KAFA KARIŞIKLIĞI
Avrupa Birliği olgusuna sadece siyasi kriterler açısından bakmak, meseleyi sadece hak ve özgürlükler etrafında değerlendirmek doğru değildir. AB meselesine konjonkturel yaklaşma hastalığından kurtularak, meseleye derin bir öngörü ile bakılması gerekmektedir. Özellikle 28 Şubat ve sonrasında yaşananlar Müslümanların AB’ne ve Batı’ya ilişkin düşüncelerinde önemli değişiklikler yapmıştır. Müslümanlar AB’ne girmiş bir Türkiye’de yaşamanın çok daha iyi olacağını düşünmektedirler. Oysa ki, bireysel özgürlüklerimizin ilacı olacak diye, sıkıntılarımızın baş müsebbibi ve üreticisi olan Batı dünyasını kurtuluş mercii olarak görmek bir çelişkidir. Kendi başındaki zalimlerin zulmünü kendi medeniyetinin bir unsuru görerek çıkış yolunu başka bir medeniyet havzasına devrilerek aramak problemi çözmeyecek ve Müslümanı yine tökezletip çıkmaza sokacaktır.
Dün AB’ne karşı çıkan İslami camia, bugün içeride yaşanan kapana kıstırılmışlık halinden kurtulmanın yolunun AB’den geçtiğini düşünüyor. Türkiye’de ki hakim yapıyı halkın inançlarına ve siyasi iradesine saygı noktasında terbiye etmek adına pek çok dindar insan AB’ye girmek istemektedir.
Halbuki, hak ve özgürlükler başkalarının verdiği bir şey olduğunda, her an geri alınma riskini de içinde taşırlar. Eğer AB’ne adaysanız verileni kabul etmek zorundasınız. Bir hak ve özgürlüğü birilerinin himmetiyle değil, kendi yüreğinizin, zihninizin ve bileğinizin gücüyle kazandığınız zaman onu hak eder, ancak o zaman özgür olursunuz.
KENDİ YETERSİZLİĞİMİZİN İTİRAFI
MI?
Türkiye’nin kendi tezleri çerçevesinde bir toplumsal dönüşüm yaşaması gerektiği fikrinde olanların birçoğu şimdi bu tezlerinden vazgeçtiler. Kendi istikametini belirleme, kendi yapısal özelliklerine uygun bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirme yolunda adımlar atılması bir yana bırakıldı.
Halkımızn daha iyi bir hayat tarzı talebiyle, kurtuluşun ve ilerlemenin çaresini dışarıda araması, yerli aktörlerin iradelerini hesaba katmaması, kendi kimliğini aşağılaması, bir anlamda Türkiye’nin iç dinamiklerinin değişimi karşılamada yetersiz kaldığının itirafıdır. Kendiliğinden bilinçlenme yerine değişim için AB’ni itici bir güç olarak görme, bir kurtuluş mekanizması olarak kabul etme, hem bizi öz değerlerimizden koparır, hem de acziyetimizin ifadesi olur. AB’nin ilkeleri, uygulamaları ve felsefesi toplumun değişimini gerçekleştirmede yetersiz kaldığı zaman veyahut değişimin yönü toplumun değerlerine uygun düşmediği zaman AB de bu toplumun talepleri doğrultusunda dönüşme ihtiyacı duyacak mı acaba?
Ayrıca, Türkiye AB’ne kabul edildiğinde, ülkeye geleceği ümit edilen özgürlükler ortamında Müslümanların ne yapmak istediği hususunda belirgin bir düşünceleri ve programları da yoktur. Bugün sanki gereken her şeyi yaptılar da o gün daha ileri şeyler mi yapacaklar.
