1 Aralık 2005 Perşembe

KİME KIZALIM? AİHM SOYTARILARINA MI, YOKSA BİZİM MÜSLÜMANLARIMIZA MI?

(Umran Dergisi)


                                                             Güya denizden korkup kıyıya sığındılar

                                                                                   Kurttan kaçmak isterken ayıya sığındılar

                                                                                   Dövdü öz amcaları anavatanlarında

                                                                                   Gittiler dini bozuk dayıya sığındılar

                                                                                                                Abdurrahim Karakoç

 

Bilindiği üzere, AİHM Büyük Dairesi, Leyla Şahin'in başörtüsü yasağı ile ilgili açtığı davada, yasağın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olmadığına karar verdi. Bunun üzerine laikçi takım televizyonlarda, gazetelerde “tüm yollar kapandı” çığlıkları atmaya başladılar. AİHM'nin kararını tepe tepe kullanmaya başladılar. Bundan sonra bu kararı kullanarak yasakçılığın tadını çıkaracaklar. Ali Topuz sevincinden göbek atıyor, verdiği demeçte, "Artık konu kesin bir hükme bağlanmıştır. Bundan sonra benzer davalar açılamaz" ve devam ederek, "Böyle bir kararın Türk milletine, Atatürk'ü andığımız 10 Kasım günü ulaşması, çağdaşlığa, laik Cumhuriyet'e inanmış vatandaşlarımız için bir müjde, bir hediyedir" diyor.

Cumhurbaşkanı Sezer, kararın bağlayıcı olduğunu belirterek, "Konu hiç kuşkusuz hukuken kapandı" diyor. YÖK Başkanı Teziç, AİHM'nin kararının iç hukukta bağlayıcı özelliği bulunduğunu belirterek, "Kararın uluslararası planda olması, Türkiye'nin bundan böyle aksi yönde bir düzenleme yapma olanağını da ortadan kaldırıyor" diye ahkam kesiyor.

Görüldüğü üzere, AİHM’nin aldığı kararla İslam’a ve Müslümanlara düşman olanların  ellerine koz verilmiştir. Büyük Daire, otoritelerin laikliği muhafaza edebilmesi için  türban yasağının gerekli olduğunu belirtiyor ve gerekliliği şu iddialara dayandırıyor, "Türbanın Türkiye'de politik anlamda sorun oluşturduğunu ve toplumu gerdiğini", "Toplumu inananlar-inanmayanlar diye ikiye bölerek kamplaşmalar yarattığını" ve "Dini kurallara dayalı bir toplum isteyenlerin kullandığı siyasi bir sembol olduğunu" iddia ediyor. T.C. Anayasa Mahkemesi de kendi yasak gerekçesinde ne diyordu, "Üniversitelerde türban takılmasının Cumhuriyetin temel ilkeleriyle bağdaşmadığı"  ileri sürüyordu. Her iki kurumun anlayışında da başörtüsü diğerlerine karşı bir tehdit algılaması olarak görülüyor, dolayısıyla dışlanıyor ve yok sayılıyor.

İBRET ALMAYA NİYETİ OLANLARA

Bu davanın kefere mahkemesinde reddedilmesinden dolayı, ortaya çıkan  önemli boyuttaki sonuçlar nedeniyle, bazı hususlara yeniden temas etmek, bazı noktaları yeniden hatırlatmak zarureti hasıl olmuştur. Belki ibret alınır diye.

Daha önce söylemiş idik, yine söyleyelim. Batı'nın hak ve hukuk anlayışında Müslümanlara yer yoktur. Müslüman kimliği onların nezdinde “tehlike” işaretiyle tanımlanır.  Yarsistler, Bahailer ile ilgili konular her sene insan hakları izleme raporlarında genişçe yer alırken, Müslümanlarla ilgili hak ihlallerine hemen hemen hiç yer verilmez. En son yayınlanan 151 sahifelik AB İlerleme Raporunda, başörtüsü yasağına tek bir satır dahi ayrılmamıştır. Sih'lerin türbanına onay veren, Yahudi öğrencinin Cumartesi günü imtihana girmeme hakkını onaylayan, askere gitmeyi reddeden Yahova Şahidini haklı bulan AİHM, derslere sakallı geldiği gerekçesi ile Kocaeli Üniversitesinden uzaklaştırılan Mehmet Tığ'ın başvurusunu ret etmişti.

Bazı kimseler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesi şunu diyormuş, 9. maddesi bunu diyormuş gibi yaklaşımlarla AİHM'nin aldığı kararın yanlışlığını savunurken  yine işin özünü kaçırıyorlar. Hükümün gerekçelerinin mantıksızlığından, pespayeliğinden bahsetmenin hiçbir anlamı yoktur. AİHM'nin ve Büyük Dairenin son müracaat mercii olduğunu biliyordunuz. Konuyu buralara taşıdıktan sonra, çıkan kararlara itiraz etmenin bir faydası yoktur.

