(Umran Dergisi)
“Nice fıkıh bilgisini yüklene vardır ki, fakih (anlayan) değildir” (Hadis)
AİHM KİMİN MAHKEMESİ
İnsanın kirlendiği ve fıtrattan uzaklaştığı bir ortamda sağlıklı ve meşru bir zemin bulmak mümkün müdür? İlahi denetimden uzak, hiçbir kutsalı kalmamış, sömürü ile elde ettiği refahtan dolayı azmış, çıkarı söz konusu olduğu zaman ezmiş, öldürmüş bir topluluğun mahkemesi ne kadar adil olabilir? Dante’nin dediği gibi “Her şeye hükmetmek isteyen bir kültür”ün müntesibi olan hakimler “ötekilerin” haklarını korumada ne kadar hassas olabilirler? Kendi dışındaki medeniyetleri geri ve şekillendirilmeye muhtaç sanan, değerlerini tüm dünyaya dayatan, farklı kültürlere tahammülü olmayan Avrupalıların şuuraltında yerleşmiş tarihi önyargılarından kurtulmaları mümkün mü?
İnsan haklarının niteliği, hak ve özgürlük deyince ne kastedildiği, kişilerin ve kurumların dünya görüşlerine ve temel referanslarına göre değişmektedir. Herkes buna göre düzenleme yapmak istemekte, kararlarını ona göre vermektedir. Batı konseptine bu açıdan bakıldığında görülecektir ki, Batı, kendi dışındaki toplumlara ya asimilasyon, ya soykırım, ya da dini baskı uygulamıştır. Batının değerlerini kabul edenler, öngördüğü sosyal ve hukuki statüye itirazı olmayanlar Batı tarafından gözetilmiştir. Ona olan sadakatiniz ölçüsünde korunmaya mahzar olmuş, farklı bir hayat tarzı iddiasında bulunduğunuz an ne demokrasi tanımıştır, ne de özgürlük. AİHM’ de sizin Avrupa’ya olan sadakatinizin bir başka sınama şeklidir.
Genellikle Dışişleri Bakanlıkları kanalıyla AİHM’ne gönderilen hakimlerin çoğu devletiyle aynı paralelde düşünen, rejim yanlısı kişilerdir. Dolayısıyla AİHM’ni siyasi oluşum dışında düşünmek mümkün değildir. Hükümetleri ile ilşkileri nedeniyle, bir nevi onların dini, siyasi, stratejik ve ekonomik ihtiyaç ve çıkarlarının gerektiği yaptırımlara hukuki kılıf üretme merkezi gibi çalışmaktadır. İslam’a karşı önyargılıdır. İlerleme Raporlarında Müslümanlara yönelik hak ihlallerinden hiç bahsetmeyen AB’den ve onun “Radikal İslam Korkusu” ile hüküm veren mahkemesinden adalet çıkar mı? Nitekim, Mahkeme, Türkiye Devletinin uygulamaları yerine, İslam'ı ve Müslüman olmanın gereğini yerine getirenleri yargılamıştır. Zaten AİHM ilk kez siyasi bir karar vermiyor. Önemli kararlarının hemen hepsinin siyasi boyutu bulunuyor. Çünkü AİHM hukuk zemininde dava gören siyasi bir kuruluştur. Bu nedenle siyasal bir simgedir dedikleri başörtüsüne siyasal bir karar vermişlerdir. Bugüne kadar ki uygulamalarından görülen odur ki, özellikle Avrupa’da hukuk, siyasetin normlaştırılarak devam etmesinden başka bir şey değildir. Onun için, İslam’a karşı önyargıyla dolu hakimlerin, inancınız ve hayat tarzınız konusunda belirleyici ve norm koyucu bir konumda bulunmasına izin veremezsiniz.