ARAMIZDAKİ KÜLTÜR UÇURUMU
Türkiye ile AB’nin ortak değerleri arasında dipsiz bir kültür uçurumu olduğunu bizzat Avrupalıların kendileri söylüyorlar. Temelinde Hıristiyan ahlakı, Yahudilik, Yunan düşüncesi ve Roma Hukuk nizamının bulunduğu, Aydınlanma süreci ile pozitivist kültürden yeni boyutlar eklenen bir kültür ve medeniyet havzasında biz neyimizle var olacağız. Avrupalılar, “Türkler Kıta Avrupasın’da entegrasyonu başaramadılar. Entegrasyonu asimilasyon olarak kabul edip, hem Avrupa’da yaşamaya devam edip, hem değerlerini Avrupa’ya enjekte etmeye çalışıyorlar. O halde geride kalan 70 milyonun entegrasyona gönüllü olduğuna nasıl güveneceğiz?” diye soruyor. Entegrasyon ile o kokuşmuş kültür içinde asimile olmamızı kasdettikleri çok açık biçimde anlaşılmaktadır. AB’ne girmek için can atanların bu entegrasyonun nerede başlayıp nerde biteceği hususunda da bir fikirleri olduğunu zannetmiyoruz.
Papa, AB Anayasasına “Hıristiyanlığın Avrupa kültürnün ana unsurlarında biri olduğuna” dair bir madde eklenmesini istiyor. Ortaçağda kurulan ilk üniversitelerden beri Hıristiyanlığın Avrupa kültürünü şekillendirdiğini söyleyen Papa, “Doğu ile Batı’nın acı dolu ayrılışından sonra Hıristiyanlık tüm Avrupalıların dini olmuştur” diyor. Yunan Ortodoks kilisesi ile Hıristiyan Demokrat partiler de aynı amaç için lobi yapıyorlar. İtalya Dış işleri Bakanı Franco Frattini ise, AB dönem başkanı olarak birliğin anayasasına Avrupa’nın Yahudi-Hıristiyan kökenlerine gönderme yapılması için çalışmaya niyetli olduklarını söyledikten sonra, “Laikliğin Avrupa demokrasisinin başarısı olduğunu kabul ediyoruz, ama Hırisyiyan kökenlilik bununla uyuşmaz birşey değildir” diyor. Frattini, hem laikliğe hem de Avrupa’nın Hristiyan mirasına gönderme yapan bir paragraf konulmasını teklif edebileceklerini belirtiyor. AB anayasına Hıristiyanlığın girmesini en çok destekleyenlerin İspanya ile Polonya olduğunu söyleyen İtalyan bakan, Papa’nın bu yöndeki çağrılarını da dinlediklerini vurguluyor.
Papa’nın bu kampanyasına karşı çıkan laik kesimler ise dinin toplumsal hayattan tamamen dışlandığı bir Avrupa öngörmektedir. Şu anda Avrupa’da ciddi anlamda zemin kaybetmiş olan Hristiyanlığa sahip çıkmayan bir toplum İslam’a nasıl bakacaktır. Burada Müslümanlar kırk katır mı, kırk satır mı ikilemi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Ya Hıristiyanlığın Avrupa’nın dini olduğunu kabul edecekler, ya da dinin tamamen toplumsal hayatın dışına itildiği bir hayat tarzını kabul edecekler. Bunun dışında Müslümanlara başka bir alternatif bırakılmıyor.
Batı’dan farklı bir medeniyete mensup olduğumuz gerçeğini ve bilincini terk ettiğmiz takdirde, şu anda hakim başka bir bir medeniyet camiasına iltihak etmeyi kabul etmiş olacağız. Başbakan R.T.Erdoğan “Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi bir medeniyet projesidir” diyor. Bu yaklaşım Osmanlı’nın çözülüşünden beri ”çağdaşlaşmak, batılılaşmak gerek” diyen bizim iflah olmaz Batıcıların “Batı uygarlığını yakalamak “ hedefi ile ve “Zaten Batı medeniyetinden başka bir medeniyet var mı ki....” görüşü ile paralellik arz etmektedir.