AİHM, kendisinden beklenen bir karar vermiştir. Mağduriyetleri göz ardı etmiş , Türkiye'nin özel şartlarına atıfta bulunarak, olaya, "siyasi olarak nasıl bir sonuç çıkacak" gözüyle bakmıştır. Burada asıl sorun, sizin duruşunuzun tutarlı olup olmadığı hususudur. Eğer o mahkemenin meşruiyetini kabul ediyorsanız, vereceği kararları da kabul etmek durumundasınız. Vazoyu kırdıktan sonra, bunun nasıl kırıldığını irdelemenin fazlaca bir anlamı yoktur. Hep söyledik tekrar söyleyelim; davayı AİHM'ne götürmek yanlış idi. Çünkü konu AİHM'nin kararıyla çözülecek bir konu değildi. Avrupa'nın bütün üniversitelerinde başörtüsü serbest iken, sizlerin AİHM'nin kapısın çalıp onlardan içtihat etmelerini istemeniz olacak iş değildi. Adamlar kendi ülkelerinde olmayan yasağı Türkiye'ye gelince savunuyorlar. Kendi ülkelerinde olan serbestliği bizim ülkenin özel şartları muvacehesinde yok sayıyorlar. Belli ki yasak "siyasi" idi ve çözümü de siyasi olacaktı.

Burada mesele AİHŞ’nin şu maddesi, bu maddesi  meselesi değildir. Bilinmesi gereken birinci nokta, İslam'a ve Müslümanlara karşı çarpık ve önyargılı bakan sömürge mahkemesi kılıklı bir heyetin,  hak arama mercii olarak kabul edilmesidir. Örtünme gibi İslami bir meselenin, İslamı bilmeyen, yaşamayan, İslami hassasiyetleri anlamayan ve üstelik ona karşı önyargılı bir mahkemeye götürülmesi   kabul edilebilir bir durum değildi. İkinci önemli nokta, hakkınızı ararken kullandığınız argümanlar ve üslup meselesi idi. Tamamen dini olan bir meselede İslami argümanların terk edilerek, mahkemeyi meşrulaştıracak esaslar çerçevesinde geliştirilen bir üslubun kullanılması da sorunlu bir yaklaşımdı.

Mahkeme dini bir hükmü yargılamaktadır. Halbuki mahkemelerin din üzerinde hüküm sahibi olma hakkı olmadığı gibi, dini vecibelerin ne olup olmadığını da bir mahkeme tayin edemez. Başörtüsü dini bir vecibe olduğuna göre, AİHM kararının da bir anlamı olamaz. Mahkeme ancak bir olaya ilişkin karar verebilir. Yoksa inancı yargılayamaz. Başörtüsü hukuki bir konu değildir. Allah'ın Kur'an mesajıyla bildirdiği apaçık bir  emridir.  Dolayısıyla ulemaya sorulacak bir tarafı da yoktur.

Meseleyi  çözmesi gerekenlerin, çözüm yerine işi ulema zeminine çekip laikçilere yeni kozlar vermelerine de gerek yoktur.  AİHM, kararını AKP hükümetinin savunması doğrultusunda vermiştir. Orada T.C. Devletinin uygulamalarının yanlışlığını adam gibi söylemek yerine, pasif davranarak yasağın devamından yana savunma yapanlar, zamanında halktan oy isterken başörtüsü "namus meselemizdir" demişlerdi. Bu sözleri kendilerine hatırlatıldığında da AKP'nin bir bakanı pişkin pişkin, "ne yapalım, öyle demezseniz halk oy vermezdi" diyebiliyor. AİHM'nin Türk yargıcı Rıza Türmen, 18 Mayıs'ta AKP hükümeti tarafından hazırlanan ek savunma ile ilgili olarak, hükümetin Büyük Daire duruşmasında 9 dakika savunma yaparak, 4.Dairenin aldığı bir önceki kararın tekrarını talep ettiğini belirtiyor. Türmen, "Hükümet isteseydi mahkemeye bazı ek bilgiler vererek tezlerini güçlendirebilirdi. Bunu tercih etmediler." diyor

Buradan farklı bir sonuç çıkmayacağını basiret sahibi herkes bilebilirdi. AB'nin insan hak ve özgürlüklerini savunması, sadece kendi çıkarlarıyla bağlantılı bir politikadır. Gerçekte  böyle bir samimi anlayışları yoktur. Türban kararına yön veren politikaları da, Türkiye oligarşisi ile İslam karşıtlığı noktasında aynı ortak paydada buluşmaları ve hegemonik güçlerin bugün   İslamı bir tehdit olarak görmesi nedeniyledir. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki, "...Kafirler, ellerinden gelse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam edeceklerdir..." (Bakara: 217). Buna göre AİHM, aslında temelde kendi ilkeleri ile çelişkili bir karar almamış, bilakis kendi meşruiyet zemini çerçevesinde bir hüküm vermiştir. Asıl kendisiyle çelişenler, AİHM’den başörtüsünün serbest bırakılması yönünde karar çıkmasını bekleyenlerdir. Onlarda layık oldukları bir tavırla müşerref olmuşlardır. Maalesef, AİHM’i meşru kılan gerekçeler ile başörtüsünü meşru kılan kaynağın farkını görememişlerdir.

Bunların düzenlerinde ne inançlara , ne de diğer haklara özgürlükler olmayacaktır. Bu, başlı başına bir sistem sorunudur. Despotik egemenlerin olduğu yerde insan hak ve hürriyetlerinden bahsetmek abesle iştigaldir. Hele mazlum milletlerin kanı ve emeği üzerinden servet üretmiş olan sömürgecilerden medet beklemek, yasağı böyle gülünç yollarla aşmaya çalışmak sadece mağdurların daha çok aşağılanmasına sebep olmaktan öte bir işe yaramayacaktır.

