1 Aralık 2003 Pazartesi

BAŞLATMAYIN KAMUSAL ALANINIZA!!!

(Umran Dergisi)


Son zamanlarda  Kamusal Alan” adı altında bir zırva başladı. Neymiş efendim.. Devlet kamusal hizmet yürütmekte imiş.. Kişi ise bu kamusal hizmeti almakta imiş. Ne idüğü belirsiz  bir kara delik gibi büyüyen bir kavram bu kamusal alan. Beylerin uygulamasına bakıp tarif etmeye çalışırsak; demokrasinin bitip faşizmin başladığı bir utanç alanı. Devlet şatosunun ön bahçesi, fenafil devlet olan her yer, panteizm’in devletçesidir de denebilir. Kamuya ait oldugu sanılan ve fakat  tamamen devletin asıl sahibi olduğunu iddia eden kişilerin keyif çattıkları yerlere verilen isim de olabilir.   Aslında kamusal alan bilinmeyen bir yerdir. Devlet için bugün orası yarın burasıdır. Sürekli değişir. Kamu sabit kalsa da kamusal alan orayı kullanan vatandaşın söz sahibi olamadığı bir yerdir. Özetle, hal-i hazırda türban takılarak girilmeyecek ortamların genel adıdır. Baş örtüsüyle girilmesinin istenmediği her yer kamusal alandır. Bütün kavramları tanımlama yetkisini kendilerinde gören  kamusal büyüklerimiz herşeyin en iyisini bildikleri gibi bunu da böyle takdir buyurmaktadırlar.

Bırakınız üniversiteyi, kışlayı; bu perspektiften bakıldığında hastahane, postahane, İETT otobüsünün içi bile bu tabire uyuyor ilginçtir. Savcı mahkemenin inzibatından sorumlu bir kamu görevlisi olarak nasıl ki başörtülü sanığı mahkeme salonundan çıkarma hakkını kendinde görüyorsa, bu mantıkla hareket ettiğinizde doktor da hastahanenin düzeninden sorumlu bir kamu görevlisi olarak hastayı hastahane salonlarından çıkarma hakkını, PTT Müdürü postahanenin inzibatından sorumlu olduğu için başörtülü vatandaşı postahaneden, İETT şoförü de kullandığı aracın düzeninden sorumlu olduğu için yolcuyu otobüs sahanlığından çıkarma hakkını kendinde görecektir. Hele Belediye çay bahçelerine ne demeli. Çarşı ve Pazar yerleri, parklar, meydanlar, yollar, piknik alanları, panayırlar.. Onlar da kamusal alan sayılır. Camiler de öyle. Orda da devlet memurları hizmet veriyor. Oraya da girilmemesi gerekir. Evet evet kesin çözüm bu. Hatta kamusal alanda oruç da tutulmasın. Yakında benzer uygulamaları buralarda da görürseniz şaşırmayın. Böyle giderse bunun sonu gelmez. İlerde aynen Tunus’ta olduğu gibi sokaklar, kaldırımlar da kamusal alan kapsamına girecektir. O kadar da olmaz demeyin. Olmaz denen birçok şey  şimdi bal gibi oluyor.

“KAMUSAL ALAN” GENİŞLEDİKÇE ÖZGÜLÜK ALANI DARALIYOR

Müslüman hanımların aslında dînî kimliği olan, ama belli çevrelerce ısrarla siyasi bir kimlik gibi gösterilen başörtüsü (diğer bir adı da  ‘türban’ oluyor) yasağı,  "kamusal alan” yutturmacasıyla giderek genişletilmeye çalışılıyor. Halkın topluca bulunduğu her yer "kamusal alan" sayılacağı için, bu uyduruk yasağı yavaş yavaş her yerde uygulama saçmalığı ortaya çıkacaktır.                         

Kamusal alana başörtüsü ile girilemezin sizce makul bir anlamı ve mantığı var mı? Bunun sakıncası ne olabilir sorusuna akıllı biri makul bir cevap verebilir mi? İrticaymış, siyasi simgeymiş gibi saçma gerekçeler derken bu zokayı topluma yutturdular.  Bu yasağın muhatapları geri çekildikçe yasakçılar daha çok cesaretlenerek alanı genişletiyorlar. Bir zamanlar bizim memlekette Sürmeli adında arkası kuvvetli bir zorba vardı. Bu zorbanın elinde sınırları “şimalen su arkı, cenuben yol, garben filan yer, şarken falan yer  gibi eski  terimlerle ifade edilen bir tapu vardı. Bu zorba arazisinin çevresinde ne kadar gücünün yettiği adamın arazisi varsa hepsini bu tapu ile ele geçirdi. Çünkü civarda işine gelen hangi yol veya su arkı varsa, işte bu benim tapumda tarif edilen su arkıdır diyerek alanını oraya kadar genişletiyordu. Bu adamın belasından korkanlar da mecburen kaderlerine razı oluyor, bir şey yapamıyorlardı. Sürmeli bu zorba taktiğiyle çok geniş ve değerli arazilerin sahibi oldu. Ne zaman ki Sürmeli Ağa bir gün kafasını sert bir kayaya çarptı, işte o zaman durdu. Türkiye’de ki kamusal alan meselesi de aynen Sürmeli’nin zorbalığına benzemektedir. Karşısındakiler geri çekildikçe alanı genişletiyorlar. Türkiye’nin de Müslüman halkı geri çekildikçe, taviz verdikçe canavarın iştahını kabartmakta, canavar doymak bilmez bir iştah ile her gün değişik bir yerden saldırmakta, ortamı germektedir. Duracakları yer ise  taa ki dişli bir direnişe muhatap oldukları nokta olacaktır.

Laikçi bir köşe yazarı çıkıp, “Bir taraftan Atatürk çağdaşlık derken, diğer taraftan başörtüsünü her yere sokmaya çalışıyoruz” diyebiliyor. Ancak zeka özürlü bir kimse  çağdaşlık ile başı açık gezme arasında bir ilişki kurabilir. Ya da ancak küfrü gözünü karartmış ise bu saçmalığa devam edebilir. Atatürk; “Köylü memleketin efendisidir” demişti. O efendilerin tarladaki eşleri eğer başörtülüyse efendiliklerini iptal mi edeceksiniz? Tapu davası için mahkemeye geldiğinde duruşma salonundan mı çıkaracaksınız? 

KAMUSAL ALANIN NERESİNDEN TUTALIM

Kamu, halkın bütünü, amme demektir. Kamusal alan da halka açık her yerdir. Bu durumda "kamusal alan" olmayan yer var mıdır, söyler misiniz? İnsan evinden dışarıya adımını attığı andan itibaren kamusal alan başlar. Halk kendisinin kullanması için hizmete açılmış alanlara nasıl sokulmaz. Böyle bir “paranoya”nın tartışılması bile abesle iştigaldir. Olayın neresinden tutarsanız tutun lime lime dökülmektedir. Yarın başörtülü anne oğlunu kamusal alan diye Askerlik Şubesine göndermek istemediği,  kamusal alan diye Vergi Dairesine gitmeyerek vergisini vermediği zaman ne yapacaksınız. Şayet biz her şeyi süngüyle hallederiz diyorsanız o zaman Saddam rejiminden ne farkınız kalır. Sizler kamu personeli ve kamu araçlarıyla tamamen kamusal alanda zor kullanarak kurban derisi toplarken, devlet okullarında zarf dağıtarak fitre, zekat toplamaya çalışırken  çağdaşlığınızın, laikçiliğinizin kamusal alanını neresinden tutuyordunuz? İşinize geldiği zaman dini ritüelleri kullanıyorken ne derece inandırıcı olabilirsiniz?

Kamu  hizmeti verme veya almayı, bir resmi kurumda çalışma veya bir resmi kurumla çalışma şeklinde anlarsak çok vahim sonuçlara varırız. Kamu kurumu niteliğindeki meslek teşekkülü mensubu doktor, avukat, mühendis vs. kimselerin verdiği hizmet kamu hizmeti mi, özel hizmet mi ? Bunların hizmet verdiği büro ve muayenehaneleri kamusal alan mı, özel alan mı ? Daha ötesi; kamu kurumu niteliğinde  meslek teşekkülleri olan TOBB, İTO, v.b. üyelerinin veya Bakkallar Odasına kayıtlı bir bakkalın hizmeti kamusal mı, özel mi ? Görüldüğü gibi kamusal alan-özel alan, kamu hizmeti veren-kamu hizmeti alan ayırımları ile sağlıklı bir yere varmak mümkün değildir. Hele hele en temel hak ve özgürlüklerin subjektif, başı sonu belli olmayan, çekildikçe sünen kavramlara bağlı olarak sınırlandırılması akıl alır gibi değil.

Devlet, halka hizmet için var olduğuna göre, kamu alanından halkı dışlayabilir mi?
Bu alanları, halka yasaklayabilir mi? Bu alanlarda, halktan bir kısmını ayırıp, "ben size hizmet vermiyorum" diyebilir mi? Böyle "saçma" bir düşünce, hangi sistemde, hangi devlet yönetiminde mevcut?
  Bir Müslümana ben senin kıyafetini siyasi buluyorum deyip ona sen şu şu yerlerde bu inancını yaşayamazsın, okumak istesen de yaşayamazsın, çalışmak istesen de yaşayamazsın, sadece bu alanlar dışında yaşamak zorundasın demek ne kadar doğru bir davranışdır? Bu nasıl bir anlayışdır? Dinin emirlerinin geçerli olmadığı bir alan söz konusu olamaz. Bu ilkellik Türkiye gibi bir ülkeye yakışıyor mu? İnsanlık şimdiye kadar çok ayrımcılık gördü, deri renginden, ırkından, cinsinden, dininden dolayı çok acı çekti.  Ama hiç bir ayrımcılık böyle “çağdaşlık “ iddiasıyla yapılmamış ve aynı zamanda bu kadar insafsız olmamıştı.  

Savunma, engellenemeyecek bir haktır. Yargıtay Ceza Dairesi Başkanı sanığı salondan dışarı çıkartmakla öncelikle sanığın savunma hakkını ortadan kaldırmıştır. Hukuken kabul edilemez olan bu eylem suçtur. Sizin, mahkeme kalemlerini, koridorlarını kamusal alan olmaktan çıkarma yetkiniz mi var? Sizin uygun gördüğünüz yerler, sizin bir sözünüzle kamusal alan oluyor veya olmuyor öyle mi? Yüz binlerce davalı, davacı, sanık, tanık durumunda örtülü kadın vatandaş var. Bunları ne yapacaksınız? Hukuku mu durduracaksınız? Böylesine keyfi, böylesine sübjektif bir ayrımı, bir yüksek mahkeme yargıcı yapınca o ülkede hukuka nasıl güveneceksiniz?