Bizler hep şikayet etmedik mi ki, zamanında İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu v.s gibi kanunları getirerek bu millete zorla deli gömleği giydirir gibi giydirdiler. Ve bu gömlekler bu topluma ya bol geldi, ya dar geldi, sıktı, uymadı, problem oldu. Bu ülkenin kıblesini Batı’ya çevirip istikametini saptırdılar ve Türkiye’yi bugünkü noktaya getirdiler. Aynı hata şimdi daha büyük ölçüde işlenmekte, bir kimlikler ve uygarlıklar projesi olan ve bizim toplumumuzun dünya görüşüne, hayattan beklentilerine, tercihlerine, kısaca kimliğine göre farklılıklar gösteren AB’nin değerler sistemi ve mentalitesi yerleşik değerlerimizle çakışmamaktadır.
AVRUPA BİRLİĞİ VE İSLAM
AB Temel Haklar Şartı’nın giriş kısmında: “Ruhani ve manevi mirasının bilincinde olan Birlik” diyor. Bu ifadenin ne anlama geldiğini ve Müslümanların söz konusu ruhani ve manevi mirasın neresinde durduğunu da iyice bir irdelemek gerekmektedir. Ayrıca birlik olması için siyasi ve kültürel sınırların çakışması gerekmektedir. Müslümanların ise ne siyasi, ne de kültürel sınırları Avrupa ile çakışmamaktadır.
ABD’nin de AB’nin de temel hedefi, İslam’ın yeniden tarih sahnesine çıkmasını mümkün kılacak tüm gelişmeleri engellemektir. İslam coğrafyasında kendi kontrolü dışında iktidarlar oluşmasına izin vermeyen Batı kendi topraklarında İslam’ın gelişmesine ne derecede müsaade edecektir. İslam’ın gelişmesi ve ilerlemesi söz konusu olduğunda Batı nezdinde demokrasi v.s.’nin hikaye olduğunu birçok kere gördük. Avrupa’da ki Müslümanlar arasında son on yıl içerisinde gözlenen dini canlanma, 1997 yılında İngiltere’de Runnymeade Foundation tarafından hazırlanan rapora göre, “İslam korkusu” oluşmasına yol açmıştır. Süreklilik taşıyan ve artan Müslüman varlığı, hükümetleri çözüm arayışına yöneltmiştir.
Şu bir gerçek ki, İslam ile ilşkilerimizi asgari düzeye indirdiğimiz takdirde ancak AB bizi alacaktır. AB bünyesine girdiğinde, Türkiye’nin Müslüman karakteri aşındırılarak hazmedilebilir hale getirilecektir. Bir nevi “Azaltılmış İslam” (Light İslam) kimliğiyla ancak o camiada yer tutabilecektir.
Türkiye’yi Avrupa kapısında bekletirken esas gayeleri, İslam’ı bizzat İslamcı kadrolar eliyle laikleştirme ve böylece İslam’ı siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuk alanından uzaklaştırarak bireysel bir inanç meselesi haline getirmektir. Diğer bir ifadeyle, esas amaçları İslam’ı hadım ederek Türkiye’nin İslam eksenli merkezi bir rol oynamasını imkansız hale getirmek, Türkiye’yi İslam’dan ve İslam dünyasından yalıtmak, kimliksiz ve kişiliksiz bırakmak ve Batı’nın “gönüllü mandası” yapmaktır. AB’ne girmiş bir Türkiye, İslami köklerinden, İslami mirasından, İslami iddialarından tümüyle vazgeçmiş olacaktır.
