1 Aralık 2004 Çarşamba

AB KAPISINDA ADALETİ AİHM’E DEVRETMEK GELECEĞİ NET GÖRMEK VEYA MİYOPLAŞMAK

(Umran Dergisi)

      

                                       “Nice fıkıh bilgisini yüklene vardır ki, fakih (anlayan) değildir”   (Hadis)


 

AİHM KİMİN MAHKEMESİ

İnsanın kirlendiği ve fıtrattan uzaklaştığı bir ortamda sağlıklı ve meşru bir zemin bulmak mümkün müdür? İlahi denetimden uzak, hiçbir kutsalı kalmamış, sömürü ile elde ettiği refahtan dolayı azmış,   çıkarı söz konusu olduğu zaman ezmiş, öldürmüş bir topluluğun mahkemesi ne kadar adil olabilir? Dante’nin dediği gibi “Her şeye hükmetmek isteyen bir kültür”ün müntesibi olan hakimler “ötekilerin” haklarını korumada ne kadar hassas olabilirler? Kendi dışındaki medeniyetleri geri ve şekillendirilmeye muhtaç sanan,   değerlerini tüm dünyaya dayatan, farklı kültürlere tahammülü olmayan Avrupalıların şuuraltında yerleşmiş tarihi önyargılarından kurtulmaları mümkün mü?

İnsan haklarının niteliği, hak ve özgürlük deyince ne kastedildiği, kişilerin ve kurumların dünya görüşlerine ve temel referanslarına göre değişmektedir. Herkes buna göre düzenleme yapmak istemekte, kararlarını ona göre vermektedir. Batı konseptine bu açıdan bakıldığında görülecektir ki, Batı, kendi dışındaki toplumlara  ya asimilasyon, ya soykırım, ya da dini baskı uygulamıştır. Batının değerlerini kabul edenler, öngördüğü sosyal ve hukuki statüye itirazı olmayanlar Batı tarafından gözetilmiştir. Ona olan sadakatiniz ölçüsünde korunmaya mahzar olmuş, farklı bir hayat tarzı iddiasında bulunduğunuz an ne demokrasi tanımıştır, ne de özgürlük. AİHM’ de sizin Avrupa’ya olan sadakatinizin bir başka sınama şeklidir.

Genellikle Dışişleri Bakanlıkları kanalıyla AİHM’ne gönderilen hakimlerin çoğu devletiyle aynı  paralelde düşünen, rejim yanlısı kişilerdir.  Dolayısıyla AİHM’ni siyasi oluşum dışında düşünmek  mümkün değildir. Hükümetleri ile ilşkileri nedeniyle, bir nevi onların dini, siyasi, stratejik ve ekonomik ihtiyaç ve çıkarlarının gerektiği yaptırımlara hukuki kılıf üretme merkezi gibi çalışmaktadır.  İslam’a karşı önyargılıdır. İlerleme  Raporlarında Müslümanlara yönelik hak ihlallerinden hiç bahsetmeyen AB’den ve onun  Radikal İslam Korkusu” ile hüküm veren  mahkemesinden adalet çıkar mı?  Nitekim, Mahkeme, Türkiye Devletinin uygulamaları yerine, İslam'ı ve Müslüman olmanın gereğini yerine getirenleri yargılamıştır. Zaten AİHM ilk kez siyasi  bir karar vermiyor. Önemli kararlarının hemen hepsinin siyasi boyutu bulunuyor. Çünkü AİHM hukuk zemininde dava gören siyasi bir kuruluştur. Bu nedenle siyasal bir simgedir dedikleri başörtüsüne siyasal  bir karar vermişlerdir. Bugüne kadar ki  uygulamalarından görülen odur ki, özellikle Avrupa’da hukuk, siyasetin normlaştırılarak devam etmesinden başka bir şey değildir. Onun için, İslam’a karşı önyargıyla dolu hakimlerin, inancınız ve hayat tarzınız konusunda belirleyici ve norm koyucu bir konumda bulunmasına  izin veremezsiniz.

Ayrıca mahkeme, önüne gelen davalara bakma, sıraya koyma ve sonuçlandırma konusunda daima belli tercihlere göre hareket etmiş, tarafsızlığını koruyamamıştır. Laik, etnik, azınlık esaslı davaları öncelikle ele alıp, mümkün mertebede davacıların lehinde sonuçlandırırken,  bir şiirden dolayı hapse giren R. Tayyip Erdoğan’ın davası dört sene,  Leyla Şahin’in davası da ancak 6 sene sonra sonuçlanmıştır.

HUKUKU AİHM’E HAVALE ETMEK

 

Günümüz Müslüman’ı, İslam’ın, ruhunu kaybetmiş bir dünyaya yeni bir nefes, yeni bir ruh verecek değerlere sahip olduğunun farkında değil. Başka medeniyet ve fikir havzalarında kurtuluş reçeteleri arıyor. Basit bir kolaycılıkla kestirmeden problemlerini başkalarına hallettirmek istiyor. Başkalarının bu meseleleri hallederken işin içine kendi değerlerini katacaklarını düşünemüyor. Kafalar karışık. Ne yapacağını, ne yapmak gerektiğini bilemiyor. Dün “Hayır” dediğine bugün rahatlıkla “Evet” diyebiliyor.

Efendim neymiş, AİHM’ne başvurmakla Türkiye’de bir mahkemeye başvurmak arasında bir fark yokmuş, Türkiye’deki kanunlardan  ne farkı varmış ki. Başvurunun dini bir vecibenin yerine getirilip getirilemeyeceği ile de bir ilgisi yokmuş, eğitim  ile ilgili hukuki bir konuymuş. Bu nedenle de hukuki alanda her yolun kullanılması gerekiyormuş.  Bu argümanlar ileri sürülürken çok önemli bazı hususlar maalesef göz ardı edilmektedir.

Birincisi, kişisel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının sadece hukuki bir kavram olmadığı, inanca müteallik bir yönünün olduğu ve iktidar ve güçle ilişkisi olduğudur. Nitekim, AİHM’in kararında, “Leyla Şahin’in başörtüsünü dini sebeple örtmesi nedeniyle İlahiyat Fakültesi’ne gitmesi gerektiğini, Tıp Fakültesi gibi  laik okullara gidemeyeceğini, bu nedenle de laik okullarda üniversite idarecilerinin başörtülü öğrencileri üniversiteye sokmama kararı alabilecekleri” ifadesini kullanmıştır. Yani, AİHM’in  kararında da “başörtüsünün dinî nedenle örtüldüğü” zımnen kabul edilmiştir.

İkinci nokta ise, Türkiye’deki sisteme, onun uygulamalarına, millete yapılan dayatmalara her zaman itirazımız oldu, şimdi de vardır ve bu şartlar devam ettiği sürece   var olacaktır. Bu ülke bizim ülkemiz. Başörtüsü mücadelesi Türkiye’de verilip, Türkiye’de çözümlenmelidir. Ama siz gidip bize çok yabancı bir referanslar sisteminin kurumu olan AİHM’’in önüne kendi rızanız ile oturuyorsunuz. Bu mahkemeye başvurmakla ve aldığınız sonuçla, başörtüsünün  düzeni tehlikeye soktuğunu, diğer insanlar üzerinde baskı unsuru olduğunu mahkeme kararıyla tespit ve tescil ettirmiş oluyorsunuz. Hem Avrupa’da, hem de Türk yargı sisteminde korunmayı kaybediyorsunuz. Batıya hakemlik vererek, ona  tek taraflı İslam’la hesaplaşma ve onun toplumsal yaşamdaki yerini tayin etme imkanı veriyorsunuz. AİHM’ne giderek  bu tür davaların önüne  bir set çektiniz ve aksini ispat etmenin çok zor olacağı bir içtihada kapı açtınız.  Bundan sonra Türk mahkemeleri daha rahat bir şekilde başörtüsü aleyhinde kararlar alacak ve AİHM’de bu mahkumiyetleri kolayca uygun görecektir. Çünkü bu kararla başörtüsü davaları ciddi bir zemin kaybına uğramış, içerideki  yasakçı zihniyeti kuvvetlendirici bir sonuç doğurmuştur. Bu mahkemeyi bu kadar meşru görüp otoritesini kabul ettikten sonra, aleyhinize çıkacak kararlara da rıza göstermek ve uymak mecburiyetindesiniz. Çünkü bu mahkemeyi son karar mercii olarak kabul ediyorsunuz.

Üçüncü nokta,      milli hukuk ile topluluk hukuku arasındaki  rüçhaniyet meselesidir. Eğer milli hukukla topluluk hukuku çelişirse, milli hukukun topluluk hukukuna uygun hale getirilmesi öngörülmüştür.  T.C.'nin mevcut rejimine göre, bunda hiç bir sakınca yoktur. Ama, eğer tarihi misyona ve İslami kimliğe sahip çıkarak Türkiye merkezli bir dünya kurmak istiyorsanız, bunda sakınca vardır. Çünkü  Müslümanlar, İslam’ın, Batı hayat tarzına ve dünya görüşüne karşı en güçlü ve gelecek vaat eden bir alternatif olduğunu, yeniden diriliş ve yükselişin ancak İslam ile olacağına inanıyorlar. Türkiye'de İslam ahkâmı olduğunda ve bu ahkâm ile AB ahkâmı çeliştiğinde; İslam ahkâmını da AB ahkâmına uygun hale mi getireceksiniz?

Diğer taraftan, başörtüsü problemi  hukukî bir problem değildir.  Kanunlarda hâlen başörtüsünü yasaklayan bir düzenleme  bulunmamaktadır. Buna rağmen üniversitelerde  böyle bir yasak varsa, bunun tek nedeni yasakçı iradenin halkın iradesinden daha güçlü olmasıdır. Başörtüsü yasağı sadece bir dayatmadır, hukuk tanımazlığın ve zorbalığın bir ifadesidir. Sistem başörtüsünü Türkiye’de kasten bir problem ve kavga zemini haline getirdi. Kendi egemenlik alanlarından Müslümanları uzak tutmak için baş örtüsünü bir tıkaç ve manivela gibi kullandılar. Maalesef, Müslümanlar bu manivelanın şimdi de Batı'da  aynı şekilde kullanılma yolunda olduğunu henüz fark edemediler.