Madem ki başörtüsüyle kamu alanına girilmiyor; başörtülüleri cezaevlerine de almayın. Karakollara şikayet için de gelmesinler. Hastanelere hasta olarak da kabul etmeyin. Biraz daha devam edelim: Evlendirme Daireleri kamusal alan değil mi? Bir zamanlar düğününü ordu evinde yapan genç teğmenin başörtülü annesini, teyzesini, halasını içeri sokmamış, sokak ortasında bekletmiştiniz; öyleyse Evlendirme Dairelerine de almayın, başörtülüler medeni nikah da yapamasınlar. Vergi dairesine gidip vergi yatıramasınlar. Herhangi bir resmi dairede iş takip edemesinler. Valilik, Kaymakamlık binalarına giremesinler. Devlete ait bankalara giremesinler. Devlet tiyatrolarına gidemesinler. Hatta hatta oy kullanmak için seçim sandıklarının kurulduğu kamusal alana da giremesinler. Biraz daha ileri gidelim. Diyelim ki, Açık öğretimde okuyorsunuz ve televizyondan dersleri takip ediyorsunuz. Bu anlayışa göre kamusal alan içindesiniz ve türban takamazsınız. Yakında, açık öğretim fakültesi dersleri yayınlanmadan önce, ekranda şöyle bir yazı belirebilir: “Ders başladığı andan itibaren kamusal alana girdiniz, siyasal simgelerinizi çıkarınız”. Bunun sonu yok ki. En iyisi  kamusal alan kavramı bütün ülke sathına yayın, başörtülü milyonlarca kadını da sınır dışı edin  mesele kökünden hal olsun.

Kimsenin bu kadarını yüreği yetmediği için, yetkiyi eline geçiren her kimse, kendine göre “makul” görünen bir sınır koyuyor yasaklamaya; işine geldiği gibi bir tarif yapıyor, sonra da ona kargaların bile güldüğü hukuki izahlar getirmeye çalışıyor. Nitekim, 4. Daire Başkanı’nın tutarlılığı da ancak bir yere kadar sürüyor. İkinci adımda o da kendi kendisiyle çelişmek zorunda kalmış. Şu söylediğine bakın: Başörtülüler Adliyenin kalemine girerlermiş de, duruşma salonuna giremezlermiş! Öp babanın elini.

BU BASKILAR NEYİ AMAÇLIYOR

İkna odalarıyla başlayan süreç, 23 Nisan ve Cumhuriyet Resepsiyonlarına, oradan mahkemelere taşınıyor, halka saygısızlık yapılıyor, millet incitiliyor, kalbi kırılıyor. Resmen ayırımcılık yapılıyor.

Olayları izlediğiniz zaman, bunun mevzii ve  kişisel olmaktan ziyade, bir zincirin parçası olduğu izlenimine kapılıyorsunuz. Cumhurbaşkanlığı’ndan YÖK’e, Genelkurmay’dan Yargı’ya uzanan ve “Başörtüsü”nü (ya da türbanı) merkezde tutan bir olaylar zinciri var.

Ve bu zincir, giderek “Kamusal Alan”ı genişletiyor. Kamusal alan bahanesiyle devletin hakimiyet alanı genişletilmek isteniyor. Özellikle inanç sahiplerinin dini sembolleri hayatın hemen hemen her alanında kullanmaları engellenmeye çalışılıyor. Devletin sivil ve özel alanlarıı tamamen kuşatarak bireysel özgürlükleri vicdanlara hapsetmek istediğini görüyoruz. Dine ait ne varsa onun karşısında duran, onu tasfiye etmeye çalışan, dindar vatandaşının haklarını hiçe sayan doğmatik laikçiler özgürlükleri kısmaya devam ediyor. Türkiye’nin kanayan yarası haline gelen başörtüsü sorunu, güç odakları tarafından siyasi bir kaos oluşmasına zemin hazırlamak amacıyla malzeme olarak kullanılmak isteniyor, ipler geriliyor.  Acaba ordu göreve diyenlerin değirmenine su mu taşınıyor?

JAKOBEN BÜROKRASİNİN OYUNUNA GELMEK

Kimileri hâlâ, meselenin kamusal alanın sınırlarını yanlış çizmekten kaynaklandığını düşünüyor Hala ‘kamusal-özel’ ikilemine sıkışmış bir biçimde tartışmayı sürdürüyorlar. Türban kamusal alan ile bağdaştırılamazmış da,  ancak kamu hizmeti ile bağdaştırılabilirmiş gibi abuk sabuk tartışmalar yapılıyor.

Bir ülkenin yüksek yargı organlarında ideolojik ve hukuk tanımaz bir zihniyet hakim ise, bireysel hak ve özgürlüklerin temeli olan din özgürlüğü kamusal alan gibi zırvalarla daraltılıyorsa, totaliter bir hukuk mantığı geçerli ise, siz neyi tartışacaksınız Allah aşkına. Neymiş efendim.. Kamu hizmeti alanların değil, ancak kamu hizmeti verenlerin kılık kıyafetlerinin yasal olarak düzenlenebilirmiş. İnsan hakları ilkeleriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan bu tür yasakçı anlayışları tartışmak , tartışmaya açmak, tartışmada taraf olmak bu çağdışı anlayışın bundan sonra daha  büyük çaplı ihlallerine prim vermektir. Hak ve özgürlükler sadedinde “Kamusal alan” gibi bir kavramın bizatihi kendisi hukuka aykırıdır. Baş örtüsü  siyasal bir simge addedilerek takanın savunma yapması, mahkeme salonuna girmesi engelleniyorsa, o zaman şöyle bir sonuca ulaşıyoruz. Siyasal simge kullananlar savunma hakkı yapamazlar. Peki doğrudan siyasal fikirleri savunan ve bu fikirleri dolayısıyla mahkemeye çıkmak zorunda olanlar ne olacak? Yargıtay Başkanı'nın akıl yürütmesiyle gidersek, siyasi suçtan mahkemeye düşmüş hiç kimsenin mahkeme salonuna sokulmaması gerekiyor.

Mahkemenin ciddiyeti ile bağdaşmayan kıyafetleri sayarken bikini ile türbanı aynı kefeye koyuyorlar. Ayrıca, kendi annesinin de başörtüsü taktığını ancak bunu siyasal simge olarak yapmadığını, geleneksel olarak yaptığını söyleyerek masasının baş köşesine annesinin başörtülü resmini koyanlara şu  soruyu sorabiliriz: Türban ve bikini aynı şeylerse neden masanızın baş köşesine annenizin bikinili fotoğrafını koymuyorsunuz? Böyle bir davranışa en başta sizin anneniz karşı çıkardı herhalde.

SON SÖZ

Türkiye, halkı Müslüman olan bir ülkenin adıdır. Jakoben bürokrasinin ısrarla ve akıl almaz bir biçimde göz ardı ettiği husus budur. Bu çirkin ve komik uygulamaları yapanlar, başörtülü veya başörtüsüz herkese hizmet etmekle yükümlüdürler. Onların verdikleri vergilerle maaş almaktadırlar. Cumhurbaşkanı, hanımı başörtülü olan milletvekillerinin de oylarını  alarak seçilmiştir. Seçilirken  sadece eşlerinin başı açık olanların oyları geçerli deseydi ya!..

Egemenler her gün yeni bir baskı ile Müslümanları test ediyorlar.  Sistemin “İslami kimlik”  noktasında kabul edilemez uygulamaları  her vesile ile eleştirilmeli ve karşı tavır konulmalıdır. Sorunu Müslümanlar üzerinden  değil sistemin çarpıklığı  üzerinden tartışmalıyız. Bazı müslümanların hergün değiştiklerini ispat etmeye gayret ettikleri, gittikçe “muhafazakar demokrat” bir çizgiye girdikleri bir ortamda bizlere düşen görev tevhidi  tavrımızı  sergilemektir. Yoksa onursuzca bizleri aralarına almalarını dilenmek değildir.

Hak ve özgürlüklerinize kavuşmak istiyorsanız ben size bir “kamusal anahtar” vereyim. Bu beylere “haddinizi ve sınırlarınız bilin” demek.

1 Ekim 2003 Çarşamba

RESMİ İSLAM ve KİMLİK KAYMASI karşısında YENİ BİR İSLAMİ KİMLİK

(Umran Dergisi)


“Bir insan toplumu için güzel bir fikir bulur ve bunu söylemezse ya  bencildir, ya korkaktır, ya da tembeldir”  (Bir düşünür)


İSLAM KORKUSU

Şu anda dünyadaki dini yönelişe paralel olarak Türkiye’de de  bir dindarlaşma süreci var. Bu dindarlık eğiliminin farkında olmayan veya farkına varmak istemeyen dış odaklar ve onların yerli işbirlikçileri bu süreci tersine çevirmek istiyorlar. Ümmet şuuru yeniden yeşeren, İslam ile ilgisi giderek artan, İslami duyarlılığı arttığı için kendisini kuşatan siyasal, sosyal, ekonomik ve şer istilasını sorgulayan İslam toplumları artık yaşadığımız çağın bir gerçeği. İslam dünyasında bu birikimler arttıkça Batı tedirgin olmaya başladı. Kendi tefessüh etmiş düzenine karşı İslam’ın bir kurtuluş reçetesi olmasının önüne geçmek, cahili egemenliğe karşı bir küresel  alternatif  olmasını önlemek için İslam dünyasında yükselen direniş bilincini kırmak, önünü kesmek istiyor. Batı, tüm İslam dünyasında gelişen İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme ile  kimliğini bulma ve  diriliş sürecinin önüne geçmek için yoğun kampanya yürütüyor.

İslam dünyasında gelişen kimlik ve medeniyet bağlamında kendini yeniden inşa ve ifade cehdi önce Cezayir’de akıllara durgunluk veren cinayetlerle susturuldu, daha sonra 11 Eylül saldırısı bahane gösterilerek önce Afganistan, sonra Irak ve genelde bütün bir İslam coğrafyası alev alev yanmaya başladı. Diğer taraftan, Türkiye’ye biçilen misyon gereği, medya, sermaye ve bürokrasiden oluşan oligarşik yapı,  28 Şubat sürecini gerçekleştirdi. Bu post modern darbe sürecinde egemenler toplum mühendisliğine soyunarak Türkiye’nin de formasyonunu değiştirmek istediler.

Çeşitli korkuların etkisinde kalan hak, hukuk, kural tanımaz bir zevat milletin kutsallarına pervasızca saldırdı. 1980 yılında Türkiye’ye sığınan İran Kara Kuvvetleri Komutanı’na o zaman Tugay Komutanı olan İsmail Hakkı Karadayı İran’da ki irticai faaliyetleri niçin durduramadıklarını sorduğunda, Şah’ın generali ona cevaben; “ Biz onları masum dini hareketler olarak tanımladığımız için göz yumduk, neticesi bu oldu” diyor.  Bu dönemde çeşitli kesimlere verdikleri brifinglerde; “Türkiye’de ki irticai faaliyetler öyle arttı ki, böyle giderse ülke 2005 yılında irticanın eline geçecek” diyorlardı. Maalesef  28 Şubat ve halen bugün de devam eden psikolojik savaşta bu gibi beyanatları argüman olarak kullandılar. Toplumda doğal olarak gelişen dindarlaşmayı devlet düşmanı bir hareket gibi algıladılar. Sağlıklı düşünemeyen bu bozuk ruh haliyle dostu ile düşmanını karıştıran egemenler, devlete dost olan insanlara bile düşman muamelesi yaptılar. Okullarda, bürokraside ve silahlı kuvvetlerde büyük bir tasfiye yaşandı, binlerce insan mağdur edildi.

