1 Ekim 2006 Pazar

İRTİCA GELİYOR(!) MEVSİMİ BAŞLADI...

 (Umran Dergisi)

 

Eylül ayı, hem 11 eylül saldırılarının,  hem de 12 Eylül ihtilalinin yıldönümü olması yönüyle, hem dünya hem de Tükiye açısından  siyasi   tartışma ve analizlerin yoğunlaştığı bir ay olarak geçti. Diğer taraftan, Lübnan'a asker gitsin mi gitmesin mi tartışmaları devam ederken, İsmailağa Camiindeki menfur cinayet ve Diyarbakır'da çoğu çocuk 11  masum vatandaşın ölümüne sebep olan bombalama  olayı bir anda Türkiye'nin gündemine bomba gibi düştü.  Bir de buna  cumhur'un başının,  her zaman olduğu gibi ülke insanına hiçbir fayda getirmeyen kısır ve toplumu ayrıştırıcı beyanatlarını eklerseniz, koskocaman ülke bir ay boyunca kendisine hiçbir fayda getirmeyecek tartışmalarla bir ayını heba edip gitti.

Cumhurbaşkanı Sezer, önce yeni eğitim yılının başlaması nedeniyle yayınladığı mesajda,, daha sonra ODTÜ'nün açılış töreninde yaptığı konuşmada "Eğitimin, kesinlikle devlet denetiminde ve gözetiminde, Atatürkçü düşünceden ve laiklik temelinden ödün verilmeden yürütülmesi gerektiğini" vurguladıktan sonra,  "Bu bağlamda, dogmalarla ve boş inançlarla çocukları ve gençleri etkileme amacı güden okulların ve kursların varlıklarını sürdürmeleri engellenmeli " diyor.

Cumhurbaşkanının, dogma ve boş inançlara karşı çıkan birisi olarak, 'kesinlik' ifadesiyle pekiştirdiği yukarıdaki ifadesinden, kendisinin de hayat felsefesi içerisinde sorgulamaya ve tartışmaya bile yanaşmadığı doğmaları var olduğunu görüyoruz.  Zaten Sezer’in de temel sorunu benimsediği laikliğinin “doğmatik bir laiklik” olmasından kaynaklanıyor “Dogmalar engellenmeli” diyen Sezer öncelikle kendi “dogmatik” laiklik anlayışını gözden geçirmelidir. Laik kutsal alanları olan Cumhurbaşkanı, sadece kendi dogmalarını seslendirmektedir. Kendi felsefi görüşünü ve kişisel inançlarını laiklik olarak sunmaktadır.

Hele konu İslam ise, Sezer'in laik duyarlılığı hemen öne çıkıyor. İslam dinine boş inanç ve dogma demenin ve açıkça düşmanlık ilan etmenin PAPA'nın yaptığı hakaretden bir farkı var mı? İlgili kelimelere yüklenen anlam görmezden gelinmeyecek, kabul edilmeyecek kadar ağır ve tahrik edicidir. İnançsız bir neslin  yetistirilmesi icin elinden geleni yapanlar, bu ülkenini çocuklarının dinini kimden öğreneceği hakkında da görüşlerini söylemeli, ya da mertçe ortaya çıkıp açıkça dine karşı olduklarını söylemelidirler.  Gençliğin bugün içine düştüğü ahlaksızlık ve yozlaşmanın baş mimarları, geleceği karartılan bugünün neslini hayali irtica yaygaralarıyla uçuruma süsrüklüyorlar.

Sezer, ‘boş inanç ve dogma amacı güden’ kursların yanında okullardan da söz ediyor.  28 Şubat sürecinde müfredat ve potansiyel olarak imam hatip okullarının içi boşaltıldı. Kur'an Kurslarına olmadık yasaklar getirildi. Daha şimdiden Diyanet  camilere imam bulmakta zorlanıyor. Böyle gidrse aynı şeflik devrinde olduğu gibi millet cenazesini yıkatacak imam bulamayacak. Daha ne istiyorsunuz. Eğer amacınız dini tamamen toplum hayatının dışına atmaksa buna sizin yedi sülalenizin gücü yetmez.

Çankaya Köşkün'de Kur'an okutma, iftar verme gibi önceki yıllarda yapılan uygulamaları kaldıran Sezer, Papa ile ağız birliği etmişcesine tam da Ramazan başlatken kutlama mesajı yayınlamak yerine, milletin varlık sebebi olan değer yargılarını,  bir tehdit algılaması olarak görmek alışkanlığına devam etmektedir.

Cumhurbaşkanı'nın tespit ettiği hukuka  aykırı bir hal varsa  bunu yargıya  intikal ettirir. Yapılması gereken 'irtica mesajları' yayınlayarak dindar insanları rencide etmek değil, yasal olan neyse onu yapmaktır.

Cumhurbaşkanı'na   İslami değerleri bir tehdit olarak değil, bir zenginlik olarak kabul etmek yaraşır.  Cumhurbaşkanı'nın  belli bir inancı hedef alarak konuşma yapması ülkemiz adına büyük bir talihsizliktir.

REKTÖR BEY'İN İRTİCAYA SABRI KALMAMIŞ ???

ODTÜ Rektörü  yeni eğitim ve öğretim yılının açılışında yaptığı konuşmasında, irticai akımların tırmanışta olduğunu iddia ederken, "Çağdaş kıyafetleri nedeniyle çağdaş kadınlarımıza fiziksel saldırıda bulunulabilmektedir."diyor. Pes doğrusu, "Kamusal alan mimar" ıyla beraber başörtülülere yaptıkları zulümleri göz ardı ederek, yavuz hırsız misali bir de dindarları suçlu göstermeye çalışıyorlar.

Cumhurbaşkanının da katıldığı törende irtica vurgusu ağır basan mesajlar veren ODTÜ Rektörü, "Cumhuriyet'e yürekten bağlı çoğunluğun demokrasiye ve toplum barışına saygısı nedeni ile gösterdiği ölçülü tepkiler maalesef kökten dinci çevreleri cesaretlendirmektedir. Ancak bu olgun davranışımız yılgınlık veya umursamazlık olarak yorumlamamalı, hiç kimse sabrımızın sınırını zorlamaya kalkışmamalıdır." tehdidinde bulunuyor.  Rektör Akbulut, kökten dinci grupların şeriat özlemlerini gerçekleştirme yolunda engel tanımaz hale geldiklerini iddia ederek, Bölücü ve irticai çevrelerin öğretim üyelerini karalamak için sistemli bir çaba sarf ettklerini, devlet üniversitelerinin başarılarını gölgelemek çabasında olduğunu ileri sürüyor.

Hangi başarıları gölgelendi bu ilimsiz profların. Cüppeleriyla Meclise baskın yapar gibi girerek CHP kürsüsünden tehditler savuranların okulları acaba dünya sıralamasında kaçıncıdır. Ve hangi önemli buluşa öncülük etmişlerdir. Denklik vermeyip küçük gördükleri üniversiteler bile kendilerinden onlarca sıra öndedir. Ödenek de ve para harcamada dünyada ilk sıralara yerleşen bu üniversiteler neden başarı sıralamasında ilk 500 de yoklar? Kendi dogma ve boş inançlarını bırakıp niçin ilim ve irfan ile uğraşmazlar?  Önce şu gölgeleme işi nasıl oluyor bir izah et.seniz..  Bilimsel çalışmalar yaptınız da,araştırma-geliştirme faaliyetinde bulundunuz da, irticai çevreler başarılarınızı mı gölgeledi? Şu yüzsüzlüğe, utanmazlığa bakın.ayıptır, bilimde sıfır,araştırma-geliştirmede sıfır.durumda olanlar, bu ayıptan nasıl kurtulacaklarını düşünecek yerde, kalkmışlar çağdaş eğitimden bahsediyor, başkalrına çamur atarak ayıplarını örtmek istiyorlar. Sanki yeni buluşları gözleri kamaştırıyorda, dünyada ses getiren bilimsel çalışmalar yapıyorlarda bunları irtica engelliyor.

İlimden, irfandan, teknolojiden uzak sadece  bir çöplük olan laikçi kafalarında ilim sadır olamayacağına göre  kürsülerden ancak irtica teraneleri edebiliyorlar. Başka bir birikimleri yok. Bir çoğunun tez çalışmaları alıntı mı, çalıntı mı belli değil.

KAÇIN İRTİCA GELİYOR!!!!

Türkiye'de  ihtiyaç hissedildiğinde gündeme sokulan 'irtica' argümanı, son günlerde yeniden makbul bir araç haline geldi. İrtica senaryoları teker teker yeniden sahneye konuluyor. 

Deniz Baykal çıkıyor, “İlkokul öncesi çocuklara, bir kültür çatışmasına sürükleyecek eğitim veriliyor ve bunlar Milli Eğitim'in himayesinde veriliyor.” diyerek sanki sistemli bir 'irtica' hareketi varmış izlenimi uyandırma gayreti içine giriyor.  Baykal, çocuklara 'dini bilgiler' verildiği için rejimin yıkılacağından endişe etmekte

Sincan'daki Selahattin Akbilek Lisesi'nde Müdür okulun bahçesinde ders saatleri içerisinde rock konseri düzenletir.   Öğrencileride buna katılmaya zorunlu tuttar ve parasını öğrenciden toplamak ister.Bizim irtica ile suçlanan öğretmen buna karşı çıkar ve şikayet eder.Okul müdürü ile edebiyat öğretmeni arasında aylar önce meydana gelen kişisel sürtüşme okulların açıldığı ilk gün müdür tarafından pankartlı “irticaya hayır” yürüyüşüne dönüştürülür.  Müdür bey, öğretmenin gönderdiği kandil tebrik mesajlarını irtica faaliyeti diye sunuyor. "İrticaya hayır yazılı pankartları taşıyan öğrenciler, bu pankartları ellerine verenleri daha önce hiç görmediklerni ve yürüyüş boyunca tanımadıkları kimselerin de yürüyüşe katıldığını" söylüyorlar. Tam da irtica mevsimine uygun bir olay. Bu ve buna benzer provakasyonlara bundan sonra daha sık ratlayacağız. Başlatılan irtica mevsimi ile kampanyalar sürecek.