AZ KALDI, AB SAYESİNDE YASAĞI ÇÖZECEĞİZ (!)

Kendi ülkelerinde mahrum edildikleri hak ve özgürlüklerini AB'nin kanatları altında doya doya yaşayacaklarını zanneden Müslümanlar şunu bilmelidirler ki, Avrupa hiçbir zaman Müslüman kimlikli bir Türkiye istemez. Avrupa İslami değerlerin en aza indirildiği bir Türkiye'yi istiyor. İslami kimliğinden soyulmuş bir kimlikle gittiğiniz zaman ancak sizi kabul edecektir. Müslüman kimliğine düşmanlık besleyenlerin egemenlik sahalarında hak ve adaleti bulamazsınız. Yüce Allah, "Siz ey iman edenler, sizden olmayan kişileri can yoldaşı edinmeyin. Onlar sizleri yoldan çıkarmak için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler ve sizi sıkıntıda görmekten hoşlanırlar. Şiddetli öfke ağızlarından taşmaktadır; kalplerinde sakladıkları ise daha da kötüdür. Biz bununla ilgili işaretleri  sizin için işte böylesine açık ve anlaşılır kıldık, eğer aklınızı kullanırsanız" (Al-i İmran, 118) buyuruyor.

Üstelik gitmek istediğiniz yer, bir cennet değildir. Tarihte helak olmuş toplumların tefessüh etmiş halini yaşayan, kutsalı kalmamış, cinsel sapkınlıkların had safhaya vardığı, maddeyi ilah edinmiş bir toplum. Kendi ülkenizde bulamadığınızı orada hiç  bulamazsınız. Sizi   tenezzül buyurup  kabul ederlerse dahi biliniz ki, size tanınacak  hak ve özgürlükler,  ancak zımni statüsünde olacak, gay ve lezbiyenlere tanınan haklardan daha ileri boyutlarda olmayan haklar olacaktır.

Orhan Pamuk, Zina Cezası, v.s. gibi konularda aslan kesilen, sözde demokrasiyi savunan AB, binlerce mazlumun eğitim hakkının gasp edilmesini haklı buluyor. “Türkiye'deki aşırı siyasi hareketlerin kendi dini sembollerini ve dini kurallara dayalı bir toplum dayatma isteklerinin göz ardı edilmemesi” herzesini yumurtluyor.

Dünya'da ve Türkiye'de İslâm’a karşı yürütülen sindirme politikaları çerçevesinde uygulanan başörtüsü yasağı Avrupa'nın merhameti ile çözülecek bir konu değildir. AİHM'nin bu haliyle ortaçağ mahkemelerinden farkı yoktur. Onlarda "dünya dönüyor" diyen Galile'yi mahkum etmişlerdi. Leyla Şahin davası 1998'de başlamıştı. Yedi yıl süren bir dava müspet sonuçlansa bile bu kadar gecikmiş bir adalet ne işe yarayacak. Binlerce mağdura olan olmuş bir kere. 

Tarihin seyrine bir bakın, peygamberlerin mücadelelerine bakın, Allah'ın Resulü’nün mücadelesine bakın ve Mekke müşriklerinin İslam geliştikçe ortaya koydukları tavırlara bakın. O zaman, bu tarz yaklaşımların her zaman var olacağını daha iyi anlarsınız. Bu olaya öyle "çifte standart" falan demenizin de fazla bir anlamı yoktur. Küfür her zaman tek milletdir ve davranışı da kendi mantığı içerisinde tutarlıdır. Asıl sorun bizim Müslümanlarımızın davranışlarındaki tutarsızlıktadır. Onların iki yüzlüklerini ve çelişkilerini eleştirirsek bundan vazgeçeceklerini ummak gibi bir safdillilik bizim mücadele azmimizi darbelemekten başka bir işe yaramaz. Yüce Kitabımız, ancak hak gelirse batıl'ın zail olacağını söylüyor. Hak batıl kavgasının kıyamete kadar süreceğini unutmayarak, batıl iptal edilinceye kadar başkalarının değil kendi gücümüzle hak mücadelesine devam etmek gerekiyor.

NE OLDU ŞİMDİ?

Bu kararın muhtevası, Türkiye'de sanki inanç özgürlüğü konusunda hiçbir engel bulunmadığını, başörtüsü ile ilgili hiçbir sorunun yaşanmadığını göstermektedir. Her yer güllük gülistan sanki.

Ayrıca karar, benzer nitelikli davalar bakımından "referans" olma niteliği taşıyor. Bu karar, hem Türkiye'den yapılacak müracaatlar, hem de Avrupa'dan yapılacak benzer davalarda örnek olarak alınacak. Türkiye devleti aleyhine açılan  100 civarında benzer davaya da emsal olacak ve davaları mağdur aleyhine etkileyecektir. Ayrıca, sadece AİHM değil, Avrupa'daki diğer yargı organları da önlerine gelen benzer dosyaları bu kararı dikkate alarak karara bağlayacaklardır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kararla, resmi ideoloji dinin üstünde bir konumda tutulmuştur. Eğitim hakkı iptal edilmiştir. Bürokrasinin dini vecibeler konusunda karar verebileceği kabul edilmiştir. Ceberut devlet anlayışı karşısındaki özgürlük mücadelesinde bir cephe kaybedilmiştir. Sayenizde başörtüsü uluslararası düzeyde siyasallaştırılmış ve devletin din alanına yönelik menfi müdahalelerinin önünü açıcı bir içtihat oluşmuştur.