Halâ Atatürkçülük, laiklik, Cumhuriyetçilik gibi kavramları kullanarak kendi düşüncelerinde olmayan insanları irticaya destek veren ve Cumhuriyeti tehlikeye sokan kimseler olarak görerek yok etmeye çalışıyorlar.Hiçbir zaman irtica kelimesini tanımlamadılar ve bunu da bilinçli olarak yaptılar. Böylece en masumane bir dindarlık bile  rahatlıkla irticai bir hareket olarak vasıflandırıldığı için hala insanlara zulüm ediyorlar.

Emperyalistlerin hizmetindeki oligarşik yapıyı korumak için haksızlık, adaletsizlik ve yolsuzluk bataklığına sürüklenen Türkiye’de, medya-sermaye ve laikçi aydınlardan devlete yansıyan ve dış güçlerle işbirliği içinde kotarılan ”İslam korkusu” nedeniyle Türkiye bugün ağır bir bedel ödemektedir. 13 yaşına kadar Kur’an öğrenmeyi yasaklayan zihniyet Türkiye’yi köklerinden koparırken, soygun ve yolsuzluk bataklığında dilenci durumuna düşürdü. Zihnen, ruhen ve madden zayıflatılan. Türkiye, bunun bedelini ödemeye hala devam etmektedir.

İslamı hayat dışına iten batıcı laik sistem, İslamın yeniden toplumsal zemin bulmasını ve o toplumsal birikimin sistemin geleceğini tayin eder hale gelmesini önlemek için İslam’ın önünü  kesmek istemektedir. İşte İslam’ı korku odağı haline getirmenin sebebi budur. Böylece, Türkiye toplumu, bütün müesseseleriyle İslam’dan arındırılacak, bu opresyona direnenler ya yok edilecek, ya da teslim alınacaktır. Ancak, yok etmenin mümkün olmadığını gördükleri için İslam’a doğrudan saldırmak yerine  teslim alma yoluna gitmişlerdir.

TESLİM ALMA VE MÜSLÜMANLARA YENİ KİMLİK ÇİZMEK

Teslim alma operasyonu , Gülhane Hattı Hümayunu’ndan beri devam ediyor.  150 yıldır bunu deniyorlar. 80 yıl önce bir anda halkın dilini, kültürünü, ideolojisini değiştirmek sonucunda korkunç bir kopuş yaşandı. Ama bir türlü  başarılı olamadılar. Türkiye’yi ne kadar köklerinden, tarihinden, kültüründen, inancından koparmaya çalıştılarsa da, ümmet kendi kendine var olma ve İslam’a dönüş mücadelesini içten içe sürdürdü.

Şer odakları her türlü hile, desise ve gerektiğinde silah gücüne  başvurdukları halde bir türlü başaramadıkları işi   son dönemlerde yeni oyunlar tezgahlayarak yapmaya çalışıyorlar. Kaba kuvvet ve güç ile söndüremedikleri ateşi bu defa İslam’ın özüne el atarak hedefinden saptırmaya çalışıyorlar. Hayatını İslami gereklere göre düzenlemek isteyenlerin önüne engel koymak ve Türkiye’yi İslam’dan kurtarmak adına,  İslami değerleri batının çizdiği standartlara uydurmak , Müslümanları yeniden yapılandırılmak çerçevesinde çeşitli değişimler ve değişim istekleri dile getirilmektedir.

Batı normlarında topluluklar oluşturma çalışmalarının son dönemler hız/yoğunluk kazandığını görüyoruz. Daha açık bir ifade ile,  kültür dayatması çerçevesinde batı zihniyetli bir kişilik kazandırma , bir  zoraki kimlik dayatması operasyonu ile karşı karşıyayız.

Batının ve düzenin kıskacına alınmış bazı Müslümanlar ise bunun etkisinde kalarak hem uluslararası ağın hem de müesses nizamın tepkisini çekmeden, onların istediği kişilikte hayatlarını devam ettirmek istiyorlar. Bundan dolayı da İslam’ı gaye edinip savunmaktan, İslamî kişiliğe sahip olmaktan, onu açığa vurmaktan korkuyorlar.

Baskılardan çekinerek devletin yüklediği vasıflardan birine sahip olmak veya yönetimlerin ortaya koyduğu tarzda Müslüman kişiliğini kabullenerek uyumlu Müslüman görünmek için yoğun gayret sarf ediyorlar. İslam ve Müslüman kelimelerini de artık literatürlerinden çıkararak kendilerini muhafazakar demokrat olarak tanımlamaya çalışıyorlar. Oysa, statükodan bunalmış toplum kesimlerinin   yenilik ve değişim taleplerinden doğmuş bir hareketin, mevcut statüko ve  siyasi yapıyı aynen koruma anlamına gelen muhafazakarlığa sarılması ciddi bir çelişkidir.

KİMLİK KAYBI


Dikkat edilirse, hayli zamandır tevhid,cihat, ümmet, şeriat,  gibi İslami kavramları kullanmaktan çekinir hale gelindi. Gelen baskılar neticesinde çoğu Müslüman sustu veya susturuldu. Daha vahimi bazı Müslümanlar Batıcı söylemi benimseyip başka mecralara sürüklendiler ve  başkalarının diliyle konuşmaya başladılar. İslami referanslar terk edildi, dışarıdan referans gösterme yanlışına düşüldü.

Müslümanlar bu halleriyle, düzenin ürettiği kimliklere bürünmekle  kendilerini  düzenbaz laikçilerin karşısında daha da aşağılamaktadırlar. İnsan bir kere aşağılık duygusuna kapıldımı sürekli taviz vermeye başlar. Egemenler  bunu bildikleri için bi taraftan Müslümanları Kuran’ın evrensel değerleri ile düşünmekten uzaklaştırırken, diğer taraftan da kişilikleri ile  oynayarak mücadeleyi kendi istedikleri alana çekmişlerdir. Bu tuzağa düşen bir çok  Müslüman kimliğini açığa vurmaktan utanır veya kaçınır hale geldi. Avrupa Birliği’ne bir an önce girmek  bir ideal haline getirildiği gibi Batı hayat tarzı da artık özlenir bir hedef haline geldi.

İslami camiada yaşanan bu kimlik sorunun önemli nedenlerinden biri de, şimdilerde ısrarla değiştiğini ispat etmeye çalışan bazı İslamcıların siyasi ve ekonomik alanlarda birtakım köşe başlarına yerleşme, bazı kapılarda akredite olma çabalarının etkisi var. Halbuki Rabbim buyuruyor ki ; “Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır.”(Bakara 120). İktidarda yer alma endişesi ile  söylem ve biçim değiştirme, İslami kırpıp biçme gündeme gelmiştir. Siyasal faydacılık öncelendiği için Kur'an'ın ışığıyla donanmak ve hayati haklarımızı, özgürlüklerimizi, kimlik ve kişiliğimizi korumak, ayağa kaldırmak unutulmuştur. Rant ve mevki sahibi olmak uğruna bu kadar kimlik aşınmasına uğramak ve zavallı duruma düşmek kabul edilecek gibi değildir. Müslümanların moral, umut ve özlemlerini şahsiyetsiz  politikalarla tüketmeye de hiç kimsenin hakkı yoktur.

TÜRKİYE’YE BİÇİLEN ROL “MÜSLÜMAN DEMOKRAT ÜLKE MODELİ”

“Resmi İslam” müslümanlığı diye adlandırabileceğimiz  yumuşak-uzlaşmacı İslami Kimlik küresel güçler tarafindan Dünya Müslümanlarına bir model olarak gösterilmek üzere Türkiye’de tezgahlanmaktadır. Böylece,   şartları Allah tarafından belirlenmiş  bir İslam çağrısı  yerine, sekülerleştirilip dünyevileştirilen kolaylaştırılmış bir İslam öğretisini Türkiye’de sahneye koyduktan sonra, İslam ülkelerine ve dünyaya bir model olarak sunmak istemektedirler. ABD’nin  İslam Dünyasını yeniden dizayn programı çerçevesinde Türkiye’de geliştirilen bu “Ilımlı İslam” modeli, Müslüman coğrafyasında sorunlara çözüm olacak bir model olarak daha sonra ihraç edilecektir.

Türkiye modeli üzerine düşünen, tartışan, geleceğe yönelik projeler üreten kurumlar da teşekkül etmiş bulunmaktadır. Bunlardan biri de siyasi bir think-tank grubu olan Yüksek Strateji Merkezi. Bu merkezin kurucularından M Faruk Demir’in hazırladığı ''İslam'ın İnanç ve Eylem Boyutu İçin Yeni Bir Perspektif: Türkiye Modeli'' adlı çalışmada diyor ki, İslam'ın getirdiği mesajın hakim olabildiği coğrafyada bir yön vericiliğe ihtiyaç var.  Bu politik liderliği kim yürütebilir? Çeşitli ülke modellerini incelerken baktık ki, çağın gereklerine en uygun Türkiye, bugünkü haliyle değil, geliştirilmiş bir hal ile İslam coğrafyasına politik liderlik yapabilir. İşte politik liderliğin dinsel zeminini, Kuran’ın mesajını inceleyip tartışmaya açmak amacıyla bu raporu yazdık.” Ve devam ediyor, “Türkiye bu modeli uygulama üzerine çalışmalar yapıyor.  Türkiye kendi iç politik yapısı içerisinde bunun mücadelesini veriyor. Acaba bu tür bir politik liderliği üstlenmek Türkiye için nasıl bir İslami kimlik doğuracaktır ve bu devlet üzerinde nasıl bir baskı aracı olacaktır? Bugün devletin mücadele ettiği bir takım illegal unsurlara nasıl bir legal güç katacaktır? Bununla ilgili yöntemler vardır ama bu yöntemleri tespit ve uygulama noktasında henüz yeteri kadar cesaret yoktur. Cesur adımları atacak bilgili, akıllı ve cesur adamlara ihtiyaç var. En azından benim içerisinde bulunduğum birkaç komite var. Devlette bunlarla ilgili çalışma yapan; devletin çekirdek ünitelerinde çok önemli projeler var. Benim bilmediğim projelerin olması da muhtemeldir.” Sonuç olarak hedefi şöyle ortaya koyuyor; Özel alanda insanların inanç özgürlüğünü tamamen serbest bırakmalı. Kamu alanında kamu kurallarını uygulamalı, özerk alanda da kamunun kuralları ile özel alandaki bireyin ihtiyaçlarını ortalama bir noktada buluşturup kademeli bir inanç özgürlüğü Türk vatandaşına kazandırılmalıdır. Türkiye bunu önümüzdeki birkaç yıl içerisinde başarmalıdır. Cesur adımlar bu noktada atılırsa üç yıl sonra Türkiye sistemini minimum standartlarda bölgeye ihraç etmeye başlar.”