Yavaş Yavaş  bir 28 Şubat ortamı oluşturulmaya  çalışılıyor. Önce İsmailağa cinayeti, Papa'nın açıklamaları ve Cumhurbaşkanı'nın eğitim yılı dolayısıyla yayınladığı mesajda kuran kurslarının ve okulların kapatılması ile ilgili açıklaması, 28 Şubat'a girildiğinin mesajı gibiydi.  Gazetelerde ve TV'lerde Tarikatlar ve Cemaatlar konusu işlenmeye başlandı. Cumhurbakanı seçimine kadar irtica yaygarası ve terör olayları medyanın gayretiyle büyük ihtimalle devam edecektir.

İÇİMİZDEKİ HAÇLILAR VE PAPA

11 Eylül' saldırılarındandan sonra Bush'un "Haçlı Seferleri başlamıştır" sözü ile İslam dünyasına yönelik işgal, işkence ve katliamlar, daha sonra karikatür krizi,  Papa'nın sarf ettiği sözler, Haçlı nefreti genlerine işlemiş olan Batı'nın İslam'a karşı şuur altındaki düşmanlığının dışa vurmasıdır.  

İçimizdeki Müslüman görünümlü Haçlılar da türlü maskeler altında İslam’a hakarete devam ediyorlar.  Atatürkçülük maskesi ve kökten laikçilik dürtüsüyle milletin değerlerini tahrip etmek için rezil dizi ve programlar yayınlayanların, İslam'a bakışları Papa'dan çok farklı değildir. Küresel çetelerin gönüllü veya maaşlı maşaları oldukları için, Haçlı efendilerinin İslam'a bakışları ne ise onun gereğini yapmaya devam ediyorlar. Bu azınlığın güdümündeki yayınlarda, İslam karşıtı yoz bir kültür sinsice işleniyor. İtiraz eden olmadığı için de bu yayınlar sanki normalmiş gibi millete hitap ediyormuş gibi sürüp gidiyot.

Papa'nın özür dilemesi onun İslsm ile ilgili kanaatlerini hiçbir şekilde değiştirmez. Papa ve Hıristiyanlar'ın İslam'la ilgili kanaatlerini değiştirmesinden önce, kendi içimizdeki sinsi Haçlılığı dengeleyecek yayın ve kültür ikliminin değişmesi gerekmektedir. Bunun yolu da çok çalışıp güçlü olmaktan geçer.

İSMAİLAĞA CİNAYETİNİN HEDEFİ "İRTİCA KAMPANYALARI" MI, "CEMAATİ BÖLMEK"Mİ, YOKSA "ÇANKAYA SAVAŞLARI" MI?

İsmail Ağa Cemaati, sekiz yıl aradan sonra bir saldırıya daha maruz kaldı. Cemaatin önde gelen isimlerinden Bayram Ali Öztürk, 3 Eylül Pazar günü İsmail Ağa Camii’nde kalbinden bıçaklanarak öldürüldü. Bayram Hoca, cemaatin kurban verdiği ikinci isim. Bundan 8 yıl önce Mayıs 1998’de yine İsmail Ağa camiasının önemli isimlerinden Mahmud Hoca'nın damadı Hızır Ali Muratoğlu katledilmişti. Hızır Hoca’nın katiline ‘akli dengesi yerinde değil’ raporu verildiği için soruşturma neticelenmemişti. Bu olaydan yıllar sonra yakalanan katil zanlısı Ufuk Şahin Hantal, "Hızır Hoca'yı, üzerime cinlerini saldığı için öldürdüm" diyerek kafaları karıştıran bir açıklama yapmıştı.

Bayram Ali Öztürk cinayetinin Katili Mustafa Erdal, cemaat ya da bir iddiaya göre beraberinde geldiği üç kişi tarafından linç edildi.  Cemaatin önde gelen  birine yapılan bu saldırının perde arkası araştırılacak yerde, medyanın dikkatler daha çok cinayet mahallinin bir cami olmasına ve katilin linç edilerek öldürülmesine yoğunlaştı.

Peki olaylar,  meczupların şahsi galeyanından ibaret basit bir cinayet olarak görülebilirmiydi? Başka sebepler de olabilir miydi? Hedef olarak seçilen iki ismin Mahmut Efendi’den sonra cemaati bir arada tutabilecek kimseler olması kasıtlı bir operasyon ihtimalini güçlendiriyor. Genel kanaat, bu kadar bilinçli girişimlerin meczup işi olamayacağı yönündedir. Her iki katilin de etkisiz hale getirilmesi organize bir hareket ihtimalini güçlendiriyor.

Cemaat, en fazla giyim tarzlarından tanınıyor. Türkiye’deki İslam konulu hemen her yayında Çarşamba bölgesinde çekilmiş şalvarlı cübbeli erkek, çarşaflı kadın fotoğrafları görsel malzeme olarak kullanılıyor. Birinci ihtimal; cemaati tahrik ederek sokağa döküp irtica kampanyalarına alet etmek

İkinci ihtimal; Bayram Ali Öztürk cinayeti ile birlikte İsmail Ağa Cemaati’ne liderlik yapabilecek, cemaati toparlatacak kimse kalmadı. Maksat cemaati bölmek. Çözülmeyi sağlamanın en kolay yolu da camiayı bir arada tutacak isimleri ortadan kaldırıp, camiayı birbirine düşürüp dağıtmak veya birçok küçük kollara ayırmak.

Üçüncü ihtimal;  Fener Rum Patrikhanesi’ne çok yakın bir yerde olan İsmail ağa, Patrikhane’nin oradaki varlığına karşı bir denge unsuru olarak görülüyordu.  Patrikhanenin orada yeni etnik bir Hıristiyan cemaati oluşturmak isteğiyle bir planı çerçevesinde, bazı taşeron vatandaşlar eliyle toprak ve evler aldığı bilinmektedir. Orada mülk sahibi olan cemaat,  Patrikhane için büyük engeldir. Onun için ismailağa cemaatinin Fatih ve bölgesinden bir an önce atılıp sökülmesi istenilmiş olabilir.

Dördüncü ihtimal; Her iki cinayet konjonktürel olarakta birbirine çok benziyor. 28 Şubat, Refah Yol iktidarı zamanında tezgahlandı. Çeşitli olaylarla gündem ısıtıldı, Çarşambadan sakallı cüppeli insanlar toplanıp götürüldü ve o süreç yaşandı. Şimdi AKP iktidarda  ve önümüzdeki yıl Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Gündem giderek ısınıyor. AKP'den kop(art)malar dahil, o dönemdekilere benzer olaylar yaşanabilir. Süreçler birbirine çok benziyor. Son aylarda teröre verilen 100'e yakın kurban. Halkın tepkisinin Başbakan'a fiili saldırı teşebbüsüne kadar dayanması, askerin uluslararası konularda hükümet ve TBMM'den önce yaptığı açıklamalar,  medyenın kendi tezgahladığı oyunu kullanıp toplumu geren kriz şakşakcılığı yapması yeni bir sürecin sinyalleri gibi sanki.  28 şubat andıççıları  bu maksatlı yayınları ile mevcut siyasi iktidarın çok yıprandığını ve bu haliyle üzerinde önceden uzlaşma sağlanmadan bir cumhurbaşkanlığı seçimini yapamayacağını anlatmak istiyorlar.

LÜBNAN'DA İSRAİL'İN YAPAMADIĞINI MI YAPTIRACAKLAR?

5 Eylül'de Lübnan'a asker gönderilmesine ilişkin tezkere Meclisten geçti. Mehmetçik Lübnan'a gidecek ama herkes "şimdi ne olacak?" diye endişeli. Türkiye'nin asker katkısı ile Lübnan'da barış ve istikrar sağlanacağı bir hayal.  BM gücünün gönderilmesi ile burada barış ve istikrarı sağlamak yerine, Batı yanlısı bir gücü buraya yığarak, daha büyük bir projenin aracına  dönüştürmek.

BOP'ni gerçekleştirmek isteyen  ABD'nin asıl amacı, küresel üstünlüğünü sürdürebilmesi için enerji kaynaklarını  ve İran'ı kontrol etmek.  Bu amaçla Afganistan ve Irak'ı işgal eden  ABD'nin İran'ı da aşması gerekiyor.  Ortadoğu'nun haritaları yeniden değiştirilirken,  İran, Suriye ve Lübnan'ın şekillendirilmesi gerekiyor.

ABD'nin İran'a müdahalesinden önce Hizbullah'ın etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Bu hem İsrail'in güvenliği için önemli hem de ABD'nin İran projesi açısından önemliydi. Fakat İhizbullah İsrail'i hezimete uğrattı. Bu defa, İsrail ordusunun başaramadığını gerçekleştirmek için,  bir askeri gücün bölgeye gönderilmesi ve Hizbullah'ın etkisinin azaltılması gerekiyor. BM gücünün şimdiki rolü bu olacaktır.  ABD'nin İran'a müdahale etmesi halinde; bu güç daha büyük bir role de soyunabilir.