Olayı hukuken bitirdiniz. Geçmiş olsun.

1 Temmuz 2005 Cuma

GELECEĞİ İNŞA MİSYONU VE KENDİNİ ARAYAN GENÇLİK

(Umran Dergisi)


GENÇLİK DÖNEMİ VE KAYIP GENÇLİK

İnsan hayatının önemli bir dönemi olan gençlik çağı , biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönü ile insanın bedensel, ruhsal ve sosyal gelişmesinin ve kişiliğinin oluşmasında hassas bir dönemi kapsamaktadır. Gençlik dönemi, bir yandan bunalımlar, çatışmalar,  yanılgılar,  çelişkiler ve kararsızlıklarla gencin gerek kendisiyle ve gerekse çevresiyle çatışma dönemi iken; diğer yandan da, tatlı hayallerin, tutkuların ve idealizmin filizlendiği,  kendini ispat ve kimliğini bulma çabalarının yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu yüzden, toplumun içinde bulunduğu buhranlardan en fazla etkilenen kesim de yine gençlik kesimidir. Toplumun en hareketli ve dinamik grubunu oluşturan gençlik, hedef kitle oluşu ve kolay şartlandırılması ile her türlü olumlu ve olumsuz motivasyona ve manuplasyona da en müsait bir kesimdir.

Yaşamakta olduğumuz bilgi çağında,  gençlik birçok yabancı televizyon kanallarını izleme ve her türlü gazete, dergi ve kitap okuma imkanına sahip olduğu gibi, İnternet sayesinde de olumlu olumsuz birçok yabancı kültür ve medeniyetle karşılaşmaktadır. Kendi öz değerlerini özümsememiş, kendi değerleri ile yoğrulmamış, kimlik şuuru aşılanmamış gençlik yabancı kültür ve felsefi akımlarla karşılaştığında kolayca etkilenmekte, kimlik aşınmasına uğrayabilmektedir.

Ülkemizdeki;

- işsizlik, barınma, beslenme ve sağlık konusundaki sıkıntılar,

- insanların birbirine ilgisinin azalması,

- iletişim kopukluğu ve sosyal bağlılık ve dayanışma ruhunun yok olması,

- aile yapısının sarsılması ve sosyal çözülme nedeniyle aile içinde diyalog, sohbet ve

   dertleşmenin ortadan kalkması,

- kuşaklar arası çatışma ile oluşan güven bunalımı,

- yolsuzluklar, adam kayırma, adaletsizlikler,

- geçim sıkıntısı

gibi olumsuzluklar ve bunların sonucunda oluşan endişe, sıkıntı ve stres gençliğimizi ümitsizliğe ve bunalıma sürüklemiştir. Ülkenin meselelerini kendine dert edinmesi, hayatını büyük hedeflere göre düzenlemesi ve bu ülkede "Ben de varım" demesi gereken gençliğimiz ne yazık ki bir vurdumduymazlık içerisindedir. Amaçsız bir hayat, kendini faydasız hissetme,  gelecek korkusu ve kimlik bunalımı gibi olumsuzluklar sonucunda mücadele ruhunu yitirmiş huzursuz bir gençlik olgusu ile karşı karşıyayız. Geleceğe bağlanan umutların tükenmesiyle, olumsuzluklara tepki koymak yerine, kendi değerlerine yabancılaşarak, kendini eğlence, içki, sigara ve uyuşturucuya vererek derin bir yozlaşma ve çürüme yaşıyor. Tefekkür yok. Fikri derinlik yok. Ruhsal bir boşluk var. Gençlik kendisini arıyor.

Laikçi düzen politikaları sonucunda yozlaştırılan gençlik;  manevî değerlerin zayıfladığı, kimlik ve kültür krizlerinin yaşandığı bir dönem yaşamaktadır.  Değer kargaşası ve onun getirdiği ahlak krizi ile özellikle kentsel kesimde artan fuhuş, tecavüz, uyuşturucu, kapkaç, hırsızlık, cinayet, adam kaçırma, çek-senet tahsilatı, mafyavari çeteleşme gibi suçlar, toplumsal dokudaki bozulmanın, çürümenin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

TÜRKİYE GENÇLİĞİNİN SERENCAMI

Bu ülke soyulurken sesini çıkarmayanlar, ağızlarında sakız ettikleri "laiklik", "irtica" gibi kelimeleri manivela olarak kullanarak bu ülkenin yapı taşlarını yerinden oynatmaya devam ediyorlar.  En büyük zenginliğimiz olan gençliğimizdeki bugünkü dejenerasyon ve kimlik onların eseri.  Değerler erozyona uğramış olup, kimlik ve değer kaybı had safhadadır. Maneviyat çökmüş durumdadır. Kendi inanç değerlerine yabancılaşmış, hatta yer yer düşman edilmiş bir gençlik olgusu ile karşı karşıyayız. Tiner çeken, dilenen, kalabalık caddelerde, trafik ışıklarının dibinde kağıt mendil, sakız satan çocuklar. Kimi evsiz, kimi okulsuz, kimi aç. Sokakta yaşayan on binlerce çocuk bu ülkenin kanayan bir yarasıdır. Ülkenin bu hale düşmesine sebep olanlar  çağdışı doğmalarıyla, “vazgeçilmez ilkeler” ile ne kadar övünseler azdır.