Ayrıca mahkeme, önüne gelen davalara bakma, sıraya koyma ve sonuçlandırma konusunda daima belli tercihlere göre hareket etmiş, tarafsızlığını koruyamamıştır. Laik, etnik, azınlık esaslı davaları öncelikle ele alıp, mümkün mertebede davacıların lehinde sonuçlandırırken, bir şiirden dolayı hapse giren R. Tayyip Erdoğan’ın davası dört sene, Leyla Şahin’in davası da ancak 6 sene sonra sonuçlanmıştır.
HUKUKU AİHM’E HAVALE ETMEK
Günümüz Müslüman’ı, İslam’ın, ruhunu kaybetmiş bir dünyaya yeni bir nefes, yeni bir ruh verecek değerlere sahip olduğunun farkında değil. Başka medeniyet ve fikir havzalarında kurtuluş reçeteleri arıyor. Basit bir kolaycılıkla kestirmeden problemlerini başkalarına hallettirmek istiyor. Başkalarının bu meseleleri hallederken işin içine kendi değerlerini katacaklarını düşünemüyor. Kafalar karışık. Ne yapacağını, ne yapmak gerektiğini bilemiyor. Dün “Hayır” dediğine bugün rahatlıkla “Evet” diyebiliyor.
Efendim neymiş, AİHM’ne başvurmakla Türkiye’de bir mahkemeye başvurmak arasında bir fark yokmuş, Türkiye’deki kanunlardan ne farkı varmış ki. Başvurunun dini bir vecibenin yerine getirilip getirilemeyeceği ile de bir ilgisi yokmuş, eğitim ile ilgili hukuki bir konuymuş. Bu nedenle de hukuki alanda her yolun kullanılması gerekiyormuş. Bu argümanlar ileri sürülürken çok önemli bazı hususlar maalesef göz ardı edilmektedir.
Birincisi, kişisel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının
sadece hukuki bir kavram olmadığı, inanca müteallik bir yönünün olduğu ve
iktidar ve güçle ilişkisi olduğudur. Nitekim, AİHM’in kararında, “Leyla Şahin’in başörtüsünü dini sebeple örtmesi
nedeniyle İlahiyat Fakültesi’ne gitmesi gerektiğini, Tıp Fakültesi gibi laik okullara gidemeyeceğini, bu nedenle de
laik okullarda üniversite idarecilerinin başörtülü öğrencileri üniversiteye
sokmama kararı alabilecekleri” ifadesini kullanmıştır. Yani, AİHM’in kararında da “başörtüsünün dinî nedenle
örtüldüğü” zımnen kabul edilmiştir.
İkinci nokta ise, Türkiye’deki sisteme, onun uygulamalarına, millete yapılan dayatmalara her zaman itirazımız oldu, şimdi de vardır ve bu şartlar devam ettiği sürece var olacaktır. Bu ülke bizim ülkemiz. Başörtüsü mücadelesi Türkiye’de verilip, Türkiye’de çözümlenmelidir. Ama siz gidip bize çok yabancı bir referanslar sisteminin kurumu olan AİHM’’in önüne kendi rızanız ile oturuyorsunuz. Bu mahkemeye başvurmakla ve aldığınız sonuçla, başörtüsünün düzeni tehlikeye soktuğunu, diğer insanlar üzerinde baskı unsuru olduğunu mahkeme kararıyla tespit ve tescil ettirmiş oluyorsunuz. Hem Avrupa’da, hem de Türk yargı sisteminde korunmayı kaybediyorsunuz. Batıya hakemlik vererek, ona tek taraflı İslam’la hesaplaşma ve onun toplumsal yaşamdaki yerini tayin etme imkanı veriyorsunuz. AİHM’ne giderek bu tür davaların önüne bir set çektiniz ve aksini ispat etmenin çok zor olacağı bir içtihada kapı açtınız. Bundan sonra Türk mahkemeleri daha rahat bir şekilde başörtüsü aleyhinde kararlar alacak ve AİHM’de bu mahkumiyetleri kolayca uygun görecektir. Çünkü bu kararla başörtüsü davaları ciddi bir zemin kaybına uğramış, içerideki yasakçı zihniyeti kuvvetlendirici bir sonuç doğurmuştur. Bu mahkemeyi bu kadar meşru görüp otoritesini kabul ettikten sonra, aleyhinize çıkacak kararlara da rıza göstermek ve uymak mecburiyetindesiniz. Çünkü bu mahkemeyi son karar mercii olarak kabul ediyorsunuz.