Bu durumda Türk ordusu, Lübnan'a barış ve istikrar sağlamak için gidiyor tezi doğru değil. Öne sürülen "Osmanlıcılık konsepti" ile, "Lübnan bize tarihi mirastır" ifadesiyle; tarihle bir ilişki kurup,  ABD'nin BOP planıyla örtüştürerek,  Türkiye'yi çıkarlarına alet etmek isteyenler olabilir. Türkiye, bugünkü mevcut ekonomik ve siyasi  düzeniyle İslam dünyasında bağımsız ve özgün bir role soyunacak durumda değildir. Ancak yazılmış rolleri oynayabilir.

Türkiyenin, ABD'nin yanında BOP'a açıkça taraf olması ABD için çok önemlidir. Çünkü uzun bir süreç olan BOP'un gerçekleştirilmesi aşamasında ABD, Türkiye'ye büyük roller biçmekte ve  yanında görmek istemektedir.

BM nereye gidiyorsa, arkasında ABD, İngiltere-İsrail troykası vardır. BM, onların elinde bir oyuncaktır. O nedenle, Lübnan’a gitmek bizim için kesinlikle bir felaket olur. Orada çıkacak bir çatışmada İsrail'e silah çekilebileceğine, buna izin verileceğine ihtimal yoktur. BM gücünün yapacağı iş doğrudan doğruya İsrail’i korumaktır. Hizbullah’ı silahsızlandıracak ve sadece Hizbullah’a karşı vaziyet alacaklardır.. 

Türkiye oraya, BOP'a alet olmak yerine,  ancak Müslümanların önder ve öncüsü olarak, İsrail’e karşı savaşmak üzere gidebilir.

1 Eylül 2006 Cuma

MÜSLÜMANLARIN 6. GÖREVİ ZULÜM VE ZALİMLE MÜCADELE ETMEKTİR.

(Umran Dergisi)


CANI SIKILDIKÇA İRTİCA DİYENLER KİMİN YANINDA

30 Ağustos’ta terfi eden bir general devir teslim töreninde yaptığı konuşmada önce bölücü terör tehdidinden bahsediyor, hemen arkasından, “Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmek isteyen ‘Din temelli yapı’ olduğunu” söylüyor. Daha sonra sözlerine, “ Bu hainler..........” diye devam ediyor. Bölücü terör tehdidi ile din temelli bir yapı tehdidi(!) iddiasını yan yana koyarak açıkça Müslümanlara hakaret ediyor. Bu ülkenin dinini, inancını, tarihi mirasını, kültürel kaynaklarını hiçe sayarak halkına “hain” diyen bu zihniyet, bu tür törenlerde mutlaka din ve dindara saldırma yapma gereğini neden hissediyorlar. Ülke insanına hakaret ederek, hak ve özgürlüklerini gasp ederek kişiliklerini lime lime ederek zorla meşruiyet alanının dışına itmek isteyenler kime hizmet etmektedirler acaba?

Derdi gücü din ve dindarlar olanlar bilmelidirler ki, yarın  savaş çıksa cepheye en önde o irticacı dediği kesim koşacaktır. İnancının gereklerini yerine getirmeye çalışan insanları potansiyel suçlu görüp hainlikle itham etmek bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Bu ülkeyi seven biri olarak kabul edilmeniz için resmi ideolojinin bütün kutsallarına teslim olmanız mı gerekiyor? Kendi fikrinden olmayanları gericilikle suçlayanlar asıl dönüp kendi doğmalarına baksınlar. Paşa birlik ve beraberlikten ne anlıyor önce onu açıklasın. Milletini sindireceksin, dinini yaşıyor diye irticacı diyeceksin, okullara sokmayacaksın, kamu alanına sokmayacaksın, önünü kesmek için her şeyi yapacaksın ve ondan sonrada milleti birlik ve beraberliğe çağıracaksın. Bu milletin tepesine oturan oligarklar, ülkeyi adam gibi yönetmek, milletin değerlerine saygı gösterip sahip çıkmak yerine, cüppelerini, çizmelerini giyerek millete göz dağı vermeyi bırakmalıdırlar.

Nasıl bir din temelli yapı ki, dindarlar bu kadar mağdur edilebiliyor. Devletin belli makamlarına gelmiş kimselerin görevi, toplumu tehdit ederek susturmak değil, adaletli davranarak insanları mutlu etmektir. Ekmeğini yediğiniz  milleti itham etmeyi bırakın da, işinizi layıkıyla yapın ki, millet sizi bağrına bassın. Kullandığınız tankı uçağı bile çocuk katili İsrail’de tamir ettiriyorsunuz. Dilinize doladığınız ortaçağın karanlık devrini biz Müslümanlar yasamadık, bizde o zamanlara altın devir yaşanıyordu.  Avrupa’nın koyu bir cehalet içinde yüzdüğü o çağda İslâm toplumlarının geliştirdiği bilim ve kültür  üstünlüğünü biraz tarih bilinci olan herkes bilmektedir.

CİHAD İZZET VE AYDINLIK, GEVŞEKLİK İSE ZİLLET VE KARANLIKTIR.

Hegemonların dünyayı bir satranç tahtası gibi kullandığı, izzet ve şerefi ayaklar altına alınmış  Müslümanların zillet altında yaşadığı,  sahibi ve çobanı  olmayan bir koyun sürüsü gibi, kurtların   iştahları kabardıkça, içine dalıp darma dağınık ettikleri  İslam coğrafyası ile karşı karşıyayız.  Yeryüzünde adaleti sağlamakla mükellef olan Müslümanların, maalesef   Hak”ı ikame ve batılı yok etme noktasındaki duruşları hiç de iç açıcı değildir. İslam dünyası, düşünce, kültür, eğitim ve siyasi alanda işgal altındadır. Sadece toprakları değil, zihinleri de işgal edilmiştir.

Yasadığımız rahatı ve konforu terk edip zora talip olmak ve bu yolda  mütecavizi men ve mazlumun hakkını kurtarma sorumluluğumuz vardır. Mütecavize hayran bir hayatı yaşayıp, sonrada tecavüzden şikayet ediyoruz. Namaz, oruç, hac ve zekat nasıl vazgeçilmez ibadetler ise, her Müslüman’ın dinini hem yaşaması hem de yaşatması için maddi ve manevi gayret göstermesi, malı ve canı ile Allah için çalışması en az diğer ibadetler kadar üzerine farzdır.  Cephede Müslüman’ı tek başına bırakmak caiz değildir.  Tecavüze uğradığı zaman onu korumak ve gerektiğinde onun için savaşmak İslam’ın farz kıldığı bir görevdir.

Bir Müslüman’ın zelil düşmesi  bütün Müslümanların zelil düşmesi demektir.    Bu düşkünlük hali bugün Müslümanları perişan etmiştir. İslâm bu aşağılık katillerle en çetin şekilde savaşmayı emretmiş, karanlık ve zalim yönetimlere rıza gösterenleri ise lanetlemiştir. Resulullah’ın  "Haksız olarak birisinin dövüldüğü yerde durmayın. Çünkü, böyle bir yerde durup da zulme uğrayana yardım etmeyenin üstüne lanet yağar." sözü bunun en açık delilidir. Müslüman, kardeşine bir kötülük ve zarar geldiği zaman onun yardımına koşmaya ve  zulmü def edip adaleti tesis etmelidir.

Kur’ân-ı Kerim’de,  iman ve salih amel hep beraber zikredilmiştir. Bunun karşısında, kalpleri hastalıklı olanlardan ve münafıklardan da bahsedilir. Münafıkların namaza tembel tembel kalkışları anlatıldığı gibi, toplumsal sorunlar karşısındaki ihmalkar tavırları da iman zaafına bağlanmıştır. Bazen müminlerden geride kalıp kadınlar gibi oturanlar, bazen de boş gözlerle bakan münafıklardan  ve çeşitli bahaneler ileri süren tiplerden bahsedilmiştir.  Bu tiplerin mevsimin sıcaklığına itirazları, mahsulün toplanması veya evimiz açık türü mazeretleri hep iman zaafı olarak görülmüştür. 

Kur’an’la kendisini ıslah etmeyen, Fatiha suresinde Allah’a verdiği sözleri unutan  bugünün Müslümanlarının, mevcut zillet halinden kurtulamayacaklarına ve  kusuru bir başkasında arama yaklaşımının da kendini aldatmaktan başka bir şeye yaramadığını görmeleri gerekir. Üzerine düşeni yapmak yerine, kabahati başkalarına yükleyen, suçu başkalarında arayan, kendi eksiğini sorgulamayan Müslümanlarda ilgisizlik, duyarsızlık almış başını gidiyor.  Davası “keyif” olanlar, sıkıntıya gelmeyenler, “kıl beşini, gör işini” anlayışıyla işinde gücünde olanlar, yaptıkları ufak tefek yardımlarla, haftada bir bazı sohbetlere katılarak bir iki sayfa meal okumakla sorumluluktan kurtulduklarını zan ediyorlar.