AB BİZİM PROJEMİZ DEĞİLDİR
Şimdi Avrupa diye bir devlet doğuyor. Bu devletin bir anayasası olacak, kanunları olacak, kamu düzeninin bir sistematiği olacaktır. İkili bir sürecin üzerinde oturan AB olgusu, bir yandan birliği sağlamak yolunda ortak Avrupa değerlerini oluştururken, bir yandan da bu normları teker teker bütün uluslara kabul ettiriyor. Bu değerlerin hangi düşünce ve inanç ekseninde oluştuğunu yukarıda anlatmaya çalıştık ve alın size muşahhas bir örnek (gazetelerde çıkan bir haber) : “AB’nin demokratikleşme şartlarından biri de Ankara’da yapılan ‘Lezbiyen ve Gaylerin Sorunları ve Toplumsal Barış için Çözüm Arayışları’ konulu Sempozyum’da ele alındı. İngiliz İşçi Partisi, Avrupa Parlamentosu üyesi Michael Cashman, Türkiye’nin Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nda gay ve lezbiyen üyelerin bulunmamasını eleştirdi”
AB’nin yapısı, kapsamı, özellikleri konusunda Müslümanlar hiç bir şekilde AB projesinin tarafı olamamışlardır. Bu meselede kendilerine hiç bir şey sorulmamış, fikirleri alınmamış, sürece dahil edilmemişlerdir. Sürece özne olarak değilde, nesne olarak katılmaları istenmiştir. Bu durum Müslüman olma iddiasıyla çelişik bir durumdur. Çünkü İslam vahiyle ilişkisi olan bir dindir ve vahiy muhatabına hayatın öznesi olmayı emreder. Tevhidi dünya görüşü ve nebevi hayat tarzı açısından olaya baktığımızda, bir çok temel noktada AB ile çeliştiğimiz görülecektir. Çünkü, hayat tarzı faklılığımız vardır. Beslendiğimiz kaynaklar farklıdır, medeniyet kodlarımız farklıdır.
AB TÜRKİYE’Yİ NEDEN ALSIN
Bir televizyon programında Diyarbakırlı köylünün Türkiye’nin AB’ye alınıp alınmayacağı şeklindeki soruya verdiği cevap ilginç idi. Köylü, “Benim 100 dolarım var, senin ise 1000 doların var. Bu durumda sen beni kendine ortak yaparmısın ki bu kötü ekonomik yapımız ile Avrupa bizi kendi zenginliğine ortak yapsın” diyordu.
Türkiye, AB’ye aday ülkeler arasında milli gelir ve insanı gelişim
bakımından en düşük performans sergileyen bir ülkedir. Aşağıdaki bazı rakamlara
baktığımızda ekonomik bakımdan aramızdaki uçurum hemen farkedilecektir :
-
Bütçe
açığında AB standardı maksimum %3 olup, Avrupa Komisyonu %4,1 bütçe açığıyla AB
limitlerini aşan Portekiz’e ceza vermeye hazırlanıyor. Bizde %30’ların üzerinde
seyreden bütçe açığıyla acaba hangi cezalara maruz kalacağız.
-
Euro
bölgesinde enflasyon %2,2 olmasına karşılık bizde daha yakın zamanlarda
%30’lara inmiştir ( o da resmi rakamlara göre).
-
AB
Maasreicht kriterlerine göre, kamu açığının GSMH’nın %3’ünü aşmaması
gerekmektedir. Ancak bu oran bizde 1975 yılından bu yana %3 veya altına hiç
inmemiştir. Bu oran 1986’da %3.7 iken, 1987 yılında %6.1’e, 1993 yılında %12’ye, 1999 yılında %15, 2001
yılında ise %16.5’ yükselmiştir.
-
Türk
tarım sektörü AB’nin çok gerisinde olup, avrupalı çiftçinin buğday geliri Türk
çiftçisinin 10 katıdır.
-
AR-GE
konusunda da AB’nin çok gerisindeyiz. AB’de GSMH’den AR-GE’ye ayrılan pay
mevcut %1.8’den %3’e çıkarmayı hedefliyor. Türkiye’de ise GSMH’den AR-GE’ye
ayrılan pay %0.6’dır.
-
Türkiye’nin
en gelişmiş bölgesi olan Marmara, kişi başına gelir endeksinde, AB’nin en az
gelişmiş bölgeleri olan Portekiz’in Acores ve Yunanistan’ın İperios
bölgelerinin seviyesinde bulunuyor. Doğu Anadolu Bölgesi ise AB ortalamasının
10’da birine yakın bir gelişmişlik seviyesi gösteriyor.
