geldiğini gösteriyor.

Temkini ve Teyakkuzu Elden Bırakmamak Gerekir

Trump’ın New York’ta sekiz Müslüman liderin desteğini aldıktan sonra Washington’da soykırımcı Netanyahu ile görüşüp İsrail’in önceliklerine göre değiştirip servis ettiği ‘Gazze Planı’nda; HAMAS’ın silahsızlandırılması, İsrail ordusunun çekilmesi, Gazze’nin yeniden inşası, sınırları ve yönetimi konularında ciddi belirsizlikler var. Mesela HAMAS silahsızlanırsa Gazze’nin güvenliğini kim sağlayacak? Karşınızda soykırımcı Netanyahu’nun yönettiği İsrail varsa Gazze’deki katliamların kısa süre sonra yeniden başlaması her zaman ihtimal dâhilindedir. Çünkü ateşkes konusunda Siyonist rejimin sicili bozuktur. Onlar için Oslo Antlaşmalarından bu yana her antlaşma yerleşim yerlerini genişletmesi ve işgali sürdürmesi için bir paravandı. Dolayısıyla işgalcilerin aldatma ve sözünde durmama girişimlerine karşı dikkatli ve uyanık olunması gerekmektedir. Kısa bir sessizliğin sonrasının yine kan yine gözyaşı yine işgal olması muhtemeldir. Trump sözlü şekilde sekizli gruba “Batı Şeria’nın ilhak edilmesine izin vermeyeceğim!” dedi, ama Batı Şeria’yı yutan işgal ve ilhak planları hız kesmeden sürüyor. Tampon bölge oyunlarıyla Gazze giderek küçülüyor. Batı Şeria’nın akıbeti hakkında hiçbir şey söylenmiyor.

Her yeri yakıp yıkan, on binlerce insanı katleden, yaralayan, sakat bırakan İsrail’den savaş tazminatı talebinden bahsedilmiyor. Gazze’yi yerle bir eden bir caniden hesap soracak bir güç oluşturmak yerine Siyonist emellere hizmet eden müzakere masallarıyla insanlık ve ümmet oyalanıyor. ABD ve İsrail’in suçları sorgulanmıyor, üstüne üstlük Netanyahu ile onun suç ortağı Trump’ın dayatmalarının adı ‘barış’ oluyor. İçinde Filistin’in adının geçmediği, HAMAS’ın gözden çıkarıldığı, İsrail ordusuna istediği zaman boğma, işgal, aç bırakma ve soykırım uygulamalarına devam etme yetkisi veren sözde bir Filistin barışı. Antlaşma diye pazarlanan metin, Filistin halkının siyasi temsili, siyasi varlığı, yönetim iradesi, gelecekleri üzerindeki tasarruf hakları konusunda hiçbir şey söylemiyor. Filistin halkına yönelik bir Amerikan ültimatomu niteliğindeki plan İsrail’de hem Likud hem de sol Siyonist düşünce yapısında standart bir söylem hâline gelen Filistin halkının ‘radikalleşmesinin önlenmesi’nden söz ediyor. Dolayısıyla Filistinlilerin işgale ve Siyonizm’e muhalefetini beyin yıkamaya ve okul müfredatına bağlıyor. Çok enteresandır Filistinlileri boyunduruk altına almanın bahanesi olan ‘radikalleşmenin önlenmesi’ anlayışı, bir insanın vatanına duyduğu sevgisinin ortadan kaldırılabileceğini varsayar.

Eğer perde arkasında başka bir şeyler kararlaştırılmadıysa, altına imza attıkları aslında bir niyet beyanıdır. HAMAS’ın ve İsrail’in hiçbir temsilcisinin katılmadığı ve imzalamadığı bir barış zirvesi şüphe uyandırmaktadır. Siyonist rejim adına kendi halkını denetleme, bastırma ve öldürme rolü verilen Mahmud Abbas zirveye katılmasına rağmen Filistin devletinin topraklarının bir parçası olan Gazze ile ilgili bir antlaşmayı imzalamasına izin verilmedi. Tarafların antlaşmadan muaf tutulmaları, onları bağlayan hiçbir şey bulunmadığı, savaşın tekrar başlayabileceği anlamına gelmektedir. Nitekim İsrail güç kullanma konusunda diretirken, siyasi açıdan bölgedeki herhangi bir örgüte benzemeyen HAMAS da silah bırakmayı reddetmektedir.

Türkiye, Mısır ve Katar’ın figüran olarak kullanıldığı zirve metninde asıl amaç direnişi ve HAMAS’ı yok etmek ve Gazze’ye ve kıta sahanlığındaki petrol ve gaz yataklarına çöreklenmektir. İsrail ve ABD’ye direnen Gazze’nin İsrail’e bir daha sorun çıkartmayacak şekilde yönetilebilir, daha denetlenebilir bir hâle getirilmesidir. Trump’ın damadı Jared Kushner’ın vizyonuna dayanan yeniden imar masalı ile ‘Yeni Gazze’, Ortadoğu’nun Riviera’sı olarak olanca nesnelliği ile parlatılıyor. Aynı zamanda ekonomik kalkınmadan da söz eden ‘barış planı’ ile birlikte düşünüldüğünde tüm bunların eski bir Siyonist söylem olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Theodor Herzl, Altneuland (1902) kitabında, Arapların Yahudi devletinden ekonomik fayda sağladıkları takdirde vatanlarının gasp edilmesini kabulleneceklerini yazmıştı. Böylesi temelleri bulunan bu maddi ve manevi talan projesinde Gazze şeridi yıkılacak, ardından tatil köyleri, şirketler, gayrimenkuller ve yatırımlar inşa edilecek. Bu, Gazze şeridinin Amerika vesayeti altına alınması ve mülkiyetinin Filistinlilerden alınıp emperyalistlere devredilmesi sürecidir. Gazze’nin bir metrekaresinde bile hak sahibi değiller ama kendilerinde Filistin’i satma hakkını gören tüccar gibiler. Soykırımla ulaşamadıkları hedeflere uluslararası kayyımlık oyunlarıyla ulaşmak istiyorlar.

ABD, Gazze’de gerçek bir barışı değil, Ortadoğu’daki kirli oyunlarını gerçekleştirmek, Çin’i kuşatma hedefine yönelmek için kontrollü bir sükûnet istiyor. Gazze neredeyse tamamen yok edilmiş, bir moloz yığınına çevrilmiştir. ABD ve İsrail açısından maksat hâsıl olmuştur. Söz konusu ateşkes, Gazze’de İsrail ve Amerika tarafından gerçekleştirilmek istenen esas projeyi perdeleme girişimidir. Tarihi, kültürü, şahsiyeti ve haysiyeti ile Gazellileri Gazze’de yalnızlaştıran, oradan kazıyan kötü niyetli gaddar bir plandır bu yapılan. Ne tuhaftır ki bu talan ve yalan planı ‘barış’ şeklinde sunulmaktadır. Yüzeysel açıdan Gazze’deki savaşı sona erdiriyor gibi görünse de gerçekte tüm bölgeyi etkileyebilecek siyasi ve güvenlik değişikliklerine kapı açıyor. Onun için, atılan bu imza barışın değil, Filistinliler için güvenliğin söz konusu olmadığı, kayıtsız ve şartsız bir teslim belgesidir. Trump’ın planı ile ilgili aşırı heveslere kapılmak bir hatadır.

Uluslararası Sistemin Çöküşü

Dünyanın yeniden şekillendiği bir dönemde emperyalizm Ortadoğu’yu da yeniden şekillendirmek istiyor. Küreselciler giremedikleri İslâm beldelerine İsrail’i bir ileri karakol, bir tetikçi olarak kullanarak girmeye çalışıyorlar. Ortadoğu’nun sınırlarını yeniden çizme girişimi olan bu istikrarsızlık ortamında kesin bir şey varsa o da önümüzde fırtınalar olduğudur. Gazze Antlaşması yalnızca bir ateşkes değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun kırılgan geleceğinin bir sınavı niteliğindedir. 109 yıl önce Sykes-Picot Antlaşması ile çizilen yapay sınırlar hâlâ bu coğrafyanın kaderini belirlemektedir. Siyonist İsrail’in kendi sapkın akidesi çerçevesinde şekillendirdiği yeni sınırlar ve ittifaklar, bölgede krizleri artırmakta, bölge yeniden şekillenmektedir. 1916’da İngiltere ve Fransa’nın üstlendiği rolü bugün ABD ve İsrail üstlenmiş durumdadır. Her ikisi de bölgede nüfuz alanını genişletme, kendi çıkarlarına uygun bir düzen kurma çabası içerisindedir.

İki büyük dünya savaşı sonrasında yaklaşık elli yıl süren Soğuk Savaş, işgaller, katliamlar, soykırımlar, sömürüler ile geçen 20. yüzyıl, kördüğüm olmuş birçok sorunu 21. yüzyıla miras bırakmıştır. Uluslararası sistem tam bir kaos hâli yaşamaktadır. İki süper güç eksenli kurulan Soğuk Savaş’ın bitişi ve Sovyetlerin dağılmasından sonra Francis Fukuyama’ya göre gelinen nokta “tarihin sonu”ydu ve ABD dünyanın tek süper gücüydü. Fukuyama gibilerin ileri sürdüğü; dünyada artık liberal kurumların ve düşünce yapısının üstünlüğünün kabul edildiğini, liberal demokrasinin kusursuz olduğunu, kapitalizmin alternatifsiz ve kaçınılmaz nihai bir sistem olduğunu, insanoğlunun ideolojik anlamda varabileceği son noktaya gelindiğini öne süren tezleri tutmamıştır. Günümüz dünyasında Fukuyama’nın ileri sürdüğü “tarihin sonu” tezini çürüten gelişmeler yaşanmaktadır. Zaten bizzat kendisi de Aralık 2021’de The Economist dergisinde kaleme aldığı yazıda, küresel sistemde “tek kutupluluk” döneminin ve hegemonyasının sona erdiğini belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Dünya, siyasi ve ekonomik boyutları ile yeniden kurgulanmaktadır.

Savaşları sona erdirme vaadiyle iktidara gelen Trump ABD’sinin Siyonist kadrosu İsrail’in yanında yer alıp onun hukuk tanımaz eylemlerine fiilli destek vermektedir. 7 Ekim’den sonra İsrail iyice azgınlaşmıştır. Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın belirttiği gibi İsrail kendini hiçbir sınırda durmak zorunda hissetmiyor. Dilediği zaman, dilediği yerde, dilediği operasyonu yapabileceğini düşünüyor. Sadece Gazze’de insanlığa karşı suç işlemekle yetinmeyen Netanyahu tehdit edildiklerini ileri sürerek istediği her yere saldırıyor, her kötülüğü yapıyor, üstelik yaptıkları yanına kâr kalıyor. İsrail’i cesaretlendiren ve pervasız kılan, bugüne kadar işlediği savaş suçlarının ve uluslararası hukuk ihlallerinin cezasız bırakılmasıdır. Gazze’deki soykırımın durdurulması, devletlerin ve uluslararası kurumların hukuki, insani ve ahlaki sorumluluğundadır. Şayet varsa uluslararası adalet, Gazze şeridinde İsrail’in işlediği soykırım ve insanlığa karşı suçların faillerini tespit edip yargılamalı, Siyonist rejimin cezasızlık durumuna son vermelidir.

Koca dünyanın kaderi BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisine sahip beş ülkenin elindedir. Filistin ve diğer zulme uğrayan mazlum halklar adına alınan her müspet karar bu beşlinin tümü veya birkaçı tarafından veto edilmektedir. Hiçbir yaptırım gücü bulunmayan BM, sessiz kalmak suretiyle suçu işleyene destek olmaktadır. Siyasi baskıya göre hareket eden uluslararası hukuk, suçlulara seçici bir şekilde uygulandığı için meşruiyeti tartışma konusu hâline gelmiştir. Güçlüleri koruyan uluslararası adalet zayıf devletlere karşı ön yargılı ve çifte standartlı hareket etmektedir. Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumlar galip gelenleri koruyan uygulamaları ile tarafsızlıklarını yitirerek jeopolitik ilişkilerde siyasi bir aktöre dönüşmüşlerdir. İnsanlığa karşı suçlar, savaş suçları, soykırım, işgal gibi eylemleri soruşturmada seçici davranmakta, emperyalizmin elinde sömürgeci bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır.

İslâm Ülkelerinin Sözde Liderleri

İslâm dünyasındaki liderlerin neredeyse tamamının iradeleri ABD ve Siyonist çetenin ipoteği altındadır. İsrail zulmünden imdat bekleyen çocukların feryadı arşı titretirken, bu ses önce bu çapsız kişilikleri sonra bütün dünyayı yakacak. Batı’nın maşası, kullanışlı aparatı olmayı sürdüren bu pısırık ve korkak tavırları düşmana cesaret vermektedir. Emperyalistlere haraç vererek ayakta durmaya çalışıyorlar. Arap liderler, Filistin meselesini ortadan kaldırıp rejimlerini korumak adına Yüzyıl Antlaşması ve İbrahim Antlaşması adı altında Siyonist çete ile ‘normalleşmeye’ meylettiler. Doğru yerde, doğru zamanda ve doğru bir biçimde indirilen Kur’ân-ı Kerim’in “Sakın zalimlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd, 11/113) ikazını göz ardı ettiler. Siyonist çete sırtını ABD’ye dayayarak fütursuzca saldırıp katliamlarına devam ederken onlar Amerikan korkusuyla zilleti seçtiler. Türkiye dâhil hiçbir ülke ABD’ye karşı durmak istemiyor.