28 Şubat ile beraber yürütülen psikolojik savaş ile Müslümanlar köşeye sıkıştırılarak Avrupa’nın kucağına itildi. Bu süreçte  Avrupa’nın suskun tavrını dikkate almayıp, hala Batıdan adalet beklemeye devam ve ısrar etmek, her seferinde oradan tokat yediği halde hala kendine gelmeyip o kapılarda hukuk aramakta ısrar etmek neden. Böyle bir sorunu burada çözmek yerine yabancıların eline bırakırsanız, onlar da  bir inanç meselesi olan davayı kendi bildikleri gibi çözerler. Leyla Şahin davasını da bizim için değil, kendileri için çözdüler. Hakimler de  kendi kültürel kodlarının, bağlı oldukları dünya görüşlerinin ve içinden geldikleri tarihi şartların belli oranda etkisi altında kalır, ideolojik sorunlara objektif ve hukuki olmaktan çok mensup oldukları kültür ve medeniyet kriterleri açısından yaklaşırlar.

AB ANAYASASINI İMZALAMAK DA HAK ARAMA KONSEPTİNİZE UYUYOR MU?

Başbakan ve Dışişleri Bakanı gidip AB Anayasası ile ilgili “nihai belge”ye imza attılar. Neyi imzaladıklarını biliyorlar mı acaba emin değiliz. Çünkü, kamuoyu AB ile ilgili bütün önemli gelişmelerde eksik, yanlış, çarpık, günübirlik ve tek yönlü bir bilgi bombardımanının ağır baskısı altında tutuluyor. Altına imza atılan bu anayasa, Türkiye için ne anlam ifade ediyor, Türkiye’yi ne kadar bağlıyor? Üye ülkelerde nasıl bir yapıyı öngörüyor? Bunları bilen düşünen yok. Ülke insanı istikametini kaybetmiş bir halde karşılaştığı problemleri  AB ile aşmaya çalışıyor. Bu belgeyi imzalamak basit bir formalite değildir. Türkiye’yi çok  ciddi yükümlülükler altına sokmaktadır.  İmza AB hukukuna uyum zorunluluğu getirmektedir. Çünkü, laik  AB Anayasası  üye ülkelerin hukuklarından üstün bir metindir. Üye ülkeler AB hukukunun bağlayıcı yasalarını uygulamak için, milli hukuklarında gerekli düzeltmeleri yapmak mecburiyetinde. AB hukukuna uyum, sosyal ve kültürel politikalarda, vatandaşlık hukukunda ciddi değişimleri kabul ve içimize sindirmemizi gerektirecektir. AB Anayasası ile ilgili anlaşmanın sunuş bölümündeki ifadeden de anlaşılacağı üzere söz konusu Anayasa, Avrupa’nın “kültürel, dini ve insanı mirasından ilham alınarak hazırlanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla birliğin insani, hukuki  tarafı yanında, bir de dini ve kültürel  tarafı  vardır. Onlarla aynı değerleri paylaşan, o değerlere saygı duyan, dahası destekleme yükümlülüğüne giren bir konuma girmiş oluyor Türkiye.

DEĞER FARKLILAŞMASI VE HUKUK

Allah’a kulluk edenlerle, etmek istemeyenler arasındaki bir mücadeledir bu. Haramları helal yapan bir zihniyetin ürünü olan ve adil olmayan kurumların önünde özgürlük arayışına girmenin anlamı yoktur. Müslümanların  dünya görüşleri  ve  arzuladıkları hayat nizamı ile Avrupa'nın medeniyet  anlayışı ve hayat tarzı  arasında derin uçurumlar vardır. Değer farklılaşmasından dolayı babası Hz.İbrahim ile çatışmadı mı? Ya burayı terk et, ya da seni taşa tutarız demedi mi? Şimdi  Müslümanlara ne oldu da, hangi değerleri AB ile uyuştu ki Batının kucağına koşarak gidiyorlar. İşin fikri, kültürel ve medeniyet boyutunu göz ardı edemezsiniz. Türkiye’de bir değer değişimini gerçekleştirmek için her türlü yolu deneyenlerin asıl niyetlerini göremeyip olaya sadece hukuki açıdan bakmak doğru bir bakış açısı değildir. Avrupa’nın İslam dünyası karşısındaki durumunu bir tarihi derinlik perspektifi içinde ele alıp, ekonomik, siyasi ve kültürel boyutlarıyla değerlendirmek gerekir. Meseleyi basit bir dava perspektifinden çıkarıp, kültür ve değerler sadedinde ele almak gerekiyor.

Verheugen; “Zinayı suç saymak çağ dışıdır..... Zinayı suç sayan ülkeyi kabul etmemiz mümkün değildir. Hükümet AB’yi istiyorsa, AB değerlerini benimsemelidir diyor. Öte yandan Rabbimiz de zinayı suç sayıyor. Ne olacak şimdi?  Avrupa’nın zina tartışmalarında gösterdiği tavır ortada dururken hangi hukuka göre yargılanacaksınız? Kimin hukukuna tabi olacaksınız. Financial Times gazetesinde Daniel Dorbey, “Avrupa değerlerinin yanında ‘aile değerleri’ ikinci planda kalır.” diyor.   Adamlar “Avrupa değerleri tartışılmaz” deyip kestirip atarken, siz bu adamların kurduğu heyetlerin önünde İslam’ın değerlerini tartıştırıp Müslüman’ı mahkum ettireceksiniz öyle mi? Hem de İslam’ı yaşamayan, İslami terminolojiyi bilmeyen, İslami hassasiyetleri anlamayan, bu konuda hiçbir bilgi ve tecrübeye sahip olmayan ve dahası Batı’nın son yıllarda dozu giderek artan  İslam karşıtlığı ve İslam aleyhindeki önyargılarına rağmen.

Başörtüsü gibi İslam’i bir vecibenin, seküler  normlar üzerine kurulan bir Avrupa mahkemesi tarafından yargılamaya tâbi tutuluyor olması daha başından sorunlu bir mesele olarak görülmeliydi. Müslümanlar  , temel dini  vecibenin yerine getirilmesi konusunda AİHM veya benzeri herhangi bir mahkemeyi karar mercii kabul edip, medet ummaya kalkışmamalıydı.

Mahkemenin verdiği karar Türkiye’nin özel şartlarına göre verilmiş olup, hukuki açıdan da lime lime dökülmektedir. Alınan karar bir garabettir, hukuk adına bir faciadır. Kararı hukuk felsefesi, hukuk mantığı ve tekniği açısından değerlendiren, tutarsızlığını dile getiren çeşitli demeçler verildi, makaleler yazıldı. Mahkeme zorlama yorumlarla bizzat kendi içtihatları ile çelişkiye düştüğü gibi, komik duruma da düşmüştür. Daha önceki bir kararında, “dinsel farklar yüzünden guruplar arasında gerilim çıkabilir diye din özgürlüğü kısıtlanamaz” diyen, “çok uzak ihtimallere bakarak özgürlüğün kısıtlanamayacağını” söyleyen AİHM, bu defa konu Türkiye olunca “İslam fobisi” ile hareket ederek kendi içtihatlarını çiğnemiştir. Yine, daha önce üç partinin kapatma davasında Türkiye aleyhine karar veren AİHM, RP davasında Türkiye devleti lehine karar vermiştir. RP’yi haksız bulan kararı  incelendiğinde, daha önceki davalarla ilgili geliştirdiği söylem ve gerekçelerle  çelişkili olduğu görülecektir.   Dava siyasi bir dava olmasına rağmen,  sadece aleyhte karar vermekle yetinmemiş, kapatma gerekçesinde hiç hakkı ve yetkisi olmadığı halde açıkça İslam dinini yargılamıştır. İslam dini  hakkında ahkam kesmiş, “şeriat” ve “cihad” gibi temel dini kavramları bir tehdit ve tehlike olarak tanımlamıştır. AİHM’in kendini din üzerinde tasarrufta bulunabilen bir kuruluş gibi gören bu tavrına ve  başörtüsünü yargılarken yine İslâm'ı yargılamaya kalkmasına rağmen,  hala başörtüsü için oraya başvurulmasının doğru olduğunu savunmak anlaşılır gibi değildir.

Kararda deniyor ki, “Laik okulda okumayı kabul eden bir öğrenci o kurallarla okumayı kabul eder.” Fakat, Avrupa’da laik okullar olduğu gibi kiliseye bağlı okullar da var. Yani tercih hakkı var. Oysa Türkiye’de böyle bir seçme şansı yok. Çünkü, Türkiye’de laik olmayan okul yok. Siz  başörtülünün gidebileceği laik olmayan okul açtınız da vatandaş mı gitmedi. AİHM ya Türkiye’deki okulların yapısını yeterince bilmiyor, ya da işine gelmediği için bilmek istemiyor. Türkiye’deki gerçekleri görmediği gibi, sosyal ve siyasi yapıyı  araştırma zahmetine de katlanmıyor. Halbuki Loizidu davasında AİHM, Türkiye’yi mahkum eden kararı hazırlamak için Kıbrıs’a hakimler göndermiş ve yerinde keşif yaptırmıştı. 

Şu çelişkiye bakınız. Leyla Şahin bir AB üyesi olan  Avusturya’da eğitimini geri kalan kısmını başörtülü olarak bitiriyor. Ayrıca, hiçbir AB ülkesinin üniversitesinde türban yasağı yok. Ama konu Türkiye olunca hemen İslam Fobisi devreye giriyor ve çifte standart başlıyor. Kararı eleştiren Prof. Dr. Mustafa Erdoğan  şunları yazıyordu: “Avrupa’da hakimler var mı? sorusuna artık şöyle cevap vermenin doğru olduğu sonucuna vardım: Belki evet.. ama, Müslümanlar için değil!