"Türkiye Modeli"nin, demokrasi, laiklik ve İslam'ın başarılı bir sentezi olduğunu, bu çağın gereklerine uygun "başarılı sentez"in İslam dünyası ve  özellikle Orta Asya Cumhuriyetleri içişn bir model oluşturduğunu  söyleyebiliyorlar. Beyaz Saray danışmanlarından oryantalist tarihçi Bernard Lewis  şöyle diyor; ”Türkiye siyasi İslam'ın laik demokrasi ile uyuşmasının mümkün olmaması sebebiyle İslam dünyasına model bir devlettir.” Amerikan çevreleri, Türk modelini,   İslam toplumlarının laikleştirilmesi ve İslam toplumlarının sorununun çözümü için  başarılı ve en iyi bir model olarak sunmaktadır. 11 Eylül sonrası İslam dünyasına aday gösterilmesi düşünülen Türk modeli etrafında birçok toplantı düzenlendi. Toplantıların ana konusu,  Türk modelinin sadece İslam dünyasının bunalımına bir çözüm olarak sunulması ile kalmayıp İslam'ın özünde operatörlük yapılmasına kadar vardı. Kuran'ın doğruluğu üzerinde şüphelere yer verilmesi, şeriattan cihada İslam'ın can alıcı terimlerinin şer terimler listesine sokulması,  Kuran, şeriat ve cihat kavramları ile terörizm, El-Kaide ve Taliban arasında bir ilişki kurulması hedeflendi.

28 Şubat sürecinde ısrarla gündeme getirilen “Türk Müslümanlığı” tabirini hatırladığımızda, Türkiye’deki toplum mühendislerinin emperyalistlerle nasıl da uyum içinde çalıştıklarını daha açık bir şekilde görmekteyiz. Çarpık resmi laiklik yorumları ile bir nevi “resmi din” oluşturan egemenler, icat ettikleri doğma ve yapay kutsallarla saltanatlarını devam ettirmek için, Allah’ın insana verdiği haklara müdahale edip sınırlandırırken, baskılarla  insanların düşündükleri gibi konuşmalarını ve istedikleri gibi yaşamalarını yasaklarken aynı projeyi uyguluyorlardı.

Statükocu düzen baskıcı uygulamalarını sözde başarılı bir sistem olarak görmeden önce kuma gömdüğü başını çıkarıp etrafa bir bakması gerekmektedir.Türk televizyonlarının çanak antenler yoluyla televole  kültürünü bölgeye yaymada gerçekten nasıl bir model olduğunu görmelidirler. Sovyetlerin dağılışından sonra Orta Asya Cumhuriyetlerine yayın yapan Türk televizyonundaki  gayri ahlaki  edep dışı görüntüler ve  her gün polis tarafından coplanan bir toplumdaki şiddet görüntüleri bölge halklarını nasıl hem şaşırttığını, hem de hayal kırıklığına uğrattığını görmeliler. Bölgede bulunduğumuz dönemlerde insanlar “Türkiye’de ne oluyor? Hergün bir takım topluluklar güvenlik kuvvetleri tarafından dövülüyor, karga tulumba götürülüyor, kavga döğüş hiç bitmiyor” diye soruyorlardı. Bizde cevaben, Türkiye’de devletin toplumu terbiye etmek, nizam ve intizama sokmak için herkesi dövmek gerektiğine inandığını, bu sebeple işçiyi, memuru, öğrenciyi,  sağcıyı, solcuyu, müslümanı, başörtülüyü, kısaca beğenmediği herkesi dövdüğünü söylüyorduk. Giyim kuşama müdahale gibi ilkel bir uygulamayı anlamakta güçlük çekiyorlardı, halkın oyuyla seçilmiş bir milletvekilinin başörtüsünden dolayı meclise sokulmadığına şahit oluyorlardı. İçinde bulunduğumuz ekonomik krizi, yüksek enflasyon rakamlarını, dünya paraları karşısında değeri dibe vurmuş yedi haneli Türk Lirasını, IMF karşısında üç kuruş için nasıl kırk takla attığını görüyorlardı. Dünya artık çok küçüldüğü için elin oğlu herşeyi yakından görebiliyor, sorgulayabiliyor.

Bir modelin başkaları tarafından da beğenilip uygulanması için, sunulan bu modelin, onu örnek alması beklenenler tarafından  takdir edilmesi ve talep edilmesi gerekir. Türkiye’de bütün bu olan bitenleri gördükten sonra,  birilerinin bu modeli inanarak takdir ve talep edebilmesi için hem demokrasiyi, hem İslamı hem de laikliği bilmemesi gerekiyor. Çünkü, bu model hiçbir anlamda başarılı değildir; bu model ne demokratiktir, ne laiktir ne de dini anlayış ve yaşayışa gereken önemi vermektedir.

Kendisini ancak baskıyla  ayakta tutabilen, sürekli kriz halindeki sözde başarılı “Türkiye modeli”  ne teorik, ne de pratik olarak  başarılı bir model değildir. Din ve devlet ilişkilerini daha medeni bir tarzda düzenlemek isteyenler, yarı yamalak işleyen bir demokrasiyi, tabularla  ayakta tutulmaya çalışan zoraki bir rejimi niçin örnek almak istesinler. Olsa olsa Türkiye’de nasıl dayatma ile uygulatılıyorsa İslam coğrafyasında da metazori olarak uygulama yoluna gidilecek ve bu çarpık sistemi taklit etmeye çalışırken Türkiye’den de daha kötü duruma düşüp, batağa saplanacaklardır.

NASIL BİR KİMLİK

İslam’ın esası tevhid olup, İslam kimliğini kazandıran ana unsur da tevhid’dir. Allah’tan başka hiç bir ilahın olmadığına inanmak  ve şahitlik etmek. Hayatın tamamını bu cümlenin içinde ifade edebilirsek,  o zaman İslam’ın izzeti ile buluşuruz. Yüce Allah, “(İnsanları) Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir” diye buyuruyor.(Fussilet, 33). İnsan sadece Allah’a kul olduğunu  bilmelidir. Çünkü Allah’a kul olmayan kişi ne kadar güç ve kudret elde ederse etsin özgür değildir ve bir başkasının kölesidir.

Bugün içi hayli boşaltılmış olan bir İslami söylem var. Kavramın içini yeniden tevhidin aydınlığıyla doldurmamız, bir İslami kimlik oluşturmamız ve bundan asla taviz vermememiz gerekmektedir. İlahi mesaj; “Eğer mümin iseler Allah ve Resûlünü razı etmeleri daha doğrudur.” (Tevbe, 62) diye bildiriyor.

Türkiye’de dahil olmak üzere bütün İslam dünyasının büyüme yolu İslam’dır. Bütün insanlarin kurtulusu  Allah'ın dinine yeniden dönmekle, Kur’an’ın  evrensel ilkelerine yeniden sarılmakla mümkündür. Köklü bir toplumsal dönüşüm istiyor , özgür, onurlu, adil  bir Türkiye arzu ediyor isek yeniden  silkinip öze dönmeliyiz.  İlkelerimizi değil kendimizi tartışmalı, kendimizle yeniden hesaplaşmalıyız. İlahi kaynaktan beslenen bir hayat tarzı,  felsefesi ve kültürü geliştirmedikçe, verilecek her türlü mücadele pek gerçekçi olmayacaktır. Yaratıcısını tanıması engellenen, gerçeği bulmaktan mahrum edilen, ruhlarına ve kalplerine ambargo konulan insanların gerçekten özgür olması mümkün değildir. Kaynağını ilahi hükümlerden alan bir hayat tarzı ancak, insan onurunu koruyabilecek, adaletsizliği ve zulmü saf dışı edecektir.

Üzerinde yaşadığımız topraklarda  İslam’a yönelik baskıları ortadan kaldırmak, ilahlık taslayan zorba güçlerin İslam’ı sınırlayan hukuki ve fiili ambargolara son vermek,  saf ve katışıksız bir İslami kimlikle mümkündür. Yalnızca Kur’an’ı kendisine ölçü ve rehber edinmiş Müslümanlar olarak, sahip olmamız gereken kimliğimiz, bizi zorbalığa boyun eğmeyen, kolaycılığa ve teslimiyetçiliğe kaçmayan, bilakis direnen, şahsiyetli, kuvvetli, şerefli ve hür bir ümmet şuuruna ulaştırmalıdır.

Müslüman, sadece Allah’ın bütün insan haklarının kaynağı ve ilahi hükümlerin yapıcısı olduğuna, bu kaynağın değiştirilemez olduğuna, bu nedenle hiçbir, yönetici, hiçbir hükümet, hiçbir kuruluş veya otoritenin bunları kısıtlayamayacağına, bu hakların Allah tarafından verildiğine inanır. Esir edilen Müslüman esarete itiraz etmelidir. Esaretten kurtulmanın yolu ise, Kur’an ışığıyla donanmak, “Yürüyen Mushaf” olmak, haklarımızı, özgürlüklerimizi, kimlik ve kişiliğimizi korumak, kısaca dik durmaktan geçer.

Büyük bir yürüyüşü başlatacak, zalimlere korku, mazlumlara umut verecek, sahte kurtarıcılara dur diyecek gerçek bir tevhidi hareketle köklü değişimler inşa edecek, hayatını ve ölümünü Allah’a göre yönlendiren bir kimlik. Rabbımız, o zaman; “İnananlara yardım etmek bize hak olmuştur”(Rum, 47) diye buyuruyor. 

1 Eylül 2003 Pazartesi

AB ÜYELİĞİ VE ZİHİNSEL SAVRULMA

(Umran Dergisi) 


KAFA KARIŞIKLIĞI

Avrupa Birliği olgusuna sadece siyasi kriterler açısından bakmak, meseleyi sadece hak ve özgürlükler etrafında değerlendirmek doğru değildir. AB meselesine konjonkturel yaklaşma hastalığından kurtularak, meseleye derin bir öngörü ile bakılması gerekmektedir. Özellikle 28 Şubat ve sonrasında yaşananlar Müslümanların AB’ne ve Batı’ya ilişkin düşüncelerinde önemli değişiklikler yapmıştır. Müslümanlar AB’ne girmiş bir Türkiye’de yaşamanın çok daha iyi olacağını düşünmektedirler. Oysa ki, bireysel özgürlüklerimizin ilacı olacak diye, sıkıntılarımızın baş müsebbibi ve üreticisi olan Batı dünyasını kurtuluş mercii olarak görmek bir çelişkidir. Kendi başındaki zalimlerin zulmünü kendi medeniyetinin bir unsuru görerek çıkış yolunu başka bir medeniyet havzasına devrilerek  aramak problemi çözmeyecek ve Müslümanı yine tökezletip çıkmaza sokacaktır.

Dün AB’ne karşı çıkan İslami camia, bugün içeride yaşanan kapana kıstırılmışlık halinden kurtulmanın yolunun AB’den geçtiğini düşünüyor. Türkiye’de ki hakim yapıyı halkın inançlarına ve siyasi iradesine saygı noktasında terbiye etmek adına pek çok dindar insan AB’ye girmek istemektedir.