Yıpratıcı bir düş kırıklığına yol açan Şarm El-Şeyh zirvesinde Trump, kameralar önünde Mısır cumhurbaşkanı ile el sıkışmadı. Yaşanan protokol dışı bu üstünlük tavrı, tasmalarını tutanların bile bunları adam yerine koymadığının bir göstergesidir. Süslü laflarla zulmü barış diye yutturmaya çalışıyorlar. Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif, Mısır’da, dünyanın gözleri önünde Gazze’yi yakıp yıkan İsrail’in hamisi durumundaki Trump’ı öve öve bitiremedi. Nobel Barış Ödülü verilmesi çağrısında bulundu. O anki görüntülere baktığınızda İtalyan Başbakanı Meloni’nin bile bu yağcılık karşısında nasıl şaşırdığını görebilirsiniz.

Yeri gelmişken şunu da hatırlatalım ki güç yoluyla gelen barış güçlüye teslim olmak demektir. Soykırımın temin ettiği barış bütün coğrafyada bir tarafın karşı çıkılamaz hegemonyasını temin ediyor. Arap ve İslâm dünyası liderleri mevcut düzenlerine dokunulmadığı sürece ‘Filistin’in Sevr’i denilebilecek bu sonuçları kâr sayıyorlar. Netanyahu Arap liderleri tehdit ederek “Eğer çıkarlarınızı korumak istiyorsanız tek bir şey yapmalısınız: Sessiz kalın!” uyarısında bulunmuştu. Onlar da harfiyen bu talimata uydular. Latin Amerika liderleri kadar haysiyetli olamadılar.

Kendi yanında bir Filistin devletinin varlığını kesinlikle kabul etmeyeceğini açıkça belirten İsrail bir yana, Filistin’deki devletin nasıl bir yapıya sahip olacağı veya ABD’nin İsrail’i iki devletli çözüme zorlamak konusunda ne tür bir rol üstleneceğine dair hiçbir vizyon ortaya konmuş değil. Arap rejimleri 157 ülkenin tanıdığı Filistin devletinin kuruluşunu kâğıt üstünde bırakan, Siyonizm’e karşı direnişi bitiren ‘barış planı’nı Filistin ve HAMAS yükünden kurtulmak olarak görüyorlar. Ancak bunun burada durmayacağını, bu planın yürümeyeceğini, son iki yılda yaşananların daha büyük bir bölgesel dizaynın işareti olduğunu, yeni Ortadoğu düzeninin kodlarını görmeleri gerekiyor. İsrail, Amerika’nın sınırsız desteğiyle kutsalındaki siyasi Siyonist haritada ilerliyor. Roger Garaudy’nin Siyonizm Dosyası kitabında daha 1980’li yılların başında, Irak ve Suriye’nin bölünüp parçalanacağını kesin bir dille haber verdiğini, yakınlarda Ortadoğu’da gerçekleşecek daha başka bölünmelere de dikkat çektiğini hatırlamalıyız. Bu açıdan herkesin, ‘barış planının’ Gazze ile sınırlı kalmadığını, Türkiye dâhil bütün bölgeyi ilgilendiren tehditler, tehlikeler ve riskler barındırdığını anlaması lazım.

Bir Kitaba İnanan 57 Ülke Neden Bir Olamıyor?

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de rabbinizim. Öyleyse benden sakının.” (Mü’minûn, 23/52). İslâm dünyası, parçalanmış yapısı ve iç çekişmeleri ile hem kendi sorunlarına hem de küresel sorunlara çözüm üretme kabiliyetini kaybetmiştir. Günümüzde Müslüman toplumların birkaç istisna dışında tümü otoriter yönetimler ve diktatörlüklerce yönetiliyorlar. Bir kitaba inanıyorlar ama her ne hikmetse bir ve beraber olamıyorlar. Maalesef İslâm coğrafyasının büyük bir bölümü yaralıdır. Bu bölgede benzeri görülmemiş suçlar işlenmektedir. İki yılda Gazze’de 20 bini aşkın çocuk, 10 bini aşkın kadın ve 5 bine yakın yaşlı katledilmiştir.

Kendi içinde bölünen bir ev en ufak bir dış etkenle yıkılır. Bu nedenle, bugün İslâm dünyasının birlik ve dayanışma içinde olması ertelenemez bir ihtiyaçtır. 1,8 milyar nüfusu ile Müslümanlar, dünya nüfusunun yaklaşık %24’ünü oluşturmaktadır. Zengin doğal kaynaklara sahip olarak dünyanın hassas bir coğrafyasında bulunuyorlar. Dünya doğal gaz rezervlerinin %56’sı ve petrol rezervlerinin %64’ü İslâm İş Birliği Teşkilatı (İİT) ülkelerinde bulunmaktadır. Buna mukabil İİT üyelerinin dünya üretimindeki toplam payı %8,15 gözükmektedir. Nüfusu ile hiç de doğru orantılı olmayan bu durum, ekonomik zayıflığı büyük oranda ortaya koymaktadır. Sattıkları petrolün parası Amerika’ya teslim edilmekte, Amerika’nın izin vermediği bir yere sarf edilememektedir.

21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa’nın kundaklanması üzerine, 25 Eylül 1969’da “Filistin davasına sahip çıkmak maksadıyla” Suudi Arabistan'ın Cidde şehrinde İİT kuruldu. Kuruluş amaçları içerisinde, üye devletlerin arasında iş birliği ve dayanışmayı güçlendirmek, İslâm dünyasının hak ve çıkarlarını korumak da bulunmaktaydı. Böylesi bir amaçla kurulan İİT ne yazık ki bugüne kadar kuruluş amacına uygun bir icraatta bulunamamıştır. Bugüne kadar yaptıkları, mütecavize karşı sadece “kınama kararı” almaktan öteye geçmedi. Siz istediğiniz kadar kınayın, düşman hedefe varmak için bildiğini yapıyor, zulüm ve katliamlarına devam ediyor.

Yapılması gerekeni yapmayıp meydanı zalime bırakırsanız sonuç kan olur, gözyaşı olur, mağlubiyet olur. Bulunmanız gereken yerde değilseniz, yapmanız gerekeni yapmıyorsanız Batı’nın pis işlerini yapan “kuduz köpek” gelir sahip çıkamadığınız toprağa çöker, talan etmedik yer bırakmaz. Nasıl olsa meydanı boş bulmuştur, nasıl olsa mazlum savunmasız ve naçar kalmıştır. Bölgenin büyük kesimini bir bataktan diğerine sürükleyen İngilizlerin Filistin halkını açıkça anmayıp; sadece “Filistin’deki Yahudi olmayan topluluklar” şeklinde atıfta bulunan 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana Filistin toprakları adım adım işgal edilmektedir. Filistinlilere siyasi bakımdan hiçbir şey sunmayan yeni ‘barış planı’ Yahudilere bir vatan vaat edip Filistin halkına yalnızca medeni ve dinî haklar tanıyan Balfour Deklarasyonu’na bir dönüş anlamına geliyor. Filistin toprakları ta o zamandan bu yana bir taraftan bölgeye sevk edilen Yahudilerle dolduruluyor, diğer taraftan Müslüman ahaliden boşaltılması için şiddet ve katliam eşliğinde tehcir politikaları uygulanıyor. Gazze, İslâm ülkeleri taht hesaplarını bir kenara bırakıp bir araya gelemedikleri için bu hâlde. Gazze, Müslümanlar inandıkları dinin emrettiği gibi kardeşler olamadığı için, İslâm, iman, ihsan şuuru istikametinde olgunlaşamadıkları için bu vaziyette.

Türkiye’mize gelince, ülkemizin acil güvenlik ihtiyaçları önem kazanmaktadır. NATO gibi ittifaklara güvenilemeyeceği apaçık ortadadır. Eskiden Batı güdümünde hareket eden Türkiye’nin artık kendi tarihsel vizyonuyla örtüşen, ümmete sahip çıkan bir konumda bulunması şarttır. İsrail’i koruma amacıyla kurulan Kürecik gibi ABD üslerine ev sahipliği yapmayı bırakmalıdır. Bölgesel liderlik yalnızca arabuluculuk yapmakla, hamasi nutuklarla ve duygulu mesajlarla sınırlı değildir. Güçlü bir orduya, güçlü bir ekonomiye, stratejik kaynaklara, savunma sanayisine, sağlıklı artan bir nüfusa ve diplomasi gücüne sahip olmak bu statünün temelini oluşturur.

Bir Direnç Hattı Oluşturulmalı

Rabbimiz, “Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) buyuruyor. Bu dünyada müminlerin en ciddi imtihanı, korku, açlık, can ve mal kaybıdır. Bu imtihanda müminin sabır, mücadele ve direnişten başka yolu yoktur. Şayet biz üzerimize düşeni yaparsak, Allah bizimle beraber olacağını ve ‘kendisinin yardım ettiğine de kimsenin gücünün yetmeyeceğini’ buyuruyor. İnsanlar mücadele ve direniş yerine, korkularına mağlup olunca ödenecek bedeller de ağır olmaktadır. Dünyanın birçok yerinde insanlar işlerini kaybetme pahasına, üniversitelerden atılma pahasına zalimlere karşı mazlumların yanında durarak zulme direndiler. Ama saltanat sahipleri saltanatlarını kaybetme korkusu ile baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara maddi ve manevi yönden yardım etme konusunda imtihanı kaybettiler.

Ne hazindir ki günümüzde Müslümanlar günün şartlarına göre sistematik bir mücadele yürütmekten hayli uzaktırlar. Batı’nın bizi ezmesi, şiddetle sindirmesi karşısında bazı gruplar İslâm’ın asla müsaade etmeyeceği kimi yolları kullanmaktadırlar. Bu durum, karşı tarafa İslâm aleyhine propaganda yapma ve İslâm’ı, Müslümanları daha fazla ezme, yok sayma, terörle aynı kefeye koyma imkânını sunmaktadır. Şüphesiz İslâm ülkelerinin zayıflıklarını, yozlaşma ve basiretsizliğini tek bir sebeple, emperyalist sömürü ve yayılma ile açıklamak doğru değildir. İlaveten, Müslüman toplumların bugün içinde bulundukları azgelişmişliğin, İslâm inancının temel ilkelerinden değil, bu ilkelerle sosyal ve ekonomik hayat arasındaki mesafeden kaynaklandığı açıktır. Genelde Müslümanlar; dünya meselelerine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaşılması gerektiğinin bilgi ve bilincinden yoksun durumdadırlar. Bu nedenle ümmetin yeniden inşası için evrensel insani ve İslâmî değerlerden hareket etmeleri, İslâmî düşünceyi yaygınlaştırmaya talip olmaları elzemdir. Hatırlanmalıdır ki “varoluşumuzu ortaya çıkarmak için her çağda ve her yerde elimizdeki imkân İslâm’dır.” Müslümanların birbirlerini daha yakından tanımaları, aralarında daha sıkı bağlar kurmaları ve ümmet şuurunu yeniden canlandırmaları şarttır. Hızla değişen dünyada birçok yıkıcı etkenlere maruz kalan Müslümanlar; çağa uygun yönetim şeklini bulmaya, inançları ışığında sosyal, siyasi ve ekonomik düşüncelerini yeniden oluşturmaya çalışmalıdır.

Düşmanın kuvveti, hileleri, tuzakları kavi, içinden çıkılamaz görüntüsüyle ürkütücü olabilir. Hâlbuki hakikat bambaşkadır, bu tuzaklardan kurtulmanın yolu bir tek Allah’a sığınmaktır. Şeytanın şerrinden korunmak için şeytana sığınmak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Şeytanla iyi geçinmeye çalışmak, onun dostlarına “Nobel ödülü” övgüleri dizmek, onun övgülerine mazhar olmak, ona teslim olmak hem dünyada hem de ahirette Müslüman için bir felakettir. Ümmetin birlik, bütünlük ve dayanışma içinde zulme karşı bir direniş hattı kurması, bunun idamesine omuz vermesi gerekmektedir. Zalimlerin Müslümanlar üzerinde üstünlük kurmaları ve onları hâkimiyet altına almaları ümmet şuurunun zayıflatılmasından sonradır. Modernleşme bahanesiyle yürütülen Batılılaşma politikalarının yanında kavmiyetçilik ve mezhebi akımların bu noktada etkili olduğunu, ümmeti paramparça ettiğini biliyoruz. Müslümanların yeniden üstünlük sağlamaları, siyasi otoritelerini oluşturmaları ancak tekrar ümmet şuuruna, dayanışma ve güç birliği anlayışına kavuşmalarıyla mümkün olabilecektir.