İSLAM’A KARŞI ÇİFTE STANDART

İslami kesim ile alakalı davaları yıllarca bekletmelerine karşın, Apo’nun başvurusunu  hemen işleme koymuş, yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Gaziantep ve Maraş’a dokümantasyon merkezi kurmayı planlayan AB, İstanbul’un göbeğindeki "ikna odaları"nı ise görmezden gelmişti.  Eşber Yağmurdereli için seferber olmalarına karşılık, Nurettin Şirin’e kesilen insafsız ceza ilgisini bile çekmemişti. Kokoreçe standart koyan, Kelaynak kuşları ile ilgili hak ihlallerini dile getiren AB, İlahiyat Fakültelerindeki başörtüsü yasağına ilişkin hak ihlalinde ise susmayı tercih etmişti. AİHM, motosiklet kullanan bir Sih’in türbanından dolayı kask takmamasını, Yahudi’nin Cumartesi günü çalışmamasını dini vecibe olarak kabul etmiş ,  Yahova şahitlerine inancı gereği olduğu için, askerlikten muaf olma hakkı tanımış ama Türkiye’de  YAŞ kararları ile  mağdur edilenler lehine tek bir karar  vermemiştir.

Haçlı seferlerinden beri “Din”, Batı politikalarında  hep önemli bir yer almıştır. Batı, Türkiye'de,  İslam-müesses nizam çatışmasında tercihini her zaman kurulu düzen lehine kullanmıştır. Başörtüsü meselesi AİHM'nin önüne  bir rahibenin dinî problemi olarak gelseydi, şüphesiz karar daha farklı çıkar, onun başörtüsü laik düzen için tehlikeli görülmezdi herhalde.

Batıdaki siyasi ve hukuki mekanizmaların,  özellikle 11 Eylül sonrasında, İslam’a ve Müslümanlara karşı  özel davranış biçimleri sergilemeye başladıklarını biliyoruz. Yeri gelince düşünce ve ifade özgürlüğü şampiyonu kesilen AB, düşüncenin ifade edilmesinin suç sayıldığı Türkiye gibi ülkelerdeki tartışmalara yaklaşım tarzı etnik ve azınlık vurgularından öteye geçmemektedir.  Gay ve lezbiyenlerin isteklerini devletçe korunması gereken bir hak olarak görmesine karşın, Müslümanların hak ve özgürlüklerine duyarsız kaldığı gibi, dini vecibelerini yerine getirme isteklerini, laiklik ve toplumun diğer kesimleri için tehlikeli görmektedir. Zihinsel olarak Müslümanlığı kendi modernist sekuler anlayışının karşısında bir engel olarak gören Avrupa, Müslümanları da tarih boyunca karşı olduğu bir dinin, bir ideolojinin müntesibi olarak görmüştür. Batı, şuuraltında tortulaşmış İslam korkusu nedeniyle, şimdiye kadar objektif olmayı bir türlü başaramamıştır.

KÜLTÜREL VE SOSYOLOJİK MESELELERE AVRUPA’DA ÇARE ARAMAK

Bütün bunları görmeyip, diğer AB sevdalıları gibi Allah’ın adaletinden çok Avrupa’nın adaletine güvenmek anlaşılır gibi değil. AB’ye karşı olduğunu söyleyen bir kişi onun mahkemesine nasıl tabi olabiliyor. O mahkeme AB değerlerini uygulayan, ona göre karar veren bir merci değil mi? Yazdıkları gerekçelerde inancımıza ne kadar düşman olduklarını da mı görmüyorsunuz. Allah’ın emirlerini, İslam’ın değerlerini “İslam cahili” bir takım adamlara tartıştırıyorsunuz. Hukukçuluğunuz varsın yine sizin olsun ama bazı şeyler vardır ki güçlü, adil ve onurlu olmayı gerektirir ve kendi toprağında tek başına halledilir.

Problemin çözümünü başkalarına havale ettiğiniz zaman, mesele sizin olmaktan çıkar. Kendi güç ve emeğinizle halletmek yerine AB ve AİHM’e havale ettiğiniz meseleler, varoluşumuz ve duruşumuzla ilgili konulardır. Temel değerlerimiz ile ilgili konuları bu iki yüzlü, çifte standartçı mahkemeye teslim edemezsiniz. Orada dava açmakla ne kadar riskli bir adım attığınızın farkında mısınız acaba? Bu ülkede bir Müslüman olarak, problem çözme kabiliyetinizi tamamen kaybettiniz mi ki, Batıya ve onun bir kurumu olan AİHM’e İslam’ın değerlerini tartıştırıyorsunuz ve ona, “Ben sizin hakemliğinize güveniyorum. Siz doğru karar verirsiniz. Siz bizimkilerden daha büyük bir mahkemesiniz” diyorsunuz.

AB kapısında “adalet” arayan bir Müslüman, aslında sahip olduğu inanç ve medeniyetin hakkını veremediğini  zımnen kabul ediyor demektir. AB sürecinde, her şey Türkiye’nin istediği gibi gerçekleşse bile, bir Müslüman’ın tek derdi demokratikleşme ve insan hakları mıdır? Birileri 100 bin sayfayı aşkın AB müktesebatını bünyemize uydurmaya çalışırken, ruhumuzu, hayatımızı bütünüyle kaplaması gereken  İslami müktesebatın bizden istediği davranış modellerini kimse gündeme getirmiyor. Getirmeye cüret edenler ise bırakın "öteki mahalleler”den kovalanmayı, "bizim mahalle"de bile bir ayıp işleniyormuş gibi değerlendirilip, üzerine kara kalemle çizgi çekiliyor. İşte, AB macerasının en can sıkıcı yanı da bu zaten.

BU KARAR HANGİ SONUÇLARI DOĞURMUŞTUR

·         Türkiye tipi laikliğin varlığı tescil edilmiştir.

·         Devletin din alanına yönelik menfi müdahalelerinin önünü açıcı bir içtihad olmuştur.

·         Ceberrut devlet anlayışı karşısındaki özgürlük mücadelesinde bir cephe kaybedilmiştir.

·   Başörtülülülerin üniversitede “diğerleri” için bir tehdit algılaması yarattığı iddiası daha sonra “diğerleri”nin var olduğu tüm kamusal alanlara yaygınlaştırılacaktır.

·         Başörtüsü uluslararası düzeyde siyasallaştırılmıştır.

·         Resmi ideoloji dinin üstünde bir konumda tutulmuştur.

·         Dini bir vecibenin yerine getirilmesi iptal edilmiştir.

·         Politik irade ve bürokrasinin dini vecibeler konusunda karar verebileceği hususu kabul edilmiştir.

·         Kişisel bir tercih olan kılık kıyafetin serbetçe seçimi engellenmiştir.

·         Eğitim hakkı iptal edilmiştir.

·         “Başörtülü” ve “Başı açık” kadın arasında başörtülülüler aleyhine ayırımcılık yapılabileceği kabul edilmiştir.

İslam’ın neşvünema bulmasını istemeyen, onu daima kontrol  altında tutmak isteyen Batı’nın bir mahkemesini,  umut kapısı olarak görüp, oradan olumlu bir sonuç çıkacağını zan edenler, alınan sonucun olumsuz etkilerinden de sorumludurlar. Kendi aleyhine düşmanlarına bir takım fırsatlar vermenin aklı başında bir toplum için kabul edilebilir bir tarafı yoktur. “Size bir iyilik gelse, bu onları üzer, bir musibet gelirse ona da sevinirler. Eğer sabreder, sakınırsanız onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmaktadır.” (Ali-İmran, 120)

1 Ağustos 2004 Pazar

İNSANCA YAŞAMA, KİŞİNİN İNANDIKLARINI ÖZGÜRCE YAŞAYABİLMESİ İLE MÜMKÜNDÜR.

 (Umran Dergisi) 

 

BAŞI EĞİK, ONURU ZEDELENMİŞ BİR İSLAM ALEMİ

Savaşın, terörün, umutsuzluğun, işkence ve  tecavüzün yaşandığı koskoca İslam coğrafyası kan ve göz yaşı içinde. Müslümanların yurtları vahşi haçlı Siyonistleri tarafından işgal edilmiş.  Asırlardan beri besledikleri kin ve nefreti, Müslüman  halklar üzerinde, hayasızca ve vahşice uyguluyorlar. Yüzyıllar önce yapmış oldukları katliamlara, kaldıkları yerden aynen devam ediyorlar. Her yerde feryat, her yerde kan, her yerde yıkım ve  çaresizlik var. Başı eğik, onuru zedelenmiş, ezilmiş, yenilmiş bir ümmet için için ağlıyor. Evlatlarını,  yuvalarını kaybeden Filistinli anaların ağıtları, ağlayan çocukların hıçkırıkları insan olanın, Müslüman olanın içini parçalıyor.

Evangelist Hıristiyan ve Siyonist Yahudi ittifakından İslam’a ve İslam dünyasına yönelmiş planlı bir saldırı söz konusudur. Bush ve Şaron gibi iki terörist, günahsız halkı perişan etmiştir. Ne hukuk dinliyorlar, ne ahlak, ne vicdan. Birer toplama kampına çevirdikleri mülteci kamplarını duvar ve tel örgülerle çevirdikten sonra, tankları ve toplarıyla  katliam yapıyorlar. Ambulansları vuruyor, evleri havaya uçuruyor, narenciye ağaçlarını kesiyor, seraları buldozerlerle tarumar ediyorlar. Öldüre öldüre bitiremedikleri insanları bu defa açlık ve susuzluğa mahkum ederek yok etmek istiyorlar. Nerede akan bir gözyaşı varsa, nerede katledilen bir Müslüman varsa , mutlaka arkasından “zulmün efendiliğine” soyunan ABD ve çocuk katili İsrail çıkıyor. Bu katiller çetesi,  paralı askerlerine yaptırdıkları işkence ve tecavüzlere  karşı direnen insanları bir de “İslamcı terörist” diye suçluyor, “din”i şiddet kaynağı olarak gösteriyorlar.