Halbuki, hak ve özgürlükler başkalarının verdiği bir şey olduğunda, her an geri alınma riskini de içinde taşırlar. Eğer AB’ne adaysanız verileni kabul etmek zorundasınız.  Bir hak ve özgürlüğü birilerinin himmetiyle değil, kendi yüreğinizin, zihninizin ve bileğinizin gücüyle kazandığınız zaman onu hak eder, ancak o zaman özgür olursunuz.

KENDİ YETERSİZLİĞİMİZİN İTİRAFI MI?

Türkiye’nin kendi tezleri çerçevesinde bir toplumsal dönüşüm yaşaması gerektiği fikrinde olanların birçoğu şimdi bu tezlerinden vazgeçtiler. Kendi istikametini belirleme, kendi yapısal özelliklerine uygun bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirme yolunda adımlar atılması bir yana bırakıldı.

Halkımızn daha iyi bir hayat tarzı talebiyle, kurtuluşun ve ilerlemenin çaresini dışarıda araması, yerli aktörlerin iradelerini hesaba katmaması, kendi kimliğini aşağılaması, bir anlamda Türkiye’nin iç dinamiklerinin değişimi karşılamada yetersiz kaldığının itirafıdır. Kendiliğinden bilinçlenme yerine değişim için AB’ni itici bir güç olarak görme, bir kurtuluş mekanizması olarak kabul etme, hem bizi öz değerlerimizden koparır, hem de acziyetimizin ifadesi olur. AB’nin ilkeleri, uygulamaları ve felsefesi toplumun değişimini gerçekleştirmede yetersiz kaldığı zaman veyahut değişimin yönü toplumun değerlerine uygun düşmediği zaman AB de bu toplumun talepleri doğrultusunda  dönüşme ihtiyacı duyacak mı acaba?

Ayrıca, Türkiye AB’ne kabul edildiğinde, ülkeye geleceği ümit edilen özgürlükler ortamında Müslümanların ne yapmak istediği hususunda belirgin bir düşünceleri ve programları da yoktur. Bugün sanki gereken her şeyi yaptılar da o gün daha ileri şeyler mi yapacaklar.

ARAMIZDAKİ KÜLTÜR UÇURUMU

Türkiye ile AB’nin ortak değerleri arasında dipsiz bir kültür uçurumu olduğunu bizzat Avrupalıların kendileri söylüyorlar. Temelinde Hıristiyan ahlakı, Yahudilik, Yunan düşüncesi ve Roma Hukuk nizamının bulunduğu, Aydınlanma süreci ile pozitivist kültürden yeni boyutlar eklenen bir kültür ve medeniyet havzasında biz neyimizle var olacağız. Avrupalılar, “Türkler Kıta Avrupasın’da entegrasyonu başaramadılar. Entegrasyonu asimilasyon olarak kabul edip, hem Avrupa’da yaşamaya devam edip, hem değerlerini Avrupa’ya enjekte etmeye çalışıyorlar. O halde geride kalan 70 milyonun entegrasyona gönüllü olduğuna nasıl güveneceğiz?” diye soruyor. Entegrasyon ile o kokuşmuş kültür içinde asimile olmamızı kasdettikleri çok açık biçimde  anlaşılmaktadır. AB’ne girmek için can atanların bu entegrasyonun nerede başlayıp nerde biteceği hususunda da  bir fikirleri olduğunu zannetmiyoruz.

Papa, AB Anayasasına “Hıristiyanlığın Avrupa kültürnün ana unsurlarında biri olduğuna” dair bir madde eklenmesini istiyor. Ortaçağda kurulan ilk üniversitelerden beri Hıristiyanlığın Avrupa kültürünü şekillendirdiğini söyleyen Papa, “Doğu ile Batı’nın acı dolu ayrılışından sonra Hıristiyanlık tüm Avrupalıların dini olmuştur” diyor. Yunan Ortodoks kilisesi  ile Hıristiyan Demokrat partiler de aynı amaç için lobi yapıyorlar. İtalya Dış işleri Bakanı Franco Frattini ise, AB dönem başkanı olarak birliğin anayasasına Avrupa’nın Yahudi-Hıristiyan kökenlerine gönderme yapılması için çalışmaya niyetli olduklarını söyledikten sonra, “Laikliğin Avrupa demokrasisinin başarısı olduğunu kabul ediyoruz, ama Hırisyiyan kökenlilik bununla uyuşmaz birşey değildir” diyor. Frattini, hem laikliğe hem de Avrupa’nın Hristiyan mirasına gönderme yapan bir paragraf konulmasını teklif edebileceklerini belirtiyor. AB anayasına Hıristiyanlığın girmesini en çok destekleyenlerin İspanya ile Polonya olduğunu söyleyen İtalyan bakan, Papa’nın bu yöndeki çağrılarını da dinlediklerini vurguluyor.  

Papa’nın bu kampanyasına karşı çıkan laik kesimler ise dinin toplumsal hayattan tamamen dışlandığı bir Avrupa öngörmektedir. Şu anda Avrupa’da ciddi anlamda zemin kaybetmiş olan Hristiyanlığa sahip çıkmayan  bir toplum İslam’a nasıl bakacaktır. Burada Müslümanlar kırk katır mı, kırk satır mı ikilemi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Ya Hıristiyanlığın Avrupa’nın dini olduğunu kabul edecekler, ya da dinin tamamen toplumsal hayatın dışına itildiği bir hayat tarzını kabul edecekler. Bunun dışında Müslümanlara başka bir alternatif bırakılmıyor.

Batı’dan farklı bir medeniyete mensup olduğumuz gerçeğini ve bilincini terk ettiğmiz takdirde,  şu anda hakim başka bir  bir medeniyet camiasına iltihak etmeyi kabul etmiş olacağız. Başbakan R.T.Erdoğan “Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi bir medeniyet projesidir” diyor. Bu yaklaşım Osmanlı’nın çözülüşünden beri ”çağdaşlaşmak, batılılaşmak gerek” diyen bizim iflah olmaz Batıcıların “Batı uygarlığını yakalamak “ hedefi ile ve “Zaten Batı medeniyetinden başka bir medeniyet var mı ki....” görüşü ile paralellik arz etmektedir.

Bizler hep şikayet etmedik mi ki, zamanında İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu v.s gibi kanunları getirerek bu millete zorla deli gömleği giydirir gibi giydirdiler. Ve bu gömlekler bu topluma ya bol geldi, ya dar geldi, sıktı, uymadı, problem oldu. Bu ülkenin kıblesini Batı’ya çevirip istikametini saptırdılar ve Türkiye’yi bugünkü noktaya getirdiler. Aynı hata şimdi daha büyük ölçüde işlenmekte, bir kimlikler ve uygarlıklar projesi olan ve bizim toplumumuzun dünya görüşüne, hayattan beklentilerine, tercihlerine, kısaca kimliğine göre farklılıklar gösteren AB’nin değerler sistemi ve mentalitesi yerleşik değerlerimizle çakışmamaktadır.

AVRUPA BİRLİĞİ VE İSLAM

AB Temel Haklar Şartı’nın giriş kısmında: “Ruhani ve manevi mirasının bilincinde olan Birlik” diyor. Bu ifadenin ne anlama geldiğini ve Müslümanların söz konusu ruhani ve manevi mirasın neresinde durduğunu da iyice bir irdelemek gerekmektedir. Ayrıca birlik olması için siyasi ve kültürel sınırların çakışması gerekmektedir. Müslümanların ise ne siyasi, ne de kültürel sınırları Avrupa ile çakışmamaktadır.

ABD’nin de AB’nin de temel hedefi, İslam’ın yeniden tarih sahnesine çıkmasını mümkün kılacak tüm gelişmeleri engellemektir. İslam coğrafyasında kendi kontrolü dışında iktidarlar oluşmasına izin vermeyen Batı kendi topraklarında İslam’ın gelişmesine ne derecede müsaade edecektir. İslam’ın gelişmesi ve ilerlemesi söz konusu olduğunda Batı nezdinde demokrasi v.s.’nin  hikaye olduğunu birçok kere gördük. Avrupa’da ki Müslümanlar arasında son on yıl içerisinde gözlenen dini canlanma, 1997 yılında İngiltere’de Runnymeade Foundation tarafından hazırlanan rapora göre, “İslam korkusu” oluşmasına yol açmıştır. Süreklilik taşıyan ve artan Müslüman varlığı, hükümetleri çözüm arayışına yöneltmiştir.

Şu bir gerçek ki,  İslam ile ilşkilerimizi asgari düzeye indirdiğimiz takdirde ancak AB bizi alacaktır. AB bünyesine girdiğinde, Türkiye’nin Müslüman karakteri aşındırılarak hazmedilebilir hale getirilecektir. Bir nevi “Azaltılmış  İslam” (Light İslam) kimliğiyla ancak o camiada yer tutabilecektir.

Türkiye’yi Avrupa kapısında bekletirken esas gayeleri, İslam’ı bizzat İslamcı kadrolar eliyle laikleştirme ve böylece İslam’ı siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuk alanından uzaklaştırarak bireysel bir inanç meselesi haline getirmektir. Diğer bir ifadeyle, esas amaçları İslam’ı hadım ederek Türkiye’nin İslam eksenli merkezi bir rol oynamasını imkansız hale getirmek, Türkiye’yi İslam’dan ve İslam dünyasından yalıtmak, kimliksiz ve kişiliksiz bırakmak ve Batı’nın “gönüllü mandası” yapmaktır. AB’ne girmiş bir Türkiye, İslami köklerinden, İslami mirasından, İslami iddialarından tümüyle vazgeçmiş olacaktır.

AB BİZİM PROJEMİZ DEĞİLDİR

Şimdi Avrupa diye bir devlet doğuyor. Bu devletin bir anayasası olacak, kanunları olacak, kamu düzeninin bir sistematiği olacaktır. İkili bir sürecin üzerinde oturan AB olgusu, bir yandan birliği sağlamak yolunda ortak Avrupa değerlerini oluştururken, bir yandan da bu normları teker teker bütün uluslara kabul ettiriyor.  Bu değerlerin hangi düşünce ve inanç ekseninde oluştuğunu yukarıda anlatmaya çalıştık ve alın size muşahhas bir örnek (gazetelerde çıkan bir haber) : “AB’nin demokratikleşme şartlarından biri de Ankara’da yapılan ‘Lezbiyen ve Gaylerin Sorunları ve Toplumsal Barış için Çözüm Arayışları’ konulu Sempozyum’da ele alındı. İngiliz İşçi Partisi, Avrupa Parlamentosu üyesi Michael Cashman, Türkiye’nin Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nda gay ve lezbiyen üyelerin bulunmamasını eleştirdi”

AB’nin yapısı, kapsamı, özellikleri konusunda Müslümanlar  hiç bir şekilde AB projesinin tarafı olamamışlardır. Bu meselede kendilerine hiç bir şey sorulmamış, fikirleri alınmamış, sürece dahil edilmemişlerdir. Sürece özne olarak değilde, nesne olarak katılmaları istenmiştir. Bu durum Müslüman olma iddiasıyla çelişik bir durumdur. Çünkü İslam vahiyle ilişkisi olan bir dindir ve vahiy muhatabına hayatın öznesi olmayı emreder. Tevhidi dünya görüşü ve nebevi hayat tarzı açısından olaya baktığımızda, bir çok temel noktada AB ile çeliştiğimiz görülecektir. Çünkü, hayat tarzı faklılığımız vardır. Beslendiğimiz kaynaklar farklıdır, medeniyet kodlarımız farklıdır.