Ümmet şuurunun ortaya çıkaracağı güç, dayanışma ve iş birliği İslâmî uyanış hareketlerinin altını oymaya çalışan baskıcı yönetimlerin de nefesini kesmeye yarayacaktır. Bu şuurun, Müslümanlara zulüm ve baskı yapan rejimlere karşı çıkılmasında da etkili olması gerekir. Mekkeli Müslümanlar o günkü cahili egemenlik sistemine karşı durarak inkılâpçı bir çıkış yaptılar. Müslümanlar kendilerinin “tek bir ümmet” olduklarını, dayanışmaya önem verdiklerini bu rejimlere göstermelidirler. Müslümanlar Batı’nın siyasi, ekonomik ve kültürel sömürgesinden kurtulmalı, özgür bir kafa ve ruh yapısı ile beşeri ve maddi kaynaklarının gelişmesine rehberlik etmelidirler.

Çok incitici bir biçimde görüyoruz ki günümüzde herkes derin bir korkunun tutsağıdır. Aslında bu korku bizim esirliğimiz olduğu kadar zalimlerin sermayesidir. Bizim korkumuzu kullanarak emperyalizm gücünü katlamakta, hegemonyasını derinleştirmektedir. Bu durum artık son bulmalıdır. Müslümanlar iki yıl süren soykırım ve açlığa rağmen teslim olmayan Gazze mücahitleri gibi ölümün bir son değil bir başlangıç olduğunu bilmelidirler. İnananlar ancak ölümü göze alarak ölümsüzleşeceklerini kavramalıdırlar. Yanlışlık, bizim dünyaya taparcasına bağlılığımız ve Allah’tan değil de ölümden korkmamızdır. Burası haysiyetsizliğimizin nirengi noktasıdır. Bizi izzet yoksunu kılan bir durumdur. Artık başımızın belası dünya müptelalığından kurtulmalıyız. Hakkı yerinden edip çiğneyen müstemlekecilerin değiştiğine inanmak zordur. Bunlar, ezmeye, işgal ve gasp etmeye, oldubittiye getirmeye, zorbalıkla teslim almaya inanıyor. Bunlarla diplomasi diliyle konuşmak havanda su dövmektir. Zalim saldırganla anladığı dilden konuşulmalı. Zalim sadece güçten anlıyorsa, onun işlediği suç sadece güç ile bertaraf edilecekse siz de güç kullanmalısınız. Bunun için de güçlü olmalısınız, yaptıklarınızın keyfiyet derecesini yükseltmelisiniz.

İslâm’ın bize Allah rızası için yaşamak ve onun rızası için ölmek dışında hiçbir şeyde gözümüzün olmadığını, hiçbir şeye kulak asmayacağımızı öğretmesi lazım. Ümmete husumetini yıllardır dışa vuranlara inat, Allah’tan istemeyi bilme şuuru ile sırât-ı müstakîm fikri istikametinde çaba harcamalıyız. Yüce Rabbimizden niyazımız, gözü yaşlı tek bir Müslüman kalmasın diye İslâm ümmetine uyanış nasip etmesidir. Bunun içinse Kur’ân ahlakıyla ahlaklanıp Resûlüllah’ın ümmeti olmaya liyakat kesp etmek için çalışan gayretli Müslümanların mesuliyet şuuru ile üstüne düşenleri yapması gerekmektedir.

1 Ekim 2025 Çarşamba

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı

Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da HAMAS’ın ateşkes müzakerelerini yürüten üst düzey yetkililerinin konutlarını hedef alan alçakça saldırısı, İsrail’in bölgeye yönelik politikasında önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Netanyahu hükûmetinin her türlü ahlaki ve diplomasi teamülü, uluslararası hukuk ve normları ihlal ederek kendisiyle müzakere edenleri katletmek istemesi ve arabulucu ülkeyi bombalaması gerçek bir devlet olmadığını göstermektedir. Doha saldırısı İsrail’in raydan çıktığını, sınır tanımadığını, ülke sınırları ve egemenlik haklarını hiçe saydığını göstermektedir.

Doha’ya yönelik saldırı, HAMAS ve Gazze’nin sınırlarını aşarak tüm bölgeyi etkileyecek, Mısır, Ürdün ve Körfez ülkelerine de yayılabilecek pervasız bir saldırı politikasının ürünüdür. İsrail’in hiçbir ülkenin sınırına veya egemenliğine saygı göstermeyeceğinin, bölgenin daha geniş bir çatışmaya sürüklenebileceğinin işaretidir. Saraylarının ihtişamında boğulmuş Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Emirlikler gibi proje devletler tahtlarının garantide olmadığını, korkunun, rüşvetin, haracın, İsrail ve ABD’yi yüceltmenin, güç odaklarının taşeronluğunu yapmanın kendilerini kurtarmayacağını anlamışlardır herhâlde.

Bölgede ABD’nin çıkarlarını koruyan kritik ülkelerin başında Katar’ın geldiği aleni sır! Zira Ortadoğu’daki en büyük ABD askerî üssüne ev sahipliği yapmaktadır. 13 bin asker barındıran üs aynı zamanda ABD Merkez Komutanlığı’nın da karargâhıdır. Aralarında imzaladıkları ‘savunma’ iş birliği antlaşmasına göre Katar’ın toprak bütünlüğüne yönelik herhangi bir saldırı güya ABD tarafından doğrudan kendi millî güvenliğine yönelmiş bir saldırı şeklinde değerlendirilecektir. Peki, ne oldu? İsrail çok ileri bir hamle yaparak Katar’ı vurdu. Bunu Katar’ı ‘korumak’ için bölgede konuşlanan Amerikan ve İngiliz üslerinden sağlanan yakıt ve ikmal desteği ile yaptı. Bu utanç verici duruma yutkunarak bakmaktan başka bir şey yapamadılar.

İsrail’in ABD’nin bilgisi ve izni dâhilinde gerçekleştirdiği anlaşılan bu saldırı, ABD’ye duyulan güveni ciddi biçimde tartışmaya açmıştır. İsrail’in pervasızlığı çok ciddi mesajlar içeriyor. Bunu basit bir saldırı şeklinde değerlendirmek yanlıştır. “Bana saldırmaz” diyen bölgedeki her ülkenin bundan bir ders çıkarması gerekiyor. Yaşananlar Tel Aviv’in Abraham Antlaşmaları ile geliştirmeye çalıştığı bölgesel ittifak arayışlarından belirgin bir şekilde ayrıştığını göstermektedir. Sert gücü ve tehdit dilini kullanan Siyonist işgal rejimi, artık Gazze’nin ötesine geçip ülkeleri de tehdit etmeye başlamıştır. Bütün bölge ülkelerini tehdit eden bu yaklaşım, Ortadoğu’da dengeleri yeniden şekillendirecek alternatif çözüm arayışlarını beraberinde getirecektir. Umulur ki, önümüzdeki süreçte bölge ülkelerini silahlanma, ortak güvenlik ve savunma arayışına sokacaktır.

Küresel Güç Dengeleri ve İslâm Dünyası

Aksa Tufanı’nın ardından yaşananlar, bölgesel güvenlik mimarisini ve onu yöneten gerçek küresel güç dengesini yeniden okumayı gerektiriyor. Küresel sermayenin dünya üzerindeki ekonomi politik iktidarını yürütebilmek için hegemon bir devlet yapısına ve onların stratejilerine uygun hareket eden aparatlara ihtiyacı vardı. Ortadoğu’nun siyasi haritasını yeniden şekillendirmeye yönelik stratejide İsrail bir koçbaşı olarak kullanılmaktadır.

İşgal rejiminin bölgeyi kaosa sürüklemede izlediği politikaların arkasında, küresel Siyonizm’in daha geniş çaplı sistematik jeopolitik hedefleri bulunmaktadır. Bu sebeple, İsrail’in istikrarı hedef alan hukuk tanımaz eylemlerine daha geniş ideolojik ve tarihsel bir perspektiften bakmak gerekmektedir. Küresel düzen gerçek zamanlı olarak değişmekte, âdeta Birinci Dünya Savaşı kodlarına dönülen bugünkü ortamda vakit çok hızlı akmaktadır. ABD’nin ve onun askerî/ekonomik zorbalığında yürüyen düzene karşı güçler bloklar oluşturmaya çalışıyorlar. Küresel düzeni yönlendirme mücadelesinde Avrasya bloku henüz Batı’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası kurduğuna benzer bir güç birliğini kuramamışsa da bu yönde birtakım adımlar atılmaktadır.

Acizlik içindeki İslâm dünyası ise küresel emperyalist güçlerin planlarının sahnelendiği coğrafyanın tam ortasında bulunmasına karşın, maalesef bu mücadelenin edilgen tarafındadır. Sahip olduğu potansiyeli harekete geçirecek iş birliği mekanizmalarını kuracak siyasi refleksi ortaya koyamamaktadır. Harekete geçilmemesi durumunda İsrail’in operasyonlarına karşı savunmasız ve yıkım döngüsüne maruz kalacaklardır.

İslâm dünyasının elinde tuttuğu imkânlara baktığımızda, onları güçlü tutacak çok zengin kaynaklara sahipler. Petrolden doğalgaza, jeo-stratejik avantajlardan nüfus ve iş gücüne kadar ellerinde tuttukları potansiyel, dünya sistemini yeniden inşa edecek bir enerjiye sahip. Bu enerji,  emperyalist odaklara diz çöktürecek, dünya sistemini belirleyecek güce sahipken İsrail karşısında bu kadar zelil duruma düşmek büyük talihsizliktir. Bu olağanüstü enerjiyi hayata geçirmek ve ortak bir kuvvete dönüştürmek için bir şeyler yapmak yerine iç çekişmeleri, rekabetleri ve menfaat çatışmalarıyla enerjilerini tüketiyorlar. Orduları var ama cihada kalkmak yerine kendi halkını bastırmak için kullanıyorlar. Servetleri var ama mazluma ulaşmak yerine lüks ve israfa harcıyorlar. Sayıları kalabalık ama izzet ve şerefleri ayaklar altında.

Katar’da olağanüstü toplanan İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Ligi Liderler Zirvesi’nin ardından Müslüman ülkeler arasında yıllardır dile getirilen ancak bir türlü hayata geçirilemeyen Ortak İslâm Ordusu talepleri yükseldi. Aslında bu ordu, 15 Aralık 2015’te 34 ülkenin onayı ile kurulmuştu ve 200 bin askerin katıldığı devasa bir tatbikat da gerçekleştirilmişti ama arkası gelmedi. Ayrıca, Mısır, Arap NATO’su şeklinde adlandırılan bir teklif getirdi. Pakistan da İsrail’in eylemlerini izlemek ve koordineli caydırıcılık ve saldırı tedbirleri almak üzere ortak bir görev gücü oluşturulması çağrısında bulundu. Ancak, görüşmelerde ne Mısır’ın ne de Pakistan’ın gündeme getirdikleriyle ilgili herhangi bir adımın atılamaması durumun vahametini gösteriyor.

Müstağnileşen İsrail’i dizginleyemeyen uluslararası düzenin sahipleri karşısında Müslüman ülkelerin gerçek ve fiilî adımlar atması gerekmektedir. Çünkü emperyalistlerin kendi aralarında bir güç mücadelesi yaşansa da İslâm ve Türkiye söz konusu olduğunda yekpare bir blok olarak güç birliği yaptıklarını görüyoruz. Ortadoğu’daki güç dengesini yeniden şekillendirecek koordineli ve kolektif bir durum sergileyecek ortak bir İslâm savunma paktına ihtiyaç vardır. Ayrıca, kapsamlı ekonomik, diplomatik ve siyasi yaptırımlar ile İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı caydırıcı bir mekanizma oluşturmaları zaruridir.

Uluslararası Düzenin Krizi

Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumların yetersiz baskısı, olaya seyirci kalması, etkili karar almayarak İsrail’i durdurmaması, büyük ölçüde aşınan küresel sistemin çöktüğünü göstermektedir. Uluslararası kurumlar tükenmişlik sendromu yaşamakta, hiçbir şeyi çözememektedir.

Siyonist kolonyal rejimin iki yıldır Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı başta BM olmak üzere uluslararası örgütlerin ve küresel aktörlerin, İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırım kararı almaması, İsrail saldırganlığının yalnızca Gazze ile sınırlı kalmayıp, Ortadoğu’nun geneline yayılacağına işaret etmektedir. Siyonizm’in yayılmacı politikasının ve tehdidinin Katar’a kadar uzanması, Netanyahu’ya göz yuman çevrelerin artık uyanmasını gerekli kılmaktadır.

BM’ye bağlı uluslararası soruşturma komisyonu, İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de Filistinlilere karşı soykırım işlediği sonucuna vardı. Üç üyeden oluşan komisyon yayımladığı raporda, İsrail’in aşağıdaki suçları işlediğine dair kapsamlı deliller olduğunu belirtti: Benzeri görülmemiş ve sistematik cinayetler, evlerin ve kültürel alanların yıkımı, kasıtlı aç bırakma, sağlık hizmetlerinden mahrum bırakma, cinsel şiddet, çocukların doğrudan hedef alınması gibi suçları tescillendi. Bir yandan da BM’ye ait bir organ konumundaki Uluslararası Adalet Divanı Netanyahu’yu soykırım suçlusu olarak yargılamaktadır. Ayrıca Uluslararası Ceza Mahkemesi Siyonist vahşiler hakkında tutuklama kararı çıkartmıştır. Katil Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’nda konuşturulması çifte standarttır, utanmazlıktır, yaman bir çelişkidir.

İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük kavramlarını dilinden düşürmeyen Batı dünyası Ukrayna için ayağa kalkarken Gazze için kör ve sağır kesilmiştir. Gazze’deki soykırım, yalnızca İsrail’in suçlarıyla değil, aynı zamanda dünyanın suskunluğu, Siyonizm’e arka çıkan Batı’nın ikiyüzlülüğü ve iş birliğiyle mümkün olmuştur. İnsanlığın kutsal kabul ettiği bütün değerlerin İsrail tarafından çiğnendiğini gördükleri hâlde zalime alkış tutuyor, İsrail’in askerî operasyonlarına doğrudan ya da dolaylı destek vermek suretiyle yaptıklarını meşrulaştırıyorlar.  Almanya Başbakanı Friedric Merz de Münih’te bir sinagog açılışında başında kipa ile ağlayıp neredeyse yerlere kapanarak, “Bugünkü antisemitizm için utanç duyuyorum...” diyor.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), onlarca toplantı yaptı ama her defasında ABD’nin vetosu ile mazlumun kanını durduracak kararlara engel olunuyor. BM Genel Sekreteri António Guterres’in ifadesiyle çaresiz bir şekilde, “Gazze bir mezarlığa dönüştü!” diye sızlanmaktan başka bir şey yapamıyor. Uluslararası hukukta egemenlik ve savaş hukukuna ilişkin düzenlemeler yalnızca İsrail’in lehine işliyor. İşgalci Siyonistlerin de uluslararası sistemde kendilerini caydırıcı bir mekanizmanın bulunmadığına, istedikleri her şeyi yapıp yanlarına kâr kalacağı hissine kapılmalarına yol açıyor. Bu durum, uluslararası sistemin ne kadar adaletsiz ve çürük temellere dayalı olduğunu gözler önüne seriyor ve yeni bir uluslararası düzen arayışını kaçınılmaz kılıyor.

İslâm Dünyasının Pasifliği

57 üyesi bulunan İİT, BM’den sonra dünyada ikinci en büyük teşkilat. Arap Birliği’nin ise 22 üyesi var. İsrail’in Doha saldırısının ardından, İİT ve Arap Birliği’nin Katar’daki olağanüstü toplantısından küçük bir umut da olsa, Gazze’yi kurtarmaya yönelik bir karar çıkar beklentisi maalesef boşa çıktı. İslâm ülkeleri liderleri, hiçbir karara imza atmadan bolca kınama, temenni, durum tespiti ve “uluslararası toplumu göreve çağırma” seansında bulunduktan sonra geleneksel hatıra fotoğrafı çekerek dağıldılar.

Şimdiye kadar Filistin sorununa ilişkin olarak İsrail’e karşı ne kendi aralarında ortak bir eylem birliği ne de uluslararası toplumu harekete geçirici bir politika üretemediler. Yaptıkları şey eskinin masalları. Yıllardır yapılan bu “toplan-dağıl” zirveleri Siyonistleri zerre kadar endişelendirmiyor. Durum böyle olunca da İsrail, “Nasılsa hiçbir şey yapamayacaklar,  öyleyse devam edelim!” deyip, daha da azgınlaşarak saldırılarına devam etmektedir. Nitekim Doha Zirvesi’yle eş zamanlı olarak, İsrail kırk bin işgal askeriyle Gazze’ye kara harekâtı başlattı.

BM gibi, İİT, Körfez İş Birliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nin de gücü ve etkinliği yok.  Toplanıyorlar, konuşuyorlar, İsrail’i kınayan, uluslararası toplumu göreve davet eden sembolik bildiriler yayımlayarak dağılıyorlar. Katar zirvesinde yayımlanan ortak bildiride şu ifadelere yer verilmişti:

“Arap Birliği ve İslâm İş Birliği Teşkilatı’nın tüm üye devletlerinin egemenliğine, bağımsızlığına ve güvenliğine olan sarsılmaz bağlılığımızı yeniden teyit ederek ve ortak güvenliğimizi savunmak için bu saldırıya karşılık vermek için ortak vazifemizi hatırlatarak, devletlerimizin güvenliğine yönelik her türlü tehdidi kategorik olarak reddettiğimizi teyit eder ve güvenlik ve istikrarlarını tehdit edebilecek her türlü duruma karşı mutlak ve sarsılmaz dayanışmamızı teyit ederek onları hedef alan her türlü saldırıyı şiddetle kınarız.” Görüldüğü üzere; beyefendiler bağlılıklarını teyit ediyor, ortak vazifelerini hatırlatıyor, her türlü tehdidi reddediyor, sarsılmaz dayanışmayı teyit ediyor ve her türlü saldırıyı şiddetle kınıyorlar. Düşmana karşı caydırıcı derde deva hiçbir eylem kararı çıkmıyor. Herhangi bir karar yok, icraat yok. Sen sağ ben selamet dağılıp gidiyorlar!

Daha önce Kahire’deki Arap Birliği toplantısında Mısır, İsrail’in ihlallerini durdurmak için kararlı tavırlar alınması gerektiğini belirtmişti. Kendisi Gazze’ye sınırı olan bir ülke. Gazze ile arasındaki Refah sınır kapısını yıllardır kapalı tutuyor. İsrail’in korkusundan parmağını kıpırdatmıyor. Kararlı tavrı kendisi alması gerekirken bu 100 milyonluk ülke işi uçan kuşa havale ediyor. Koskoca İslâm dünyasının Gazze’nin yaralarına merhem olacak, İsrail’in azgınlıklarını dizginleyecek bir çözümü ortaya koyması için daha ne olmalı? Dünyanın gözleri önünde 21. yüzyılın en büyük soykırımı yapılıyor. Büyük çoğunluğu savunmasız kadın, yaşlı ve çocuk olmak üzere 70 bine yakın masum insanı hayattan kopardı. Resmî olmayan rakamlara göre, bu sayının, savaş bittikten sonra, devasa enkazın altındaki cenazelerin çıkarılmasıyla birlikte 200 bine ulaşabileceği konuşuluyor. İnsani yardım görüntüsüyle ölüm tuzağı kurup gıda yardımı için koşan binlerce insanı oyun oynar gibi katlediyor. İsrail ordusunun gerçek yüzü,  savaş suçu işleyen İsrailli askerlerin paylaştığı utanç verici videolarla açığa çıkmıştır.

Sadece insanları değil su kaynaklarını, tarım arazilerini, toprağı da yok ediyorlar. İnsanları aç susuz bırakarak kitlesel ölümlere sebep oluyorlar. Tüm bu insanlık dışı eylemler gerçekleştirilirken, hâlâ kınama, uyarı ve çağrılarla iş geçiştiriliyor. Malezya Başbakanı Enver İbrahim “Kınamalar füzeleri durduramayacak!” gerçeğini haykırıyor. İbrahim, konuşmasının devamında İsrail’le hâlâ diplomatik ve ticari ilişkiler yürüten İslâm ülkeleri liderlerine sitem ederek şöyle seslendi: “Daha ne bekliyorsunuz? Gerek diplomatik gerekse ekonomik, Gazze yok olmadan kesin artık şu ilişkilerinizi.” Malezya,  İsrail’i devlet olarak tanımama haysiyetini gösterebilen nadir ülkelerden biridir.

Doha’da toplanan ülkeler 2 milyar nüfusa sahip. Dünya petrolünün yüzde altmışına sahip, yeryüzünün merkezine hâkim. Kara ticaret yollarını, deniz ticaret yollarını, enerji kaynaklarını, enerji koridorlarını kontrol ediyor. Fas’tan Endonezya’ya, Adriyatik’ten Orta Afrika’ya, Atlantik’ten Pasifik’e kadar bir coğrafyayı kapsayan, Akdeniz’i, Kızıldeniz’i, Basra Körfezi’ni, Hint Okyanusu’nu, Malakka Boğazı’nı, İstanbul Boğazı’nı içine alan bir ümmet Gazze’nin çığlığına çare olamıyor. Bir il kadar toprağa, 10 milyon (yüzde 20’si Arap) bir nüfusa sahip olan, ABD desteğiyle ayakta duran cüretkâr İsrail bu katliamları koskoca İslâm dünyası varken nasıl yapıyor? Bütün İslâm ülkeleri hep bir ağızdan Siyonist İsrail’e bağıracak olsalar, katilin kulakları sağır olurdu. 2 milyarlık İslâm âlemi her biri bir kova su dökse Akdeniz kıyısında boğulup giderdi.

Yüz binlerce kadın ve çocuk açlıkla, susuzlukla, bombalarla mücadele ederek hayata tutunmaya çalışırken birçok Arap ülkesinin dışişleri bakanlıkları “endişe” bildirmekten öteye geçemedi. Bu suskunluk, ümmetin vicdanında açılmış derin bir yaradır. Kardeşin kardeşine sessiz ihanetidir.  Ümmet bilincinin ölüm döşeğinde olduğunu gösteren Gazze soykırımı İslâm âleminin büyük imtihanıdır.

ABD ve İsrail’i Aynı Üst Akıl Yönetiyor

Kimileri İsrail’in ABD’yi yönettiğini kimileri de İsrail’in ABD’nin ileri karakolu olduğunu söylüyorlar. Tavuk yumurta misali birinin diğerini yönettiğine dair çok değişik görüşler var. Aslında ikisi de birbirini yönetiyor. Duruma göre tavır takınıp birbirlerine ayar veriyor, paslaşıyorlar. Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i birbirinden ayırt edilemez ikiz bir beladır. Karşılıklı menfaat ilişkisi içinde birbirlerinin sınırlarını belirliyor, ne yapacaklarına karar veriyorlar.

Gazze’de ABD-İsrail ortak yapımı bir katliamı izliyoruz. Korkudan altlarına bebek bezi bağlayan İsrail askerleri ABD desteği olmadan hiçbir şey yapamaz. Savaşın bütün silah, araç-gereç malzemelerini temin eden, uzman askerî elemanlar ile fiilî olarak cephede yer alan, ekonomik yükünü çeken, diplomatik ve uluslararası alanda İsrail’in savunmasını yapan, önünü açan, yargılanmalarını engelleyen Amerika’dır. Mahmud Abbas ve ekibine vize vermezken Netanyahu’yu BM’nin tenha salonunda konuşturan güç de Amerika’dır. Gazze’de derhal, şartsız ve kalıcı bir ateşkes çağrısı yapan ve İsrail’in Filistin topraklarına yardım ulaştırılmasına yönelik tüm kısıtlamaları kaldırmasını talep eden BM Güvenlik Konseyi karar taslağını ABD veto ederek engellemiştir. ABD bu kararıyla, Gazze Şeridi’ndeki savaşa ilişkin Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini altıncı kez kullanarak soykırımın suç ortağı olmuştur.

ABD Dışişleri Bakanı Katolik Rubio, İsrail’i ziyaretinde başına kipa takıp, soykırımcı Netanyahu ile birlikte Ağlama Duvarı’nı ziyaret edip dilek diledi. ABD’nin desteğini göstermek için önce İsrail sonra Katar’a gitti. Rubio’dan önceki Dışişleri Bakanı Antony Blinken da 7 Ekim’den sonra koşarak gittiği İsrail’e “Bir Yahudi olarak geldim!” demişti. Rubio, İsrail’den ayrılır ayrılmaz Netanyahu, Gazze’yi işgal amacıyla kara harekâtı başlattı.  Kara harekâtına birlikte karar verdikleri ve Rubio’nun  “Elinizi çabuk tutun!” dediği söyleniyor. Ayrıca, Rubio’nun Katar ziyaretinin ardından şu açıklaması geldi; “Washington ve Doha, gelişmiş bir savunma iş birliği anlaşmasını sonuçlandırmaya yakın…” Görüldüğü üzere,  ABD önce dövdürüyor sonra da “hızlandırılmış savunma iş birliği” kisvesi altında silah satıyor.

İşgal rejimi Katar’ı vurduğunu ABD Başkanı Donald Trump “Bizim haberimiz yoktu!” dese de hem Amerikan basını hem de İsrailli bir yetkili Trump’ın, İsrail’in savaş uçaklarıyla Katar’a düzenlediği saldırıya yeşil ışık yaktığını söyleyerek bu söylemi yalanladı. ABD merkezli Axios haber sitesindeki haberde, Katar saldırısıyla ilgili olarak Trump’a ABD saatiyle 08.00’de aranarak bilgi verildiği iddia edildi. Katar saldırısı ise 08.51’de başlamıştı. Yani Trump saldırıdan 51 dakika önce bilgilendirilmiş. Başka bir ifadeyle Trump, istese saldırıyı önleyebilirmiş. Sözün özü, bu saldırı Siyonist İsrail ile onun sınırsız destekçisi ABD’nin ortaklaşa hazırladığı İngiltere destekli hain bir tuzaktır ve Trump’ın bilgisi dâhilinde gerçekleştirilmiştir. El-Udeyd üssünde bulunan gelişmiş radarları ve savunma füzelerini kapatıp İsrail’in vurmasını kolaylaştırmıştır.