Üçüncü nokta, milli hukuk ile topluluk hukuku
arasındaki rüçhaniyet meselesidir. Eğer
milli hukukla topluluk hukuku çelişirse, milli hukukun topluluk hukukuna uygun
hale getirilmesi öngörülmüştür. T.C.'nin
mevcut rejimine göre, bunda hiç bir sakınca yoktur. Ama, eğer tarihi misyona ve
İslami kimliğe sahip çıkarak Türkiye merkezli bir dünya kurmak istiyorsanız,
bunda sakınca vardır. Çünkü Müslümanlar,
İslam’ın, Batı hayat tarzına ve dünya görüşüne karşı en güçlü ve gelecek vaat
eden bir alternatif olduğunu, yeniden diriliş ve yükselişin ancak İslam ile
olacağına inanıyorlar. Türkiye'de İslam ahkâmı olduğunda ve bu ahkâm ile AB
ahkâmı çeliştiğinde; İslam ahkâmını da AB ahkâmına uygun hale mi
getireceksiniz?
Diğer taraftan, başörtüsü
problemi hukukî bir problem
değildir. Kanunlarda hâlen başörtüsünü
yasaklayan bir düzenleme
bulunmamaktadır. Buna
rağmen üniversitelerde böyle bir yasak
varsa, bunun tek nedeni yasakçı iradenin halkın iradesinden daha güçlü
olmasıdır. Başörtüsü yasağı sadece bir dayatmadır, hukuk tanımazlığın ve zorbalığın bir
ifadesidir. Sistem başörtüsünü Türkiye’de kasten bir problem ve kavga zemini
haline getirdi. Kendi egemenlik alanlarından Müslümanları uzak tutmak için baş
örtüsünü bir tıkaç ve manivela gibi kullandılar. Maalesef, Müslümanlar bu
manivelanın şimdi de Batı'da aynı
şekilde kullanılma yolunda olduğunu henüz fark edemediler.
28 Şubat ile beraber yürütülen psikolojik savaş ile Müslümanlar köşeye sıkıştırılarak Avrupa’nın kucağına itildi. Bu süreçte Avrupa’nın suskun tavrını dikkate almayıp, hala Batıdan adalet beklemeye devam ve ısrar etmek, her seferinde oradan tokat yediği halde hala kendine gelmeyip o kapılarda hukuk aramakta ısrar etmek neden. Böyle bir sorunu burada çözmek yerine yabancıların eline bırakırsanız, onlar da bir inanç meselesi olan davayı kendi bildikleri gibi çözerler. Leyla Şahin davasını da bizim için değil, kendileri için çözdüler. Hakimler de kendi kültürel kodlarının, bağlı oldukları dünya görüşlerinin ve içinden geldikleri tarihi şartların belli oranda etkisi altında kalır, ideolojik sorunlara objektif ve hukuki olmaktan çok mensup oldukları kültür ve medeniyet kriterleri açısından yaklaşırlar.
AB ANAYASASINI İMZALAMAK DA HAK ARAMA KONSEPTİNİZE UYUYOR MU?
Başbakan ve
Dışişleri Bakanı gidip AB Anayasası ile ilgili “nihai belge”ye imza attılar.
Neyi imzaladıklarını biliyorlar mı acaba emin değiliz. Çünkü, kamuoyu AB ile
ilgili bütün önemli gelişmelerde eksik, yanlış, çarpık, günübirlik ve tek yönlü
bir bilgi bombardımanının ağır baskısı altında tutuluyor. Altına imza atılan bu
anayasa, Türkiye için ne anlam ifade ediyor, Türkiye’yi ne kadar bağlıyor? Üye
ülkelerde nasıl bir yapıyı öngörüyor? Bunları bilen düşünen yok. Ülke insanı
istikametini kaybetmiş bir halde karşılaştığı problemleri AB ile aşmaya çalışıyor. Bu belgeyi imzalamak
basit bir formalite değildir. Türkiye’yi çok
ciddi yükümlülükler altına sokmaktadır.