O işkence fotoğraflarını kendi orduları çekti ve kendileri bilerek yayınladı. Bunu iki şey için yaptılar: Birinci amaçları,  bölge halkının ve İslam toplumlarının, intikam duygularını kışkırtarak,  daha yaygın mukabil saldırılar için bir tahrik unsuru olsun diye yaptılar. İkinci amaçları,  İslamiyet’i ve Müslümanları aşağılamak, onurlarını ve dirençlerini kırmaktı. Yöntem hem amaçlı, hem de sistematikti. Bu kirli kültür, aynı şerefsizlikleri dünyanın gözü önünde Bosna’da da yaptı. Şimdi de Irak’ta yapıyor. “Ortadoğu’daki diktatörlükleri yıkmak,  demokrasi, özgürlük ve insan hakları getirmek” demagojisiyle bölgeyi yakıp yıkanlar, ne kadar ahlaksız ve gaddar olduklarını ispat etmiş oldular.

Acaba güçlü bir Müslüman devlet olsaydı ve aynı şeyi Amerikalıya-Avrupalıya yapsaydı;  kadınlarını kirletseydi, erkeklerini birbiriyle ilişkiye zorlasaydı, boyunlarına tasma takarak onlara köpek muamelesi yapsaydı, dünyanın davranışı nasıl olurdu?  Vicdan sahibi bir insanın hayvanlara bile reva görmeyeceği  işkence ve  tecavüzlerin yüzde biri, başka bir ülke tarafından ABD ve İngiliz vatandaşlarına yapılsaydı, dünyayı yerinden oynatırlardı.

Coğrafyamızda onursuzluk tepeden başlamaktadır maalesef.  11 Eylül’den sonra İslam dünyasında insan avına çıkan ABD,  insanları toplayıp Guantanamo üssüne tıkarken, bu insanları kendi  yöneticileri Amerikalılara bizzat kendi elleriyle teslim ettiler. “Sen kimsin?” demediler. “Bunları ne hakla topluyorsun?” demediler. “Bunların bir suçu varsa ben yargılarım” deyemediler. Büyük şeytan emretti, onlar da teslim ettiler.  Emperyalistlerin kölesi,  bölgenin despot yöneticileri,  beyinlerini sattıkları gibi, kendilerinden sorulacak insanları da satıyorlar.

İsrail askeri, Filistinli direnişçinin üstüne işiyor. Amerika ve İngiliz askeri Iraklı direnişçinin üstüne işiyor. Üstüne işenen bir ümmetin mensubu olmak nasıl bir duygu acaba? Sadece, bir Müslüman kadının hicabı üzerinden alındı diye, Beni Kaynuka’ya savaş ilan eden bir Peygamberin ümmeti değil miyiz biz?  Hz.Peygamber, “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan benden değildir” diyor. Yine  Resulü Ekrem; “Yardım edin ey Müslümanlar’ diye feryat eden bir kardeşinin çağrısını işitip de onun yardımına koşmayan Müslüman değildir” buyuruyor.

Müslüman olan herkes, İslam dünyasındaki işgal, katliam ve tecavüzler karşısında ayağa kalkmalıdır. Müslüman olan hiçbir kimse, bu dayanılmaz zulüm ve katliamlara, cani işgalcilerin iğrenç tecavüzleri karşısında “Bizi öldürün” diye feryat eden mü’minelerin feryatlarına, kahpece tecavüz ve aşağılamalara sessiz ve tepkisiz kalamaz. Bu aşağılık yaratıkların yaptıklarını görmezlikten gelenler de en az yapanlar kadar suçludur. Oradaki Müslüman’a yapılan muamele hepimize yapılmıştır. Müslüman’ın şeref ve haysiyeti ile oynuyorlar. Mazlum halk orada acının, işkencenin ve utancın  her türlüsünü yaşarken,  şerefsizlerin pis nefesini koklarken, İslam dünyasının sesi çıkmıyor. Beyinler sarsılmıyor. Müslümanların çoğunun aklı işinde, aşında, parasında, arabasında. Sanki üzerine ölü toprağı serpilmiş.

 

ÜLKEMİZE GELİNCE


Türkiye’de de insanımızın büyük bir kısmı açlık ve yoksulluk içinde yaşıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik had safhada. Bir avuç rantiye dışında durumundan memnun olan yok. Potansiyel olarak zengin olan ülkemizde,  işçi mutsuz, çiftçi bitmiş, işsizler ordusu her geçen gün artıyor, esnaf ve tüccarın yüzü gülmüyor. İnsanlar yine çöp bidonlarından yiyecek topluyor.

 

Dünyanın en borçlu beş ülkesinden biriyiz. Dünyada en yüksek faizle borçlanan  ülkeyiz. Elde edilen kaynaklar  biriken borçların faizlerine  gitmekte, borç yükü her geçen gün  artmaktadır. Yatırım yapamayan, istihdam oluşturamayan ülke ekonomisini, önümüzdeki aylarda  daha da zor günler beklemektedir.  İç ve dış borçların ağır yükü altında ezilen, sürekli dış kaynak arayan Türkiye, siyasi ve ekonomik dış baskılara maruz kalmakta, giderek başka ülkelerin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiren bir ülke haline dönüşmektedir. 

Diğer taraftan, içeride milletin değerlerine tepeden bakan oligarşik bir azınlık, millet ile çekişmekte, milletin egemenlik alanını daraltmaktadır. Toplumun talepleri ile statükocuların beklentileri arasındaki  uyumsuzluk, Türkiye’yi  çile dolu insanların yaşadığı bir ülke haline getirmiştir. Fikren kararmış kafalar tarafından  adeta güdülüyoruz. Irak’ta yaşananları gördükçe midemiz bulanıyor, ülkemizde yaşananları gördükçe kalbimiz daralıyor. Orda elin yabancısı  Iraklının onurunu kırıyor. Burada  bizim insanımız kendi vatandaşına zulüm ediyor.

28 Şubatı hatırlayın. O günlerde şeriat, irtica yaygaraları ile ortalığı tozu dumana katanlar, kendi evlatlarına az mı zulüm yaptı.  O süreçte, bu vatanın evlatlarının gözyaşları üzerinde kendilerine iktidar ve servet ürettiler. Bugünkü yoksulluğun, işsizliğin, ahlaksızlığın, soygun ve vurgun düzeninin sahipleri, o süreçte hortumcuların danışmanı oldular. Toplumun inanç,  kültür ve kimliğini yıkmak için her şeyi yapan bu zümre,  fuhuş, kumar ve ahlaksızlığı bir tehdit olarak görmedi. Çıplaklık alabildiğine teşvik edilirken, örtünmenin önüne her türlü engel çıkarıldı.

Bu ülkede de insanlara dışkı yedirildi. Köy meydanlarında insanlar çoluk çocuklarının gözü önünde çırılçıplak gezdirilerek aşağılandı. Mamak, Metris, Diyarbakır işkence hanelerinde bin bir işkence ve tecavüz olayına maruz kalan onca insanın çektikleri Irak’taki gibi fotoğraflara yansımadığı için unutuldu gitti.

Koydukları yasaklarla ülkeyi  nefes alamaz hale getirdiler. Müslümanları kuş diliyle  konuşmaya mecbur ettiler. Sonra da “takiyeci” diye  suçladılar. Ama gerçek  takiyeci kendileridir. Sorarız kendilerine; Niçin mertçe çıkıp, “Biz Müslümanları toplum hayatının dışına atmak istiyoruz, biz açıkça İslam’a karşıyız” demiyorlar. Durmadan karınlarından konuşuyor, bu milletin  verdiği imkanları milletin  aleyhinde kullanıyorlar. Milletten beslendikleri halde millete karşı duruşlarının bir mantığı var mıdır?. Onlar kadar bu ülkede yaşayan herkes de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.  Benim çocuğumun geleceğini  belirleme hakkını nereden alıyorlar.  Bilmelidirler ki, ben ve çocuğum onlardan daha fazla ülkesine ve insanına sahip çıkarız. Vatanseverlikte ise  ben ve çocuğumun yanında  solda sıfır kalırlar. Bir takım tabuların   arkasına sığınmadan, lafı eveleyip gevelemeden, bu millete mertçe ve dürüstçe cevap versinler: “Dindar insanları seviyorlar mı, sevmiyorlar mı?” “ Okuldan dinini, imanını, ecdadını, ahlakını öğrenip mezun olacak çocuklara  karşı mıdırlar?”

Ülkenin güvenliğini ilgilendiren Irak, Kıbrıs gibi hassas konularda fikir beyan etmeyip, topu Meclise atanların,  öğrenimdeki bir adaletsizliği gidermeye yönelik küçük bir yasal düzenlemede  hemen hassasiyetleri artıyor.   Irak’ta başına çuval geçirilerek tekmelenen 11 Türk subayı ve astsubayı için konuşmayanlar, YÖK ve İmam-Hatip konusunda maşallah bülbül kesiliyorlar. Türkiye’deki şu çarpıklığa hele bir bakın; Bu ülkede  yurt savunmasıyla ilgili bir kurum olduğu gibi, bir de din işleri ile ilgili kurum var. İkisi de Başbakanlığa bağlı. Ama gel gör ki, hükümet herhangi bir yanlış yaptığı zaman, Diyanet, hükümeti uyarma yoluna gidemez. Böyle bir şeye tevessül ettiği takdirde, “siyaset yaptın” diye cezalandırılır, yer yerinden oynar. Ama tankıyla, topuyla, uçağıyla uğraşması gerekenler, din eğitimi konusunda hükümetlere ültimatom verme hakkını kendilerinde görüyorlar. Medya üzerinden bildiri okuyarak geri adım attırmak gibi  hukuki teamüllere uymayan, şık  olmayan metotlara başvuruyorlar. Mecliste görüşülen bir kanun tasarısı hakkında millet iradesini ambargo altına alacak şekilde tehditkar ifadelerle basın açıklaması yapmak,  Anayasaya göre suçtur. Hem kendileri geriyor, hem de suçluyorlar. Sanki onlardan başka herkes gaflet içinde. Sanki bu vatanın onlardan başka seveni ve sahibi yok da onlar  konuşmak mecburiyetinde kalıyorlar.