İsrail’in Cezasız Kalması Dünyanın Vicdanını Yaralıyor

İsrail’i durduracak bir kanun yok, Siyonist rejimin vahşi saldırıları devam ediyor. Gazze’de yiyecek arayanlar katledilirken, yaşanan insanlık suçu devam ederken hiçbir şey olmamış gibi davranan dünya böyle devam edemez. Holokost hadisesi üzerine kurulan kolonyal Siyonist ‘ulus devlet’ bütün dünyayı hiçe sayarak sürekli kendini tehdit altında hisseden bir paranoya ile her şeyi kendine mubah görüyor. “Devletim” diyor ama devlet aklı yok. Bir çılgınlık noktasında şımarıkça işler yapıyor.

Bu trajedinin baş sorumlularından biri hiç şüphesiz Mısır’dır. Şehit Muhammed Mursi dönemi hariç her dönem Refah sınır kapısını kapalı tutmuş ve o da Gazze’ye ambargo uygulamıştır. Türkiye’ye gelince, Mavi Marmara’da açıkça Türkiye’ye saldırılmıştır. İsrail’in uluslararası sularda yaptığı korsanlık sonucunda 10 vatandaşımız katledilmiş, insanlarımız esir alınmıştır. Gemilerine ve mallarına el konulmuştur. Ancak, telefonla yapılan bir özür ve 20 milyon dolar karşılığında bu eşkıyalık suçu kapatılmış, büyükelçiler yeniden atanmıştır. Mavi Marmara saldırısının hesabı ödenmemiş, katiller cezasını bulmamış, Gazze’ye uygulanan abluka ve saldırılar ise hiçbir zaman kaldırılmamıştır. Şehitlerin kanının takipçisi Mavi Marmara davalarının kanunla düşürülmesi sağlanarak İsrail rahatlatılmıştır.

İsrail’i 1949’da ilk tanıyan Müslüman ülke Türkiye’dir diye hayıflanıyoruz ya! Bakın daha sonra neler yaşanmış: Siyonist İsrail rejiminin NATO’nun Brüksel’deki merkezinde daimi ofis açması ile ilgili karar, Türkiye’nin İsrail’e yönelik vetosunu kaldırması ile 2016 yılında mümkün olmuştur. Yine Türkiye, Filistinlilerin tüm itirazlarına rağmen, İsrail’in OECD üyeliğini veto etmeyerek 2010 yılında İsrail’in OECD üyesi olmasını sağlamıştır. İsrail’i İran’dan gelecek tehlikelere karşı koruyan Kürecik üssü ne zaman kuruldu acaba? Bu millet hiçbir zaman İsrail’i sevmemişken Türkiye Cumhuriyeti uzun yıllar İsrail’le sarmaş dolaş, haşir neşir olmuştur maalesef.

Tarihin hiçbir döneminde hukuksuzluğa bu kadar cüret edebilen bir devlet ve ona göz yuman bir uluslararası adalet görülmemiştir. Kendi topraklarında yaşamak, ona sahip çıkmak ve orada var olmaktan başka bir şey istemeyen masum insanlar acımasızca katledilmektedir. Gazze’deki durum dayanılmaz bir insani krize dönüşmüş, yüzbinlerce insan tarifsiz acılara maruz bırakılmıştır. Mahmud Abbas gibi uşak ruhlu kimselere rağmen Gazze teslim olmadığı için yok edilmeye çalışılıyor. İsrail’in ancak güç ile durdurulabileceği anlaşılmıştır. Böylesi bir yapıyı sadece kınamak yetmiyor, artık canını acıtmak gerekiyor.

ABD ve İsrail Türkiye’yi Kuşatıyor

İsrail ve ABD Güney Kıbrıs’a silah yığıyor. Rumlar dev silah siparişleri vererek adayı cephaneliğe çeviriyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ABD’den askerî kargo uçağı, helikopter, obüs, zırhlı personel taşıyıcısı, hava savunma sistemleri ve diğer askerî teçhizat alımı için hazırlık yapıyor. Kıbrıs’ı da vaat edilmiş toprak gören Siyonistlerin stratejik yayılmacı planları arasında bu ada da vardır. İsrail Güney Kıbrıs’taki askerî varlığını tatbikatlar ve silahlandırma projeleri üzerinden artırmaktadır. Tel Aviv, GKRY’ne Barak MX hava savunma sistemleri vermeye devam etmektedir. Adada kurduğu siber güvenlik merkeziyle KKTC’deki Türk askerî iletişimini de takip etmektedir. Bu merkez ABD ve Yunanistan’la koordineli çalışmaktadır. Siyonist rejim muhtemel bir çatışmada Türkiye’den gelecek saldırıları önde karşılayarak kendini güvene almak istemektedir. ABD 1987’den beri GKRY’ne uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı. Türkiye karşıtlığı üzerinden Yunanistan ve GKRY üzerinde hem hâkimiyet kuruyor hem de silah satıyor.

İşin acı yanı ise, bu silahlanma faaliyetlerinde İncirlik üssünün de kullanılmasıdır. İngiltere merkezli Declassified yayın organının kurucularından Matt Kennard, X hesabından yaptığı paylaşımda, 11 Eylül sabahı ABD’ye ait bir C-130J Hercules uçağının Türkiye’nin İncirlik üssünden Güney Kıbrıs’taki RAF Akrotiri üssüne uçtuğunu iddia etmiş ve uçuş rotasının radar sistemindeki kayıtlarını paylaşmıştı. C-130J Hercules uçağı 47 bin libreye kadar yük taşıyabiliyor. Ayrıca ABD’nin, İsrail’e silah sevkiyatı için RAF Akrotiri üssünü kullandığı da biliniyor.

Yunanistan sürekli yeni problemler çıkararak tansiyonu yükseltiyor. Bizimle oturup konuşmak yerine ağababalarının arkasına sığınarak ileri geri konuşmaya devam ediyor. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un, Beyaz Saray’da diğer Ortodoks başpapazlarla birlikte Trump ile görüşmesini de bu açıdan okumak gerekiyor. Türkiye’de zorluklar yaşadıklarını ileri süren Bartholomeos, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması meselesinde Trump’tan destek istiyor. Nitekim Washington’da Erdoğan-Trump görüşmesi öncesindeki basın toplantısında, Gazze’deki katliam için tek kelime etmeyen Trump Heybeliada meselesini gündeme getirdi.

İsrail son yıllarda Kıbrıs üzerindeki varlık ve etkisini KKTC’de toprak ve mülk alarak da genişletmektedir. Türkiye’nin burnunun dibindeki Karpaz’da kurulan İsrail sermayeli marinaya kim nasıl izin verdi? KKTC’de yüzlerce İsrail şirketi nasıl kuruldu, araştırılması gereken konulardır. ABD, İsrail, Yunanistan ve GKRY arasındaki iş birliği doğrudan Türkiye’yi çevreleme planının bir parçasıdır. Çünkü İsrail’i durduracak tek güç Türkiye’dir. Dün Siyonistlere toprak satmayan Osmanlı’yı hangi gerekçelerle durdurdularsa, bugün de Türkiye’yi aynı gerekçelerle kuşatıyorlar.

İsrail’in Saldırıları Karşısında Türkiye’nin Tutumu

İsrail’in Filistin, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’e ve son olarak Katar’a saldırılar düzenlemesi, bölgedeki jeopolitik gerilimi artırıyor. Gazze’nin çığlığını duyurmak için yola çıkan SUMUD filosuna mensup gemilere Tunus’ta saldırması ile saldırdığı ülke sayısı yediye çıktı. Bu saldırılar, İsrail’in Türkiye’yi de hedef alabileceği konusunu, bölgesel dinamikleri ve Türkiye için potansiyel tehditleri gündeme getirdi. Netanyahu, Doha saldırısının ardından HAMAS üyelerine sahip çıkan herkesi tehdit etti. “Katar ve teröristlere sığınak sağlayan tüm ülkelere şunu söylüyorum. Ya onları sınır dışı edin ya da adalete teslim edin, çünkü yapmazsanız, biz yapacağız.” dedi. İsrailli asker ve yazar Siyonist Meir Masri, sosyal medya hesabından, “Doha’ya saldıran Ankara’ya da saldırabilir. Bugün Katar, yarın Türkiye!” şeklinde haddini aşan tehditlerde bulundu. İsrailli emekli albay Dr. Moşe Elad, İsrail’in saldırgan tavırlarına verdiği tepki sebebiyle Türkiye’nin de İsrail’in hedef listesine girebileceğini iddia etti.

Uzmanlar ve siyasi analistler, NATO üyesi Türkiye’ye yönelik bir askerî müdahalenin NATO’yu da karşılarına alacağı anlamına geleceğini söylüyorlar. Ama İsrail öylesine kontrolden çıkmış bir aktör hâline geldi ki, bunu deneyebilir. Şu ana kadar yaptıklarının bir bedelini ödemediği müddetçe bu saldırganlığını sürdürebilir. Muhtemel bir çatışma, her iki taraf için de ciddi kayıplara ve ekonomik yıkıma yol açabilir. Bölgedeki durumun karmaşıklığı ve hızla değişen jeopolitik dengeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin kendi ekonomisini ve bilhassa hava savunma kapasitesini güçlendirmesi ve bölgede askerî caydırıcılık unsurlarını artırması önemlidir.

Türkiye ile İsrail arasında doğrudan bir askerî çatışma ihtimali düşük olsa da İsrail’in Türkiye’ye karşı dolaylı yöntemlerle tehdit oluşturabileceği konuşuluyor. İsrail’in dile getirdiği “İsrail’i bölgede büyüteceğiz, sırada Türkiye ve KKTC var!” ve “Suriye’de asıl kiminle uğraştığımızı biliyoruz’” şeklindeki hadsiz açıklamaları, ABD’nin Suriye’de terör örgütü YPG’ye desteğini sürdürmesi ve Suriye’yi etnik ve mezhebi ayrımlarla parçalayarak İsrail’in güdümüne sokma girişimleri, İsrail’in Suriye sahasında Türkiye ile karşı karşıya gelebileceği ihtimalini artırıyor. Neler olabilir? YPG/PYD gibi vekil örgütler eliyle Türkiye’nin sınır güvenliğini ve iç istikrarını tehdit edebilirler. Siber saldırılar ve dezenformasyon kampanyaları gibi hibrit savaş unsurlarını kullanabilirler. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerini Yunanistan ve GKRY’ni yanlarına alarak bölgedeki jeopolitik rekabeti gerilim konusu yapabilirler. ABD’deki lobiler aracılığıyla Türkiye’ye yönelik ekonomik ve diplomatik baskı uygulayabilirler. Türkiye’nin yakın tarihte yaşadığı bazı olayları İsrail’in yayılma arzusu bağlamında okumak gerekiyor. 12 Eylül Darbesi, 6 Eylül’de Konya’daki geniş katılımlı Kudüs mitinginin, 28 Şubat Darbesi ise Sincan’daki Kudüs gecesinin ardından geldi, 15 Temmuz darbe girişimi, Fetullahçı CIA ve MOSSAD ajanları tarafından yapıldı.

Dünyanın çok kutuplu bir düzene evrildiği ve küresel belirsizliklerin devam ettiği bu dönemde, ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı Türkiye’nin bölgesel ve küresel ölçekte yeni ittifaklar kurması gerekmektedir. Bu bağlamda Devlet Bahçeli, Türkiye Rusya Çin (TRÇ) ittifakını gündeme getirdi. Bahçeli, “Akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek Türkiye Rusya Çin ittifakıdır. Türkiye Rusya Çin ittifakının da Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir.” dedi. Uluslararası güvenlik alanındaki mevcut kaos hâli, TRÇ çağrısı ve Erdoğan’ın BM’deki konuşmasında “çift başlı kartala” gönderme yapması birlikte okunduğunda, Türkiye’nin tek eksene hapsolmayan, katmanlı ve seçici bir dış politika uygulamasını zaruri kılmaktadır.

Trump’ın Gazze Planı

Trump’ın BM’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da arasında olduğu Müslüman ve Arap liderlerle müzakere ettiği, Gazze’deki soykırımı kalıcı olarak sona erdirme planı pek çok hususu içermektedir. 21 maddelik plan şöyle özetlenebilir: Esirler serbest bırakılacak, kalıcı ateşkes ilan edilecek, İsrail kademeli şekilde geri çekilecek. Gazze’ye Arap güvenlik gücü yerleşecek, HAMAS’sız bir yönetim kurulacak. Gazze silahsızlandırılacak (üst düzey HAMAS yetkililerine af ve Gazze’den ayrılma imkânı tanınacak), aralarında ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış Filistinlilerin de bulunduğu binlerce kişi İsrail hapishanelerinden serbest bırakılacak. Gazze’ye kesintisiz yardım girecek, Filistin yönetimi sınırlı seviyede idareye katılacak, İsrail Gazze’ye yerleşim kurmayacak, İsrail Batı Şeria’yı ilhak etmeyecek, İsrail Mescide-i Aksa’ya dokunmayacak.