Bu rakamları daha da uzatmak, başka örnekler vermek mümkündür.
Aramızdaki ekonomik ve refah seviyesindeki uçurum bir yana, diğer önemli bir nokta da Avrupalılar bizim çıkardığımız uyum yasalarının heyecan verici olduğunu belirtirken, aynı zamanda esas olanın kağıt üzerindeki değişiklikler değil, uygulama olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Hangi yasal değişiklik yapılırsa yapılsın, yapılan değişiklikler uygulamaya geçiririlp, Kopenhag siyasi kriterlerinin belirttiği şekli ile kurumsallaşmaları sağlanamadığı takdirde sonuca varılamayacağını biliyorlar. Burada toplumu önceleyen bir Avrupa kafa yapısı ile devleti önceleyen ve kutsayan bir anlayışın uyumsuzluğu söz konusudur. Türkiye’nin tipik şark kurnazlığı yaparak dostlar alışverşte görsün kabilinden yaptığı değişikleri yeri geldiğinde hiçe sayarak hala aynı baskıcı kafa ile dayatmacı uygulamalara devam etmesi Avrupanın gözünden kaçmıyor tabii .
AB-ABD ÇATIŞMASINDA
TÜRKİYE TRUVA ATI
Birlik konusunda önemli mesafeler katedilmesine rağmen henüz tam bir homojen yapıdan ve anlayıştan söz etmek mümkün değildir. Irak meselesi Avrupa’da bölünmeye yol açmış, AB çatırdamıştır. AB bizzat savaş öncesinde ABD’nin girişimleri ile siyasi olarak çatlatılmış, sekiz Avrupa ülkesinin ABD lehinde ortak bir bildiriye imza atmasıyla Avrupa sathında bir ayrışma yaşanmıştır. ABD Savunma Bakanı tarafından “Yaşlı Avrupa’ya karşı, Yeni Avrupa” şeklinde tasvir edilen bu ayrışma kıtadaki ihtilafı da gün yüzüne çıkarmıştır. Yine Güvenlik Konseyinde Almanya ve Fransa bir kampta, İngiltere ve İspanya başka bir kampta olmuştur. ABD bununla da yetinmeyerek oynadığı düşük kur oyunu ile Euro’nun aşırı şekilde değer kazanmasına sebep olmuş, ekonomik cephede de çatırdama sesleri duyulmaya başlamıştır.
AB ile ABD arasnda zaman zaman su yüzüne çıkan bu mücadelede her iki tarafta Türkiye’ye önemli bir rol yükklemektedir. AB, bir taraftan Türkiye’ye birlik içinde ABD’nin yandaşı gibi bakmakta, ABD’nin Türkiye vasıtasıyla AB’ye nüfuz edeceği endişesini taşımaktadır. Diğer taraftan da, ABD’nin bölge üzerindeki etkisini ve bölgeye daha derinlemesine yerleşme çabalarını Türkiye üzerinden kırabileceğini düşünmektedir. Kısacası Türkiye’nin kilit rolünü iyi bilen hem AB hem de ABD Türkiye üzerinden küresel hegemonya kurmak istemekte, her ikiside Türkiye’yi Truva Atı gibi kullanmak amacı gütmektedir.
AB SAMİMİ Mİ?
Deniliyordu ki, şayet Türkiye bazı konularda gerekli adımları atmazsa AB dışına atılacak, 2003’den itibaren kapkara limanlara yelken açacak. Bilindiği üzere Türkiye, 12 Aralık 2002’de yapılan genişleme zirvesine eli kuvvetli olarak girmek ve Kopenhag trenini yakalayıp son vagona atlamak için bazı adımlar attı. İdam cezası kalktı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü konusunda adımlar attı, güya ana dilde eğitimin önü açıldı, azınlık vakıfları meselesinde adımlar atıldı, sivil MGK Genel Sekreterliği şartlı da olsa kabul edildi. Ama bütün bunlara rağmen, daha on sene öncesine kadar küçümsediğimiz birçok ülke (Macaristan, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya, Estonya, Malta, Polonya, Slovakya, Kıbrıs, Romanya, Bulgaristan) AB’ne kabul edildiği halde Türkiye yine dışlandı.
AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, “AB konusundaki en zor konu” diye tanımladığı Türkiye’nin üye olması halinde AB’nin yapısının büyük oranda değişeceğini belirttikten sonra devamla; “ Türkiye gibi kalabalık bir ülkenin AB’nin tam üye olmasının, kurumsal va yapısal olarak AB’ne çok büyük etkisi olur. AB Komisyonu yapısal olarak değişmek zorunda kalır. Daha da önemlisi, AB’nin dış politikası önemli ölçüde değişir. AB, Türkiye’nin üyeliği durumunda Ortadoğu’ya komşu olur ve buraya yönelik politikası değişir” değerlendirmesini yapıyor. Bu değerlendirmelerden anlaşılan şu ki, AB, Türkiye’yi bir tampon bölge gibi tutarak İslam ve Arap dünyasıyla direk komşu olmak istememektedir.
Diğer taraftan, Avrupa Anayasası’nı hazırlamakla yükümlü Avrupa Konvansiyonu’nun başkanı Valery Giscard D’Estaing, “Türkiye’nin AB’ne girmesi Avrupa’nın sonu olur” diyor. D’Estaing’in altını çizdiği nokta, “Avrupa değerlerini benimsemek ve savunmak” kavramı. Başkan, Türkiye’yi ima ederek bazı ülkelerin bu noktada daha kıyıda kaldığını belirtiyor.
Ayrıca, Türkiye’nin kalabalık nüfusu ile AB karar mekanizmalarında belirleyici bir konuma gelmesi onları ürkütmektedir. Büyük bir Müslüman topluluğun hazmı zor olduğu için Avrupalılar Müslüman Türkiye’ye karşı çıkıyorlar. Şu bir gerçek ki, AB Türkiye’ye karşı yalancı bir politika izliyor ve Türkiye’yi Müslüman olduğu için oyalıyor.
SONUÇ
AB Türkiye’nin iki yüz yıldır yöneldiği istikametin doğal bir aşaması ve sürdürdüğü batılılaşma sürecinin son halkasıdır. Merhum Mehmed Akif’in ifadesiyle tek dişi kalmış bu canavara “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmak sevdasıyla sarılarak Avrupalılaşma politikasını sürdüren Türkiye’nin bugün geldiği nokta bir fiyaskodur.
AB müktesebatı İslami prensiplerin ve müslümanların beklentileriyle örtüşmemektedir. AB’ne girmek İslami iddialarımızı olumsuz etkileyecektir. Özellikle hukuki düzenlemelerden çıkacak ve katlanılacak sonuçlara ilişkin öngörüsüzlük ve vurdumduymazluık ürkütücü boyuttadır. Eğer İslam Türkiye’nin “olmazsa olmaz”ıysa ve yeniden diriliş ve yükseliş İslam ile olacaksa, AB’ne girmekle oluşacak kimlik erozyonu İslami hüviyetimizi yaralayacak ve aşındıracaktır.
Şimdi cevaplandırılması gereken en önemli soru önümüzde durmaktadır. İslam’ın Batı hayat tarzına ve dünya görüşüne karşı en kuvvetli ve gelecek vaad eden bir meydan okuma olduğunu kabul mü edeceğiz, yoksa İslam’ın bir medeniyet projesi ile insanlığa bir çıkış yolu sunabileceği fikrinden vaz mı geçeceğiz. Bizden istenen “sınırsız ve topyekün Batılılışma” ya razı mı olacağız, yoksa tarihi misyonuna ve İslami kimliğe sahip çıkıp Türkiye merkezli bir dünya mı kuracağız? Bu noktadaki tercihimiz AB konusunda ki tutumumuzu belirleyecek ve meseleye daha berrak bakmamıza yardımcı olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder