1 Ağustos 2004 Pazar

İNSANCA YAŞAMA, KİŞİNİN İNANDIKLARINI ÖZGÜRCE YAŞAYABİLMESİ İLE MÜMKÜNDÜR.

 (Umran Dergisi) 

 

BAŞI EĞİK, ONURU ZEDELENMİŞ BİR İSLAM ALEMİ

Savaşın, terörün, umutsuzluğun, işkence ve  tecavüzün yaşandığı koskoca İslam coğrafyası kan ve göz yaşı içinde. Müslümanların yurtları vahşi haçlı Siyonistleri tarafından işgal edilmiş.  Asırlardan beri besledikleri kin ve nefreti, Müslüman  halklar üzerinde, hayasızca ve vahşice uyguluyorlar. Yüzyıllar önce yapmış oldukları katliamlara, kaldıkları yerden aynen devam ediyorlar. Her yerde feryat, her yerde kan, her yerde yıkım ve  çaresizlik var. Başı eğik, onuru zedelenmiş, ezilmiş, yenilmiş bir ümmet için için ağlıyor. Evlatlarını,  yuvalarını kaybeden Filistinli anaların ağıtları, ağlayan çocukların hıçkırıkları insan olanın, Müslüman olanın içini parçalıyor.

Evangelist Hıristiyan ve Siyonist Yahudi ittifakından İslam’a ve İslam dünyasına yönelmiş planlı bir saldırı söz konusudur. Bush ve Şaron gibi iki terörist, günahsız halkı perişan etmiştir. Ne hukuk dinliyorlar, ne ahlak, ne vicdan. Birer toplama kampına çevirdikleri mülteci kamplarını duvar ve tel örgülerle çevirdikten sonra, tankları ve toplarıyla  katliam yapıyorlar. Ambulansları vuruyor, evleri havaya uçuruyor, narenciye ağaçlarını kesiyor, seraları buldozerlerle tarumar ediyorlar. Öldüre öldüre bitiremedikleri insanları bu defa açlık ve susuzluğa mahkum ederek yok etmek istiyorlar. Nerede akan bir gözyaşı varsa, nerede katledilen bir Müslüman varsa , mutlaka arkasından “zulmün efendiliğine” soyunan ABD ve çocuk katili İsrail çıkıyor. Bu katiller çetesi,  paralı askerlerine yaptırdıkları işkence ve tecavüzlere  karşı direnen insanları bir de “İslamcı terörist” diye suçluyor, “din”i şiddet kaynağı olarak gösteriyorlar.

O işkence fotoğraflarını kendi orduları çekti ve kendileri bilerek yayınladı. Bunu iki şey için yaptılar: Birinci amaçları,  bölge halkının ve İslam toplumlarının, intikam duygularını kışkırtarak,  daha yaygın mukabil saldırılar için bir tahrik unsuru olsun diye yaptılar. İkinci amaçları,  İslamiyet’i ve Müslümanları aşağılamak, onurlarını ve dirençlerini kırmaktı. Yöntem hem amaçlı, hem de sistematikti. Bu kirli kültür, aynı şerefsizlikleri dünyanın gözü önünde Bosna’da da yaptı. Şimdi de Irak’ta yapıyor. “Ortadoğu’daki diktatörlükleri yıkmak,  demokrasi, özgürlük ve insan hakları getirmek” demagojisiyle bölgeyi yakıp yıkanlar, ne kadar ahlaksız ve gaddar olduklarını ispat etmiş oldular.

Acaba güçlü bir Müslüman devlet olsaydı ve aynı şeyi Amerikalıya-Avrupalıya yapsaydı;  kadınlarını kirletseydi, erkeklerini birbiriyle ilişkiye zorlasaydı, boyunlarına tasma takarak onlara köpek muamelesi yapsaydı, dünyanın davranışı nasıl olurdu?  Vicdan sahibi bir insanın hayvanlara bile reva görmeyeceği  işkence ve  tecavüzlerin yüzde biri, başka bir ülke tarafından ABD ve İngiliz vatandaşlarına yapılsaydı, dünyayı yerinden oynatırlardı.

Coğrafyamızda onursuzluk tepeden başlamaktadır maalesef.  11 Eylül’den sonra İslam dünyasında insan avına çıkan ABD,  insanları toplayıp Guantanamo üssüne tıkarken, bu insanları kendi  yöneticileri Amerikalılara bizzat kendi elleriyle teslim ettiler. “Sen kimsin?” demediler. “Bunları ne hakla topluyorsun?” demediler. “Bunların bir suçu varsa ben yargılarım” deyemediler. Büyük şeytan emretti, onlar da teslim ettiler.  Emperyalistlerin kölesi,  bölgenin despot yöneticileri,  beyinlerini sattıkları gibi, kendilerinden sorulacak insanları da satıyorlar.

İsrail askeri, Filistinli direnişçinin üstüne işiyor. Amerika ve İngiliz askeri Iraklı direnişçinin üstüne işiyor. Üstüne işenen bir ümmetin mensubu olmak nasıl bir duygu acaba? Sadece, bir Müslüman kadının hicabı üzerinden alındı diye, Beni Kaynuka’ya savaş ilan eden bir Peygamberin ümmeti değil miyiz biz?  Hz.Peygamber, “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan benden değildir” diyor. Yine  Resulü Ekrem; “Yardım edin ey Müslümanlar’ diye feryat eden bir kardeşinin çağrısını işitip de onun yardımına koşmayan Müslüman değildir” buyuruyor.

Müslüman olan herkes, İslam dünyasındaki işgal, katliam ve tecavüzler karşısında ayağa kalkmalıdır. Müslüman olan hiçbir kimse, bu dayanılmaz zulüm ve katliamlara, cani işgalcilerin iğrenç tecavüzleri karşısında “Bizi öldürün” diye feryat eden mü’minelerin feryatlarına, kahpece tecavüz ve aşağılamalara sessiz ve tepkisiz kalamaz. Bu aşağılık yaratıkların yaptıklarını görmezlikten gelenler de en az yapanlar kadar suçludur. Oradaki Müslüman’a yapılan muamele hepimize yapılmıştır. Müslüman’ın şeref ve haysiyeti ile oynuyorlar. Mazlum halk orada acının, işkencenin ve utancın  her türlüsünü yaşarken,  şerefsizlerin pis nefesini koklarken, İslam dünyasının sesi çıkmıyor. Beyinler sarsılmıyor. Müslümanların çoğunun aklı işinde, aşında, parasında, arabasında. Sanki üzerine ölü toprağı serpilmiş.

 

ÜLKEMİZE GELİNCE


Türkiye’de de insanımızın büyük bir kısmı açlık ve yoksulluk içinde yaşıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik had safhada. Bir avuç rantiye dışında durumundan memnun olan yok. Potansiyel olarak zengin olan ülkemizde,  işçi mutsuz, çiftçi bitmiş, işsizler ordusu her geçen gün artıyor, esnaf ve tüccarın yüzü gülmüyor. İnsanlar yine çöp bidonlarından yiyecek topluyor.

 

Dünyanın en borçlu beş ülkesinden biriyiz. Dünyada en yüksek faizle borçlanan  ülkeyiz. Elde edilen kaynaklar  biriken borçların faizlerine  gitmekte, borç yükü her geçen gün  artmaktadır. Yatırım yapamayan, istihdam oluşturamayan ülke ekonomisini, önümüzdeki aylarda  daha da zor günler beklemektedir.  İç ve dış borçların ağır yükü altında ezilen, sürekli dış kaynak arayan Türkiye, siyasi ve ekonomik dış baskılara maruz kalmakta, giderek başka ülkelerin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiren bir ülke haline dönüşmektedir. 

Diğer taraftan, içeride milletin değerlerine tepeden bakan oligarşik bir azınlık, millet ile çekişmekte, milletin egemenlik alanını daraltmaktadır. Toplumun talepleri ile statükocuların beklentileri arasındaki  uyumsuzluk, Türkiye’yi  çile dolu insanların yaşadığı bir ülke haline getirmiştir. Fikren kararmış kafalar tarafından  adeta güdülüyoruz. Irak’ta yaşananları gördükçe midemiz bulanıyor, ülkemizde yaşananları gördükçe kalbimiz daralıyor. Orda elin yabancısı  Iraklının onurunu kırıyor. Burada  bizim insanımız kendi vatandaşına zulüm ediyor.