Washington yönetiminin planının büyük ölçüde, Trump’ın damadı Jared Kushner ile İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in üzerinde çalıştığı “Gazze’de ertesi gün planından” oluştuğu kaydedilmektedir. BM’de birçok ülkenin Filistin devletini tanımasının ‘terörizmi ödüllendirdiğini ve İsrail’in varlığını tehdit ettiğini’ savunan Netanyahu ile 29 Eylül’de Beyaz Saray’da görüşen Trump düzenlenen ortak basın toplantısında 21 maddelik Gazze planını açıkladı. Trump, planın taraflarca kabul edilmesi hâlinde “savaşın” derhal sona ereceğini, İsrail'in Gazze'den kademeli şekilde geri çekileceğini, Gazze'de HAMAS’ın rolünün olmadığı yeni bir sürecin başlayacağını ve tüm esirlerin serbest kalacağını belirtti. Netanyahu ise Trump’ın planı için, “Gazze'deki savaşı sona erdirme planınızı destekliyorum, bu plan savaş hedeflerimizi gerçekleştiriyor.” dedi. Siyonist Başbakan “HAMAS planınızı kabul ederse, Sayın Başkan, ilk adım makul bir geri çekilme olacak, ardından 72 saat içinde tüm rehinelerimiz serbest bırakılacak. HAMAS planınızı reddederse ya da sözde kabul edip sonra karşı gelecek her şeyi yaparsa İsrail işi kendi başına bitirecek. Bu kolay ya da zor yoldan yapılabilir. Ancak yapılacak.” ifadelerini kullandı.

Meseleyi “Amerikan rüyası”nın çözmeyeceğini bilenler için açıklananlar çok şaşırtıcı değildir. Bugün İsrail ile savaşan tek güç konumundaki HAMAS yok edildikten sonra Mahmud Abbas zihniyetindeki teslimiyetçi kimselerin elinde Filistin diye bir yer kalmayacaktır. Ayrıca Netanyahu, Trump'ın Gazze barış planı çerçevesinde Filistin yönetiminin, İsrail’e karşı ‘nefret içerikli’ ders kitaplarını değiştirmesi, medyadaki ‘kışkırtıcı’ söylemleri sonlandırması gibi reformların yanı sıra Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı’nda açılan davalara son vermesi ve İsrail’i Yahudi devleti olarak tanıması gerektiğini de ileri sürdü. Bu ve benzeri talepleri, maddeleri kabul etmek, savaşı İsrail’in kazandığını, soykırım yapmadığını, işledikleri insanlık suçlarından yargılanmayacağını kabul etmek demektir. Yaptıkları yanlarına kâr mı kalacaktır? Siyonist rejimin her zamanki gibi antlaşma sonrasında rehineleri alması akabinde yeniden katliamlara başlamayacağının garantisini kim verecektir? Bu konuda ABD’ye mi, İsrail’e mi güveneceğiz? Şurası son derece açıktır: HAMAS’ı yok etmek üzerine oynanan bir oyun olan söz konusu plan aynı zamanda Abraham Antlaşmaları’nı yeniden canlandırarak İsrail’in etkisini arttırmayı hedeflemektedir.

Filistin’in Tanınması ve Kudüs

Filistin’i tanıyan ülke sayısı arttıkça İsrail, Gazze’deki savaşı acilen bitirme çabalarına girişmiş, Gazze’nin kuzeydeki merkezini tamamen işgal etmek için bir kara harekâtı başlatmıştır. Diğer taraftan da ABD yönetimi, Gazze’deki katliamı durdurmak yerine, Filistin’i tanıyacağını ilan eden ülkeleri bu kararlarından vazgeçirme için çabalarını sürdürüyor.  Mahmud Abbas ve diğer Filistinli yetkililerin vizelerini iptal ederek işe başladı. Buna ilaveten kimi ülkeleri tehdit ederek kimilerini satın alarak tanıma kararlarından vazgeçirmeye çalışıyor.

Gerçi Filistin’in tanınması mevcut yaptırım-güç dengesi içinde İsrail’e olumsuz hiçbir etkisi olmayacaktır. Çünkü Filistin devletini tanıyan ülke sayısı 157 ülke olsa bile buna bakılmaksızın BM’ye tam üye olmak için ABD’nin veto hakkına sahip olduğu BMGK’nin onayı gerekmektedir. Ayrıca, sınırları üzerinde kontrolü olmayan Filistin’i hangi sınırlarıyla tanıyacaklar? 1948 sınırlarıyla mı, 1976 sınırlarıyla mı yoksa bugünkü paramparça edilmiş, birbirinden koparılmış, izole edilmiş hâliyle mi? Mesela, Filistin’de büyükelçilik açacaklar mı? Filistin’e silah satacaklar mı? Karayla çevrili bu bölgeye havaalanı yapılmasına izin verecekler mi? Gazze ile Batı Şeria’nın toprak irtibatı sağlanacak mı? Batı Şeria’ya yalnızca İsrail üzerinden veya İsrail’in kontrolündeki Ürdün sınırından ulaşılabiliyor.

Kudüs Rum Ortodoks Patriği Theofilos Giannopoulos, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaretinde Erdoğan’a, Hz. Ömer’in 638 yılında Kudüs’ü fethetmesinin ardından Bizans İmparatorluğu adına şehri yöneten Patrik Sophronios’a verdiği emannamenin yazılı olduğu tabloyu takdim etmişti. Fatih Sultan Mehmed Han da 1458 yılında Kudüs Patriğine aynı emanı verdiğini bildiren bir ahitname düzenlemişti. Bu gelişmeler karşısında çıldıran Netanyahu, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile birlikte gittiği Mescid-i Aksa yakınlarındaki tünellerde arkeolojik kazıların yapıldığı bir alandaki konuşmasında, Osmanlı Devleti döneminde Kudüs’te bulunan İbranice yazılmış taş tablet olan Siloam (Silvan) Yazıtını almak için dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’a ricada bulunduğunu dile getirdi. Ancak buna Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde mâni olduğunu belirterek “İşte buradayız. Burası bizim şehrimiz Bay Erdoğan. Bu senin şehrin değil, bizim şehrimiz. Her zaman bizim şehrimiz olarak kalacak. Bir daha asla bölünmeyecek.” ifadelerini kullanarak Erdoğan’ı ve Türkiye’yi hedef aldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2020 yılında TBMM’deki bir konuşmasında “Kudüs bizim şehrimiz, bizden bir şehir!” demişti.  Osmanlı İmparatorluğu Kudüs’e 401 yıl hâkim olmuştur. Osmanlı için Kudüs her zaman büyük önem taşımıştır. Her ne kadar Siyonist rejim arkeolojik kazılarla İslâm mirasını yok etmeye çalışsa da bugün Kudüs’te eski çarşının yüzde yetmişi hâlâ Osmanlı eserleri ile kaplıdır. Eski Kudüs´ü çevreleyen surlar en son Kanuni zamanında restore edilmiştir. Surların önündeki en büyük cadde hâlâ bugün Sultan Süleyman Caddesi şeklinde adlandırılır.

“İtaat Et, Rahat Et” Sefilliğinden İzzetli Bir Direniş ve Dirilişe

Gazze’nin maruz kaldığı vahşi uygulama insanlığın vicdanında küresel bir yankıya dönüşmüş, herkesi ayağa kaldırmıştır. Şayet Gazze’de ateşkes olmaz, abluka kırılmazsa dört beş aya kadar nüfusun çoğu açlıktan ölecek. Küresel canavar ABD ve onun beslemesi İsrail’in karşısında Gazze’mizin yalnız ve karanlık içinde çaresiz kalması bir felaketi haber veriyor. Gazze’nin çaresizliği bize insani bir düzenin ve adaletin yegâne çaresi olan cihadı hatırlatmıyorsa esarete rıza göstermişiz demektir.

Müslüman olan hiç kimse, bu dayanılmaz zulüm ve katliamlara, cani işgalcilerin kahpece tecavüz ve aşağılamalarına sessiz ve tepkisiz kalamaz. Müslüman’ın şeref ve haysiyeti ile oynuyorlar. Tepki göstermeyip susmamız, bu ümmete zulmedenlerin cüretini artırıyorsa, İslâm’ın ve Müslümanların aşağılanmasına, onurlarının ve dirençlerinin kırılmasına sebep oluyorsa, susmamız haramdır.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Kötü davranışlar karşısında ilgisiz olan ve hiçbir tepki göstermeyen kimse, canlılar arasında sadece nefes alıp veren bir ölüdür.” Başka bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.), “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan benden değildir.” buyuruyor. Eserlerinde, İslâm teslimiyettir dediğimizde Allah’tan başka güç sahibi tanımadığımıza şahitlik ettiğimizi anlatan Seyyid Kutub ise şunları dile getiriyor: “Acaba Müslümanlar nasıl zevkle yiyip içiyorlar, nasıl rahat uyuyorlar? Din kardeşleri en aşağılık, en rezil insanların ellerinde en kötü işkenceleri görürken, çeşit çeşit zillete layık görülürken?”

Yine Resûlü Ekrem, “Yardım edin ey Müslümanlar’ diye feryat eden bir kardeşinin çağrısını işitip de onun yardımına koşmayan Müslüman değildir.” buyuruyor. Yüce Allah Kur’ân’da Müslümanlara şöyle sesleniyor: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ, 75)

Günümüz Müslümanları,  mesuliyetlerinden uzak ağır bir zillet içindedirler. Siyonizm’in gönüllü uşakları, Gazze ölürken yardım etmeyen, İslâm’ın tesir sahasını daraltan kukla yönetimleri başlarında tutarak, celladına âşık esir ve köle durumuna düşmüşlerdir. İsrail tehdidine karşı bölgesel ve küresel ölçekte yeni bir ortak dayanışma ve savunma iş birliği çerçevesinde bir direnişin geliştirilmesi aciliyet kazanmış durumdadır. Yeryüzünde ilahlaşan küresel hegemonyanın ümmetin yaşadığı beldeleri cehenneme çevirdiği bir ortamdayız. Eğer bizler üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmede gaflete düşüyor, dünya sevgisi, ölüm korkusu, ikbal arzusu ile dünyevileşip dava ruhunu yitiriyorsak, İslâm düşmanlarının saldırı ve komploları, Kur’ân’ın hükümlerini kaldırmaları karşısında sessiz ve tepkisiz kalıyorsak, aldığımız her nefesin hesabının sorulacağı o günde, herhâlde Allah Resûlü bu ümmetten şikâyetçi olacaktır.

Bu içler acısı hâli kendimizden uzak tutabilmemiz için önce Allah’a ortak koşmaktan uzaklaşmamız ve Allah’ın bizim için Hz. Muhammed (s.) aracılığıyla gönderdiklerine sıkıca sarılmamız gerekir. Yaşamak için ölümü göze almazsak yaşayan ölüleriz demektir. Bize düşen, yaşadığımız çağın en ağır imtihanına, yılgınlığa düşmeden yüreğimizin en derin yerinden cevap vermektir. Zümrüdü Anka misali yeniden doğmak, mazlumun yanında saf tutmak, özümüze dönerek karanlığa karşı meşaleyi yakmaktır. Gazze’nin haysiyeti bizim haysiyetimizdir. Kudüs’ün izzeti, son nöbetçisi Iğdırlı Onbaşı Hasan’ın bize emanetidir. Ya bu emaneti taşıyacağız ya da emanete ihanet eden bir ümmet olarak helak olup gideceğiz. Ya zillet içinde boğulacağız ya da Müslüman izzetiyle ayağa kalkacağız. Unutmayalım ki yalnızca İslâm dünyası değil, bütün dünya yeni bir nefese ihtiyaç duymaktadır.

1 Ağustos 2025 Cuma

TERÖRSÜZ TÜRKİYE YOLUNDA TARİHÎ DÖNEMEÇ

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı

Türkiye’nin gündemi oldukça yoğun ve hareketli seyrediyor. Gelişmeler hem iç siyaseti hem ekonomik dengeleri doğrudan etkileyen hem de dış güvenlik boyutuyla çok katmanlı meselelerle dolu. Bölgesel ve küresel düzeyde de sarsıcı değişimler yaşanıyor. Gazze’de işgal güçlerinin kadın, erkek ve çocuk demeden sistematik olarak gerçekleştirdiği katliamlar, sonra müfrit Siyonistlerin önce İran’a daha sonra ise Suriye’ye saldırısı, Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş ve Hindistan-Pakistan krizi bunlardan bazıları. Uluslararası kuruluşların sorunlara kalıcı çözüm bulma noktasındaki yetersiz tavırları, tek taraflı davranışları, insani değerlere kayıtsızlıkları büyük belirsizliklere yol açmakta ve yeni felaketlere kapı aralamaktadır. Küresel güçlerin çıkar çatışmaları, tehdit ve güç gösterileri, enerji rekabeti, bölgesel çatışmalar, ideolojik ayrışmalar sebebiyle birçok yönüyle alışamadığımız, anlamakta zorlandığımız bir dünyada yaşıyoruz.

Dünyada kartlar yeniden karılıyor, yeni bir dünya kuruluyor. Coğrafyamızda çok kritik gelişmeler vuku buluyor. Türkiye’nin geleceğini düşünürken önce yaşananların ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Yeni küresel sıklet merkezi Atlantik’ten Asya-Pasifik’e kayıyor. Soğuk Savaş döneminde kanat ülke konumundaki Türkiye bugün artık çok taraflı diplomasisiyle merkez ülke olma konumuna gelmektedir. Küresel düzenin yeniden kurulma sancılarının net şekilde hissedildiği bu süreçte özellikle bölgemizdeki oyun giderek sertleşiyor.