Bu ülkede çocuklarına laik eğitim yanında dini eğitim aldırmak isteyenler de vardır. Laik sistem halkın dini eğitim ihtiyaçlarını görmezden gelemez, bu talepleri yok sayamaz. Bu meseleye çözüm üretmeden, halkın ürettiği çözümlerin önüne engeller koyarak sorunu çözmek mümkün değildir. İmam-Hatip okulunu kapatacaksın. Kur’an Kursunu kapatacaksın, sürücü kurslarında öğretilmesi gereken trafik kurallarını Cuma hutbelerinin konusu yapacaksın; o zaman bu halkın çocukları dinini nerede öğrenecek? Din eğitimini kim verecek bu ülkede? Din eğitimini engelleyerek genç nesillerin istikbalini karartanlar nasıl bir Türkiye hayal ediyorlar acaba?”

GENÇLİĞİN HALİNE   BİR BAKINIZ !

Sistemin, ruhuna tecavüz ettiği genç kuşak, derin bir yozlaşma ve çürüme yaşıyor. Bir insan öğütme makinesi gibi çalışan mevcut eğitim sistemi, millet evladının beynini yiyen bir canavar gibi.  Mevcut eğitim sistemiyle gençlik diri diri toprağa gömülmekte. Uyuşturucu kullanma yaşı 13 yaşına kadar inmiş. İslam dışı bir hayata özendirilen gençlerde misyon ve ideal yok artık. Pasif, sönük,  hayattaki sıkıntılara karşı yılgın bir gençlik. Okumuyor, sadece seyrediyor. İncelemiyor, irdelemiyor, sadece uyguluyor.

Koyu bir cehalet ve köksüzlük anaforunda yuvarlanan gençlik, bu ülkede neye inanıp, neye inanmayacağını bilemez hale gelmiştir. Ne milli dava kalmış, ne dini dava. Gençliğin %75’i artık Türkiye’de yaşamak istemiyor. Kıbrıslılar nasıl topraklarını terk edip İngiltere’ye, şuraya buraya gittilerse, anavatanın gençlerini de aynı akıbet ile karşı karşıya bıraktılar.

Ülkedeki adaletsizlikleri, halkının belini büken yoksulluğu çözme konusunda hiçbir umut ve proje üretmeyen, kılını kıpırdatmayan gençlik, “popstar” yarışmalarında nasıl gözyaşları döküyor, görüyorsunuz. Televizyonlarda gösterilen dejenere programlar ne haya bıraktı, ne mahremiyet. Medya üzerinden uygulanan, “kimliksizleştirme” projeleri karşısında, gençler savunmasız ve donanımsız durumdadır. Güdüleriyle hareket ediyor, hayata sadece istekleri doğrultusunda bakıyorlar. Düşünmüyor, sadece günü yaşıyorlar. Körü körüne yaşayan,  üretmekten ziyade tüketen bir gençlik. Dinini bilmeyen,  Allah korkusundan uzak, İslami terbiyeden yoksun bir gençlik. İrtica geliyor diye kandırdıkları gençleri çığ gibi büyüyen alkol, uyuşturucu ve suç bataklığına karşı nasıl korumayı düşünüyorlar? Gençlerimiz  hangi birikimiyle bilgi çağını yakalayacak?

Üniversiteler bilim adına yerlerde sürünürken, bir İmam-Hatip meselesinde koca koca cüppeli adamlar çocuklar gibi sokaklarda “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” diye avaz avaz bağırmaktadırlar. Ama başka bir gurup çıkıp, “Türkiye Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır” diye haykırdığında rejim elden gitmekte, irtica hortlamaktadır. Bu cüppeli takımı Meclise baskın yapar gibi girip CHP’nin kürsüsünden kanun çıksa da tanımayacaklarını, çiğneyip geçeceklerini açıkça beyan etmişlerdir. Peki, bir İmam-Hatip Müdürü veya bir diyanet görevlisi imam cüppesini giyerek AKP’nin ambleminin bulunduğu gurup kürsüsüne çıkıp, istemediği bir kanun çıkarsa tanımayacağını, kanunu çiğneyeceğini söylerse ortalık ne olur bir düşünün hele. Ama görüldüğü üzere statükocular yaparsa hiçbir şey olmuyor. Barolar Başkanı, “İmam-Hatipli Başbakanı içine sindiremediğini” söylüyor, hiçbir şey olmuyor. Başbakan Yardımcısı medyanın önünde “Cumhuriyet savcılarını göreve çağırıyorum” demesine rağmen kimse kılını kıpırdatmadı. Ama bir gazete, hakaret dahi içermeyen bir ifade nedeniyle jet bir kararla bir trilyon gibi dünyada emsali görülmemiş bir cezaya çarptırıldı.  Hukukun, adaletin böylesine istismar edildiği bir ülkede ne barış kalır, ne de güven.

Cumhurbaşkanının 18 sayfalık veto gerekçesinde tam 52 kere laiklik kelimesi geçmektedir. Gerekçede laiklik  şöyle tarif edilmektedir: “Laiklik, sosyal yaşamın, eğitimin, aile, ekonomi ve hukuk alanlarının din kurallarından arındırılarak zamanın gereklerine göre saptanmasıdır” diyor. Ne kaldı geriye?  Dokunulmadık bir “aile” kalmıştı. Şimdi onun da dinden arındırılmasını istiyorlar. Devamında da, “Dinin toplumsal hayatı etkilemesine izin verilemez” buyuruyorlar. Kısacası  dinden tamamen arındırılmış bir toplum tarif ediyorlar. Bu din nerede ve nasıl yaşanacak?  Dini oyuncak edip vicdanlara hapsetmek istiyorlar. Bunun adı da laiklik(!) olmuş oluyor. Laikliği dinin alternatifi gibi ortaya koyan bu anlayış, bir nevi “karşı din” oluşturarak, dinin karşısına yeni bir inanç sistemi koymaktadır. Milletin kutsalları karşısına başka kutsallar koyan bir anlayış, bir de arkasına devlet gücünü aldı mı,  sistem o zaman demokratik mi olur, yoksa bir diktatörlüğe mi dönüşür,  bir düşünün bakalım.

Her şey değişiyor, herkes kendine  çeki düzen veriyor ama bir kesim maalesef nasıl geldiyse öyle gitmeye devam ediyor. Türkiye’nin önemli noktalarında yer alan bu kesim, kesinlikle kendisinden başkasını kabul etmiyor. Hep kendisini doğru, hep kendisini haklı görüyor. Kendisinden olmayanı çirkin metotlarla korkutmaya çalışıyor. Milletin değerlerine karşı sergiledikleri reflekslerin arkasında egemenlik sorunu yatıyor. Görünmez iktidarlarının elden gideceğini düşündükçe azgınlaşıyorlar. Bunların doğruyu aramak gibi bir çabaları yok. Onların tabuları var. Ve tabularından ayetler okuyarak savaş çığlıkları atıyorlar. Birkaç yüz İmam-Hatipli üniversiteye girmesin diye sokaklara dökülüp “ordu göreve” pankartlar açıyorlar. Bu ülkenin insanları, o kadar mı tehlikeli ki “bizim ordumuzu” kendi öz halkına karşı kışkırtıyorlar.

Milletin taleplerini bir tehdit gibi algılamanın sonu yoktur. Bu ayırımcı politikalarla, Türkiye büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirilmektedir. Türkiye’nin olağanüstü bir durumunda ülke insanının sırt sırta vermesi gerekirken, bugünkü Müslümanlara reva görülen uygulamalardan dolayı belki birbirimizin yüzüne bakamayacağız, aynı saflarda olamayacağız. Hayali irtica iddiaları ile ülke yönetimine müdahale etmeye kalkışanlar şunu bilsinler ki, bu saplantılarını terk etmedikleri takdirde, Türkiye’ye verdikleri zarar telafi edilmeyecek boyutlarda olacak ve bu tarihi vebalin altından kalkamayacak, yarın tarih ve millet huzurunda suçlu duruma düşeceklerdir. Bu çağdışı dayatmalarla bir yere varmak mümkün değildir. Millet bedel ödeyerek hak ettiği özgürlüğe mutlaka kavuşacaktır. Akıntıya karşı kürek çekerek tarihin akışını değiştiremezsiniz.

Burası Türkiye, Müslüman Türkiye. Ve bizler ne sığınmacı, ne de bu vatanda yaşayan azınlık bir topluluğuz. Öz be öz bu vatanın evladıyız. Devlet, millete tahakküm için değil, hizmet  için vardır. Vatandaş atanmış bürokrasinin kapıkulları değildir. Türkiye’de kimsenin  Cumhuriyetle hesaplaşmak diye bir derdi yoktur. Ama bir kesim ısrarla bu niyette kimselerin  olduğunu vehmetmekte, vehimlerinden de durmadan korku üretmektedirler. Düşüncelerindeki sığlık ve ufuksuzluk tamamen kendi eserleridir.