İmza AB hukukuna uyum zorunluluğu getirmektedir. Çünkü, laik AB Anayasası
üye ülkelerin hukuklarından üstün bir metindir. Üye ülkeler AB hukukunun
bağlayıcı yasalarını uygulamak için, milli hukuklarında gerekli düzeltmeleri
yapmak mecburiyetinde. AB hukukuna uyum, sosyal ve kültürel politikalarda,
vatandaşlık hukukunda ciddi değişimleri kabul ve içimize sindirmemizi
gerektirecektir. AB Anayasası ile ilgili anlaşmanın sunuş bölümündeki ifadeden
de anlaşılacağı üzere söz konusu Anayasa, Avrupa’nın “kültürel, dini ve insanı mirasından ilham alınarak”
hazırlanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla birliğin insani, hukuki tarafı yanında, bir de dini ve kültürel tarafı
vardır. Onlarla aynı değerleri paylaşan, o değerlere saygı duyan, dahası
destekleme yükümlülüğüne giren bir konuma girmiş oluyor Türkiye.
DEĞER FARKLILAŞMASI VE HUKUK
Allah’a kulluk edenlerle, etmek istemeyenler arasındaki bir mücadeledir bu. Haramları helal yapan bir zihniyetin ürünü olan ve adil olmayan kurumların önünde özgürlük arayışına girmenin anlamı yoktur. Müslümanların dünya görüşleri ve arzuladıkları hayat nizamı ile Avrupa'nın medeniyet anlayışı ve hayat tarzı arasında derin uçurumlar vardır. Değer farklılaşmasından dolayı babası Hz.İbrahim ile çatışmadı mı? Ya burayı terk et, ya da seni taşa tutarız demedi mi? Şimdi Müslümanlara ne oldu da, hangi değerleri AB ile uyuştu ki Batının kucağına koşarak gidiyorlar. İşin fikri, kültürel ve medeniyet boyutunu göz ardı edemezsiniz. Türkiye’de bir değer değişimini gerçekleştirmek için her türlü yolu deneyenlerin asıl niyetlerini göremeyip olaya sadece hukuki açıdan bakmak doğru bir bakış açısı değildir. Avrupa’nın İslam dünyası karşısındaki durumunu bir tarihi derinlik perspektifi içinde ele alıp, ekonomik, siyasi ve kültürel boyutlarıyla değerlendirmek gerekir. Meseleyi basit bir dava perspektifinden çıkarıp, kültür ve değerler sadedinde ele almak gerekiyor.
Verheugen; “Zinayı suç saymak çağ dışıdır..... Zinayı suç sayan ülkeyi kabul etmemiz mümkün değildir. Hükümet AB’yi istiyorsa, AB değerlerini benimsemelidir” diyor. Öte yandan Rabbimiz de zinayı suç sayıyor. Ne olacak şimdi? Avrupa’nın zina tartışmalarında gösterdiği tavır ortada dururken hangi hukuka göre yargılanacaksınız? Kimin hukukuna tabi olacaksınız. Financial Times gazetesinde Daniel Dorbey, “Avrupa değerlerinin yanında ‘aile değerleri’ ikinci planda kalır.” diyor. Adamlar “Avrupa değerleri tartışılmaz” deyip kestirip atarken, siz bu adamların kurduğu heyetlerin önünde İslam’ın değerlerini tartıştırıp Müslüman’ı mahkum ettireceksiniz öyle mi? Hem de İslam’ı yaşamayan, İslami terminolojiyi bilmeyen, İslami hassasiyetleri anlamayan, bu konuda hiçbir bilgi ve tecrübeye sahip olmayan ve dahası Batı’nın son yıllarda dozu giderek artan İslam karşıtlığı ve İslam aleyhindeki önyargılarına rağmen.