28 Şubatı hatırlayın. O günlerde şeriat, irtica yaygaraları ile ortalığı tozu dumana katanlar, kendi evlatlarına az mı zulüm yaptı.  O süreçte, bu vatanın evlatlarının gözyaşları üzerinde kendilerine iktidar ve servet ürettiler. Bugünkü yoksulluğun, işsizliğin, ahlaksızlığın, soygun ve vurgun düzeninin sahipleri, o süreçte hortumcuların danışmanı oldular. Toplumun inanç,  kültür ve kimliğini yıkmak için her şeyi yapan bu zümre,  fuhuş, kumar ve ahlaksızlığı bir tehdit olarak görmedi. Çıplaklık alabildiğine teşvik edilirken, örtünmenin önüne her türlü engel çıkarıldı.

Bu ülkede de insanlara dışkı yedirildi. Köy meydanlarında insanlar çoluk çocuklarının gözü önünde çırılçıplak gezdirilerek aşağılandı. Mamak, Metris, Diyarbakır işkence hanelerinde bin bir işkence ve tecavüz olayına maruz kalan onca insanın çektikleri Irak’taki gibi fotoğraflara yansımadığı için unutuldu gitti.

Koydukları yasaklarla ülkeyi  nefes alamaz hale getirdiler. Müslümanları kuş diliyle  konuşmaya mecbur ettiler. Sonra da “takiyeci” diye  suçladılar. Ama gerçek  takiyeci kendileridir. Sorarız kendilerine; Niçin mertçe çıkıp, “Biz Müslümanları toplum hayatının dışına atmak istiyoruz, biz açıkça İslam’a karşıyız” demiyorlar. Durmadan karınlarından konuşuyor, bu milletin  verdiği imkanları milletin  aleyhinde kullanıyorlar. Milletten beslendikleri halde millete karşı duruşlarının bir mantığı var mıdır?. Onlar kadar bu ülkede yaşayan herkes de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.  Benim çocuğumun geleceğini  belirleme hakkını nereden alıyorlar.  Bilmelidirler ki, ben ve çocuğum onlardan daha fazla ülkesine ve insanına sahip çıkarız. Vatanseverlikte ise  ben ve çocuğumun yanında  solda sıfır kalırlar. Bir takım tabuların   arkasına sığınmadan, lafı eveleyip gevelemeden, bu millete mertçe ve dürüstçe cevap versinler: “Dindar insanları seviyorlar mı, sevmiyorlar mı?” “ Okuldan dinini, imanını, ecdadını, ahlakını öğrenip mezun olacak çocuklara  karşı mıdırlar?”

Ülkenin güvenliğini ilgilendiren Irak, Kıbrıs gibi hassas konularda fikir beyan etmeyip, topu Meclise atanların,  öğrenimdeki bir adaletsizliği gidermeye yönelik küçük bir yasal düzenlemede  hemen hassasiyetleri artıyor.   Irak’ta başına çuval geçirilerek tekmelenen 11 Türk subayı ve astsubayı için konuşmayanlar, YÖK ve İmam-Hatip konusunda maşallah bülbül kesiliyorlar. Türkiye’deki şu çarpıklığa hele bir bakın; Bu ülkede  yurt savunmasıyla ilgili bir kurum olduğu gibi, bir de din işleri ile ilgili kurum var. İkisi de Başbakanlığa bağlı. Ama gel gör ki, hükümet herhangi bir yanlış yaptığı zaman, Diyanet, hükümeti uyarma yoluna gidemez. Böyle bir şeye tevessül ettiği takdirde, “siyaset yaptın” diye cezalandırılır, yer yerinden oynar. Ama tankıyla, topuyla, uçağıyla uğraşması gerekenler, din eğitimi konusunda hükümetlere ültimatom verme hakkını kendilerinde görüyorlar. Medya üzerinden bildiri okuyarak geri adım attırmak gibi  hukuki teamüllere uymayan, şık  olmayan metotlara başvuruyorlar. Mecliste görüşülen bir kanun tasarısı hakkında millet iradesini ambargo altına alacak şekilde tehditkar ifadelerle basın açıklaması yapmak,  Anayasaya göre suçtur. Hem kendileri geriyor, hem de suçluyorlar. Sanki onlardan başka herkes gaflet içinde. Sanki bu vatanın onlardan başka seveni ve sahibi yok da onlar  konuşmak mecburiyetinde kalıyorlar.