Bu ülkenin dini ve kültürel değerlerine düşmanlık yapmayı bırakın.  Birazcık insanınızı ve ülkenizin gerçeklerini tanıyınız. Körü körüne içinizde oluşturduğunuz tabuların peşinde koşmanın ve milletin nefretini kazanmanın mantığı yoktur. Rejimin hassasiyetleri adına milyonlarca genci mağdur etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Kimse sizden laiklikten vazgeçmenizi istemiyor. Ama, laiklik adı altında gasp edilmiş haklarını geri istiyor.

Milletimiz dünya tarihine destan yazmış bir millettir. Bu milleti ayakta tutan, Arjantin’e, Nijerya’ya çevirmeyen, birbirine sıkı sıkı bağlayan şey örfü ve inancıdır. Bunu hesaba katmayıp milletle kavga etmeye devam edenler bu düşmanlıklarından vazgeçmelidirler. Bu millet fakirlik, yoksulluk içinde yaşayabilir ama özgür olmadan asla yaşayamaz.

AK PARTİ POLİTİKALARI

Mevcut iktidar da ciddi bir imtihandan geçiyor. Eğer antidemokratik baskılara boyun eğerek geri adım atmaya devam ederlerse, Türkiye’yi millet iradesine göre yönetmeleri imkansız hale gelecektir. Gerilim yaratılmasın diye, baskılar karşısında eğilmenin bir sonuç getirmediğini  önceki tecrübelerden biliyoruz. Esas gerilim yaratanlar bu ülkenin binlerce çocuğunun yıllardan beri kullandığı  hakları gasp edenlerdir. Okul önlerini gözyaşı sığınağına boğanlardır. Kamu görevlilerinin ekmeğiyle oynayanlardır. Binlerce ailede drama sebep olanlardır. Dindar insanları düşman gibi görenlerdir.

Bunların sorunu başörtüsü veya İmam-Hatip meselesi değil, sorunları “İslam” iledir. Buna saygı duyulmuyor, buna saldırılıyor. İnançlarınızdan ne kadar uzaklaştığınızı ve onların karşısında ne kadar küçülebildiğinizi test ediyorlar. Başınızı da açsanız, üniversiteyi de terk etseniz, beylerin kamusal alanından uzak da dursanız, sorun bitmiyor. Sürekli bir şeyler istiyorlar, sürekli geriyorlar.

Millet size, “Al oyumu, bu adaletsizlikleri gider” diye oy verdi. Ya iktidar olacaksınız, ya da gerilimin şerrinden kaçacağım diye canavara kurban vermeye devam edeceksiniz. Ama bilmelisiniz ki, canavarı doyurdukça iştahı kabaracaktır. Siyasi iktidarın hiçbir baskıya boyun eğmeden halkın isteklerini yerine getirmesi gerekir. Geri adım atılması hem halkın umudunu kırar, hem de siyasi otoriteyi  zaafa düşürür. Zan edilmesin ki gerilim olmasın diye attığınız geri adımlardan dolayı sizi takdir edecekler, “aferin” diyecekler. Tam tersi  dedikleri şudur; ” Bakın zoru görünce nasıl da kuzu gibi oluyorlar”.

Milleti, “367 milletvekili ile de bir şey yapılamıyor” umutsuzluğuna sürüklemeye  hakkınız yoktur. “Biz üzerimize düşeni yaptık” görüntüsü vermeyi bırakın da milletin vicdanını temsil etme sorumluluğunu taşıyın. Milleti suçlamayı da bırakın lütfen. Bu ülkede milletin ve temsilcilerinin dediği mi olacak, yoksa Kur’an’ı Kerimin tarifiyle, “Refahtan şımarıp azan” bir avuç seçkinci , millete ait bu hakkı çiğneyip kendi keyfine göre mi kullanacak?

Milletin inanç, kültür ve kimliğinden korkan, tarihinden nefret eden bu baskıcı azınlık  gurup, ülkeyi zaten germeye devam ediyor. Gerilim edebiyatı yapanlara bir bakın; Bizzat kendileri İslam düşmanı bir takım toplum mühendislerini ve dokunulmaz bazı kurumları  kışkırtarak adeta gerilim tüccarlığı yapmakta, ülkeyi kaosa sürüklemektedirler. Kendi beceriksizliklerini ve çapsızlıklarını gizlemek için; söyleyecekleri, sunacakları bir alternatifleri olmadığı için, sadece gerilimden beslenmektedirler.

Milletin size verdiği yetkiyi kimseyle paylaşmak zorunda değilsiniz.  Verilen yetkiyi birileriyle paylaşmak mecburiyetinde bırakılıyorsan bu yetkiyi hiç kullanma daha iyi.  Sistem için hassas olan konuları gündeme getirirken kırk kere düşünün ve ona göre adım atın. Ama ondan sonrada geri adım atıp bu milleti üzmeyin lütfen. Bunun adı  “inatlaşma” değil, prensip sahibi olmaktır. Darbe kışkırtıcılarına verilecek en güzel cevap, ilkeli olmak ve dik durmaktır. 

AVRUPA’NIN ADALETİ

AB, BOP, Yeni NATO gibi, sahip olmadığımız projelere alet olamayız, ülkemizi teslim edemeyiz. Türkiye bölgeye model olacakmış. Ortadoğu’nun tamamı bizi model alsa ne olur.  Bugünkü çarpık modelinizle kime örnek olacaksınız. Onun bunun kuyruğuna takılmadan, modelleyen ülke olacak şekilde kendi fikirlerimiz,  proje ve programlarımız olmalıdır.

Türkiye, özellikle AB konusunda ileride telafisi mümkün olmayan hatalar zinciri üzerinde yürümeye çalışıyor. Hiç bir zaman taraf olamadığı, fikrinin sorulmadığı, müktesebatı oluşurken sürece dahil edilmediği bambaşka bir kültür ve medeniyet havzasına şuursuzca koşmaktadır. Attığı imza nedeniyle yarın başına neler gelebileceğini düşünmez haldedir. İçeride ödemeleri gereken bedeli  göze alamadıkları için sorunlarını başkalarına hallettirmek isteyenler AB’ye kayıtsız şartsız teslim olmuşlardır. Toplumun kendi istikametini belirleme, kendi yapısal özelliklerine uygun bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirme yolunda adımlar atması ihmal edilmiştir. Dün din değiştirmekle eş anlamlı tuttuğu için AB’ye karşı çıkan İslâmi camianın, bugün içeride yaşanan kapana kıstırılmışlık halinden kurtulma yolunun AB’den geçtiğini düşünmesi, dün ak dediğine bugün  kara diyebilmesi, yaşadığı sıkıntıları kendi medeniyetimizin bir sonucu gibi görerek, çıkış yolunu başka bir medeniyet havzasına geçişte araması, bir “zihinsel kırılma ve savrulma”nın var olduğunu göstermektedir.

Daha önce, inancımızı ilgilendiren  konularda başkalarından medet beklemenin ileride telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracağını belirtmiş ve Avrupa kapılarında  adalet aramanın yanlışlığını vurgulamıştık. AİHM’nin  vereceği aleyhte  bir karardan sonra söyleyecek hiçbir şeyiniz kalmaz demiştik. Leyla ŞAHİN  ile ilgili son AİHM kararında dediğimiz çıktı. İnancınızla, dininizle ilgili, yani Allah’ın açık emriyle ilgili bir konuyu, Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kaç insanın siyasi ve taraflı kararına kurban edemezsiniz.  Başörtüsü karşıtı bir köşe yazarı şunu yazıyor; “Dinci ve şeriatçı kökenden gelen başörtüsü davacıları neden Hıristiyan Avrupa’nın bir mahkemesinde adalet arama peşine düşerler, anlamıyorum.” diyor. Hıristiyan kültüründe başörtüsünün anlamı ile İslam’daki anlamını bu insanların anlamasını beklemek safdillik olur. Senin “inancımın gereği” dediğin nesneye, o, “hayır, bu dini ve siyasi bir simgedir” diyor. Bu küstahça kararı ile sana hakaret ediyor ve seni yalancılıkla suçluyor. Görüldüğü üzere, “İslam”i bir mesele söz konusu olduğunda bunların da bir zamanların “militan demokrat” savcılarından hiç bir farkı kalmıyor.

Bu karar, 28 Şubat’tan sonra Batıyı gerçek bir hukuk cenneti olarak algılayan ve Türkiye’nin egemenlerinde bulamadığı insafı Avrupa’nın hakimlerinde arayan AB sevdalısı Müslümanlar açısından da ibretle değerlendirilmesi gereken bir örnek niteliğindedir. Bundan sonra, bizdeki yasakçılar, AİHM kararını  başörtü yasağının meşruluğuna delil olarak gösterecekler. Büyük bir gazetenin  tetikçi  köşe yazarı, şöyle yazıyor; “Türbancılara geçmiş olsun. Bundan sonra tutunacakları hiçbir dalları kalmadı, İsteseler de, istemeseler de laik TC’nin kurallarına uyacaklar. Başka çareleri kalmadı” diyor. Görüyorsunuz adam adeta zil takmış oynuyor. 

YAPILMASI GEREKENLER

Sözün tükendiği, iş yapmanın gerektiği bir dönem yaşıyoruz. Ülkemizin ve İslam dünyasının bu iç karartan halinden kurtulmak için  gereken  adımların atılması hususunda herkese   ihmal edilemeyecek görevler düşmektedir. Özetle;

1 – Hegemonik güçlerin bütün engellemelerine rağmen, İslam, dünyada yeniden bir kurtuluş müjdesi olarak gündeme gelmeye başlamıştır. Ancak burada Müslümanları önemli görev beklemektedir. Yeniden  “Birlik ve Dayanışma ruhu” ile bir “arınma” sürecinden geçmeliyiz. Yüce Allah; “Artık beni hatırlayın, Ben de sizi hatırlayayım” buyuruyor (Bakara, 152). “Bana seslenin, size cevap vereyim” buyuruyor. (Mü’min, 60)

2 - Yaşamakta olduğumuz coğrafyada maddi ve manevi travmanın ve dağılmışlığın sebebini araştırıp, çözüm yolları üretecek çalışmalara ağırlık vermeliyiz. İnsanlığa yeniden huzur, barış  ve adaleti getirecek yeni bir dünya kurmak, yeni bir medeniyet inşa etmek, tarihin bize yüklediği bir görevdir.