AB  TÜRKİYE’Yİ NEDEN ALSIN

Bir televizyon programında Diyarbakırlı köylünün Türkiye’nin AB’ye alınıp alınmayacağı şeklindeki soruya verdiği cevap ilginç idi. Köylü, “Benim 100 dolarım var, senin ise 1000 doların var. Bu durumda sen beni kendine ortak yaparmısın ki bu kötü ekonomik yapımız ile Avrupa bizi kendi zenginliğine ortak yapsın” diyordu.

Türkiye, AB’ye aday ülkeler arasında milli gelir ve insanı gelişim bakımından en düşük performans sergileyen bir ülkedir. Aşağıdaki bazı rakamlara baktığımızda ekonomik bakımdan aramızdaki uçurum hemen farkedilecektir :

-          Bütçe açığında AB standardı maksimum %3 olup, Avrupa Komisyonu %4,1 bütçe açığıyla AB limitlerini aşan Portekiz’e ceza vermeye hazırlanıyor. Bizde %30’ların üzerinde seyreden bütçe açığıyla acaba hangi cezalara maruz kalacağız.

-          Euro bölgesinde enflasyon %2,2 olmasına karşılık bizde daha yakın zamanlarda %30’lara inmiştir ( o da resmi rakamlara göre).

-          AB Maasreicht kriterlerine göre, kamu açığının GSMH’nın %3’ünü aşmaması gerekmektedir. Ancak bu oran bizde 1975 yılından bu yana %3 veya altına hiç inmemiştir. Bu oran 1986’da %3.7 iken, 1987 yılında %6.1’e,  1993 yılında %12’ye, 1999 yılında %15, 2001 yılında ise %16.5’ yükselmiştir.

-          Türk tarım sektörü AB’nin çok gerisinde olup, avrupalı çiftçinin buğday geliri Türk çiftçisinin 10 katıdır.

-          AR-GE konusunda da AB’nin çok gerisindeyiz. AB’de GSMH’den AR-GE’ye ayrılan pay mevcut %1.8’den %3’e çıkarmayı hedefliyor. Türkiye’de ise GSMH’den AR-GE’ye ayrılan pay %0.6’dır.

-          Türkiye’nin en gelişmiş bölgesi olan Marmara, kişi başına gelir endeksinde, AB’nin en az gelişmiş bölgeleri olan Portekiz’in Acores ve Yunanistan’ın İperios bölgelerinin seviyesinde bulunuyor. Doğu Anadolu Bölgesi ise AB ortalamasının 10’da birine yakın bir gelişmişlik seviyesi gösteriyor.

Bu rakamları daha da uzatmak, başka örnekler vermek mümkündür.

Aramızdaki ekonomik ve refah seviyesindeki uçurum bir yana,  diğer önemli bir nokta da Avrupalılar bizim çıkardığımız uyum yasalarının heyecan verici olduğunu belirtirken, aynı zamanda esas olanın kağıt üzerindeki değişiklikler değil, uygulama olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Hangi yasal değişiklik yapılırsa yapılsın, yapılan değişiklikler uygulamaya geçiririlp, Kopenhag siyasi kriterlerinin belirttiği şekli ile kurumsallaşmaları sağlanamadığı takdirde sonuca varılamayacağını biliyorlar. Burada  toplumu önceleyen bir  Avrupa kafa yapısı ile devleti önceleyen ve kutsayan bir anlayışın uyumsuzluğu söz konusudur. Türkiye’nin tipik şark kurnazlığı yaparak dostlar alışverşte görsün kabilinden yaptığı değişikleri yeri geldiğinde hiçe sayarak hala aynı baskıcı kafa ile dayatmacı uygulamalara devam etmesi Avrupanın gözünden kaçmıyor tabii . 

AB-ABD ÇATIŞMASINDA TÜRKİYE  TRUVA ATI

Birlik konusunda önemli mesafeler katedilmesine rağmen henüz tam bir homojen yapıdan ve anlayıştan söz etmek mümkün değildir. Irak meselesi Avrupa’da bölünmeye yol açmış, AB çatırdamıştır. AB bizzat savaş öncesinde ABD’nin girişimleri ile siyasi olarak çatlatılmış, sekiz Avrupa ülkesinin ABD lehinde ortak bir bildiriye imza atmasıyla Avrupa sathında bir ayrışma yaşanmıştır. ABD Savunma Bakanı tarafından “Yaşlı Avrupa’ya karşı, Yeni Avrupa” şeklinde tasvir edilen bu ayrışma kıtadaki ihtilafı da gün yüzüne çıkarmıştır. Yine Güvenlik Konseyinde Almanya ve Fransa bir kampta, İngiltere ve İspanya başka bir kampta olmuştur. ABD bununla da yetinmeyerek oynadığı düşük kur oyunu ile Euro’nun aşırı şekilde değer kazanmasına sebep olmuş, ekonomik cephede de çatırdama sesleri duyulmaya başlamıştır.

AB ile ABD arasnda zaman zaman su yüzüne çıkan bu mücadelede her iki tarafta Türkiye’ye önemli bir rol yükklemektedir. AB, bir taraftan Türkiye’ye birlik içinde ABD’nin yandaşı gibi bakmakta, ABD’nin Türkiye vasıtasıyla AB’ye nüfuz edeceği endişesini taşımaktadır. Diğer taraftan da, ABD’nin bölge üzerindeki etkisini ve bölgeye daha derinlemesine yerleşme çabalarını Türkiye üzerinden kırabileceğini düşünmektedir. Kısacası Türkiye’nin kilit rolünü iyi bilen hem AB  hem de ABD  Türkiye üzerinden küresel hegemonya kurmak istemekte, her ikiside Türkiye’yi Truva Atı gibi kullanmak amacı gütmektedir.

AB SAMİMİ Mİ?

Deniliyordu ki, şayet Türkiye bazı konularda gerekli adımları atmazsa AB dışına atılacak, 2003’den itibaren kapkara limanlara yelken açacak. Bilindiği üzere Türkiye, 12 Aralık 2002’de yapılan genişleme zirvesine eli kuvvetli olarak girmek ve Kopenhag trenini yakalayıp son vagona atlamak için bazı adımlar attı. İdam cezası kalktı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü konusunda adımlar attı, güya ana dilde eğitimin önü açıldı, azınlık vakıfları meselesinde adımlar atıldı, sivil MGK Genel Sekreterliği şartlı da olsa kabul edildi. Ama bütün bunlara rağmen, daha on sene öncesine kadar küçümsediğimiz birçok ülke (Macaristan, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya, Estonya, Malta, Polonya, Slovakya, Kıbrıs, Romanya, Bulgaristan) AB’ne kabul edildiği halde Türkiye yine dışlandı.

AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, “AB konusundaki en zor konu” diye tanımladığı Türkiye’nin üye olması halinde AB’nin yapısının büyük oranda değişeceğini belirttikten sonra devamla; “ Türkiye gibi kalabalık  bir ülkenin AB’nin tam üye olmasının, kurumsal va yapısal olarak AB’ne çok büyük etkisi olur. AB Komisyonu yapısal olarak değişmek zorunda kalır. Daha da önemlisi, AB’nin dış politikası önemli ölçüde değişir. AB, Türkiye’nin üyeliği durumunda Ortadoğu’ya komşu olur ve buraya yönelik politikası değişir” değerlendirmesini yapıyor. Bu değerlendirmelerden anlaşılan şu ki, AB, Türkiye’yi bir tampon bölge gibi tutarak İslam ve Arap dünyasıyla direk komşu olmak istememektedir.

Diğer taraftan, Avrupa Anayasası’nı hazırlamakla yükümlü Avrupa Konvansiyonu’nun başkanı Valery Giscard D’Estaing, “Türkiye’nin AB’ne girmesi Avrupa’nın sonu olur” diyor. D’Estaing’in altını çizdiği nokta, “Avrupa değerlerini benimsemek ve savunmak” kavramı. Başkan, Türkiye’yi ima ederek bazı ülkelerin bu noktada daha kıyıda kaldığını belirtiyor.

Ayrıca, Türkiye’nin kalabalık nüfusu ile AB karar mekanizmalarında belirleyici bir konuma gelmesi onları ürkütmektedir. Büyük bir Müslüman topluluğun hazmı zor olduğu için Avrupalılar Müslüman Türkiye’ye karşı çıkıyorlar. Şu bir gerçek ki, AB Türkiye’ye karşı yalancı bir politika izliyor ve Türkiye’yi Müslüman olduğu için oyalıyor.

SONUÇ

AB Türkiye’nin iki yüz yıldır yöneldiği istikametin doğal bir aşaması ve sürdürdüğü batılılaşma sürecinin son halkasıdır. Merhum Mehmed Akif’in ifadesiyle tek dişi kalmış bu canavara “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmak sevdasıyla sarılarak Avrupalılaşma politikasını sürdüren Türkiye’nin bugün geldiği nokta bir fiyaskodur.

AB müktesebatı İslami prensiplerin ve müslümanların beklentileriyle örtüşmemektedir. AB’ne girmek İslami iddialarımızı olumsuz etkileyecektir. Özellikle hukuki düzenlemelerden çıkacak ve katlanılacak sonuçlara  ilişkin öngörüsüzlük ve vurdumduymazluık ürkütücü boyuttadır. Eğer İslam Türkiye’nin “olmazsa olmaz”ıysa ve yeniden diriliş ve yükseliş İslam ile olacaksa, AB’ne girmekle oluşacak kimlik erozyonu İslami hüviyetimizi yaralayacak ve aşındıracaktır.

Şimdi cevaplandırılması gereken en önemli soru önümüzde durmaktadır. İslam’ın Batı hayat tarzına ve dünya görüşüne karşı en kuvvetli ve gelecek vaad eden bir  meydan okuma olduğunu kabul mü edeceğiz, yoksa İslam’ın  bir medeniyet projesi ile insanlığa bir çıkış yolu sunabileceği fikrinden vaz mı geçeceğiz.  Bizden istenen “sınırsız ve topyekün Batılılışma” ya razı mı olacağız, yoksa tarihi misyonuna ve İslami kimliğe sahip çıkıp Türkiye merkezli bir dünya mı kuracağız? Bu noktadaki tercihimiz AB konusunda ki tutumumuzu belirleyecek ve meseleye daha berrak bakmamıza yardımcı olacaktır.