Bu ülkede çocuklarına laik eğitim yanında dini eğitim aldırmak isteyenler de vardır. Laik sistem halkın dini eğitim ihtiyaçlarını görmezden gelemez, bu talepleri yok sayamaz. Bu meseleye çözüm üretmeden, halkın ürettiği çözümlerin önüne engeller koyarak sorunu çözmek mümkün değildir. İmam-Hatip okulunu kapatacaksın. Kur’an Kursunu kapatacaksın, sürücü kurslarında öğretilmesi gereken trafik kurallarını Cuma hutbelerinin konusu yapacaksın; o zaman bu halkın çocukları dinini nerede öğrenecek? Din eğitimini kim verecek bu ülkede? Din eğitimini engelleyerek genç nesillerin istikbalini karartanlar nasıl bir Türkiye hayal ediyorlar acaba?”

GENÇLİĞİN HALİNE   BİR BAKINIZ !

Sistemin, ruhuna tecavüz ettiği genç kuşak, derin bir yozlaşma ve çürüme yaşıyor. Bir insan öğütme makinesi gibi çalışan mevcut eğitim sistemi, millet evladının beynini yiyen bir canavar gibi.  Mevcut eğitim sistemiyle gençlik diri diri toprağa gömülmekte. Uyuşturucu kullanma yaşı 13 yaşına kadar inmiş. İslam dışı bir hayata özendirilen gençlerde misyon ve ideal yok artık. Pasif, sönük,  hayattaki sıkıntılara karşı yılgın bir gençlik. Okumuyor, sadece seyrediyor. İncelemiyor, irdelemiyor, sadece uyguluyor.

Koyu bir cehalet ve köksüzlük anaforunda yuvarlanan gençlik, bu ülkede neye inanıp, neye inanmayacağını bilemez hale gelmiştir. Ne milli dava kalmış, ne dini dava. Gençliğin %75’i artık Türkiye’de yaşamak istemiyor. Kıbrıslılar nasıl topraklarını terk edip İngiltere’ye, şuraya buraya gittilerse, anavatanın gençlerini de aynı akıbet ile karşı karşıya bıraktılar.

Ülkedeki adaletsizlikleri, halkının belini büken yoksulluğu çözme konusunda hiçbir umut ve proje üretmeyen, kılını kıpırdatmayan gençlik, “popstar” yarışmalarında nasıl gözyaşları döküyor, görüyorsunuz. Televizyonlarda gösterilen dejenere programlar ne haya bıraktı, ne mahremiyet. Medya üzerinden uygulanan, “kimliksizleştirme” projeleri karşısında, gençler savunmasız ve donanımsız durumdadır. Güdüleriyle hareket ediyor, hayata sadece istekleri doğrultusunda bakıyorlar. Düşünmüyor, sadece günü yaşıyorlar. Körü körüne yaşayan,  üretmekten ziyade tüketen bir gençlik. Dinini bilmeyen,  Allah korkusundan uzak, İslami terbiyeden yoksun bir gençlik. İrtica geliyor diye kandırdıkları gençleri çığ gibi büyüyen alkol, uyuşturucu ve suç bataklığına karşı nasıl korumayı düşünüyorlar? Gençlerimiz  hangi birikimiyle bilgi çağını yakalayacak?

Üniversiteler bilim adına yerlerde sürünürken, bir İmam-Hatip meselesinde koca koca cüppeli adamlar çocuklar gibi sokaklarda “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” diye avaz avaz bağırmaktadırlar. Ama başka bir gurup çıkıp, “Türkiye Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır” diye haykırdığında rejim elden gitmekte, irtica hortlamaktadır. Bu cüppeli takımı Meclise baskın yapar gibi girip CHP’nin kürsüsünden kanun çıksa da tanımayacaklarını, çiğneyip geçeceklerini açıkça beyan etmişlerdir. Peki, bir İmam-Hatip Müdürü veya bir diyanet görevlisi imam cüppesini giyerek AKP’nin ambleminin bulunduğu gurup kürsüsüne çıkıp, istemediği bir kanun çıkarsa tanımayacağını, kanunu çiğneyeceğini söylerse ortalık ne olur bir düşünün hele. Ama görüldüğü üzere statükocular yaparsa hiçbir şey olmuyor. Barolar Başkanı, “İmam-Hatipli Başbakanı içine sindiremediğini” söylüyor, hiçbir şey olmuyor. Başbakan Yardımcısı medyanın önünde “Cumhuriyet savcılarını göreve çağırıyorum” demesine rağmen kimse kılını kıpırdatmadı. Ama bir gazete, hakaret dahi içermeyen bir ifade nedeniyle jet bir kararla bir trilyon gibi dünyada emsali görülmemiş bir cezaya çarptırıldı.  Hukukun, adaletin böylesine istismar edildiği bir ülkede ne barış kalır, ne de güven.