3 - Bu sorumluluğu yerine getirmemizde büyük bir rol oynayacak gençliğimizin, ülkesinin meselelerini kendine dert edinecek şekilde yetiştirilmesi gerekmektedir. İnanç ve kültüründen gurur duyan, sorumluluğunun bilincinde, örnek ve önder olacak bir gençliğin yetiştirilmesi en temel  görevimizdir.

4 - Mücadelemizi anlık, günlük tepkilerden çıkarıp,  kısa vadeli iktidar heveslerine kurban etmeden, bütün bir nesli içine alacak çapta stratejiler geliştirerek yürütmek durumundayız. Hem zaman, hem emek, hem de  para harcamayı gerektiren uzun soluklu bu mücadelede,  kurtuluşun bir yapı taşı olmaya talip olmalıyız.

5 - Bunun için, öncelikle bir araya gelip cemaatleşmemiz gerekmektedir.  Küçük bir gurup da olsa, bu kucaklaşmayı başarır. Gün gelir, Allah bereketini verir. Bu küçük örnek, daha evrensel, daha yoğun bir beraberliğin başlangıcı olur. Çünkü Rabbimiz; “Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir ” buyuruyor. (Bakara, 249)

SONUÇ OLARAK,

Ülkesini ve milletini seven, inanç değerlerini düşünen, şeref ve izzeti hakkında hassasiyet taşıyan herkes, yeniden kendini  gözden geçirmeli, ülkesini yeniden kurmak için cesaretle konuşmaya ve çalışmaya başlamalıdır. Bu ülkede insanca yaşama, ancak kişinin inandıklarını özgürce yaşayabilmesi ile mümkündür. Türkiye’mizin, halkına değer verilen, inançların, fikirlerin saygı gördüğü bir ülke olmasını istiyoruz.

Kimsenin  bu ülkenin başına çöreklenmiş, kendisini memleketin tek sahibi ve koruyucusu gören  unsurlardan korkmasına gerek yoktur.  Bu ülkenin insanı görevini yaptığı, tepkileri kasırgaya dönüştüğü zaman, bu zihniyet  her esişte eriyip gidecektir. Yeter ki, eğilmeyen, bükülmeyen, hakkı ve hakikati haykırmaktan çekinmeyen, Allah’tan başka kimseden korkmayan kimseler olalım.

Sahip beklemeyelim. Allah sahip olalım diye bizi gönderdi.

1 Ocak 2004 Perşembe

“İSLAMİ TERÖR” İLE İSLAM’I VURUYORLAR

(Umran Dergisi)


“İSLAMİ TERÖR” SÖZÜ HEPİMİZN KANINA DOKUNUYOR

Başbakan Sn. R.Tayyip ERDOĞAN “İslami Terör” lafı kanıma dokunuyor derken, aslında bütün Müslümanları rahatsız eden bu yakıştırmanın tutarsızlığını dile getiriyordu. İslam ve Terör bir arda düşünülmesi asla mümkün olmayan iki kavramdır. İslam; barış, esenlik, güvenlik, hayır ve iyilik gibi hususları içinde barındıran bir kavramdır. Terör ise; kargaşa , bozgunculuk, düşmanlık, zulüm ve fitne gibi anlamları içerir. Muhtevaları ve hedefleri itibariyle birbirine zıt bu iki kavramın özellikle batı toplumunda sürekli olarak bir arada zikredilmesi kasıtlı bir harekettir. Allah düşüncesinden, din anlayışıdan kötülük üretilemez. Küçük bir grubun yaptığı eylemden dolayı bir dini sulayamazsınız. Bırakın İslamı hiçbir din bu tür eylemleri desteklemez. İçinde dini motifler içeren protestan IRA’nın yaptığı terörden dolayı Hıristiyan dinini suçlayabilirmisiniz.

BU HAREKETLER KİME KARŞI YAPILMIŞTIR

Bu hareketler Türkiye’ye karşı yapılmıştır. Türkiye konumu itibariyle Ortadoğu ve Orta Asya’yı yönlendirmesi gerekirken, bu misyonuna sahip çıkmayarak ve küresel hegemonyanın kuyruğuna takılarak yoluna devam ettiği için başkalarınca yönetiliyor ve teröre maruz kalıyor. Yıllardır ABD’nin Ortadoğu’daki yanlış ve adaletsiz politikalarının günahının kefaretini Türkiye çekiyor. Bu terör eylemleri olmasaydı Batı çok zor durumda kalacak, ettiklerinden dolayı dünya tarafından sorgulanacaklardı.

Bu suretle;  Türkiye bir dayatmanın içine sokulmuş, küresel tehdidin muhatabı olmuştur,  Laikçilerin Müslümanlara daha çok düşmanlık etmelerine vesile olmuştur,  Türk kökenli vatandaşlar Kürt kökenli vatandaşlara düşman edilmek istenmiştir. Düzelmeye başlayan ekonomik dengeler bozulmaya çalışılmıştır. Ne zaman Türkiye’de ekonomik dengeler rayına oturmaya başlarsa mutlaka karşısına bir problem çıkıyor. Türkiye’nin İslamcı kadrolar vasıtasıyla ekonomik bakımdan düze çıkarılması küresel kapitalizmin işine gelmez.  AB yolunda İslam referanslı bir ekibin önemli yol kat etmesi de bazı çevreleri rahatsız etmiş olabilir. Refahyol döneminde yapılan anketlerde gelecek seçimlerde Refah Partisinin %33 oy alacağı söyleniyorken 28 Şubat patladı. Şimdi de AKP’nin %48 oy alacağını söylüyor anketler. Tarih tekerrür mü ediyor acaba?

Bu hareketler İslam’a ve Müslümanlara karşı yapılmıştır. Dünyadaki cari sistemler insanı mutlu edememiştir. İnsanlığı mutlu edecek bir alternatif olan İslam yine karalanmak istenmiştir. Eylemlerin sonucuna baktığımızda, bu eylemler vesilesiyle; (a) İslam’ı terör ile özdeşmiş gibi gösterilmeye çalışılmış (b) Müslümanları cani gibi gösterilmiş, (c) Batı toplumunun İslam’a karşı tavır almasını, İslam’ı bir düşman gibi algılamasını sağlamıştır.

BU HAREKETLER KİMİN İŞİNE YARAMIŞTIR

Bu olaylar ABD-İngiltere- İsrail ittifakının işine yaramıştır. Bush ve Blair kendi halkları önünde en kötü dönemlerini yaşıyorlardı. Bush’un İngiltere’yi ziyareti esnasında çok büyük protesto gösterileri yapılıyordu. Tam bu sırada Türkiye’de İngiliz hedefleri bombalanıyor. Yapacakları basın toplantısından sadece bir saat önce (ne tesadüfse) patlayan bombalar üzerine, her ikisi de çıkıp hemen El-Kaideyi işaret ederek,  “Bakın işte terör devam ediyor” dediler ve daha büyük tepkilerden kurtuldular. Bilindiği üzere  - Irak’ın işgali bahanesiyle söyledikleri yalanlar nedeniyle- kamuoyu yoklamalarında her ikisinin de raytingi düşüyordu.

Ayrıca bu olaylar, Irak’ın işgali sonrasında Batı’da soğuyan anti-İslam dalgasını yeniden alevlendirdi. Bu ABD’deki muhafazakâr Hıristiyan ile Yahudi Lobisi için İran ve Suriye’ye ileride yapılacak müdahalelere zemin hazırlamak için çok önemliydi. Tam da ABD Suriye’ye sataşırken İstanbul’daki bombalamaların faillerini Suriye’de aranması manidardır. Laik Suriye medreselerinde nasıl Radikal İslamcı yetiştirilir anlamak mümkün değildir. İmam-Hatiplere rağbetin arttığı bir dönemde Suriye uzantılı din eğitiminin terörle ilişkilendirilmesi ilginç.

Diğer taraftan, geçmiş tecrübelerden ve cevapsız kalan bazı sorulardan yola çıkarak olaya bakacak olursak insan biraz da projektörleri içeriye çevirmekten kendini alıkoyamıyor. Acaba yasama, yürütme, yargı erklerinin yanında, dördüncü erk olarak Türkiye’de mevcut olan “derin devlet” erkinin  Kıbrıs, MGK Tüzüğü, Kamu Yönetimi Yasası gibi kırmızı çizgilerinin devletin istemediği tarzda sonuçlandırılması durumunda istikrarın yok edileceği ve yine bir “disiplinli demokrasi”ye geçilebileceğinin  sinyali olabilir mi? Erdoğan’nın vizyonu ile anlaşamadıklarının, kendisine ve misyonuna bir meydan okumanın mesajı olabilir mi? İslami referansları olan hükümetin, müesses nizamın sivil ve askeri bürokrasisi ile sağlıklı bir ilişki kurma çabalarını zorlaştırmaya yönelik bir hareket olabilir mi?  