Başörtüsü gibi İslam’i bir vecibenin, seküler normlar üzerine kurulan bir Avrupa mahkemesi tarafından yargılamaya tâbi tutuluyor olması daha başından sorunlu bir mesele olarak görülmeliydi. Müslümanlar , temel dini vecibenin yerine getirilmesi konusunda AİHM veya benzeri herhangi bir mahkemeyi karar mercii kabul edip, medet ummaya kalkışmamalıydı.
Mahkemenin verdiği karar Türkiye’nin özel şartlarına göre verilmiş olup, hukuki açıdan da lime lime dökülmektedir. Alınan karar bir garabettir, hukuk adına bir faciadır. Kararı hukuk felsefesi, hukuk mantığı ve tekniği açısından değerlendiren, tutarsızlığını dile getiren çeşitli demeçler verildi, makaleler yazıldı. Mahkeme zorlama yorumlarla bizzat kendi içtihatları ile çelişkiye düştüğü gibi, komik duruma da düşmüştür. Daha önceki bir kararında, “dinsel farklar yüzünden guruplar arasında gerilim çıkabilir diye din özgürlüğü kısıtlanamaz” diyen, “çok uzak ihtimallere bakarak özgürlüğün kısıtlanamayacağını” söyleyen AİHM, bu defa konu Türkiye olunca “İslam fobisi” ile hareket ederek kendi içtihatlarını çiğnemiştir. Yine, daha önce üç partinin kapatma davasında Türkiye aleyhine karar veren AİHM, RP davasında Türkiye devleti lehine karar vermiştir. RP’yi haksız bulan kararı incelendiğinde, daha önceki davalarla ilgili geliştirdiği söylem ve gerekçelerle çelişkili olduğu görülecektir. Dava siyasi bir dava olmasına rağmen, sadece aleyhte karar vermekle yetinmemiş, kapatma gerekçesinde hiç hakkı ve yetkisi olmadığı halde açıkça İslam dinini yargılamıştır. İslam dini hakkında ahkam kesmiş, “şeriat” ve “cihad” gibi temel dini kavramları bir tehdit ve tehlike olarak tanımlamıştır. AİHM’in kendini din üzerinde tasarrufta bulunabilen bir kuruluş gibi gören bu tavrına ve başörtüsünü yargılarken yine İslâm'ı yargılamaya kalkmasına rağmen, hala başörtüsü için oraya başvurulmasının doğru olduğunu savunmak anlaşılır gibi değildir.
Kararda deniyor ki, “Laik okulda okumayı kabul eden bir öğrenci o kurallarla okumayı kabul eder.” Fakat, Avrupa’da laik okullar olduğu gibi kiliseye bağlı okullar da var. Yani tercih hakkı var. Oysa Türkiye’de böyle bir seçme şansı yok. Çünkü, Türkiye’de laik olmayan okul yok. Siz başörtülünün gidebileceği laik olmayan okul açtınız da vatandaş mı gitmedi. AİHM ya Türkiye’deki okulların yapısını yeterince bilmiyor, ya da işine gelmediği için bilmek istemiyor. Türkiye’deki gerçekleri görmediği gibi, sosyal ve siyasi yapıyı araştırma zahmetine de katlanmıyor. Halbuki Loizidu davasında AİHM, Türkiye’yi mahkum eden kararı hazırlamak için Kıbrıs’a hakimler göndermiş ve yerinde keşif yaptırmıştı.
Şu çelişkiye bakınız. Leyla Şahin bir AB üyesi olan Avusturya’da eğitimini geri kalan kısmını
başörtülü olarak bitiriyor. Ayrıca, hiçbir AB ülkesinin üniversitesinde türban
yasağı yok. Ama konu Türkiye olunca hemen İslam Fobisi devreye giriyor ve çifte
standart başlıyor. Kararı eleştiren Prof. Dr. Mustafa Erdoğan şunları yazıyordu: “Avrupa’da hakimler var mı?
sorusuna artık şöyle cevap vermenin doğru olduğu sonucuna vardım: Belki evet..
ama, Müslümanlar için değil!”