Dünyadaki bu değişim dalgasını ticaret, lojistik, enerji, ulaştırma koridorları bağlamında Hazar, Baltık, Adriyatik, Karadeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu ve Türkiye’nin Azerbaycan ve Pakistan ile kurduğu stratejik derinlik kapsamında okumak gerekiyor. Türkiye öyle bir noktadaki “Orta Koridor”dan Hazar Denizi’ni, Karadeniz’i, Adriyatik’i, Baltık’ı, aşağıdan Faw Limanı’ndan Kalkınma Yolu projesi ile Basra Körfezi’ni, Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan bir kavşakta bulunuyor. Ülkemiz artık oyunu kapsamlı ve çok katmanlı oynuyor. Şu anda dünya siyasetinde ve dünya ekonomisinde denge ve oyun kurucu bir pozisyondayız. O sebeple, bizi iç meselelerle uğraştırıp yeniden kurulan küresel düzende oyun dışında tutmak istiyorlar. Terörsüz Türkiye sürecinin başarıyla sonuçlanması ve bölgenin terörden temizlenmesi ülkemiz için yepyeni sonuçlar getirecektir.

Terörsüz Türkiye’nin İlk Adımları ve Yansımaları

Terörsüz Türkiye hedefi doğrultusunda şu anda tarihî bir dönemeçten geçiliyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin aylar önce başlattığı süreçte kritik bir eşik geçildi ve PKK 47 yıl sonra silah bıraktı. Abdullah Öcalan, 19 Haziran 2025 tarihli mektubunda PKK’nın kuruluş amacına ve örgütün 12. Fesih Kongresi’ne atıfta bulunarak “Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Varlık inkârına dayalı ve ayrı ulus devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisi sona ermiştir.” demişti. Demokratik siyaset ve hukuk aşamasına geçildiğini belirten Öcalan, toplumsal barış vurgusu yaparak, “silahların gönüllüce bırakılmasını” istemiş, TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışmasının önemine işaret etmişti. Bunun bir kayıp değil, tarihî bir kazanım olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Öcalan’ın açıklamalarıyla birlikte PKK’nın silah bırakma ve fesih sürecine girdiğini görüyoruz. Bu açıklamayı hem bölge politikaları açısından hem de Türk siyasi hayatı açısından yeni bir dönemin başlangıcı sayabiliriz.

PKK’nın 12. Fesih Kongresi sonrası yavaş yavaş bazı adımların atıldığını görüyoruz. MİT’in koordinasyonunda ve devletin belirlediği ilkeler çerçevesinde yürütülen silah bırakma eyleminin ilk adımı sembolik bir törenle Irak Süleymaniye’de gerçekleştirildi. PKK’nın silahları yakarak “birlikte yaşama” dönemine hazır olduğunu gösterdiğini yorumcular belirtiyor. Şimdilik bir sıkıntı yok gibi gözüküyor ama henüz iş bitmiş değil, hatta yeni başlıyor. Her an dış güçler tarafından zehirlenme ihtimali var. Sürecin örgüt mensupları açısından nasıl ilerleyeceği belirsizliğini koruyor. Küçük grupların itaatsizliği riski var. Bazı militanların sürece uymayabileceği ve bunun ise kışkırtmalara yol açabileceği değerlendiriliyor. Silahların nasıl ve nereye bırakılacağı henüz bilinmiyor. Veya en azından biz bunu bilmiyoruz.  Silah bırakanların hukuki statüsü henüz net değil. Af gündemde olmasa da bütünleşme süreci için bazı yasal düzenlemeler gerekiyor.

Toplumun bir kısmı sürece temkinli yaklaşıyor. Yıllarca süren çatışmalarda evlatlarını kaybeden aileler için, silah bırakıyoruz, demek yaşananların üzerinin örtülmesi gibi algılanabiliyor. “Şehit analarının gözyaşları kurumadan, gazilerin bedenindeki sancı dinmeden hiçbir açıklamayı kabul etmiyoruz.” gibi ifadeler, bir kesimin sürece karşı neden bu kadar temkinli olduğunu gösteriyor. Özellikle geçmişteki çözüm süreçlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, bu kez de benzer bir hayal kırıklığı yaşanabileceği endişesini doğuruyor. Şehit aileleri ve gaziler, haklı olarak PKK’nın silah bırakma sürecine karşı oldukça güçlü ve duygusal tepkiler veriyorlar. Şehit Aileleri ve Gaziler Derneği Başkanı “Bu millet silah bırakanı değil, hesabını verenleri görmek ister.” diyerek, silah bırakmanın tek başına yeterli olmadığını, adaletin mutlaka tecelli etmesi gerektiğini vurguluyor. Bu tepkileri, yaşanmış acıların, kayıpların ve adalet beklentisinin bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Bu tepkiler, sadece politik değil; aynı zamanda derin bir travmanın ve kolektif hafızanın dışavurumudur.

Siyasi partiler arasında görüş ayrılıkları var. Bazı muhalefet partileri süreci desteklerken, bazıları bunun bir “pazarlık” olduğunu öne sürerek karşı çıkıyor. DEM Parti’nin rolü hem destek hem de eleştiri alıyor. Sürece aktif katılımı, bazı kesimlerde “taraflılık” algısı oluşturuyor. Meclis’te kurulacak komisyonun yetkileri ve kapsamı tartışma konusu olmaya devam ediyor.

Sürecin ilerleyişi hem Kürt meselesinin demokratik zemine taşınması hem de Türkiye’nin bölgesel rolünün yeniden tanımlanması açısından son derece kritik. Sürecin uzaması veya kışkırtmalara açık hâle gelmesi, bölgesel istikrarsızlığı yeniden tetikleyebilir. PKK’nın elindeki silahların ABD ve İsrail piyonu olan SDG gibi yapılara devredilmesi, bu bölgelere yönelik meşru güvenlik kaygıları olan Türkiye’nin askerî reflekslerini harekete geçirebilir.

Devletin bu süreçte hem adaleti sağlama hem de toplumsal barışı inşa etme gibi iki zorlu görevi var. Bu gelişmelerin kalıcı barışa dönüşmesi için hem siyasi kararlılık hem de toplumsal destek gerekiyor. Şehit ailelerinin güvenini kazanmak için sürecin şeffaf, adil ve mağdurların içini ferahlatan bir şekilde yürütülmesi kritik bir önem arz ediyor. Her şeye rağmen bu sürecin mutlaka başarıya ulaşması lazım… Bundan sonra herkese önemli görevler düşüyor.

PKK'nın Silah Bırakması Bölgesel Dengeleri Nasıl Değiştirir?

PKK’nın silah bırakması, sadece Türkiye için değil; Irak, Suriye ve İran gibi komşu ülkeler için de bölgesel dengeleri köklü biçimde değiştirecek çok katmanlı bir açılımdır. Çünkü bu sadece bir örgütsel değişim değil, bölgesel siyaseti de doğrudan etkileyen bir gelişmedir. PKK’nın silahsızlanması ve etkinliğinin azalmasıyla, Irak Merkezi Yönetimi ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasında daha yakın bir iş birliği zemini oluşabilir. Suriye’deki PYD/YPG yapılarının meşruiyeti sorgulanır hâle geleceği için, Türkiye PYD/YPG üzerindeki baskısını artırarak Suriye’de Kürt güçlerin merkezî hükûmet ile entegrasyonunu sağlayabilir. SDG lideri Mazlum Abdi Mart ayında Şam hükûmeti ile bu yönde bir antlaşma imzalanmasına rağmen hâlâ oyalama taktiği yürütüyor. Middle East Eye sitesinin aktardığı habere göre, Türkiye ve ABD, terör örgütü PKK/YPG’ye silahları bırakarak Suriye ordusuna katılması için 30 günlük süre verdi. Suriye’de SDG’nin etkisizleştirilmesi ve Şam yönetimiyle uzlaşma yoluyla entegrasyonu, Türkiye’nin sınır güvenliği ve bölgesel istikrar açısından önemlidir.

Bu süreçle birlikte Türkiye, güvenlik eksenli bakış yerine diplomatik ve siyasi ilişkilere kayan politikasıyla bölgesel barışın mimarı olarak diplomatik gücünü artırır. NATO üyesi Türkiye’nin bu adımı, Batı’da “demokratikleşme” yönünde bir başarı şeklinde algılanabilir ve Avrupa’daki PKK ağlarının tasfiyesi konusunda hukuki ve diplomatik bakımdan elini güçlendirebilir.

Bölgedeki çatışma alanlarının sakinleşmesi, ticaret yollarının güvenliğini artırır ve sınır ötesi ekonomik iş birliklerini kolaylaştırır. Terörün sona ermesiyle birlikte Türkiye, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerle bölgesel kalkınma projelerine daha rahat odaklanabilir. Kalkınma Yolu projesi gibi stratejik girişimler, Türkiye’nin enerji ve ticaret koridorlarındaki rolünü artırır.

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yatırım, turizm ve sosyal kalkınma hız kazanırken, bu kalkınma komşu ülkelerdeki Kürt nüfusla ilişkileri de etkileyebilir. Türkiye gibi bölgesel ve küresel bir aktör ile kurulacak sağlıklı ilişkiler, Kürtlerin pozisyonunu daha da güçlendireceği gibi Türkler ile Kürtler arasındaki bağın kuvvetlenmesine de sebep olur. Bu güven duygusu hem siyasi hem diplomatik hem de ekonomik ilişkilerin gelişmesine kapı açar.

Bölgede büyük bir istikrarsızlık odağı konumundaki işgalci İsrail’in bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlık açıktır. Çünkü PKK’nın etkisizleşmesi bölgedeki güç dengelerini Türkiye lehine çevirecek, ülkemizin Ortadoğu ile derin tarihsel ve kültürel bağlara sahip olması barış ve kalkınma eksenli liderliğini güçlendirecektir. Bu yüzden, Netanyahu, İsrail’deki Hayom gazetesi, Tom Barrack Türkiye’yi anarken sürekli Osmanlı’ya atıfta bulunuyorlar. Gazete “Türkiye, yeni İran’dır!” diyor. Zira artık Suriye’de İsrail’in burnunun dibindeyiz.  Eski İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in danışmanı Jonathan Adiri Ynetnews’teki yazısında Türkiye’nin “sessiz ama stratejik” bir yükseliş yaşadığını, İsrail’in ise bu dönüşüm karşısında savunmada kaldığını belirterek, “Ankara, Ortadoğu’daki güvenlik denkleminde belirleyici bir aktöre dönüştü.” diyor. PKK’nın silah bırakmasıyla Türkiye’nin önündeki son engelin de kalktığını belirten yazar, “Bu bir dönüm noktası. Türkiye karşı konulmaz ve boyun eğmez bir şekilde zaferle çıktı. 85 milyonu aşkın bir ulus tarafından desteklenen bir jeopolitik güç” ifadesiyle Türkiye’nin bölgesel iddiasına ve pozisyonuna vurgu yapıyor.

Türkiye’nin Ortadoğu politikası artık sadece güvenlik eksenli değil; diplomasi, ekonomi, kültür ve ideoloji gibi birçok alanda çok katmanlı bir stratejiye yaslanıyor. Bu politika hem bölgesel etkisini artıracak hem de küresel aktörlerle denge kurma imkânı sağlayacaktır.

Silahlar Susacak, Siyaset Konuşacak

Yıllardır süren çatışmaların sona ermesi, toplumsal huzuru ve güven ortamını güçlendirecektir. Şiddet yerini siyasete bırakmalıdır. Artık kendimizi aşmalı, satır arası okuma uzmanlığını bırakmalı, amasız fakatsız bir barış ve bütünleşmeye, yeni bir uzlaşma kültürü oluşturmaya yoğunlaşmalıyız. İnsanları incitmemek ve kaygılarını anlamak gerekiyor. Toplumsal travmaların iyileşmesi için barışın diliyle konuşmak şart.  Belki de ilk defa devlet aklı ile toplum aklı beraber düşünüyor, beraber hareket ediyor. Bu fırsatı iyi değerlendirip, Türk’üyle Kürt’üyle ortak bir siyasette buluşup ülkemizin geleceğini birlikte inşa etmek gerekiyor. Gelecek projesi olmayan geçmişte çakılır kalır.

PKK’nın silah bırakması Türkiye’nin en derin yaralarından birinin iyileşmesi ve dağlara bahar gelmesi demektir. Ancak, toplumsal barış kültürünü geliştirmek, yalnızca çatışmaların sona ermesiyle değil, insanların birbirini anlaması, adaletin tesisi ve müşterek bir gelecek inşasıyla mümkündür. Bu baharın kalıcı olması için sürecin şeffaf, kapsayıcı ve toplumsal uzlaşıya dayalı şekilde yürütülmesi gerekiyor. Bu topluma artık farklı kimliklerle bir arada yaşamanın zenginliği anlatılmalı, ön yargılar kırılmalıdır. Medya kutuplaştırıcı dil yerine, birleştirici ve yapıcı bir dil kullanmalıdır.