1 Ağustos 2003 Cuma

YENİ DÜNYA DÜZENİ’NDE SİNDİRİLEN İSLAM ALEMİ VE CANLANAN MÜSLÜMANLAR

KÜRESEL ANLAYIŞ VE ABD TERÖRÜ

Tarihin dönüm noktalarından birini yaşıyoruz. Çok uluslu şirketlerin kasasını doldurmayı tek amaç olarak gören yeni küresel anlayış ve onun iktidarını temsil eden ABD öncüllüğündeki güç ittifakı, insanlığı ve özellikle İslam alemini tehdit etmektedir. Türkiye’de ve dünyada müslümanlar sürekli dayak yemektedir. Yeni dünya düzeni dedikleri şeyin İslam ile sorunu vardır. ABD’nin yanında isen iyi müslümansın, değilsen kötü ve tehlikeli müslümansın.

Dünyada global 28 Şubat yaşanmaktadır. Zaten kanaatimizce de 28 Şubat 11 Eylül’ün kostümlü bir provasıdır. Türkiye’de planlanan bir olay olmayıp, küreselleşme kapsamında değerlendirilmelidir. Bin Ladin operasyonu olarak lanse edilen 11 Eylül, aslında İslam’ın yeniden tarih sahnesine çıkışını engelleyen planlı bir harekettir. Dünyanın 28 Şubatıdır. Hazırlıklar 11 Eylül öncesine dayanmaktadır. 28 Şubat ve 11 Eylül sonrasında İslam hedef tahtası haline getirilmiş, 11 Eylül ile tüm dünyada anti-İslam kampanyayı kışkırtmak üzere sadece düğmeye basılmıştır. ABD Körfez savaşıyla nasıl Orta doğuya yerleştiyse, Afganistan operasyonu ile de Orta Asya’ya yerleşmiş, bu vesileyle bölgede öteden beri gelişen İslami muhalefeti de böylece yok etmek istemiştr. Özellikle 11 Eylül’den sonra İslam coğrafyasında baskı ve zulümler artmıştır. Amerika, önce Afganistanı işgal etmiş, ülkeyi önceki durumundan daha beter hale getirmiştir. Daha sonra Irak’ı işgal etmiş, kaos ve yoksulluk bataklığına sokmuştur. Şimdilerde İran ile uğraşmaktadır. Daha sonra sıranın kime geleceği ve kimin başına ne gibi belalar açacağının bilinmesi zorunludur

Bin Ladin tehlikesi oluşturarak terörist avına çıkan ABD ve Batı, İslam dünyasında kabadaylık yapmakta,  Müslümanları esir gibi toplamakta, pervasızca silah kullanmaktadır. Terörizmle mücadele adı altında yüzlerce müslümanı İslam coğrafyasından toplayıp Guantanamo üssüne hapseden Amerika, bu insanları hala sorgusuz sualsiz orada tutmakta, işkencelere maruz bırakmaktadır. Aralarında 18 yaşından küçük çocukların ve 70 yaşında ihtiyarların da bulunduğu bu insanlar intihara sürüklenecek kadar zulüm ve işkence görmektedirler. Kimse bunun hesabını sorma cesaretini gösterememektedir.

İSLAMİ İMAJIN YIPRATILMASI

Dünyada ve Türkiye’de İslami hayatın geriletilmesi, İslami hayatın önüne set çekilmesi operasyonu ile karşı karşıyayız. Büyük bir kuşatma altında, bir saldırı çemberindeyiz. İslam’ın her türlü sivil, kamusal, ve politik yansımalarını bertaraf ederek, İslamı tamamen toplumsal hayatın dışına iterek, dar kalıplar arasına sıkıştırmak istemektedirler.

İslam, hem uluslararası planda hem de ülke planında, sistemli biçimde imaj yıpranmasına maruz bırakılmıştır. Uzunca bir dönem var ki, İslam ile ilgili ya cinayetler, ya terör örgütleri, ya kısır tartışmalar gündeme gelmekte, bilgi açlığı içindeki genç nesiller din denince hep olumsuz, şüphe uyandırıcı, inanç sarsıcı görüntülerle karşılaşmaktadırlar. Özellikle 28 Şubat sürecinde ekranlara yansıtılan zikir görüntüleri ve bazı mürşid tiplemeleri İslamı doğru algılamanın ve tebliğ gayretlerinin önündeki engeller olmuşlardır.

Müslüman halklar, İslam Aleminin her yanında baskıcı ve zalim yönetimler altında haksız uygulamaların kurbanı durumundadırlar. Büyük bir zenginliğin üstünde oturmalarına karşılık, yönetimi elinde bulunduran kukla rejimler nedeniyle, İslam coğrafyası fakirliğin, ezilmişliğin ve zavallılığın sembolü haline gelmiştir.

İSLAM ALEMİ’NİN HALİ PÜR MELALİ

Müslümanlar dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmesine rağmen dünya ticaretinin ancak yüzde sekizini ellerinde tutabilmektedirler. Dünyada gelişen olayların ya figüranı ya da mağduru durumundadırlar. Dünya geneline baktığımızda sadece müslüman ülkelerde kan ve gözyaşı vardır. Filipinlerdeki Müslümanları terörist diye katleden Amerikanın, yaptığı  kampanyalar sonucunda kimlerin terörirst ilan edildiğine bir bakın hele; İsrail Filistin’i, Hindistan Keşmir’i, Çin Doğu Türkistan’ı, Rusya Çeçenistan’ı terörist ilan ediyor. Bu yerlerin hepsi müslüman toprağı. Bu topraklarda müslamanların zulüm, kan ve gözyaşı görmesi yetmiyormuş gibi böylece onurları da kırılıyor maalesef.

Filistin’de cereyan eden olaylar insanlık aleminin yüreğini kanatmaktadır. Filistin’de tüm dünyanın gözleri önünde bir katliam yaşanıyor. İsrail isimli Siyonist çetenin hiçbir kural, kanun, anlaşma tanımaksızın yıllardır sürdürdüğü işgale karşı ciddi bir tepki göstermeyen uluslararası kuruluşlar, sahte barış çağrılarıyla bu katliamlara göz yummaktadırlar. Yaptıkları zulme boyun eğmeyen Filistin halkının haklı ve meşru direnişi ile işgalcilerin saldırganlıklarını eşit görüp, ikisine birden karşı çıkmak, ikisini de kınamak gibi ahlak dışı, insanlık dışı, adaletten uzak tavırlar sergileyerek, yaşanan zulmü ve katliamı sadece seyrediyorlar. Bu da yetmiyormuş gibi, saldırganlıkların vahşet boyutlarına ulaştığı bir ortamda tank modernizasyonu adı altında Türkiye’den İsrail’e yüz milyonlarca dolarlık kaynak aktarılmak suretiyle bu Siyonist çeteye moral destek pompalanmıştır. Yoksullaştırılan halkın ekmeğinden, suyundan kesilen paralar, ek vergiler ve zamlar ile halktan metazori alınan paralar, Siyonistlere peşkeş çekilmiş; işgale, katliama, vahşete açıkça destek verilmiştir. Bu eli kanlı terörist  devlete destek verenleri, Türkiye’yi bu işgalci çete devletinin stratejik ortağı yapanları, bu çocuk katillerinin  müttefiki olanları, bu işgalci çeteye destek olanları, bu suçlara  ortak olanları tarih ve millet  hiçbir zaman affetmeyecektir.

İslam son iki yüz yıldır yenilenlerin dini oldu. Bu topraklarda ve dünyanın birçok yerinde Batı karşısında bozgundan hasarsız çıkmış bir nesil yok gibidir. Yenilginin yarattığı eziklikten kurtulmak için çalışmak yerine, parlak geçmişin hayallerine sığınarak, ya hamasi duygularla teselli bulmaya çalıştık, ya da başımız sıkışınca Batı’nın hakemliğinden medet umduk. Bir türlü Batı’nın bize nasıl baktığını anlamadık. Bugünkü düşkün halin gerçek nedeninin, Batı’nın zenginlik ve gücü elde ettiğinden beri, kendi kültürünü üstün ilan etmesinin ve ekonomik menfaatlarını her şeyin üstünde tutmasının neticesi olduğunu göz ardı ettik.

İSLAMİ HAREKETLER UZUN SOLUKLU BİR MÜCADELEYE HAZIR MI?

Asırlardan beri cahili ve egemen güçlerin boyunduruğu altında yaşayan ve tefrikalara ayrılan müslümanlar mevcut hali değiştirmek için bir mücadele gayreti içinde çalışmalar yapmaktadır. Ancak bu çalışmalar birçok ortak doğruyu paylaşmalarına rağmen, önemli ayrılık ve farklılıklar gösterdikleri de bir gerçektir. Aynı bölgede ve aynı zamanda  mücadeleyi üstlenen birçok farklı  grup ortak çalışmalarla güçlerini birleştirip aynı hedefe  yönelemedikleri için eldeki potansiyel zayıflamakta, hatta bazen israf edilmektedir.

Mevcut  oluşumlar ve  fikrini yaymaya çalışan birçok organize gurup, taşıdıkları  duyarlılık ve direniş ruhuna rağmen, zihinsel ve yapısal problemlerini  çözebilmiş değillerdir. Amacına uygun şekillenmeyen bu   grupların hala çözmek zorunda oldukları çok büyük problemleri vardır. Hareketleri başarıya ulaştığı takdirde, ne yapacakları hakkında belirli bir programları yoktur 

Görüş ayrılıkları ve çeşitli yönlere çekişmeler, İslam dünyasını şekilsiz, fikir ve kültür alanında bir şey üretmeyen  insan kitlesi haline getirmiştir. Müslümanlar köksüz ve kural tanımaz şer istilasının mahkumu  haline gelmiş ve giderek pragmatist ve oportunist bir hal almaya başlamışlardır. Kısa süreli zafer ve iktidar hayalleri ile insanları avutmak uzun soluklu olması gereken mücadeleyi sekteye uğratmıştır.

Birçok konuda yeterli donanımları yok;  hangi durumlarda nasıl davranılacağı bilinmiyor, üzerinde ittifak edilen özgün bir toplum projesi yok, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi, sosyal ve siyasal tutumlara ortak bir akıl değil, gereksiz ümitler, korkular ve heyecanlar biçim veriyor, hareket tarzları iyi düşünülmüş projelere değil, el yordamına dayanıyor.

Müslümanlar muhalif olmanın ötesinde bir politika üretememiş, sadece hayır demiştir. Doğru dürüst hiçbir hazırlıkları yoktur. Uzun siyasi tarihlerine rağmen ciddi manada belirgin bir siyasi mutabakat ve fikir birliği geliştirebilmiş değildirler.  Meselâ, küresel dağılımı yapılan bir tek İslami gazete yahut dergi yoktur.

Müslümanlar henüz yeterli ve kendini hissettirebilir bir İslami kimlik oluşturamamıştır. Kuran’ın tarif ettiği insan tipi pratikte görülememekte, problemli ve ruhsal bunalımlı insanlar yetiştirilmektedir. Dindar hüviyetli liderlerin omurgasız ve yamuk siyasi duruşları, İslam-siyaset ilişkisine olumsuz imajlar yüklemiştir. Bu konuda yarın yine aynı hatalara düşülmemesi ve faturanın bütün Müslümanlara çıkmaması için şimdiden hassas değerlendirmeler yapma zarureti vardır. 