TALİBAN, USAME VE EL KAİDE’Yİ İSLAM İLE BİRLİKTE DÜŞÜNMEK YANLIŞTIR

Taliban ve El Kaide’nin Batı’nın eseri olduğunu herkes söylüyor. Taliban, İslamı gerici ve çirkin göstermekten başka bir işe yaramamıştır. Zamanında Sosyalizm’e karşı bu örgütler desteklendi. Özellikle Afganistan’a vaki Rus işgaline karşı bilhassa ABD CIA aracılığıyla bu tip örgütlere her türlü desteği verdi.  Bir söylentiye göre, ABD’nin Guantanamo üssündeki esirleri iki seneden beri sorgusuz sualsiz tutmasının esas sebebi El Kaide ile ilgili sırların ortaya çıkmaması içindir. Rus işgali sırasında CIA ile El-Kaide arasında çok yakın ilişki olmasına rağmen bugün Usame bin Ladin’in bulunamaması ilginç. 11 Eylül gibi çok uzun süre hazırlık gerektiren ve birçok ülkenin insanının kullanıldığı bir eylemin yaılıncaya kadar hiç bir

Batı’nın Rusya’ya karşı desteklediği İslami guruplar ABD’nin “yeşil kuşak” politikasından sonra, bir bumerang gibi anti-Amerikancı oldular ve bu olaylar meydana çıktı. Dikkat ederseniz bombalar genellikle İslam kuşağının doğu ucundan batı ucuna kadar-Fas’tan Endonezya’ya kadar-İslam ülkelerinde patlamaktadır. Niçin El-Kaide ABD, İngiltere veya İsrail’de herhangi bir eylem yapmıyor da hep İslam coğrafyasında yapıyor. Devlet arkalıklı gizli servislerin desteği olmadan bu kadar geniş bir coğrafyada bir programa göre uygulandığı anlaşılan bu eylemleri yapmak mümkün müdür? ABD Suudi Arabistan’daki vatandaşlarını ülkeyi terk etmek için uyardıktan bir gün sonra Riyad’da bombalar patlıyor.

ORTADOĞU’DA HARİTALAR YENİDEN ÇİZİLİYOR

El Kaide markası ile terör yaptırılıyor. ABD’nin 11 Eylül’den sonra iç ve dış kamuoyuna sunduğu bir hedef olan El-Kaide, herkes tarafından  algılanması mümkün olan medyatik  kimliğiyle aslında ABD’nin işine yaramaktadır. Bu hayalet sayesinde ABD her seferinde, “Ben failleri biliyorum, merak etmeyin” yorumunu yapabilmektedir.  ABD kamuoyu Usame Bin Ladin ismi ile yönlendiriliyor. Bush’un emperyalist politikalarına zemin hazırlanıyor. Sürecin kökeninde ABD’nin dünya hakimiyeti ideali vardır. ABD kendi menfaatlerini korumak için terör üretmek durumundadır. Terörle mücadele kisvesi altında dünyadaki konumunu güçlendirmeye, ekonomik kaynakların üzerine oturmak istiyor.

Ortadoğu yeniden dizayn edilirken bu bölgede bazı devletlere bazı roller verilecek. Türkiye gibi asırlarca bölgede patronluk yapmış bir ülkenin bu senaryoların dışında tutulması mümkün değildir. İslam dünyasının bu dağınıklığına sahip çıkacak, toparlayacak önder bir ülkeye ihtiyaç vardır.

AVRUPA TİMSAHIN GÖZYAŞLARI

Avrupa bir taraftan terörü lanetlediğini söylerken, diğer taraftan eylemlerden sonraki tavrıyla yine her zamanki ahlaksız çifte standart tavrını ortaya koymuş, Adalet Bakanı Sn Cemil Çiçek’in dediği gibi “timsahın gözyaşları”na benzer tavırlar sergilemiştir. Bombalamalardan sonra Avrupa Konseyi’nin Türkiye’de yapacağı çeşitli faaliyet ve toplantılar iptal edilmiştir. Bazı kültürel ve sportif faaliyetler yine Avrupalılar tarafından iptal edilmiştir. İngiltere ve İtalya takımlarının  terörü bahane ederek Türkiye’ye gelmemeleri ve  UEFA’nın yapılan itirazlara rağmen bunu onaylaması Türk turizmini olumsuz yönde etkilemiş, önemli ölçüde rezervasyon iptalleri yaşanmıştır.

Bu tavırlar teröre prim ve cesaret vermektedir. Terörün istediği de budur. Yani terörün amacıyla Avrıpalı dostlarımızın(!) samimiyetsiz tavırları çakışmaktadır. Bu vahim davranışıyla Batı Türkiye’yi sanki bir terör ülkesiymiş gibi göstermiştir. Bombalamalardan hemen sonra İngiliz Dış İşleri Bakanlığının vatandaşlarını Türkiye’ye gitmemeleri hususunda uyarmaları yine bu samimiyetsiz politikalarının ürünüdür. Hakkında ttuklama kararı olan bir çok terörist elini kolunu sallayarak Avrua’da dolaşırken, Suriye ise, zanlı dahi olsa istenen şahısları derhal Türkiye’ye iade etmiştir.

İSLAM İLE TERÖRÜ YANYANA GÖSTERMEK

Bütün dünyada Müslüman kanı akıtılırken, İslam dünyasında kan ve gözyaşı varken terörle İslam’ı bağdaştırmak, İslam ile teröre aynı pencereden bakmak  büyük haksızlıktır. İslam’ı terörü teşvik eden bir din gibi göstermek doğru değildir. Terörün İslam’ın özüyle, söylemiyle ilgisi olamaz. Ben Müslümanım diyen biri terörist olabilir ama bu onun şahsını bağlar, İslam’ı bağlamaz.

ABD’nin İslam elbisesi giydirerek yaptırdığı bu operasyonlar psikolojik bir savaştır. Küresel hegemonyaya karşı alternatif olan İslam’ı yıpratmak, İslam’ı hasım ve katil gibi göstermek, Müslümanları rahatsız etmektir. Bush’un, “Bu bir haçlı seferidir” tezine mesnet olsun diye bu belayı kurgulamıştır.  Tıpkı 11 Eylül’ün hemen ardından olduğu gibi yeniden İslam-Terör ilişkisi kurulmaya, İslam’ın terör ürettiği kanaatine odaklanmaya çalışıldı. İslam coğrafyasının doğal terör rezervi olduğu, İslam Dünyasının teröre yataklık ettiği bir kampanya başlatıldı.

Sovyetler dağildiktan sonra İslam’ı yeni düşman olarak ilan eden Batı idi, ABD idi, NATO idi. Tehlikeyi kırmızıdan yeşile döndüren Batı idi. Çünkü küresel kapitalizm sömürüye devam etmek için bir “öcü” yaratması gerekiyordu. İslam’ı hasım olarak ilan eden küresel güç, kendisine karşı duracak tek alternatif olan İslam’a yüklediği terörist imajıyla, onun cazibesini yok etmek istmekte, kendisine ülkemizden de işbirlikçiler bulabilmektedir. İslam’ın imajını bozmak için Müslümanı teröristle, İslam’ı da terörle özdeşleştirmek emperyalist hegemonyanın ve onun yerli işbirlikçilerinin son numarasıdır.

NE TERÖRDÜR NE DEĞİLDİR

Neyin terör olduğunu, neyin olmadığını ayırt etmek gerekir. Terörün tarifini herkes körün fil’i tarif ettiği gibi veya siyasi ve ideolojik görüşüne göre yapıyor. ABD, İslam dünyasında pervasızca kan akıtmaktadır. BM’nin yasakladığı napalm ve uranyumlu bombaları Müslümanların üzerine yağdırmaktadır. Eğer Müslümanlar arasından terörist çıkıyorsa bunun baş müsebbibi yine ABD’dir. İsrail askerleri Filistin’de çocukları katlederken, insanların başlarına evlerini yıkarken terörizme karşı savaş veriyor ama Filistinli öldürürken terörist oluyor. Irak’ın işgaline direnen insanlara terörist mi diyeceğiz?

“İslami terör varmı, yokmu?” sorusuna muhatap olan dindar yazar ve gazetecilerin bu sorulara cevap vermeden önce, karılarında oturan ve söze  “Ben de Müslümanım ama” diye başlayan ve İslami teröre örnek olarak Haricileri, Hasan Sabbahı veya bazı halifelerin suikaste kurban gitmesini gösteren çok bilmiş “laikçilere” demesi gerekir ki, eğer böyle bir problem varsa bundan herkesin sorumlu olduğunu hatırlatmalıdır. 28 Şubat süreci başladığından beri yaptıkları zulümlerle Müslümanları az mı terörize etmeye çalıştılar. Devleti halkıyla kavga ettirmede son derece becerikli olan bir çevre, her konunun akıl ile değil de bilek kuvveti ve şiddet yoluyla hizaya getirildiği bir toplum oluşturdular. Halkı çileden çıkararak terörize etmeye çalıştılar.

YAPILMASI GEREKEN

Müslümanların manüplasyonlara gelmemesi lazım. 28 Şubat sürecinde bazı önder tiplemeleri ile İslam ve Müslümanlar kötülenmeye çalışılmıştı. Şimdi aynı tipler yine sahnede. Hükümetin durumu iyi okuması gerekir. Hükümete karşı olan bu hareketler muhtemelen bitmeyecek ve iktidardan indirinceye kadar devam edeektir. Türkiyeyi vurmak, yıldırmak istiyorlar.

İslamı merkezi olarak temsil edecek bir devlet, bir makam yoktur. İslam alemi iğdiş edilmiş ve başıboş durumdadır. Siyasi, fikri, kültürel başıbozukluk nedeniyle İslam alemi savrulmuş durumdadır. Bu durumunu tarif edecek, karar verecek bir otorite yoktur. Bu eylemler karşısında Türkiye’nin gerilemeden İslam’a sahip çıkması gerek. Bu eylemlerin İslam’da asla yerinin olmadığını anlatması gerek. İslam’ın posta kutusu gibi kullanılan El Kaide gibi örgütlerin elinden İslam’ı almalı İslam biziz demelidir. İslam Türkiye için bir avantajdır. Müslümanlık Türkiye’nin en güçlü yönüdür.

Güç olarak zayıf düşürülen Müslümanlar kesinlikle psikolojik yılgınlığa düşmeden fikri yükselişte yoğunlaşmalı, İslam’ı estetik bir biçimde anlatmalıdırlar.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...