Barış, ancak adaletle birlikte kalıcı olabilir. Mağdurların sesi duyulmalı, hakikatle yüzleşmeli, geçmişte yaşanan hak ihlallerinin üstü örtülmeden, onarıcı adalet ilkeleriyle ele alınarak güven artırılmalıdır. Dağa çıkanların kahir ekseriyeti yoksul ailelerin çocuklarıdır. Bu yoksulluğun sebebi kimdir? Bu çocukları kim, hangi sistem bu hâle getirdi? 47 yıl süren umutsuzluk ve çaresizlik kimin eseri? Keşke bu çağrı on yıllar önce yapılsaydı. Bu kadar beklenmeseydi. Bu kadar şehit verilmeseydi. Bu kadar genç dağa çıkmasaydı. Analar ağlamasaydı. Bu cennet vatan cehenneme çevirilmeseydi.

Bu yazının kaleme alındığı sırada MİT Başkanı siyasi parti liderlerini sırasıyla ziyaret etmeye devam ediyordu. Anlaşılan o ki;  Terörsüz Türkiye hedefi doğrultusunda yürütülen sürece yönelik planlanan adımlar ve bu sürece dair istihbarat perspektifinden bilgiler paylaşılıyor. Bu ziyaretler siyasi partiler arasında bilgi paylaşımı ve sürece dair ortak bir anlayış geliştirme amacı taşıyor gibi görünüyor.

TBMM’de kurulması düşünülen komisyon silah bırakanların topluma entegrasyonu ve infaz yasası, kayyım uygulamaları gibi hukuki düzenlemeler üzerinde çalışacak. Komisyon, siyasi partiler arasında terörle mücadele konusunda ortak akıl geliştirmek, Meclis denetimi altında daha şeffaf ve koordineli bir terörle mücadele stratejisi oluşturmak, demokratik süreçleri koruyarak güvenlik politikalarını değerlendirmek ve daha kapsayıcı bir siyaset dili geliştirmek gibi görevleri ifa edecektir. Sürecin ilerlemesi hâlinde, yeni anayasa veya anayasa değişiklikleri ve yerel yönetim reformları tartışmaya açılacaktır.

Türkiye’nin Bölgesel ve Küresel Konumu

PKK’nın silah bırakmasıyla başlayan Terörsüz Türkiye süreci, yalnızca iç güvenlik açısından değil, Türkiye’nin bölgesel ve küresel konumunu da yeniden şekillendirecek stratejik bir dönemeçtir. Bu adımın Türkiye ile beraber bölge halkları üzerinde de olumlu etkileri olacaktır. Ortadoğu’da önemli bir güç olan Türkiye’nin durumunu sadece yurt içinden okumak eksik bir yaklaşımdır. Kürt meselesi sadece Türkiye’deki Kürtleri ilgilendiren bir mesele değildir. Türkiye’nin jeopolitiği sınır ötesi Kürtleri de kapsayacak bir şekilde değişmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 11-13 Temmuz 2025’te Ankara Kızılcahamam konuşmasında, Türk-Kürt-Arap birlikteliği temelinde yeni bir bölgesel vizyon sunması, sınır ötesi kültürel ve siyasal bağları güçlendirme hedefini göstermektedir.

Bölgedeki gelişmeler sadece askerî değil, diplomatik ve ekonomik sonuçlar da doğuruyor. Türkiye’nin bu yeni denklemde nasıl konumlanacağı önem arz ediyor. Zengin hidrokarbon rezervlerine sahip olan Doğu Akdeniz’in yeniden ısınacağı anlaşılıyor. ABD’nin Güney Kıbrıs’ta sürekli askerî yığınak yapmasının, tatbikatlar gerçekleştirmesinin derin bir arka planı var. Enerji hatlarının kontrolü için önemli bir konumda bulunan Güney Kıbrıs, İsrail’e lojistik destek sağlamak için ABD tarafından aktif bir üs olarak kullanılıyor. Buradan kalkan ABD uçakları, Suriye, Lübnan ve Irak gibi bölgelere hızlı erişim sağlıyor. ABD'nin Güney Kıbrıs'taki varlığı, Türkiye’nin “Mavi Vatan” stratejisi ve KKTC üzerinde diplomatik baskı artırma amacı taşıyor.

Yeni dünya düzeni şekillenirken Türkiye, jeopolitik konumu, ekonomik potansiyeli ve diplomatik hamleleriyle kilit bir aktör olarak öne çıkıyor. Avrasya’nın kalbinde yer alan Türkiye’nin stratejik konumu hem Batı (ABD-AB) hem Doğu (Rusya-Çin) için vazgeçilmez bir ortak olmasını sağlıyor. NATO üyesi olarak Batı ittifakında yer alırken, aynı zamanda Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS gibi doğu merkezli platformlarla da temaslarını artırarak iki kutup arasında denge politikası izliyor. Savunma sanayiindeki atılımlar ve enerji koridorlarındaki rolü, Türkiye’yi bölgesel güçten küresel aktöre dönüştürüyor. Özetle, Türkiye sadece bir bölge ülkesi değil, yeni dünya düzeninde dengeleyici, çok yönlü ve yükselen bir güç olarak konumlanıyor. Hem Doğu hem Batı ekseninde oynadığı rol, onu vazgeçilmez bir stratejik ortak hâline getiriyor.

Seküler Elitlerin Ümmetçilik Alerjisi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kızılcahamam’da yaptığı kapsamlı ve stratejik açıklamaları, buna karşılık CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu gelişmelere karşı Kemalist ayartının ortasından geliştirdiği dar ve sığ muhalefet, Türkiye’deki siyasal söylemin kimlik, aidiyet ve birlik kavramları etrafında nasıl şekillendiğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Erdoğan, konuşmasında Türk, Kürt ve Arap halklarının tarihsel birlikteliğini vurgulayarak, Malazgirt ruhu ve Kudüs İttifakı gibi tarihsel hafızada köklü yeri bulunan hatırlatmalarla müşterek zafer ve kader vurgusu yapıyor. Terörsüz Türkiye süreciyle birlikte etnik ve mezhebi ayrışmaların son bulması gerektiğini savunuyor.

Özgür Özel ise Erdoğan’ın bu söylemini ümmetçilik ve mezhepçilik üzerinden yeni bir siyasi ittifak kurma girişimi derekesine indiren çirkin bir değerlendirme yapıyor. Erdoğan’ın Türkleri MHP, Kürtleri DEM, Arapları ise kendisiyle temsil ettiğini iddia ederek, bu yaklaşımın yurttaşlık bilincini zayıflattığını söylüyor. Erdoğan için, “Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir ittifak kurma peşinde” diyerek bu dizilimin laik yurttaşlık bilinci yerine mezhep temelli bir siyasal mühendisliği ikame ettiğini savunuyor.

Hatırlatmak gerekir ki Türkiye, köklü kadim imparatorluk geleneği olan bir devlettir. Selçuklu ve Osmanlı'dan gelen beraberlik, Türk, Kürt, Arap ve diğer etnik yapılar arasında birlikte yaşamanın güzel örneklerini sunmuştur. Misâk-ı Millî hudutları içerisindeki tebaasına sahip çıkmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti tarihsel ve kültürel derinliği olan bir toplum yapısına sahiptir. Cumhuriyet dönemi politikaları ile herkesin eşit vatandaş olduğu anlayışıyla güya etnik kimliklerden bağımsız aidiyet duygusu inşa edilmeye çalışılmış ama sonuçta bütün kimlikler inkâr edilerek yeniden ve seküler itkilerle kurgulanan tek bir ırkın üstünlüğü öne çıkarılmıştır. Gerçek bir birliğin, kimseyi dışlamadan, bir kavmin üstünlüğünü başkalarına dayatmadan herkesin kendini ait hissettiği bir ortak gelecek hayaliyle inşa edilebileceğini göz ardı ettiler.

Erdoğan’ın söylemi tarihsel ve kültürel birliktelik ekseninde müşterek geleceğe odaklanan güçlü bir ülke vizyonu sunarken, Özel laiklik takıntısı üzerinden farklı bir kimlik tanımlaması yapıyor. Erdoğan’ın kucaklayıcı kardeşlik vurgusu aidiyet duygusunu güçlendirip Türkiye’yi hem bölgesel hem küresel bir “manevi lider” konumuna taşımayı amaçlarken, Özel bu yaklaşımı, kimlikleri dinî temelli bir ittifaka dönüştürme çabası olarak yorumlayan dar ve sığ bir anlayış sergiliyor.

Erdoğan, siyasi bir özneleşme tasavvuru ile bölgenin etnik çeşitliliğini bir kardeşlik çatısı altında buluşturmaya çalışıyor. Özel ise Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı partilere göre kategorize ediyor. O zaman insan düşünmeden edemiyor; baba tarafından Üsküplü anne tarafından Selanikli olan Özel acaba kendisini ve CHP’lileri hangi kimlikle tanımlıyor? Anlaşılan o ki, Özel kendisini suyun ötesinden tanımladığı için Anadolu ve Ortadoğu’daki insanları hâlâ küçük görmeye devam ediyor. İslâm düşmanlığı ateşine odun taşıyan Özel’in laik, seküler, Kemalist ulusalcı kalıplara sıkışmış dar düşünce dünyası, Türkiye’de birliğin, sadece siyasal sınırları koruyan bir ideal değil; sosyolojik bir gereklilik, tarihî ve kültürel bir miras olduğunu anlamıyor, anlayamıyor. Onun ümmetçilik karşıtlığı Türkiye’nin bugün karşılaştığı zorlukları derinlikli bir şekilde kavramasını engellemektedir.

Yapısal Sorunlarımız

Gerçek bir toplumsal barışın sağlanması için, yoksulluk, adam kayırma, rüşvet, torpil ve işsizlik gibi yapısal sorunlar çözülmelidir. Ülke ekonomisini hırpalayan kamudaki lüks ve israf, toplumun genel yaşam kalitesini ve ekonomik istikrarı olumsuz etkilemekte, refahı azaltmaktadır. Bu konu Türkiye'de uzun süredir tartışılan hem ekonomik hem de ahlaki boyutları bulunan önemli bir meseledir. Kamuda lüks ve israf, halkın vergileriyle elde edilen kaynakların nasıl kullanıldığına dair ciddi sorular doğuruyor. Makam araçları, lüks lojmanlar ve lüks büro tefrişatları, yüksek kira giderleri gibi kalemler sık sık gündeme geliyor.

Özellikle ihtiyaç fazlası veya gösteriş amaçlı harcamalar kamu vicdanını zedeliyor. Üst düzey yöneticilerin özel güvenlik ve protokol uygulamaları, temsil ve ağırlama harcamaları, yurtdışı gezileri, hediyeler gibi kalemler gereklilik sınırını aşan boyuttadır. Kamu kurumlarında enerji, kırtasiye, zaman gibi kaynakların verimsiz kullanımı da etkin bir israf biçimi olarak göze batıyor. Buna rağmen hadisenin hâl yoluna konulması uğruna kayda değer bir şey yapılmıyor.

Vergi yükü artıyor ve vatandaşın ödediği vergilerin büyük kısmı israfa ve faize gidiyor. Eğitim, sağlık, altyapı gibi temel hizmetlere ayrılabilecek kaynakların büyük kısmı borç faizine veya gösterişe harcandığı için yatırımlar aksıyor. İsraf arttıkça bütçe açıkları büyüyor, bu da daha fazla iç ve dış borçlanmaya yol açıyor. Bu artış, kamu harcamalarının önemli bir kısmının verimsiz ve plansız kullanıldığını gösteriyor. Vergi adaletsizliği ve artan faiz giderleri ekonomik motivasyonu ve güveni zedeliyor. Bunun önüne geçilmelidir.

Vatandaşlar, kamu kaynaklarının adil ve verimli kullanılmadığını düşündüğünde devlete duyduğu güveni azalıyor. Asgarî ücretle geçinmeye çalışan milyonlar varken, kamu görevlilerinin lüks içinde yaşaması sosyal adaletsizlik hissini kuvvetlendiriyor. Lüks ve israf içeren kararların sorumlularının kamuoyuna karşı hesap vermemesi, liyakat ve ehliyet eksikliği ve sınavsız atamalar, hizmet kalitesini düşürürken maliyetleri artırmaktadır.

 

Ekonomik iyileşme sadece beton üretimi ve düzenlenmiş sipariş büyüme rakamlarıyla değil, kaynakların adil, verimli ve sürdürülebilir şekilde kullanılmasıyla mümkün olur. Ahlaki ve idari bir dönüşümle başlar. Kamuda lüks ve israfın önüne geçmek, bu dönüşümün ilk adımıdır. İç ve dış şoklara karşı Türkiye ekonomisinin bir an önce düzeltilmesi hem toplumsal refah hem de millî güvenlik açısından kritik öneme sahiptir. Türkiye bu darboğazdan, bu ekonomik sıkışıklıktan kurtulup ayakları üzerinde durduğu takdirde önünde durulmayacak bir sele dönüşür. Memleketin tüm evlatlarına güven, huzur, refah ve mutluluk gelir. Temennimiz odur ki, bundan sonra sınırlarımızdan silah ve terör geçmeyecek, bunun yerine ticaret, barış ve kardeşlik geçecektir. Zira şurası çok açıktır: Dünya düzeninin coğrafyamıza müdahalesi ne dereke derinlere inerse insin insanımız kendi varoluşunun mayasına sırt çevirmemiştir.

AFRİKA KÜRESEL REKABETİN YENİ SAHNESİ

  Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Aralık 2025-376. Sayı Afrikalı bir çocuğun şu şiiri 2005’te dünyanın en iyi şiiri seçilmiş:   “Doğduğumda ...