HUGO CHAVEZ KADAR ŞAHSİYETLİ OLMAK

İslâm dünyası tarihinin en parçalanmış, en kaotik dönemini yaşıyor.  Ortak bir ruha ve akla sahip bir İslâm dünyasından bahsedebilmek henüz mümkün değil.  Bir fikir ve ideal birliği, bir gönül birliği ortak bir düşünce iklimi henüz yok. ABD, taşeronu İsrail ile birlikte Ortadoğu’yu içinden çıkılması zor bir kaosun içine atıyor;  her yanı ateşe veriyor.  Bölgedeki kukla yönetimlerden ve kabile devletlerinden de her türlü yardımı alıyor. İsrail’in  Lübnan’ın sivil halkını bir ayı aşkın zaman bombalayarak katliamdan geçirmesi, bölge yönetimlerini pek etkilemedi. Kimse İsrail’e ültimatom vermedi, Chavez kadar şahsiyetli davranıp elçisini geri çekemedi.

Suudi bazı sözde din alimleri, “Hizbullah’a yardım etmenin haram olduğuna” dair alçakça bir fetva yayınlıyorlar. İslam dünyası işgal altında iken  bu tür fetvaları yayınlamak, tıpkı Irak’ta olduğu gibi ABD’nin Şii dünyası ile Sünni dünya arasına koyduğu nifakı daha derinleştirmeye katkıda bulunmaktır. İslâm dünyasındaki zaafları ve kaosu derinleştirmeye çalışan Amerikan projelerine destek vermektir. Nasıl bizdekiler sadece “ilke ve inkılapları” düşünüyorsa, Suudiler de Şiilerle olan tarihi ihtilafın bir yana bırakıp İslam ümmetinin geleceğini düşünmek, ümmetin tüm mensuplarına  sahip çıkmak yerine  “Vahhabilik”i önceliyor.

Ümmetin şeref ve izzetini canı pahasına savunan Müslümanların yanında olmak yerine ya mezhebi takıntılarını dinlerinin önüne çıkarıyor, ya da sadece kendi iktidarlarını düşünüyorlar. Ne ölen masumların hayatıyla ne de bir ülkenin hayasız bir saldırıyla yerle bir edilmesiyle ilgililer. Ne suçlunun cezalandırılması, ne de mazlumun ahına ses vermekle ilgileniyorlar. Kimi mezhebi değerlerinin, kimi de “Çağdaş değerlerinin tehdit altında olması”ndan dem vurarak esas tehlikenin bombalar altında ezilenlerden geldiğini söyleyecek kadar vicdansız ve utanmaz olabiliyorlar.

İçinde bulunduğumuz coğrafyanın değiştirilmesi operasyonunun artık başladığını bizzat ABD Dışişleri Bakanı Rice söyledi. Geleceğin dünyasını kurmaya çalışan küresel hegemonya, İslâm dünyası ile  terör imajını yan yana koyarak, İslâm coğrafyasını üs, İslâmiyet’i de tehdit olarak kullanıyor. Bush’un “İslami faşistler” gibi asla kabul edilemeyecek düşmanca ifadesi boşuna söylenmiş bir söz değil. Kimse “Ne demek istiyorsun” diye soramadı. Bir taraftan katliam yaşanırken, yüzlerce kadın, çocuk, sivil katledilirken despotik yönetimler  kendi statükolarının devam etmesi pahasına bu kabadayılığa ve sınır tanımaz katliama ses çıkarmadılar.

Tıpkı İncirlikte üslenen ABD uçaklarının Irak’ bombaladığı gibi, bu defa Konya’da eğitim gören  İsrailli pilotlar, bir ay Lübnan"a bomba yağdırdı. Şimdi de İran’ı hedefe koyan İsrail, askerlerini Bolu Dağ Komando Tugayı’nda eğitmek istiyor. Bolu’daki dağlık arazi Lübnan, Suriye ve İran arazileri ile paralellik gösteriyor. İsrail askerleri hep çölde savaşmış, ilk defa böyle bir araziye çıkarak ileride İran ve Suriye’ye yapacağı saldırıların provasını yapmak istiyorlar.

Şimdi de ABD,  İsrail’in güvenliğini sağlamak için Lübnan’a BM barış gücü göndermek istiyor. ABD’nin  itibarını beş paralık ettiği BM, yine eskiden olduğu gibi  bölgede güvenliği yeterince sağlamayacak, bölge halkı ile kutuplaşacaktır. Bu gücün içinde bulunacak bir Türkiye’nin Hizbullah ile karşı karşıya getirilmesi, İslâm dünyasını daha da parçalayacağı gibi Türkiye’ye de hiçbir fayda getirmeyecektir. Lübnan’a gönderilecek BM barış gücü içinde yer alacak  Türk askeri, şayet ABD  güdümü dışında orada bir şeyler yapabilecekse, İsrail saldırganlığını önleyip adalet ve huzuru temin edebilecekse gitsin. Aksi halde, eğer Türkiye Güney Lübnan’da  İsrail çıkarlarını korumaya yönelik “mayın eşeği” konumunda düşünülüyorsa, İslâm dünyası ile ilişkilerinde bir daha zor tamir edilecek bir tahribata yol açacaktır.

İSLAMIN GÜCÜ VE DİRENCİ

Batının ve yerli yandaşlarının İslam’ı tek düşman olarak kabul etmelerinin sebebi İslam’ın gücü ve direncidir. Müslümanlar sahip oldukları değerlerin kıymetini anladığı zaman, kendi sabitelerine sadık kalarak dünyaya yeni bir nefes, yeni bir ruh verecek uzun soluklu bir mücadeleye talip olduğu zaman, önlerinde duracak hiçbir güç yoktur. Kısa yoldan zafere ulaşmak isteyen ashabını Allah Resulü uyarıyor; Habbab b. Eret’in  müşriklerin yaptığı  eziyetleri şikayet etmesi üzerine şöyle buyurur: “Sizden önce öyleleri vardı ki,  kendisi için hazırlanan çukura konuyor, sonra bir testere ile vücudu başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazılarının etleri, demir taraklarla taranıyordu. Ama bütün bunlar yine de onları dinlerinden döndüremiyordu. Yemin ederek ifade ediyorum ki, Allah bu dini tamamlayacaktır....... Fakat siz acele ediyorsunuz.”

İşte Hizbullah örneği. ABD sayesinde sahip olduğu ileri teknoloji ürünü silahlarla İsrail sivilleri vurdu, evleri, yolları, köprüleri yıktı, hastahaneleri, depoları, fabrikaları bombaladı. Ancak elindeki korkunç silah gücüne rağmen karada istediği hedeflere ulaşamadı. Hiçbir zaman vermediği kayıpları verdi. 1967’deki 6 gün savaşlarında Mısır, Suriye ve Ürdün ile aynı anda bir çok cephede savaşmasına rağmen bu kadar kayıp vermedi. Yenilmez diye bilinen ordusuyla bölge ülkelerine korku salan İsrail, Hizbullah karşısında şaşkına döndü. Kısa zamanda işini bitireceğini zan ettiği Hizbullah karşısında yenilerek geri çekildi. Hamas’ın ve Hizbullah’ın mücadelesi,  tavrının anlamı ve örnekliği ümmete bir mesajdır.

 

1 Ağustos 2006 Salı

TÜM YAKIP YIKMA OLAYLARI ABD'NİN HEDEFİNDE OLAN ÜLKELERDE OLUYOR

(Umran Dergisi)

 

Kapsama alanı içindeki Türkiye'de de bütün tezler çatışma ve kriz üzerine kurulu                        

 

KAFA KARIŞTIRAN OLAYLAR

Şemdinli, Sauna, Atabey, Danıştay ve nihayet Taşkesen olayı. Hepsinin ortak yanı; olaylara bir şekilde asker kökenli kişilerin adının karışması ve olaylar üzerine türlü çeşitli spekülasyonlar yapılması. Son olay, Kara Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Reha Taşkesen’in istifasının bir "sevgiliye" dayandırılması. Önce kadın yüzbaşı, sonra teğmen, daha sonra 8-10 sene önce yaverlik dönemindeki eski sevgilide karar kılındı.  O kadar senelik bir olayın konuşma ve resimleri bugünkü görevini nasıl etkiledi ki komutanlığa çağrılıp sorgulandı? Bir de  insanın aklına, "bir kadının bu kadar teknik donanıma nasıl sahip olduğu?" sorusu geliyor.  

Görevinden istifası kamuoyunda büyük tartışmalara sebep olan ve Türkiye'yi "telekulak" tartışmasına sürükleyen   Taşkesen olayının arkasında bir yandan "gönül ilişkisi" olduğu belirtilirken, diğer yandan general,  istifasını, "irtica ile mücadele" ve "dış güçlerin parmağı" gibi gerekçelere dayandıran açıklamalarda bulunuyordu. Olayın, Taşkesen'in KHO komutanlığına getirilmesinde desteği olan ve Genelkurmay Başkanı olacağına kesin gözüyle bakılan  Org. Yaşar Büyükanıt'ın yıpratılmaması  ile de ilgisi olabileceği yorumları yapıldı.

Taşkesen Paşa, bu işi sessiz sedasız kapatma imkanı varken, çıkıp, "telefonlarım dinleniyor" diyerek ve işin içine "irtica" ve "dış güçleri" karıştırarak niye bu kadar gündeme gelmek istedi? Yoksa Paşa'yı sevgiliden  başka dinleyen esrarengiz oluşumlar mı vardı? Derinlerde değişik yapılanmaların bir güç mücadelesi mi idi pek anlaşılamadı.