İSLAM’A
KARŞI ÇİFTE STANDART
İslami kesim ile
alakalı davaları yıllarca bekletmelerine karşın, Apo’nun başvurusunu hemen işleme koymuş, yürütmeyi durdurma
kararı almıştı. Gaziantep ve Maraş’a dokümantasyon merkezi kurmayı planlayan
AB, İstanbul’un göbeğindeki "ikna odaları"nı ise görmezden
gelmişti. Eşber Yağmurdereli için
seferber olmalarına karşılık, Nurettin Şirin’e kesilen insafsız ceza ilgisini
bile çekmemişti. Kokoreçe standart koyan, Kelaynak kuşları ile ilgili hak
ihlallerini dile getiren AB, İlahiyat Fakültelerindeki başörtüsü yasağına
ilişkin hak ihlalinde ise susmayı tercih etmişti. AİHM,
motosiklet kullanan bir Sih’in türbanından dolayı kask takmamasını, Yahudi’nin
Cumartesi günü çalışmamasını dini vecibe olarak kabul etmiş , Yahova şahitlerine inancı gereği olduğu için,
askerlikten muaf olma hakkı tanımış ama Türkiye’de YAŞ kararları ile mağdur edilenler lehine tek bir karar vermemiştir.
Haçlı seferlerinden beri “Din”, Batı politikalarında hep önemli bir yer almıştır. Batı, Türkiye'de, İslam-müesses nizam çatışmasında tercihini her zaman kurulu düzen lehine kullanmıştır. Başörtüsü meselesi AİHM'nin önüne bir rahibenin dinî problemi olarak gelseydi, şüphesiz karar daha farklı çıkar, onun başörtüsü laik düzen için tehlikeli görülmezdi herhalde.
Batıdaki siyasi ve hukuki mekanizmaların, özellikle 11 Eylül sonrasında, İslam’a ve
Müslümanlara karşı özel davranış
biçimleri sergilemeye başladıklarını biliyoruz. Yeri gelince düşünce ve
ifade özgürlüğü şampiyonu kesilen AB, düşüncenin ifade edilmesinin suç
sayıldığı Türkiye gibi ülkelerdeki tartışmalara yaklaşım tarzı etnik ve azınlık
vurgularından öteye geçmemektedir. Gay ve lezbiyenlerin isteklerini devletçe
korunması gereken bir hak olarak görmesine karşın, Müslümanların hak ve
özgürlüklerine duyarsız kaldığı gibi, dini vecibelerini yerine getirme
isteklerini, laiklik ve toplumun diğer kesimleri için tehlikeli görmektedir.
Zihinsel olarak Müslümanlığı kendi modernist sekuler anlayışının karşısında bir
engel olarak gören Avrupa, Müslümanları da tarih boyunca karşı olduğu bir
dinin, bir ideolojinin müntesibi olarak görmüştür. Batı, şuuraltında
tortulaşmış İslam korkusu nedeniyle, şimdiye kadar objektif olmayı bir türlü
başaramamıştır.
KÜLTÜREL VE SOSYOLOJİK MESELELERE AVRUPA’DA
ÇARE ARAMAK
Bütün
bunları görmeyip, diğer AB sevdalıları gibi Allah’ın adaletinden çok Avrupa’nın
adaletine güvenmek anlaşılır gibi değil. AB’ye karşı olduğunu söyleyen bir kişi
onun mahkemesine nasıl tabi olabiliyor. O mahkeme AB değerlerini uygulayan, ona
göre karar veren bir merci değil mi? Yazdıkları gerekçelerde inancımıza ne
kadar düşman olduklarını da mı görmüyorsunuz. Allah’ın emirlerini, İslam’ın değerlerini
“İslam cahili” bir takım adamlara tartıştırıyorsunuz. Hukukçuluğunuz varsın
yine sizin olsun ama bazı şeyler vardır ki güçlü, adil ve onurlu olmayı
gerektirir ve kendi toprağında tek başına halledilir.