Hiç kimsenin gündeme getirmediği bir gerçek de şu ki; Türkiye'deki darbeler en çok gençlik kesimini etkilemiş, her darbeden sonra gençliğin geleceği üzerine değişik operasyonlar tezgahlanmıştır.

- 27 Mayıs darbesinden sonra 60'lı yılların gençliği politize edilmiş idealist bir gençliktir.

- 12 Mart muhtırasının ardından oluşturulan anarşik ortamda şiddet ve teröre alet edilen 70'lerin gençliği bir kan denizinde birbirine boğdurulmuş, önemli derecede zayiat verilmiştir. Bir boşluk ve sosyal çözülme ortamında problemli yetişen gençlik kendine hem de topluma yabancılaşmıştır.

- 12 Eylül darbesinden sonra darbeciler gençliği apolitize etmek, toplumsal sorunlardan uzak tutmak  için  yozlaştırıcı kültürel programlar uyguladılar. Politik mücadeleden uzaklaştırılarak pasifize edilen, baskılarla korkutulan 80'li yılların gençliği ülke sorunlarından habersiz yoz kültür kıskacımda kıvranan bencil, idealsiz ve amaçsız bir nesle dönüştü.

- 90'lı yıllarda  dünyadaki değişmeleri, gelişmiş kitle iletişim araçları ile izleme imkanı  bulan gençliğe küreselleşme ile beraber dünya ile bütünleşme çağrıları yapılmış, ortaya atılan yeni dünya düzeniyle eşitlik, özgürlük ve barış propagandaları yapılarak mücadele azmi ve isteği kırılmaya çalışılmıştır.

- 2000'li yılların gençliği ise 28 Şubat politikalarının kurbanı durumundadırlar. Bu süreçte, Kur’an Kursu, İmam Hatip gibi okulları kapatması da manevi yapının gelişmesini engelledi. Ortaya çıkan kültürel boşluk, herhangi bir manevi değerler sistemiyle de takviye edilmeyince yozlaşma giderek artmaya başladı. "Kur’an’ı kapa kadınları aç" politikaları ile, bir taraftan örtünme yasaklanırken öbür taraftan çıplaklık alabildiğine teşvik edildi, haya duygusu yok edildi. Kız-Erkek flörtü ilkokul 2.-3. sınıf seviyelerine kadar inmiş durumdadır. Yurtlarda kız-erkek çocukları bir arada bulundurarak, bu ilişkileri aşırı genişlettiler. Mahremiyet ortadan kalktı.

Bu ülkede  çocuğunuza 15 yaşından önce "dini eğitim" vermeniz yasaklanmıştır. Önce 8 yıllık temel eğitimi bitirmeniz gerekiyor. Yani 14 yaşındaki çocuğunuza bugün dini eğitim aldırmak isterseniz buna imkan yoktur. Geçen hafta okullar kapandı. Ne olacak şimdi? "Camilerimiz açıktır, yaz kurslarına gitsin" diyorlar. Ama oraya da 12 yaş sınırı getirdikleri için çocukların bu yaz kurslarına gitme imkanı yok. Halk bu işi kendi imkanlarıyla halletmeye kalktığı zaman da beylerin ifadesiyle "kaçak eğitim kurumu(!)" açmış oluyorsunuz ve bunun da hapis cezası var. Şimdi tartışılan şey, efendim cezası 3 yıl mı olsun, yoksa bir yıl olsun ve bu da para cezasına çevrilsin. Bir Allah'ın kulu çıkıp ta "kardeşim ne cezası bu, kime ne cezası veriyorsun, kim kime ceza veriyor?" diye sormuyor. Bir Allah'ın kulu çıkıp ta, bir insanın mukaddes kitabını istediği yerde istediği şekilde öğrenmesinin bir hak olduğunu, bunun suç olmaktan çıkarılması gerektiğini söylemiyor. Herkes Kur'an okumaya ceza verileceğini zımnen kabul etmişte, cezası ne kadar olsun onu tartışıyor. Bu ülkeyi ne hale getirdiler görün. Bir tarafta "laikçi oligarşi"nin dayatmaları ve her türlü maddi imkanlarıyla saldırıya geçen misyonerler, diğer tarafta elleri kolları bağlanmış, çocuğuna din eğitimi vermekten korkar hale gelmiş Müslüman halk. Ve ceza hangi dozda olmalı, onun tartışması yapılıyor.

Vehimleriyle durmadan korku ve düşman üreten, bulundukları makamları millete hizmet için kullanmak yerine, toplumsal yaşama müdahale eden, düşünceye ve inançlara sınırlama getiren,  medya kanalıyla beyanatlar savuran kişi ve kurumlara bilmelidirler ki; Bu ülkenin hayali düşman üretmekten öte daha ciddi sorunları vardır. Çocuklarımızı, bu ülkenin geleceği olan gençliği kendi ellerinizle ateşe atıyor, ülkemizin geleceğini karartıyorsunuz.

UYUŞTURUCU VE GENÇLİK

Düzenin gelecek vaat etmediği genç nüfusun yaşadığı bunalım, eğitim sisteminin  kimlik ve kişilik kazandırmaktaki yetersizliği, işsizlik ve yoksullukla yaşanmaz hale gelen bir hayat, gençliği uyuşturucu kullanımına teşvik ediyor. Bir tarafta hayat pahalılığı ve işsizlik, diğer tarafta gençliği tüketim çılgınlığına iten çeşitli reklam kampanyaları körpe dimağları depresif yapıyor.

Ekonomik sıkıntıların sebep olduğu büyük tahribata karşı koyamayan gençlerimiz,  günübirlik yaşıyor, sadece gemisini kurtarmaya çalışıyor. İçinde bulunduğu toplumu ve kendisini ilgilendiren sosyal ve siyasal sorunlarla mücadele etmek yerine, problemlerini uyuşarak atlatmaya çalışıyor. Hedefsiz ve misyonsuz kalmış gençlik,  içindeki boşluğu dolduracak bir yol ararken uyuşturucuya yöneliyor. Yalnızlığını alkol ve uyuşturucu kullanarak aşmaya çalışıyorlar. Araştırmalara Türkiye'de özellikle ilköğretimde uyuşturucu kullanma  yaşı 10-11’e kadar inmiştir.

İstanbul’da “Yeniden Sağlık Eğitim Derneği” nin, Doç. Dr. Kültegin Ögel’in koordinatörlüğünde, 15 ilçede, 43 okulda, 3168 0nuncu sınıf (Lise II) öğrencisi arasında yaptığı bir araştırmada (1), gençlerin sigaradan uzaklaşıp esrar ve sentetik haplara yöneldiğini ortaya koyuyor. İşte ürkütücü sonuçlar  (Bu rakamlar 2001’den 2004’e kadar üç yıl içerisinde meydana gelen artışları gösteriyor) :

  • Esrar kullanımı % 75 artarak %6’ya ulaşmış
  • Uçucu madde kullanımı % 40 artarak % 6’ya ulaşmış
  • Eroin kullanımı % 100 artış göstererek %1,6’ya çıkmış
  • Extacy kullanımı % 287 oranında artarak % 3’ün üzerine çıkmış
  • Uyuşturucu hap kullanımı % 184 artışla %4’e yaklaşmış

MEDYANIN TAHRİBATI

Medyanın dejenere yayınları gençleri uyuşturucuya, çeteleşmeye, intihara teşvik ediyor. TV, sinema ve magazin gazetelerinin sergilediği modeller ideal hayat beklentisini çarpıklaştırıyor. Televole kültürü gençleri ahlaki ve kültürel yozlaşmaya götürüyor. Her gün gördükleri şeylere alışıyorlar. Uluslararası bir saldırı söz konusudur. Şeytanın yolunda gidenler insanın zaaf yönlerini bilip, ona göre saldırı planı yapıyorlar. En samimi arkadaşa bile açılamayan mahrem konular televizyonda konuşulup sergileniyor. Eskiden “ayıp” diye nitelendirilen şeylerin artık gündelik yaşamda geniş yer bulması ve kanıksanması bunun bir göstergesidir.

Son zamanlarda daha hızlı bir yozlaşma sürecine giren cinsellik, gençliğimiz için bir tehlike oluşturmaktadır. Cinsel özgürlük propagandası yapan bazı medya organlarının müstehcen görüntüler eşliğinde en çok işledikleri konu cinselliktir. Yürütülen cinsel özgürlük propagandasının neticesinde toplumumuzda gayri meşru ilişkiler, ahlaki yozlaşma, fuhuş, cinsel sapkınlıklar gençliğimizi ciddi anlamda tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır.

Çoğu sevgilileriyle, aşk skandallarıyla,  giyimleriyle, makyaj ve silikonları ile gündeme gelen, doğru dürüst bir aile kuramamış sözde sanatçılar üzerine kurulan yoz bir eğlence kültürü, gençleri  pırıltılı hayatlara özendiriyor, pembe hayallerden ibaret bir hayat düşlüyorlar. Anne-baba olmaya talip değiller, aday değiller. Aile kurmaktan ziyade, kendilerini iş hayatına göre programlıyorlar. Kısa zamanda şöhret olanlara özenip,  çalışmadan zengin olmanın yollarını arıyorlar. Dürüstlük ve çalışkanlık yerine, hiçbir çaba harcamadan kısa yoldan para kazanmak bir erdem ve işini bilirlik olarak görülüyor. Medyada olanca müptezelliğiyle bu beyin yıkama operasyonuna çanak tutuyor.

Röntgenciliği teşvik eden yarışmalar, “Paparazi”ler, “Televole”ler, uyduruk dizilerdeki her vesile ile içilen içkiler, kaldırılan kadehler, kız-erkek ilişkilerindeki aşkın görüntüler, lüks köşklerdeki sapkın yaşam şekilleri insanlarda ne ahlak bırakıyor, ne de ilke.  İnsani değerlerin yitirildiği, yozlaşma ve çürümenin had safhada olduğu bir ortamda  ilahı para olmuş bir kuşak yetiştirildi.