HUKUK İLE OYNAMANIN KİMSEYE FAYDASI YOKTUR

Danıştay saldırısı"nın iddianamesini tamamlayan Savcı'nın, saldırı ile "baskı ve şiddet kullanarak türbanı topluma  hakim kılmak amacıyla örgüt kurularak"  ve "cumhuriyetin hedef alınarak anayasanın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya" teşebbüs edildiğini belirtmesi ve iddianamenin mahkemece kabul edilmesi şaşkınlık yarattı. 12 sayfalık iddianamenin 4 sayfası kimlik bilgilerine ayrılmış. Kalan 8 sayfa da "türban"a ve Vakit gazetesine göndermelerde bulunuluyor.

Basit bir "örtü" bu dehşet saçan suç ile nasıl  ilşkilendirildi anlamak zor.   Derin güçlerin her yerde kullanacağı bir kimliğe sahip katil ve ona  yardım eden üç beş kişinin "baskı ve şiddet kullanarak türbanı topluma hakim kılmak" amacı için hareket ettiğine inanmak mümkün mü? Kime hizmet ettikleri  konusunda yeterli araştırma yapılmayıp üstü örtülen bu konuda sadece katil ve yardımcılarının beyanına dayanarak iddianeminin sözü edilen amaca  dayandırılması hiç de inandırıcı değildir. Hukukla pek ilgisi olmayan iddianame ile sanki dağ fare doğurdu.

Konuyu bu cinayetleri yaptıranların asıl amaçlarına yoğunlaştırmak gerekirken, "türban" ve "Anayasal düzeni ortadan kaldırmak" suçunun  işe karıştırılmış olması soruşturmayı hedefinden saptırmaktan ve yargıya yine bir yerlerden müdahale edildiğini intibaı ile toplum vicdanının yaralamaktan başka  bir işe yaramayacaktır.

NEREDEN ÇIKTI BU TERÖR?

Terörün  artış göstermesinin  arkasında, Türkiye’yi ateşin içine çekmek isteyenlerin bir  tezgahı olabilir mi? Niçin İsrail'in saldırganlığının arttığı dönemlerde Türkiye'de de terör tırmanıyor? İsrail'in Filistin ve Lübnan'da çoluk çocuk, sivil asker  demeden her yeri bombalaması ve Türkiye’deki kamuoyunun İsrail’e büyük öfke duymaya başlaması ile birlikte PKK saldırıları da artmaya başladı. Önce Bitlis'te 5 asker mayın ile , sonra Eruh’ta 8 asker pusuya düşürülerek katledildi. Ardından Van’da iki polis teröristler tarafından öldürüldü. Bir hafta içinde kaldırılan  cenazelerinin sayısı 20’ye yaklaştı. Her birinde benzer görüntüler; güçlükle ayakta duran analar babalar, eşler ve çocuklar. Ateş yürekleri yakıyor, gözü yaşlı kalabalıklar kabaran öfkeleriyle teröre lanet yağdırıyor,  cenazeler bütün bir ülkenin moralini, psikolojisini derinden etkiliyor. 

Gazetelerin "İsrail gibi yaparız" diye manşet attığı bir ortamda PKK da eş zamanlı olarak eylemlerini arttırdı. Arkasından Türkiye'nin Kuzey Irak'a girme tartışması başladı ve İsrail'in Filistin'e girmesine benzer bir bağ kurulmaya çalışıldı. Birbirinden uzaktan yakından ilgisi olmayan çok farklı iki konu aynı kefeye konuldu. İsrail,   çoluk çocuk demeden "bize karşı olan herkesi yok edeceğiz" anlayışıyla hareket ederek ortalığı kan gölüne çeviriyor. Açık, şeffaf ve demokratik bir seçimle iş başına gelmiş siyasi bir iktidarı ve onun egemenlik alanını yok sayarak topraklarını işgal ediyor. Kime hizmet ettiği belli olmayan PKK gibi ateist bir örgütü, Filistin'in kurtuluş mücadelesi ile eş tutmak  art niyetli bir mukayesedir. 

Olaylar arttıkça insanın aklına şu sorular geliyor; Terörü tırmandırmak kimin işine yarıyor?  Acaba bazılarınca terörün bitmesi istenmiyor mu? Birilerinin "daha büyüyerek" bir yerlere gelebilmesi adına;  terör örgütünün elini kolunu sallıyarak Türkiye'ye giriş çıkış yapmasına göz mü yumulmuştur? Eski gücüne kavuşması için zaman mı tanınmıştır? Birileri şahinliğni göstersin diye, terörün büyümesine imkan mı tanınmıştır? Bu sorulara verilecek sağlıklı  cevaplar, PKK’nın hangi oyunda taşeronluk yaptığını bize  anlatacaktır. 

Terör, Kürtlerin ve bölge halkının işine mi yarıyor? Tabii ki hayır. Özgürlüklerin artmasına, insan haklarının gelişmesine mi yarıyor? Tabii ki hayır. Kalkınmanın, refahın artmasına, işszliğin azalmasına mı yarıyor? Cevap yine hayır. Peki kimin işine yarar?  Terör, adaleti ve hakça bölüşmeyi istemeyenlerin işine yarar. Özgürlük karşıtlarının işine yarar. Savaş ortamı yaratarak kahraman olmak isteyenlerin işine yarar.  Eğer savaş şartları yoksa, o zaman oluşması için bazı psikolojik harekâtlar planlanır.

Dahası, hergün onlarca çocuk, kadın, günahsız Müslümanı katletmesi nedeniyle Türk kamuoyunun baskısı altında ezilen İsrail’in işine yarar.  İsrail, en azından bize şu sözü söyler: Sizde PKK terörü var, bizde de Filistin terörü. 

TERÖR EN ÇOK BÖLGE HALKINA ZARAR VERMEKTEDİR

Sınır ötesi harekâta yoğunlaşıp da bunu her şeyin çözümü olarak görmek doğru değil. Türkiye bu amaçla Kuzey Irak’a defalarca büyük operasyonlar gerçekleştirdi, ancak arzu edilen netice alınamadı,  terörün kökü kazınamadı. Bir dönem yurt içerisinde barınamayıp, çareyi Irak’ın kuzeyine kaçmakta bulan teröristler, bu defa sayıları daha da artarak ve adeta ellerini, kollarını sallayarak Türkiye'ye geri dönmüşlerdir. Kısacası 1993 yılı ile 2006 yılı arasında terör açısından pek bir fark görülmemektedir. Terörle mücadele adı altında ülkemizi istikrarsızlığa sürüklemek maksadıyla yapılan tüm bu çalışmaların faturasını elbette ki her zaman olduğu gibi bu milletin bağrından çıkan Mehmetçikler ve gözü yaşlı analar ödemektedir.

Asli vazifelerini yapmak yerine, irtica, laiklik, başörtüsü gibi üstlerine vazife olmayan konuları ağızlarında sakız edenler, terörü salt asayiş tedbirleri ile önleyemeyeceklerini bilmelidirler. Silahın yerini siyaset ve diyalog almalıdır. Devlet bu meseleyi silahla çözmeyi denedi. 20 yıl süren savaşın sonucunda 30.000 ölü ve hiç uğruna harcanan 150 milyar dolar. Halbuki 50 milyar dolara bölge ihya edilebilir, teröristin istismar ettiği olumsuz şartlar ortadan kaldırılabilirdi.

Terörün bölge halkının çektiği sıkıntıları dayanılmaz hale getirmesi Kuzey Irak'ın ve dış güçlerin işine gelir. Kuzey Irak'ta milli gelir 10.000 Dolara yaklaşırken Güneydoğu'da 800 dolar işszlik te %70'lere varmıştır. Buradaki sefalete karşılık oradaki değişim güçlü bir çekim merkezi oluşturmaktadır. Türkiye durumu tahlil edip, bu çekim gücü karşısında nasıl direnebileceğini düşünmeli, doğu ve güneydoğuya yönelik politikalar geliştirilmelidir. Aç ve çaresiz insanları, dağa taşa yazılan hamasi sloganlarla durduramazsınız. Hiçbir ideolojik kalıp gelir dengesizlikleri karşısında duramaz. Kuzey Irak'taki değişimin Güneydoğu insanının ruh halini etkilemesi karşısında Türkiye'nin güvenlik tedbirleri dışında yeni tezler geliştirmesi gerekiyor. Umarız bu kez Türkiye'nin siyaset ve bürokrasisi daha akıllı ve basiretli davranır, varsa iç ve dış tezgahları boşa çıkarır ve kanı durduracak, acıları dindirecek  tedbirleri alır.

İSRAİL’İN ASIL HEDEFİ: İRAN VE SURİYE

İsrail’in, Filistin’in ardından dört koldan Lübnan’a saldırmasıyla bölge bir çatışma alanına dönüştü. Savaş çok yakınımızda. Suriye ve İran ateş çemberinin hemen dibinde  duruyor. Özellikle İran’ın savaşa dahil olması bölgede dengelerin değişmesi, taşların bütünüyle yerinden oynaması demektir.  İsrail'in   sınır tanımaz güç kullanması, Filistin ve Lübnan'ın alt yapısını çökerterek, o toplumları dize getirme operasyonlarına baktığınızda, niyetinin kaçırılan askeri kurtarmak olmadığı anlaşılıyor.

İsrail saldırılarının bu kadar şiddetli ve acımasız olmasının sebebi, tıpkı Irak'ta olduğu gibi, bu defa İran ve Suriye'yi  de bölgede askeri bir güç olmaktan çıkarmak amacına yöneliktir. Beşar Esad'ın sarayı üzerinde alçaktan uçuş yaparak gövde gösterisi yapmakta, Lübnan-Suriye karayolunu bombalayarak Suriye’den gelen desteği kesmektedir.  ABD ile birlikte Suriye'yi sıkıştırarak Bölgede İran'ı tek başına bırakmak istemektedir.  Hamas ve Hizbullah üzerinden İran ve Suriye'yi hedef almaktadır.