Problemin çözümünü başkalarına havale ettiğiniz zaman, mesele sizin olmaktan çıkar. Kendi güç ve emeğinizle halletmek yerine AB ve AİHM’e havale ettiğiniz meseleler, varoluşumuz ve duruşumuzla ilgili konulardır. Temel değerlerimiz ile ilgili konuları bu iki yüzlü, çifte standartçı mahkemeye teslim edemezsiniz. Orada dava açmakla ne kadar riskli bir adım attığınızın farkında mısınız acaba? Bu ülkede bir Müslüman olarak, problem çözme kabiliyetinizi tamamen kaybettiniz mi ki, Batıya ve onun bir kurumu olan AİHM’e İslam’ın değerlerini tartıştırıyorsunuz ve ona, “Ben sizin hakemliğinize güveniyorum. Siz doğru karar verirsiniz. Siz bizimkilerden daha büyük bir mahkemesiniz” diyorsunuz.
AB kapısında “adalet” arayan bir Müslüman, aslında sahip olduğu inanç ve medeniyetin hakkını veremediğini zımnen kabul ediyor demektir. AB sürecinde, her şey Türkiye’nin istediği gibi gerçekleşse bile, bir Müslüman’ın tek derdi demokratikleşme ve insan hakları mıdır? Birileri 100 bin sayfayı aşkın AB müktesebatını bünyemize uydurmaya çalışırken, ruhumuzu, hayatımızı bütünüyle kaplaması gereken İslami müktesebatın bizden istediği davranış modellerini kimse gündeme getirmiyor. Getirmeye cüret edenler ise bırakın "öteki mahalleler”den kovalanmayı, "bizim mahalle"de bile bir ayıp işleniyormuş gibi değerlendirilip, üzerine kara kalemle çizgi çekiliyor. İşte, AB macerasının en can sıkıcı yanı da bu zaten.
BU KARAR HANGİ SONUÇLARI DOĞURMUŞTUR
·
Türkiye
tipi laikliğin varlığı tescil edilmiştir.
·
Devletin
din alanına yönelik menfi müdahalelerinin önünü açıcı bir içtihad olmuştur.
·
Ceberrut
devlet anlayışı karşısındaki özgürlük mücadelesinde bir cephe kaybedilmiştir.
· Başörtülülülerin
üniversitede “diğerleri” için bir tehdit algılaması yarattığı iddiası daha
sonra “diğerleri”nin var olduğu tüm kamusal alanlara yaygınlaştırılacaktır.
·
Başörtüsü
uluslararası düzeyde siyasallaştırılmıştır.
·
Resmi
ideoloji dinin üstünde bir konumda tutulmuştur.
·
Dini bir
vecibenin yerine getirilmesi iptal edilmiştir.
·
Politik
irade ve bürokrasinin dini vecibeler konusunda karar verebileceği hususu kabul
edilmiştir.
·
Kişisel
bir tercih olan kılık kıyafetin serbetçe seçimi engellenmiştir.
·
Eğitim
hakkı iptal edilmiştir.
· “Başörtülü” ve “Başı açık” kadın arasında başörtülülüler aleyhine ayırımcılık yapılabileceği kabul edilmiştir.
İslam’ın neşvünema bulmasını istemeyen,
onu daima kontrol altında tutmak isteyen
Batı’nın bir mahkemesini, umut kapısı olarak görüp, oradan olumlu bir
sonuç çıkacağını zan edenler, alınan sonucun olumsuz etkilerinden de
sorumludurlar. Kendi aleyhine düşmanlarına bir takım fırsatlar vermenin aklı
başında bir toplum için kabul edilebilir bir tarafı yoktur. “Size bir iyilik gelse, bu onları üzer, bir
musibet gelirse ona da sevinirler. Eğer sabreder, sakınırsanız onların hileleri
size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre
kuşatmaktadır.” (Ali-İmran, 120)