DEĞİŞİM ÜRKÜTÜCÜ BOYUTTA

9 Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. İbrahim Armağan, ilki 1979'da olmak üzere 2004 yılına kadar süren bir dizi anket ve araştırma yapıyor ve elde edilen sonuçları, 2001-2002 yıllarını da  kapsayacak şekilde bir kitap halinde kamuoyunun bilgisine sunuyor (2): Prof Armağan şöyle diyor: ''Araştırmalarımızda 1980'li yılların gençliği ile günümüz gençliği arasında çok belirgin farklar ortaya çıktı. 1980 gençliği; toplumsal değerlere, vatana, millete sahip çıkan, bilinçli ve sorumlu, eşitliği ön planda tutan bir gençlikti. 1980'lerin gençliğinde sevgi, özgürlük, eşitlik gibi temalar ilk sıralarda yer alırken eğitim ve iş, daha sonra geliyordu. 2000'li yılların gençliği ise bireysel değerler olan para gibi konulara önem verip egoist bir yapı sergiliyor...''

İlki 1979 yılında 2.168 kişi üzerinde yapılan bu araştırmaya göre, o dönemdeki gençlerimizin  öncelikleri şöyle sıralanıyor: (1) Sevgi: %20.05, (2) Özgürlük: 16.84, (3) Eşitlik: 16.14, (4) Eğitim: 14.88, (5) İş: 13.51, (6) Demokrasi: 8.42, (7) İletişim: 2.54, (8) Zenginlik: 2.31 ve(9) Aile: 2.04.

Aynı çalışmayı 18 yıl sonra 1997'de tekrarlayan Armağan, bu kez çok daha değişik sonuçlara ulaşıyor. Bu defa ankete katılan 5 bin 186 öğrenciden yüzde 20.67'si "para, zenginlik" tercihini kullanıyor. Bunu yüzde 19.53 ile "sevgi", 17.97 ile "meslek, iş" tercihleri izliyor. 1979 gençliğinin ikinci sırada önemsediği özgürlük ise bir sonraki kuşakta, yüzde 4.39 ile 8. sırada yer alıyor.

Görüldüğü üzere, gençliğimizin değerler sisteminde, 20 yılda çok ciddi değişimler ortaya çıkmış. Meselâ; ''zenginlik'' , 1979'da 8. sırada ve %2.31 iken, 2000'de, %21.29 ile birinci sıraya yükselmiş görünüyor.

1979 yılında ikinci sırada olan özgürlük (16.84), 2000 yılında yedinci sıraya (3.02) düşmüş. Gene 1979 yılında üçüncü sırada olan eşitlik (16.14), en altlara düşmüş (2.76).

Çalışmanın 2001-2002 yıllarında 4 bin 160 gençle yapılan son aşamasında ise yeni kuşak, mutluluk için yüzde 20 ile para, yüzde 19 ile sevgi, yüzde 18 ile iyi bir meslek tercihinde bulunuyor. Yeni kuşak en çok değer verdikleri olguları iyi bir meslek, iyi bir öğrenim ve zengin olmak şeklinde sıralıyor. Yine 2000'li yılların gençliği, kısa yoldan zengin olmanın yolunun ise ticaret, miras, politika ve şans oyunlarından geçtiğini belirtiyor.

Araştırma sonuçları, gençlik kuşağının  değerlerinin,  20 yıl içinde nasıl  alt üst edildiğini, "sevgi"nin yerini "para"nın aldığını ortaya koymakta, gençliğin nasıl kaybedildiğini, yozlaştırılarak idealsiz ve amaçsız bir konuma getirildiğini gösteriyor.

Armağan araştırmasının sonuçlarını değerlendirirken, gençliğin sorunlarını eğitim, işsizlik, özgürlük, kuşak çatışması, gelecek kaygısı, kimlik arayışı ve sevgisizlik olarak sıralıyor. Ülke nüfusunun büyük kısmını oluşturan bu kuşağın, değerlerinin 20 yıl içinde alt-üst olduğunu dile getiren Prof. Dr. Armağan, "Dünyadaki hızlı değişime ayak uyduramıyoruz. Bu değişimi yakalayamıyoruz. Gençlik bunun sancılarını yaşıyor. Sosyolojik açıdan kaybolmuş bir gençlikle karşı karşıyayız" diyor.

Diğer taraftan, Pazar Araştırma Şirketi “Trendgroup”un  12 ilde 600 kişi ile yapılan gençlik araştırmasında da (3),   hangi kesime mensup olursa olsun gençlerin had safhaya ulaşan bir iç boşluğa sahip olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Eğer yerine koyacak başka bir kültür zemini   sunulamamışsa, alternatifsiz kalan gençlik kişiliksiz, sinmiş, çıkarcı bir yaşamı tercih ediyor ve manevi boşluğu popüler olan  şeyler ile dolduruyor, kimi de uyuşturucu kullanımı ile kendisine ayrı bir dünya oluşturuyor. Böylece gençlik, modern diye yutturulmaya çalışılan yoz ve boş bir yaşam tarzının girdabında öğütülüyor. “Bozuk düzen”e karşı tavır almak gibi bir derdi yok. Yapılan bu araştırmaya göre, gençler kendini tanımlama sorunu yaşıyor. Kimlik ve değer kaybı had safhada.  Kimliklerinin ne  olduğunu bilmiyor ve ifade edemiyorlar.