İSRAİL SAVAŞ VE İNSANLIK SUÇU İŞLİYOR

İsrail, tüm uluslar arası hukuk ve ahlak kurallarını çiğneyerek çaresiz insanları öldürüyor, kin ve nefret tohumları saçarak yakıp yıkıyor. ABD'nin İsrail'e verdiği destek ve dünyanın umursamazlığı, Arap ve İslam dünyasındaki kukla rejimlerin kendi güvenlik kaygılarını öncelemesi İsrail'i pervasız bir terör devleti haline getirmiştir.

Aralarında yaş ortalaması 14 olan çocukların ve yüzlerce kadının bulunduğu  10.000'i aşkın Filistinli İsrail zindanlarında - aynen Guantanamo'da olduğu gibi - sorgusuz sualsiz tutulmaktadır. Kaçırılan bir asker için ayağa kalkan ADB ve Batılı ülkeler, Gazze ve Lübnan'daki katliama ses çıkarmıyorlar. Kimse "İsrail askerinin Filistin topraklarında ne işi  var?" diye sormuyor. İsrail hergün birçok insanı, bakanları, milletvekillerini evlerinden toplayıp götürüyor, ya katlediyor, ya hapsediyor. Buna karşılı Filistinli,  topraklarını işgal eden,  hergün orada katliam yapan İsrail askerlerinden birini alıkoymuş.

Uluslararası hukukun bu kadar çiğnendiği, gücün bu kadar adaletsizce kullanıldığı bir dünyada, bir de zulme uğrayanların kınanması uluslararası sistemin artık çöktüğünün bir işaretidir. İsrail, özgürlüklerini ve yaşama haklarını elinden aldığı insanları terörist diye tanımlayarak saldırılarını bir insan avına dönüştürmüştür. Masum sivillerin bombalanması, çocuk, kadın, yaşli demeden “topyekun imha”ya yönelik saldırılara fütursuzca devam edilmesi, altyapıya yönelik saldırılarla sivil insanların hayatını çekilmez hale getirilmesi insanlık suçu olup, savaş suçu sayılması gerekir.

ABANT'DAN FİLİSTİN NASIL GÖRÜNÜYORDU ACABA?

ABD/İngiltere/İsrail üçlüsü "küreselleşme" kapsamında Dünya'yı yeniden düzenleme  planı çerçevesinde kan içmeye devam ediyor. Filistin, Lübnan, Irak, Afganistan'da hergün yüzlerce Müslümanın kanı akıyor. ABD ve İsrail desteğindeki Kuzey Irak'ta yuvalanan teröristler Türkiye'de askerleri, polisleri katlediyor. Emperyalislerin dünyayı işgal etme planını "kolaylaştırma ve benimsetme" rolünü üstlenenler, "farklı fikirlerin buluşup tartışması" paravanasının arkasında ABD politikalarının kamuoyuna duyurulması ve benimsetilmesi görevini yerine getirmektedirler.  İslam dünyasını kana bulayan ABD ve gayri meşru çocuğu İsrail'i, bu haçlı siyonistlerini imana ve insafa getireceklerini zan ediyorlar.

Toplantıya İsrail'den katılan "siyonist" tarihçi akademisyen Benny Morris, 1947-49 arasında yerlerinden yurtlarından sürülmüş, binlercesi katledilmiş bir milyona yakın Filistinli'nin dramını, "Filistin Filistinlilerden temizlendi" şeklinde tanımlayarak sürgünleri ve bugünkü katliamları savunan bir adam. Buna karşılık, hiçbir Filistinli toplantıda yok. Ülkeleri ablukaya alındığı için çıkıp toplantıya gelememişler. Ama bizim efendilerden protesto anlamında tık yok. "Hoşgörücülük" oynamaya devam ediyorlar.

BOP ÖLDÜ! İNSANLIK ÖLDÜ! YAŞASIN DİRENİŞ...

İslam dünyası suskun, Türkiye suskun, BM suskun, insanlık suskun. Bu katliamlar Gazze ve Lübnan yerine bir hayvanat bahçesine yapılsaydı Batı ayağa kalkar katliamı kınardı. Filistin himayeye muhtaç. BOP ile bölgeye demokrasi ve insan hakları getireceğini söyleyen ABD, şimdi Filistin'i boğuyor. "Çoluk çocuğunuzu açlığa hastalığa mahkum ederek sizi savaşmadan öldüreceğim" diyor. Hamas iktidarını çökertmek için koyulan ambargolara ilk defa Arap bankaları ve kurumları boyun eğdi. Gazze ve Batı Şeria'ya para gönderilmesini engellediler. Daha sonra gıda ve tıbbi yardımların gitmesini engellediler. Arkasından elektrik santrallerini, su depolarını imha ettiler, insanların evlerini başlarına yıktılar.  Bölgedeki kukla rejimler despotik yönetimlerini korumak pahasına bu zulme gerektiği tarzda karşı çıkmıyorlar.   BOP'un eşbaşkanlığına soyunan Türkiye'deki muhteremler ve “usta gazeteci”ler şimdi BOP öldü diyorlar. Kendilerine geçmiş olsun dileklerimizi sunarız. UMRAN Dergisi ta başından beri  BOP'un  şeytan işi olduğunu söylüyordu ama, demekki anlamaları için bir musibet gerekiyormuş.

Filistin halkının kişiliğini lime lime ederek ruhen teslim almak istiyorlar. Ama, onlar öldürdükçe direniş ruhu şahlanıyor. Direnişten Hamas doğdu, Hizbullah doğdu. Düşmanın üstün silah gücü karşısında azim ve inatla direnmeye devam ediyorlar. Bunca zayıflığa ve bitkinliğe rağmen "karşı koyma" ve "meydan okuma" gücünü her zaman diri tutarak, zillet içinde yaşayan bir ümmete direniş ruhunun ne olduğunu gösterdiler. Allah yardımcıları olsun.

 

1 Temmuz 2006 Cumartesi

KAOS’TAN BESLENENLER

(Umran Dergisi)

 

Türkiye hem siyasi hem ekonomik sorunlar yaşadığı bir döneme girdi. Ülkenin her yanında çeteler ve hukuksuzluk fışkırırken, bombalar patladı, suikastlar düzenlendi.  Bir anda siyasi ve ekonomik açıdan bir belirsizlik içine girildi.  Çankaya savaşı, erken seçim süreci ve de Ağustos başında yapılacak Yüksek Askeri Şura  ile TSK'nde yeni kuvvet dengelerinin belirlenmesi trafiği yanında, 39 Yıla mahkum edilen Şemdinli sanıkları ile ilgili karar gündemi meşgul eden konular oldu.

Birbirinden farklı senaryolar üretip, ortamın kaynaması için ellerinden geleni yapanlar. ülkede gerilim yaratarak darbeye davetiye çıkarmak isteyenler var. Medyanın büyük bir bölümü ve CHP sorumsuzca  Hükümet aleyhine veryansın etmekteler. 50 yıldır darbelerden medet ummuş  partinin başkanı, AKP'nin Cumhurbaşkanlığı seçimini, "devleti ele geçirme" olarak gördüğünü iddia ediyor. Sanki AKP'liler bu ülkenin insanı değil.. Sanki Baykal devletin tek sahibi de kimseye kaptırmak istemiyor. Sivil ve askeri bürokrasinin uzantısı olan CHP demokratik yollarla elde edemediklerini ülkeyi kamplara bölerek elde etme çabası içinde. 

Cumhurbaşkanı Sezer ve Baykal üç ayda dört kere Köşk'te yemek yemişler. Son yemeğe Genel Kurmay Başkanı da katılmış. Meclis'te  anayasal olarak cumhurbaşkanını seçme imkânı varken, Baykal,  görev süresinin bitmesine on buçuk ay kalan Sezer'den neyin desteğini istiyor sorusunu herkes soruyor.  Anlaşılan o ki,  30 Ağustos'a kadar gerilim iyice tırmanacak, sıcak günler yaşanmaya devam edeceğiz.

Kendisini cumhuriyetin bekçisi olarak gören CHP, "ben olmasam Cumhuriyet elden gider" diyor. Kuruluşundan bu yana 80 yıl geçmesine rağmen hala birileri Cumhuriyet korumak ve kollamak görevini durmadan tekrarlıyorsa, hala bu göreve soyunuyorsa, Cumhuriyet'de bir şeylerin yanlış gittiğini düşünmek lazım.  

Deniz Baykal'ın, 'Cumhuriyet milli mücadele ile kazanıldı. Sandıkta kaybedilmeyecek' şeklindeki demeci, halkı yok sayarak,  gerektiğinde sandığa da müdahale edileceğini ima eden nezaketsiz tavrı bir siyasi parti liderine yakışmamaktadır. Baykal sırtını hangi güç odaklarına dayadı ki  ancak bir aşiret devletinde olabilecek tehditler savuruyor. Bu devletin  kuralları yokmuş gibi davranarak bir takım tertiplerle mevzilerini korumak isteyenler, Cumhuriyeti politik hesaplarının aracı yaparak ülkeyi kaosa götürenler bu anaforun herkesi yutacağını bilmelidirler.