Cumhurbaşkanının 18 sayfalık veto gerekçesinde tam 52 kere laiklik kelimesi geçmektedir. Gerekçede laiklik  şöyle tarif edilmektedir: “Laiklik, sosyal yaşamın, eğitimin, aile, ekonomi ve hukuk alanlarının din kurallarından arındırılarak zamanın gereklerine göre saptanmasıdır” diyor. Ne kaldı geriye?  Dokunulmadık bir “aile” kalmıştı. Şimdi onun da dinden arındırılmasını istiyorlar. Devamında da, “Dinin toplumsal hayatı etkilemesine izin verilemez” buyuruyorlar. Kısacası  dinden tamamen arındırılmış bir toplum tarif ediyorlar. Bu din nerede ve nasıl yaşanacak?  Dini oyuncak edip vicdanlara hapsetmek istiyorlar. Bunun adı da laiklik(!) olmuş oluyor. Laikliği dinin alternatifi gibi ortaya koyan bu anlayış, bir nevi “karşı din” oluşturarak, dinin karşısına yeni bir inanç sistemi koymaktadır. Milletin kutsalları karşısına başka kutsallar koyan bir anlayış, bir de arkasına devlet gücünü aldı mı,  sistem o zaman demokratik mi olur, yoksa bir diktatörlüğe mi dönüşür,  bir düşünün bakalım.

Her şey değişiyor, herkes kendine  çeki düzen veriyor ama bir kesim maalesef nasıl geldiyse öyle gitmeye devam ediyor. Türkiye’nin önemli noktalarında yer alan bu kesim, kesinlikle kendisinden başkasını kabul etmiyor. Hep kendisini doğru, hep kendisini haklı görüyor. Kendisinden olmayanı çirkin metotlarla korkutmaya çalışıyor. Milletin değerlerine karşı sergiledikleri reflekslerin arkasında egemenlik sorunu yatıyor. Görünmez iktidarlarının elden gideceğini düşündükçe azgınlaşıyorlar. Bunların doğruyu aramak gibi bir çabaları yok. Onların tabuları var. Ve tabularından ayetler okuyarak savaş çığlıkları atıyorlar. Birkaç yüz İmam-Hatipli üniversiteye girmesin diye sokaklara dökülüp “ordu göreve” pankartlar açıyorlar. Bu ülkenin insanları, o kadar mı tehlikeli ki “bizim ordumuzu” kendi öz halkına karşı kışkırtıyorlar.

Milletin taleplerini bir tehdit gibi algılamanın sonu yoktur. Bu ayırımcı politikalarla, Türkiye büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirilmektedir. Türkiye’nin olağanüstü bir durumunda ülke insanının sırt sırta vermesi gerekirken, bugünkü Müslümanlara reva görülen uygulamalardan dolayı belki birbirimizin yüzüne bakamayacağız, aynı saflarda olamayacağız. Hayali irtica iddiaları ile ülke yönetimine müdahale etmeye kalkışanlar şunu bilsinler ki, bu saplantılarını terk etmedikleri takdirde, Türkiye’ye verdikleri zarar telafi edilmeyecek boyutlarda olacak ve bu tarihi vebalin altından kalkamayacak, yarın tarih ve millet huzurunda suçlu duruma düşeceklerdir. Bu çağdışı dayatmalarla bir yere varmak mümkün değildir. Millet bedel ödeyerek hak ettiği özgürlüğe mutlaka kavuşacaktır. Akıntıya karşı kürek çekerek tarihin akışını değiştiremezsiniz.

Burası Türkiye, Müslüman Türkiye. Ve bizler ne sığınmacı, ne de bu vatanda yaşayan azınlık bir topluluğuz. Öz be öz bu vatanın evladıyız. Devlet, millete tahakküm için değil, hizmet  için vardır. Vatandaş atanmış bürokrasinin kapıkulları değildir. Türkiye’de kimsenin  Cumhuriyetle hesaplaşmak diye bir derdi yoktur. Ama bir kesim ısrarla bu niyette kimselerin  olduğunu vehmetmekte, vehimlerinden de durmadan korku üretmektedirler. Düşüncelerindeki sığlık ve ufuksuzluk tamamen kendi eserleridir.