Sağ, sol, İslamcı tüm kesimlerin şikayetçi olduğu kültürel yozlaşma giderek bir krize dönüşmüş durumdadır. Gün geçtikçe dejenerasyon artmakta, sorumsuz ve duyarsız gençlik anlamsız, davasız, sorumsuz bir toplum meydana getiriyor. Yozlaşmanın sadece giyim, kuşam ve  müzikle kalmadığını, zihinlerin tutsak edilerek, gençliğe "Kendini kurtar, kendi başının çaresine bak" anlayışının dayatıldığını görmekteyiz.  Ülkesinde geleceğini göremeyen eğitimli gençler, bireysel kurtuluş adına yurtdışına yöneliyorlar. Devletine ve ülkesine güveni sarsılmış  gençliğin %75’i artık bu ülkede yaşamak istemiyor.  Dışarıda yaşamak, dışarıda okumak istiyorlar.

Gelir tabakaları arasında ki derin uçurumlar; bir yanda ekmek kuyruğunda bekleyen, açız diye sokaklara düşen insanların feryadı, bir yanda mutlu bir azınlığın ahlak dışı lüks yaşantıları  ne yazık ki bu sosyal çürümenin, bu sosyal yırtılmanın ve kimliksizliğin ana sebeplerinden biridir. İç karartan ekonomik sıkıntılar ve buhranlı bir sosyal ve siyasal yapı sonucunda, öz güvenini yitirmiş bir millet,  şahsiyetini yitirmiş bir toplum,  yarınından ümitsiz bir gençlik doğmuştur.

BİR AN ÖNCE TEDAVİYE BAŞLANMALI

Gençliğimizin iyi yetişmesi, gelişmesi ve geleceğin teminatı olması inancımızın ve tarihin bize yüklediği bir sorumluluktur. Hızla seyreden çöküşe dur diyebilmek için sorumluluk sahibi herkesin gayret göstermesi gerekir. Gençlik sorunları konusunda hem ailenin, hem de gençlerin ciddi biçimde "rehberlik" ihtiyacı içinde olduğunu biliyoruz.

Nüfusunun çok önemli bir bölümü genç olan ülkemizde, gençlik alanında çalışma yapan, gençlere yönelik projeler üreten, planlayan kuruluş sayısı son derece azdır. Ülkemizde hayata geçirilen  gençlik projelerinin arka planına baktığımızda, bunların Türkiye'deki değerler değişimini kendi istedikleri istikamette gerçekleştirmeye yönelik batı menşeli projeler olduklarını görüyoruz.

Gençliğin gelecek olduğunu unutmayalım. Gençlik daha iyi yarınlar demektir. Sorunlu gençlik demek, sorunlu bir gelecek demektir. Geleceğimizi ellerine teslim edeceğimiz çocukları şimdi koruyamazsak, mutlu olmalarını sağlayamazsak, yarın hiçbir şey bekleyemeyiz.

Bu nedenle, gençliğimizin içinde bulunduğu sorunları tespit etmek ve bilgili, şuurlu, inançlı, idealist  kaliteli bir gençlik yetiştirmek için;

- eğitim program ve projeleri geliştirmek, eğitim kurumları oluşturmak,

- değişen dünya ve Türkiye şartlarının getirdiği yeni kavramları ve ortamı kavrayabilecek

   bilgi ve düşünce birikimine sahip,

- sağlam bir dünya görüşüne sahip, dinine, kültürüne ve tarihine sahip çıkan,

- fedakar, edep ve adalet duygusuna sahip,

- iman, ahlak ve insani faziletleri esas alan,

- toplu hareket etmeyi bilen,

- toplumsal muhalefetin önünde yer alan,

- teori ile gerçek hayat arasında uyum kurabilen bir gençliğin yeniden inşası gereklidir.

Ayrıca, çocukların ve gençlerin iyi bir iklim içinde yetişmesini sağlayacak, nasihat alabileceği, örneklikler görebileceği uygun sosyal zeminler oluşturmak gerekiyor. Onlara sahip çıkacak gerekli alt yapıların oluşması için gayret göstermek yapılacak en önemli işlerden biridir.

Büyük bir medeniyetin mensubu  olan bizler 21. Yüzyıla büyük umut ve hedeflerle girmek zorundayız. Hedefimize varmamızı ve tarihin bize yüklediği misyonu hakkıyla yerine getirmemizi sağlayacak büyük bir gençlik potansiyeline sahibiz. Yeni bir yüzyıla daha güçlü bir millet olarak girebilmemiz için, değer yargılarıyla barışık, tarihiyle gurur duyan, sorumluluğun şuurunda ve insanlığa örnek olacak bir gençlik yetiştirmeliyiz.(4)

Varlığını muhafaza etmek, medeniyetler yarışında başarılı olmak ve dünyaya damgasını vurmak isteyen her millet, mensubu olduğu inanç, kültür ve medeniyeti ayakta tutacak, bunları geliştirecek bir gençlik yetiştirmek zorundadır. Bilgisi, kalitesi, ahlâkı yükselmiş bir toplum ancak ayakta durabilir.

 

Faydalanılan Kaynaklar:

(1) a) 20.4.2005 Radikal Gazetesi; b) http://haber.intratem.gen.tr

(2) Prof. Dr. İbrahim Armağan, “Gençlik Gözüyle Gençlik-21.Yüzyıl Eşiğinde Türkiye

     Gençliği”, Kırkısraklılar Vakfı Yayınları, Ankara, 2004

(3) Meral Yılmaz, “Ne 68 ne de 80 gençliği: Reyting Kuşağı”, Aksiyon Dergisi, sayı 477

(4) Mustafa Özkan, “Bir Gençlik”, http://muzaffer55.8m.com

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...