İslami cemaatler, yetişkinler planında  kendini koruma hasssasiyeti içinde olsalar bile, çocuklarını koruma, çocuklarına sahip çıkma ve kendilerini çocuklarına taşıma noktasında maalesef başarılı değildirler.

KÜRESELLEŞME KARŞISINDAKİ GÜÇ “İSLAM”

Her şeye rağmen, yine de insanlığın içinde bulunduğu binbir sefaletten sorumlu olan küreselleşme ağalarının karşısında durabilecek yegâne sistem İslam’dır. Küreselleşmenin öngördüğü yaşam biçimi ve empoze etmeye çalıştığı adaletsiz dünya anlayışı, İslam’ın öngördüğü yaşam biçimi ve tevhidi anlayış ile uyuşmamaktadır. Bunların karşısında bir blok oluşturabilecek, direnme kabiliyeti olan tek güç İslam olduğu içindir ki, soğuk savaşın sona ermesinden sonra birinci tehdid olarak ilan edilmiştir. Nato düşman konseptini değiştirip İslamı birinci tehdid olarak ilan ettiğinde, Türkiye de Milli Askeri Stratejik Konsept’i (MASK) değiştirip, dini, tehdid sıralamasında birinci sıraya oturtmuştur. Yeni konsept’de Bosna’da, Cezayir’de, Çeçenistan’da, Filistin’de çok müslüman kanı akıtıldı. Dünya da birçok din varken Batı’nın sadece İslamı muhatab alması ve düşman olarak görmesi sebepsiz değildir. Çünkü İslam’ın kendine ait bir hukuk anlayışı ve potansiyel bir hayat gücü vardır.

Halkına yabancı ve düşman bir avuç oligarşik azınlığın yönetimindeki çoğu İslam ülkesinde yıllardır ekonomik, siyasi ve dini baskılar altında ezilen yığınlar, yerleşik otoritelere ve global sömürüye karşı yükselen bir ret ve şiddet dalgasının potansiyelini oluşturuyor. İnsanoğlu fıtrat dışına itile itile fıtrat dışı yönelişi kusacak bir noktaya geldi. Dünyada hızla yayılan Allah’a yöneliş olgusuna Müslümanlar ses vermeli, İslam’ın rahmet iklimi adına, İslam’ın evrensel barış çağrısını kıta kıta yankılanacak bir yüksekliğe taşımalıdır.

İnsanımız kendine yönelme alışkanlığı kazanmalı, kendini fark etmeli, kendine dönmeli, daha fazla dünyevileşmeden manevi bakımdan güçlenmelidir. Başkaları hakkında gereğinden fazla bir güç vehmederek sızlanmaktan ziyade ‘‘ biz nerede hata yaptık? ’’ sorusunu kendisine sormalıdır. Bilinmelidir ki ; Müslümanlar kendilerini ve  güçlü oldukları alanları fark eder ve buna göre tavır geliştirirlerse  kimse onlara güç yetiremez.

ÖNCE ÖZELEŞTİRİ YAPALIM

Batı emperyalizminin fiili ve fikri boyunduruğu altında bulunan bugünkü İslam coğrafyasının bu düşkünlük ve şaşkın halini sadece 200-300 yıldır Batı karşısında alınan mağlubiyetlere bağlamak yanlıştır. Kimseye kızmadan önce, toplum olarak kendi yanlışlığımızı aramamız, kendimize dönüp bakmamız , fikri ve siyasi alanda  düşkünlüğe sebep olan kendi kimliğimizi sorgulamamız gerekmektedir. Zihin tembelliğini yenmeden, gücümüzü ve verimliliğimizi artırmak için emek, zaman ve para harcamadan bir yere varmamız mümkün değildir. İşimizin üzerinde yoğunlaşmadan sadece dövünüp hayıflanarak geleceğimizi oluşturamayız. Yüce ALLAH, ‘‘Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah bir kavmin durumunu değiştirmez’’ buyuruyor (Ra’d, 11). Bir toplum, dengeli bir hayat çizgisine dönüş yapmadıkça, doğruluk ve dirlik yolunu izlemeye başlamadıkça, içinde bulunduğu kötü durum iyilikle yer değiştirebilir mi? Bir yerde herhangi bir toplum güçsüz ise, musibetlerden belini doğrultamıyorsa, zillet içinde yaşıyorsa, yoksulluk çekiyorsa, hayatına kaos egemense, bunun nedeni, o toplumun hayat biçiminin sapkınlığa, boş vermişliğe ve bozgunculuğa dayanıyor olması değil midir?

Şöyle yapılmalıdır, böyle yapılmalıdır diye sadece akıl vermeye, taşeron kullanmaya, meseleleri başkalarına havale etmeye gerek yoktur. Aklımızın, vicdanımızın ve inancımızın kabul etmediği bu yanlış gidişata, bu haksızlığa karşı durmalı her türlü demokratik platformda var olmalıyız. İnandığımız değerlerin hakkını vermeliyiz. Maddi ve manevi değerlerimizi öğüten bu çark mutlaka kırılmalıdır. . Yüce Allah şöyle buyuruyor; “ Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalalette olup sapan kimse size zarar veremez.” (Maide, 105)

Kimseye kızmadan dönüp kendimize bir bakalım. Bugünkü durumumuzun kendi suçumuz olduğunu göreceğiz. Cenab-ı Allah; “Kavuştuğun her nimet rabbindendir. Kavuştuğun her musibet kendindendir” buyuruyor (Nisa, 79). Yunus ise; “Cehennemde ateş arama, herkes od’unu buradan götürür” diyor.

Kendisini oluşturmadan kitleleri oluşturmaya,  kendisini değiştirmeden toplumu değiştirmeye çalışan birçok çaba ve hareketin Türkiye’de ve İslam coğrafyasının birçok yerinde sonuca gidemediğini, yığınların plansız ve programsız bir şekilde bir araya gelmeleriyle toplumsal değişimin sağlanamayacağı bilinmelidir.

Yüce ALLAH, ‘‘ Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar’’ buyuruyor (Al-i İmran 117). Akıllı ve düşünen insanlar olarak bu mesaj olaylar karşısındaki şu zelil halimizi ve buna karşı sorumluluğumuzu yeterin0ce hatırlatmıyor mu?

NE YAPMALI?

Hızla gelişen ve değişen dünyada birçok yıkıcı etkenlere maruz kalan Müslümanlar, çağın gereklerini yerine getirecek yönetim şeklini ortaya çıkarmaya ve inançları ışığında sosyal, siyasi ve ekonomik düşüncelerini yeniden oluşturmaya, her alanda inancına uygun sosyal bir yapı oluşturmaya çalışmalıdır.

İslam'ın geleceği şekillendirmesi ve tarihin motor gücü olabilmesi için öncelikle insanların buna uygun bir davranış biçimi geliştirmesi ve bir değişim süreci başlatması gerekmektedir. Aksi halde ne olacağını Cenaba-ı ALLAH şöyle bildiriyor; ‘‘ Allah yerinize  kendisinin onları sevdiği, onlarında kendisini sevdiği müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihada eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir.’’ (Madde, 54)

Bilgisiz hareketler, sadece duygulara ve sloganlara dayalı yüzeysel ve ilkesiz kalkışlar, başarısız olmaya mahkumdur. Temel konularda doğru ve sabit ölçülere ulaşılmadığı ve temel esaslarda anlaşılmadığı müddetçe, ortak bir hareket anlayışının ve istikrarlı beraberliklerin mümkün olmayacağı aşikardır. Dengelerin sürekli değiştiği Türkiye’de, hizmet kuruluşları, gündemi ve yapılması gerekenleri tespit etmek için çeşitli platformlarda değerlendirme toplantılarını sürekli hale getirmelidirler.

Mücadeleyi tepkisellikten ve antitez olmaktan çıkarıp, kendi tezlerini ve projelerini üreten, toplumun gündemine kendi tezlerini sokabilen, topluma çözümler sunan, alternatif siyasetler, alternatif organizasyonlar ve ona uygun alternatif davranış sistemleri geliştiren bir yapılanmaya ihtiyaç vardır.

Faaliyetler, mevcut düzeninin kısmen iyileşmesine katkıda bulunacak mevzii ve sınırlı hasın çabalar şeklinden çıkarılmalı,  eldeki potansiyel güç israf edilmeden, geleceğin inşasına yönelik olmalıdır. Allah (C.C.),   ’’ Cihada ile, hacılara su dağıtmayı; cihada ile, Kabeci onarmayı bir mi sandınız? ’’ diye buyuruyor (Tevbe, 19). Bir takım hayır faaliyetleri ile dünya ve ahretini kurtaracağını zanneden insanımız koyun sürüsü gibi güdülmeye itiraz etmeli, düşünmeli, akkıl etmeli, olan biteni görmeli ve rotasını ona göre çizmelidir.

Hareketleri başarılı olduğu takdirde ne yapacakları hakkında belirli hiçbir programları olmayan  yapılanmalara yol gösterici olmalı; öncelikli sahaları tespit ederek,  ilgi, dikkat ve kaynaklarımızı israf etmeden stratejik ve kritik faaliyetlere tahsis etmeliyiz. Çalışmaların ana konulara odaklanması sağlanmalıdır. Yüce ALLAH, ‘‘İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir’’ buyuruyor (Al-i İmran, 104). Evet bu ayet müslümanlara seslenmekte, daima hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunmasını emretmekte, kesin bir üslupla farz kılmaktadır. Bu emre muhatab her müslümanın sorumluluğu vardır, hiç kimse bundan muaf değildir. Eğer herhangi bir dönemde, bu önemli vazifeleri ifa edecek bir topluluk bulnmazsa, o toplum şerden, isyandan, günahtan, zulüm ve kötülükten uzak kalamaz, gerçekten kurtuluşa erenlerden olamaz.

Şimdi bize iş düşmekte, şerefli, insani ve müreffeh bir geleceği kazanmanın imtihanı önümüzde durmaktadır. Bütün eksikliklerimize, bütün sakil ve düşkün taraflarımıza rağmen bu var olma mücadelesini kazanmak ve gelecek nesillere emanet etmek mecburiyetimiz vardır.

Geleceğimiz düzen politikacılarının insafına ve merhametine terk edilemez. Uzun vadeli düşünmek, onurlu, kimlikli, sabırlı ve örgütlü olmak gerekmektedir. Mücadele uzun solukludur, kesintisiz olarak devam etmelidir. Unutmayınız ki “kayaları eriten dalgaların şiddeti değil, devamlılığıdır”. Kararlı olanlar ancak toplumu değiştirebilirler ve toplum tarafından takip edilirler. Her gecenin bir sabahı, her yokuşun bir inişi vardır. Bugünkü kötü ve karanlık günlerin daha hayırlı ve aydınlık günlere tebdili, inancımızın arkasına birikim, güç ve irademizi koyduğumuz zaman mümkün olabilecek, Allah’ın vaadi o zaman gerçekleşecektir.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...