Bu ülkenin dini ve kültürel değerlerine düşmanlık yapmayı bırakın.  Birazcık insanınızı ve ülkenizin gerçeklerini tanıyınız. Körü körüne içinizde oluşturduğunuz tabuların peşinde koşmanın ve milletin nefretini kazanmanın mantığı yoktur. Rejimin hassasiyetleri adına milyonlarca genci mağdur etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Kimse sizden laiklikten vazgeçmenizi istemiyor. Ama, laiklik adı altında gasp edilmiş haklarını geri istiyor.

Milletimiz dünya tarihine destan yazmış bir millettir. Bu milleti ayakta tutan, Arjantin’e, Nijerya’ya çevirmeyen, birbirine sıkı sıkı bağlayan şey örfü ve inancıdır. Bunu hesaba katmayıp milletle kavga etmeye devam edenler bu düşmanlıklarından vazgeçmelidirler. Bu millet fakirlik, yoksulluk içinde yaşayabilir ama özgür olmadan asla yaşayamaz.

AK PARTİ POLİTİKALARI

Mevcut iktidar da ciddi bir imtihandan geçiyor. Eğer antidemokratik baskılara boyun eğerek geri adım atmaya devam ederlerse, Türkiye’yi millet iradesine göre yönetmeleri imkansız hale gelecektir. Gerilim yaratılmasın diye, baskılar karşısında eğilmenin bir sonuç getirmediğini  önceki tecrübelerden biliyoruz. Esas gerilim yaratanlar bu ülkenin binlerce çocuğunun yıllardan beri kullandığı  hakları gasp edenlerdir. Okul önlerini gözyaşı sığınağına boğanlardır. Kamu görevlilerinin ekmeğiyle oynayanlardır. Binlerce ailede drama sebep olanlardır. Dindar insanları düşman gibi görenlerdir.

Bunların sorunu başörtüsü veya İmam-Hatip meselesi değil, sorunları “İslam” iledir. Buna saygı duyulmuyor, buna saldırılıyor. İnançlarınızdan ne kadar uzaklaştığınızı ve onların karşısında ne kadar küçülebildiğinizi test ediyorlar. Başınızı da açsanız, üniversiteyi de terk etseniz, beylerin kamusal alanından uzak da dursanız, sorun bitmiyor. Sürekli bir şeyler istiyorlar, sürekli geriyorlar.

Millet size, “Al oyumu, bu adaletsizlikleri gider” diye oy verdi. Ya iktidar olacaksınız, ya da gerilimin şerrinden kaçacağım diye canavara kurban vermeye devam edeceksiniz. Ama bilmelisiniz ki, canavarı doyurdukça iştahı kabaracaktır. Siyasi iktidarın hiçbir baskıya boyun eğmeden halkın isteklerini yerine getirmesi gerekir. Geri adım atılması hem halkın umudunu kırar, hem de siyasi otoriteyi  zaafa düşürür. Zan edilmesin ki gerilim olmasın diye attığınız geri adımlardan dolayı sizi takdir edecekler, “aferin” diyecekler. Tam tersi  dedikleri şudur; ” Bakın zoru görünce nasıl da kuzu gibi oluyorlar”.

Milleti, “367 milletvekili ile de bir şey yapılamıyor” umutsuzluğuna sürüklemeye  hakkınız yoktur. “Biz üzerimize düşeni yaptık” görüntüsü vermeyi bırakın da milletin vicdanını temsil etme sorumluluğunu taşıyın. Milleti suçlamayı da bırakın lütfen. Bu ülkede milletin ve temsilcilerinin dediği mi olacak, yoksa Kur’an’ı Kerimin tarifiyle, “Refahtan şımarıp azan” bir avuç seçkinci , millete ait bu hakkı çiğneyip kendi keyfine göre mi kullanacak?

Milletin inanç, kültür ve kimliğinden korkan, tarihinden nefret eden bu baskıcı azınlık  gurup, ülkeyi zaten germeye devam ediyor. Gerilim edebiyatı yapanlara bir bakın; Bizzat kendileri İslam düşmanı bir takım toplum mühendislerini ve dokunulmaz bazı kurumları  kışkırtarak adeta gerilim tüccarlığı yapmakta, ülkeyi kaosa sürüklemektedirler. Kendi beceriksizliklerini ve çapsızlıklarını gizlemek için; söyleyecekleri, sunacakları bir alternatifleri olmadığı için, sadece gerilimden beslenmektedirler.