Korkunç Komplo

Şemdinli davası, Danıştay saldırısı, Atabeyler çetesi gibi arka arkaya gelen olaylar, Devletin içinde bir kavga olduğu izlenimini veriyor. Susurluk’tan sonra, derin devlet ile devlet arasında sorun çıkmıştı..  Devletin içinde, çeteciliğin artık devleti çok çürüttüğünü ve daha fazla devam edemeyeceğini düşünen bir yapı ile, devletin  bazı birimlerinde yasalara uymama hakkına sahip olduğuna inanarak örgütlenmiş bir başka yapı var. Şemdinli'de de devlet derin çeteleri suçüstü yakalamıştı. Ordu mensubu iki kişi bombalı bir eylemle Güneydoğu'yu provoke etmeye kalktı ve suçüstü yakalandı ve bu suçları  mahkeme kararıyla sabit oldu. 

Danıştay saldırısının şokunu henüz atlatamayan Türkiye'de, bu sefer yine karanlık senoryaların ve komplo teorilerinin üretilmesine yol açacak "Atabeyler" adlı yeni bir çete oluşumu ortaya çıkarıldı. Liderliğini bir Pilot Yüzbaşının yaptığı  grupta, Özel Kuvvetler'de görevli bir astsubayın da çetenin bombacısı olduğu öne sürüldü.  Ankara Terörle Mücadele  ekiplerinin, Eryaman'da gerçekleştirdiği  operasyonda, Başbakan'a ve danışmanına yönelik suikast hazırlığı içinde oldukları iddia edilen 3'ü asker 9 kişi yakalandı. Zanlılarla birlikte Glock marka tabanca ile C-4 tipi patlayıcı ve Cumhuriyet Gazetesi'ne saldırıda da kullanılan MKE yapımı bombalar ele geçti. Ev sanki bir cephanelik gibi.

"İyi çocukların" güçlü odaklardan aldıkları destekle çetecilik yaptıkları, tehlikeli buldukları kişileri devlet adına katlettikleri, canları istediği zaman provokasyonlar tezgahlayıp meşru hükümetleri devirmek için türlü tezgahlar tertipledikleri bir ortamda, halkımız ordusundan farklı açıklamalar beklemektedir.  TSK'nın şabeli işlerle ilişkilendirilmesi, kirli dedikodulara alet edilmesi vatandaşı üzmektedir.

Bırakın Ordunun Yakasını

Genelkurmay Adli Müşavirliği de, tıpkı birkaç gün önce Ertuğrul Özkök'ün yazdığı gibi Van 3.Ağır Ceza Mahkemesinin Şemdinli sanıklarını mahkum eden kararının "Yüksek Askeri Şur'a öncesi askeri yıpratmayı" amaçladığını vurguluyor. Ayrıca Adli Müşavirlik bu kararla "Sarıkaya'nın rövanşı alınıyor" gibi hukuk diline hiç uymayan,  siyasi bir değerlendirme de yapıyor. Bu davanın en başından beri,  siyasi bir dava olarak görüldüğü, hükümetin yediği ültimatomdan, Van savcısının başına gelenlerden  belliydi. Bir iddianamede bir kuvvet komutanının adı geçiyor diye kıyameti kopardılar. İki ordu mensubu görevli oldukları sırada, bir çete oluşumu içerisinde  bomba patlatıp adam öldürmekten mahkum oldularsa, bu zaten ordu için yeteri kadar yıpratıcı bir durum değil midir? Ortada böyle bir çete oluşumu varken, Mahkemenin kararını Askeri Şur'a'dan önce veya  sonra vermesinin ne önemi vardır.

Aslında şu anda kamuoyu, TSK'dan böyle "karşı saldırı" niteliğinde açıklamalar değil; durumun vahametine uygun,  ordunun itibarını korumaya yönelik, içinde ortaya çıkan bu tip yapılanmaların üstüne ciddiyetle gideceği inancını yaratan açıklamalar bekliyor. Devletin en önemli kurumunu değişik hesaplar doğrultusunda istismar eden bu yapılanmalara dur denilmesini istiyor. Medyanın ve CHP'nin orduyu   keyfi manşetlere ve günlük politikalara alet etmesi daha ne kadar devam edecek? Ne zaman ordunun yakasından düşecekler. Provokatif manşetleri kabak tadı vermeye başladı. Yok "genç subaylar rahatsızmış", yok "YAŞ'la oynanmaya çalışıyormuş", v.s. Bu ülkenin ordusunu yargıyla karşı karşıya getirmek için elinden geleni yapan bir zihniyet  en az teröristler kadar tehlikelidir.

Hükümetin Durumu

Türkiye'deki istikrarsız ortam giderek büyütülüyor şimdi. Laikçilerin istediği de  buydu zaten. Kızılelma koalisyonu, ulusalcılar,  AKP'nin ayağının sürçmesi için fırsat bekliyordu. AKP gerekli adımları atmak yerine, bu laikçi cephenin eline "laikliğin tarifini yeniden yapalım", "türbana Danıştay değil, ulema karar versin" diyerek, kendi eliyle kendisini yıkmak isteyenlere bütün kozları verdi. 

Şemdinli olayının ucu nereye varırsa varsın sonuna kadar gidileceğini söyleyen Başbakan, ilk önce "hırsız içeride "diyen Emniyet İstihbarat Daire Başkanını görevden aldı. Adalet Bakanı  Savcıya sahip çıkmayarak ihraç edilmesinin yolunu açtı. Bugün AK Parti bu kadar zor duruma düştüyse  Şemdinli’deki duruşu nedeniyledir.  Hükümet çok ciddi bir şekilde zemin kaybetti.  Türkiye’de aydınlar hakkında birçok dava açıldı. İddianamelerden dolayı savcılara bir  soruşturma açıldı mı bilmiyoruz. Savcı bir generalden söz ettiği için işinden oluyor ama bir yazardan söz ettiği zaman  gerekirse canına okuyor..

28 Şubat sürecinde dik duramayanların akıbetini biliyoruz. Şimdi aynı omurgasız tavırları gösterenler, yine onlardan umutla bir şeyler bekleyenleri hayal kırklığına uğratmak üzereler. Başbakan bir selam veriyor, bir selamı geri alıyor. Hükümet bir adım atıyor, baskılar gelince iki adım geri gidiyor. Bunu da politika zannediyor, iktidar olduğunu sanıyor. Dayandığı kitlenin hiçbir meselesini çözmeyen, yeni bir heyecan dalgası oluşturamayan hükümetin maalesef siyasetteki gücü tartışılır durumdadır. Adam gibi ülkeyi yönetmek yerine, türlü tezgahlarla özgürlükleri kısmak için ülkeyi karıştırmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürer gibi polis ve jandarmanın yetkilerini artıran düzenlemelerle Türkiye'de özgürlükler daha da zayıflatılırsa bunun acısını ilk çekecek olan  siyasi iktidar olacaktır.

Terörle Mücadele Kanunu (TMK)

Eylemlerin hız kazanması sonucunda, hak ve özgürlükleri iyice kısan TMK yeniden Meclis gündemine getirildi. Sivil toplum örgütleri tarafından hükümete ve meclis üyelerine iletilen mesajlarla; bu kanunun bir baskı kanunu olduğu, süresiz "olağanüstü hal"  uygulamaları ile ülkeyi bir açık hava cezaevine dönüştüreceği, toplumun tüm kesimlerini zor duruma düşüreceği belirtilmesine rağmen Meclis tasarıyı görüşmeye devam ediyor.

Başörtüsü yasağını veya YÖK'ü protesto edeceklere,  bir vakıf veya derneğin Türkiye’de "Kuran yasağı" vardır demesine, aynı vakıf ve dernekte Kur'an öğretilmesine,  vakıf ve derneklere kurban bağışında bulunulmasına ağır cezalar gelmektedir. Bir protesto esnasındaki bir işaret nedeniyle en azından örgüt üyesi iddiası ile 15 yıl hapis cezası ile yargılanmanın önü açılacaktır. Yapılmak istenen masum bir yardım nedeniyle, "teröre finansman" sağlama iddiası ile insanların yargılanması söz konusu olabilecektir. Mülki amirler ve kolluk güçleri müşahhas delil olmadan sadece istihbarata dayanarak şüphelendiği kişinin hayatını zindana çevirebilecektir. Taslağa göre 'suç işlemesinden şüphelenilen' kişilerin,  tüm mal varlıklarına, vali, kaymakam, emniyet müdürü emriyle el konulabiliyor. Bu kişilerin belli yerlere seyahat etmesi yasaklanabiliyor. evine alacağı misafire bile müdahale edilebilecektir.

Vatandaşın  ifade özgürlüğünü, gösteri ve protesto haklarını, haber alma ve verme haklarını ciddi anlamda kısıtlayan, savunma makamını iyice zayıflatan, para ödülü nedeniyle bir çok müfterinin birçok masum insanın canını yakacağı TMK tasarısı, sivil toplum kuruluşlarını "silahsız terör örgütü" olarak görmektedir.

"Hukuk devleti" ve "adaleti" tesis etmek yerine özgürlükleri kıstlayacak olan yeni baskıları millet istemiyor.  Ceza müeyyideleri terör dışı alanlarda masum vatandaşları ezecektir. Bunun, sosyal ve siyasi faturasını da bu kanunu çıkaranlar ödeyecek, vebaline katlanacaklardır.