Milletin size verdiği yetkiyi kimseyle paylaşmak zorunda değilsiniz.  Verilen yetkiyi birileriyle paylaşmak mecburiyetinde bırakılıyorsan bu yetkiyi hiç kullanma daha iyi.  Sistem için hassas olan konuları gündeme getirirken kırk kere düşünün ve ona göre adım atın. Ama ondan sonrada geri adım atıp bu milleti üzmeyin lütfen. Bunun adı  “inatlaşma” değil, prensip sahibi olmaktır. Darbe kışkırtıcılarına verilecek en güzel cevap, ilkeli olmak ve dik durmaktır. 

AVRUPA’NIN ADALETİ

AB, BOP, Yeni NATO gibi, sahip olmadığımız projelere alet olamayız, ülkemizi teslim edemeyiz. Türkiye bölgeye model olacakmış. Ortadoğu’nun tamamı bizi model alsa ne olur.  Bugünkü çarpık modelinizle kime örnek olacaksınız. Onun bunun kuyruğuna takılmadan, modelleyen ülke olacak şekilde kendi fikirlerimiz,  proje ve programlarımız olmalıdır.

Türkiye, özellikle AB konusunda ileride telafisi mümkün olmayan hatalar zinciri üzerinde yürümeye çalışıyor. Hiç bir zaman taraf olamadığı, fikrinin sorulmadığı, müktesebatı oluşurken sürece dahil edilmediği bambaşka bir kültür ve medeniyet havzasına şuursuzca koşmaktadır. Attığı imza nedeniyle yarın başına neler gelebileceğini düşünmez haldedir. İçeride ödemeleri gereken bedeli  göze alamadıkları için sorunlarını başkalarına hallettirmek isteyenler AB’ye kayıtsız şartsız teslim olmuşlardır. Toplumun kendi istikametini belirleme, kendi yapısal özelliklerine uygun bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirme yolunda adımlar atması ihmal edilmiştir. Dün din değiştirmekle eş anlamlı tuttuğu için AB’ye karşı çıkan İslâmi camianın, bugün içeride yaşanan kapana kıstırılmışlık halinden kurtulma yolunun AB’den geçtiğini düşünmesi, dün ak dediğine bugün  kara diyebilmesi, yaşadığı sıkıntıları kendi medeniyetimizin bir sonucu gibi görerek, çıkış yolunu başka bir medeniyet havzasına geçişte araması, bir “zihinsel kırılma ve savrulma”nın var olduğunu göstermektedir.

Daha önce, inancımızı ilgilendiren  konularda başkalarından medet beklemenin ileride telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracağını belirtmiş ve Avrupa kapılarında  adalet aramanın yanlışlığını vurgulamıştık. AİHM’nin  vereceği aleyhte  bir karardan sonra söyleyecek hiçbir şeyiniz kalmaz demiştik. Leyla ŞAHİN  ile ilgili son AİHM kararında dediğimiz çıktı. İnancınızla, dininizle ilgili, yani Allah’ın açık emriyle ilgili bir konuyu, Müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir kaç insanın siyasi ve taraflı kararına kurban edemezsiniz.  Başörtüsü karşıtı bir köşe yazarı şunu yazıyor; “Dinci ve şeriatçı kökenden gelen başörtüsü davacıları neden Hıristiyan Avrupa’nın bir mahkemesinde adalet arama peşine düşerler, anlamıyorum.” diyor. Hıristiyan kültüründe başörtüsünün anlamı ile İslam’daki anlamını bu insanların anlamasını beklemek safdillik olur. Senin “inancımın gereği” dediğin nesneye, o, “hayır, bu dini ve siyasi bir simgedir” diyor. Bu küstahça kararı ile sana hakaret ediyor ve seni yalancılıkla suçluyor. Görüldüğü üzere, “İslam”i bir mesele söz konusu olduğunda bunların da bir zamanların “militan demokrat” savcılarından hiç bir farkı kalmıyor.

Bu karar, 28 Şubat’tan sonra Batıyı gerçek bir hukuk cenneti olarak algılayan ve Türkiye’nin egemenlerinde bulamadığı insafı Avrupa’nın hakimlerinde arayan AB sevdalısı Müslümanlar açısından da ibretle değerlendirilmesi gereken bir örnek niteliğindedir. Bundan sonra, bizdeki yasakçılar, AİHM kararını  başörtü yasağının meşruluğuna delil olarak gösterecekler. Büyük bir gazetenin  tetikçi  köşe yazarı, şöyle yazıyor; “Türbancılara geçmiş olsun. Bundan sonra tutunacakları hiçbir dalları kalmadı, İsteseler de, istemeseler de laik TC’nin kurallarına uyacaklar. Başka çareleri kalmadı” diyor. Görüyorsunuz adam adeta zil takmış oynuyor. 

YAPILMASI GEREKENLER

Sözün tükendiği, iş yapmanın gerektiği bir dönem yaşıyoruz. Ülkemizin ve İslam dünyasının bu iç karartan halinden kurtulmak için  gereken  adımların atılması hususunda herkese   ihmal edilemeyecek görevler düşmektedir. Özetle;

1 – Hegemonik güçlerin bütün engellemelerine rağmen, İslam, dünyada yeniden bir kurtuluş müjdesi olarak gündeme gelmeye başlamıştır. Ancak burada Müslümanları önemli görev beklemektedir. Yeniden  “Birlik ve Dayanışma ruhu” ile bir “arınma” sürecinden geçmeliyiz. Yüce Allah; “Artık beni hatırlayın, Ben de sizi hatırlayayım” buyuruyor (Bakara, 152). “Bana seslenin, size cevap vereyim” buyuruyor. (Mü’min, 60)

2 - Yaşamakta olduğumuz coğrafyada maddi ve manevi travmanın ve dağılmışlığın sebebini araştırıp, çözüm yolları üretecek çalışmalara ağırlık vermeliyiz. İnsanlığa yeniden huzur, barış  ve adaleti getirecek yeni bir dünya kurmak, yeni bir medeniyet inşa etmek, tarihin bize yüklediği bir görevdir.

3 - Bu sorumluluğu yerine getirmemizde büyük bir rol oynayacak gençliğimizin, ülkesinin meselelerini kendine dert edinecek şekilde yetiştirilmesi gerekmektedir. İnanç ve kültüründen gurur duyan, sorumluluğunun bilincinde, örnek ve önder olacak bir gençliğin yetiştirilmesi en temel  görevimizdir.

4 - Mücadelemizi anlık, günlük tepkilerden çıkarıp,  kısa vadeli iktidar heveslerine kurban etmeden, bütün bir nesli içine alacak çapta stratejiler geliştirerek yürütmek durumundayız. Hem zaman, hem emek, hem de  para harcamayı gerektiren uzun soluklu bu mücadelede,  kurtuluşun bir yapı taşı olmaya talip olmalıyız.

5 - Bunun için, öncelikle bir araya gelip cemaatleşmemiz gerekmektedir.  Küçük bir gurup da olsa, bu kucaklaşmayı başarır. Gün gelir, Allah bereketini verir. Bu küçük örnek, daha evrensel, daha yoğun bir beraberliğin başlangıcı olur. Çünkü Rabbimiz; “Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir ” buyuruyor. (Bakara, 249)

SONUÇ OLARAK,

Ülkesini ve milletini seven, inanç değerlerini düşünen, şeref ve izzeti hakkında hassasiyet taşıyan herkes, yeniden kendini  gözden geçirmeli, ülkesini yeniden kurmak için cesaretle konuşmaya ve çalışmaya başlamalıdır. Bu ülkede insanca yaşama, ancak kişinin inandıklarını özgürce yaşayabilmesi ile mümkündür. Türkiye’mizin, halkına değer verilen, inançların, fikirlerin saygı gördüğü bir ülke olmasını istiyoruz.

Kimsenin  bu ülkenin başına çöreklenmiş, kendisini memleketin tek sahibi ve koruyucusu gören  unsurlardan korkmasına gerek yoktur.  Bu ülkenin insanı görevini yaptığı, tepkileri kasırgaya dönüştüğü zaman, bu zihniyet  her esişte eriyip gidecektir. Yeter ki, eğilmeyen, bükülmeyen, hakkı ve hakikati haykırmaktan çekinmeyen, Allah’tan başka kimseden korkmayan kimseler olalım.

Sahip beklemeyelim. Allah sahip olalım diye bizi gönderdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...