Medyada Kadının Bir Metâ Olarak Kullanılması

A.Ü. İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mine Gencel Bek tarafından yapılan "Medya ve Toplumsal Katılım" adlı araştırmada, 'haberlerde dahi kadının cinselliğinin yoğun bir şekilde kullanıldığı' sonucu ortaya çıkmış. On ay süre ile 4 gazeteyi baz alarak yaptığı araştırmada, kadınların teşhir edildiği haber sayısı 1620 iken erkeklerin oranı 101 olarak belirlenmiş. TV'de görülen kadınların büyük çoğunluğunun eğlence ve magazin dünyasından ünlüler olduğu görülmüş.

Konu sağlık göster baldırbacak, konu turizm baldırbacak, konu spor göster baldırbacak. Herşeyin ilacı baldırbacak, göğüs, manken, kim kimin kucağında belli değil. Bir sürü homoseksüel, kadın kılığına girmiş erkek. Yok Huysuz virjin, Fatih Ürek, Kuşum Aydın, bir sürü Allahın belası. Sanki bu ülkede doğru dürüst sanatçı yokmuş gibi sadece bu ahlaksızlar teşhir ediliyor.

Bazı medya organları da gaflet ve ihanet içerisinde bu yozlaşmaya çanak tutuyorlar. Türkiye'deki ahlaki çöküntüyü hızlandırmak ve yozlaşmayı artırmak için dış güçler tarafından finanse ediliyorlar. "Fuhuş"un adı "çıkma" olmuş. Falan sözde sanatçı filanla çıkıyormuş. Gömlek değiştirir gibi birbirlerini değiş tokuş yapıyorlar. Bu insanların gayri ahlaki yaşamları topluma örnek bir hayat olarak sunuluyor. Toplumda ciddi bir değer kaybı söz konusudur.

İşte Başörtüsü Anketinin Sonuçları

Sabancı Üniversitesi ve Işık Üniversitesi’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği "Türkiye’de Sosyal Tercihler Araştırması"nın ortaya koyduğu bulgulara göre, Türk toplumunun yüzde 68’i başörtülü öğrencilerin üniversitelerde özgürce okuyabilmesine destek veriyor. Ülke genelinde 1.846 kişiyle yüz yüze görüşme yöntemiyle gerçekleştirilen araştırma ortaya ilginç sonuçlar çıkarıyor. Halkın yine yüzde 65’i başörtüsünü devlet memurluğunun önünde bir engel olarak görmüyor. Geçtiğimiz aylarda Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Enstitüsü tarafından yürütülen bir araştırmada, kamuoyunun yüzde 93’ünün başörtüsünden rahatsızlık duymadığı belirlenmişti. Araştırmanın bir başka sonucu da ülkede sıkça dile getirilen "Cumhuriyet tehlikede, şeriat gelecek" iddiasının karşılığının olmadığını gösteriyor.

1 Haziran 2006 Perşembe

ÇOK FAZLA KARANLIK OLAYLA KARŞI KARŞIYAYIZ

 (Umran Dergisi)

 

TÜRKİYE'DE BÜYÜK BİR OYUN OYNANMAK İSTENMEKTEDİR

Danıştay'a yapılan saldırı, bazı çevreler tarafından tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi istismar edilmeye başlandı. Saldırıda hayatını kaybeden M.Yücel Özbilgin'in cenazesi, CHP'liler tarafından laik-demokratik Cumhuriyete bir saldırı olarak lanse edilerek, 'Mollalar İran’a', Türkiye Laiktir Laik kalacak', 'Hükümet istifa' sloganlarıyla bambaşka bir mecraya çekilmeye çalışıldı.

Saldırganın ideolojik kimliği açıklanmasına ve saldırının asıl maksadının  belli olmasına rağmen, CHP ve bazı çevrelerin olayı istismara çalışması Çankaya hesaplarında kartların erken açıldığını göstermektedir. Kemal Anadol ve Kenan Evren saldırının Cumhuriyete karşı bir ‘Kubilay olayı’ olduğunu söylüyorlar. Ertuğrul Özkök, "Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin 11 Eylül'üdür" diyor. Sağduyu ve itidal tavsiye etmek yerine karanlık odaklarca tezgahlanan siyasi cinayetleri dindar kesimler işlemiş gibi göstererek  toplumsal histeriyi kışkırtmak için kullanıyorlar. Cinayet ve kan üzerinden siyasi çıkar sağlamaya çalışan çevrelerin bu provokasyonu, Türkiye'de ekonomik ve siyasi kriz yaratarak, ülkeyi istikrarsızlaştırmak isteyen dış güçlerin isteği ile  örtüşmektedir. Türkiye’nin dip akıntıları, ülke menfaatlerini bir yana bırakarak ideolojik takıntılarıyla mide bulandırıcı taktikler uygulamaktan çekinmiyorlar.

Bilindiği gibi, 28 Şubat öncesinde de  Uğur Mumcu’nun öldürülmesi gibi karanlık siyasi cinayetlerin cenaze törenleri ve sonra Susurluk olayına karşı başlatılan 'Bir dakika karanlık' eylemi, bir anda yön  değiştirmiş ve Susurluk çetesi unutularak bir takım güçler zamanın hükümetine karşı eylemlere girişmişti. Şimdi de Uğur Mumcu olayının farklı bir versiyonu sahneye konulmaktadır.

TERÖR STATÜKOCULARIN ÜRÜNÜDÜR

Sistemin klasikleşmiş iki sendromu ‘şeriat’ ve ‘bölücülük’ yeniden birlikte sahneye konuldu. 12 Eylül ve 28 Şubat benzeri PKK ve irtica ajitasyonları ile oluşturdukları militarist hava ile inisiyatifi ellerinde tutan gerilim tacirleri, sahip oldukları imkanları ellerinden kaçırmamak için yine iş başındalar. Ülkeyi düşünmekten çok kendi iktidar ve statükolarını düşünenler, olağandışı yöntemlerle toplumsal gerilimlerin artmasını istiyorlar.  Bu amaçla, müdahaleyi haklı çıkartacak bir kaos ve kan gölü ortamı oluşturmak için 12 Eylül ve 28 Şubat manüplasyonlarına benzer olayları tahrik ediyorlar.

Hakkari’de,  çocukları taşıyan servise yönelik  iğrenç saldırının  Şemdinli davasının bir gün öncesine denk gelmesi manidardır. Bu provokatif saldırıyı gerçekleştirenlerin amacının,  sanıkların elini rahatlatmak, kardeş kavgasını körüklemek ve cuntacılara harekât sahası kazandırmak olduğu gayet açıktır.

Eylem öncesi, görgü tanıklarının jandarmaya verdiği bilgi ve eşkallere göre, yöre insanına benzemeyen biri gözlüklü, diğeri sakallı iki kişinin bomba tertibatını parkeli yola döşedikleri, daha sonra olay mahalline hakim bir tepeden çocuk servisinin geçiş güzergahını izledikleri, servis otobüsünün geçişi sırasında bombayı patlatmayıp, arkadaki koruma aracı geçişini tamamlayınca patlattıkları ve böylece sadece yaralamalı bir eylem gerçekleştirdikleri öğrenilmiştir. Psikolojik harbin gereği olarak, servisteki yöre halkı çocuklarının “asker çocukları” diye basına servis edilmesi de dikkat çeken bir başka ayrıntıdır. Hakkari’de çocuklara yönelik bombalama eylemi bahanesiyle tankları şehir merkezinde yürüten  cunta ekibi, benzer eylemleri başka yerlerde de gerçekleştirerek tıpkı Sincan’da olduğu gibi olağanüstü bir konjonktürün oluşmasını  planlamaktadır

ZAMANLAMAYA DİKKAT!...

9 Mart 1971 Cuntasının İstanbul ayağını yürüten İlhan Selçuk, kabaran darbeci refleksleri ve Cumhuriyet  Gazetesinin Çankaya temsilcisi ile olan muhabbetinden aldığı cesaretle, gazetesindeki imzasız başyazıda, "2007’ye doğru Türkiye Cumhuriyeti büyük bir sınav yaşayacak ve gerilimden geçecek gibi görünüyor” diyordu. Yine bu yazısında hem Cumhurbaşkanını Anayasada olmayan yetkilerle donatıyor, hem de yasal olmayan bu yetkileri kullanmasını 'taraf tutmak diye nitelendirmenin hukuk devleti mantığına aykırı davranış olacağını' söyleyerek karakuşi bir mantık sergiliyordu.

Durup dururken Cumhurbaşkanı Harp Akademilerindeki o konuşmayı niçin yaptı? İçeride ve dışarıda bir sürü sıkıntı varken  toplumu germekten öte bir işe yaramayan bu tür konuşmalar niçin yapılır? Cumhurun başı olması gereken bir insan niçin topyekun savaştan bahseder.  Menfur olayın harareti henüz geçmeden şaibe altındaki bir sürü rektörü Çankaya'da toplamanın bir anlamı varmıdır? Bazıları mahkemelerde yargılanan rektörleri korumanın Cumhuriyeti korumak olduğunu söylüyorlar. Ya rektör suçlu çıkarsa, o zaman Cumhuriyeti nereye koyacaksınız? Bir temsil makamı olması gereken Cumhurbaşkanı bazen bir muhalefet partisi başkanı gibi, bazen de icranın başı gibi davranarak sınırlarını ziyadesiyle zorluyor.

Bu arada,  Demirel de sükunetini bozarak kamuoyunda görünmeye başladı. Demirel ülke gezisine çıkıp, her vesile ile erken seçimi gündeme getiriyor ve darbe dönemlerine gönderme yaparak, “erken seçim yapılsaydı, darbeler olmazdı” diyor. “Sezer'in bir bildiği var ki konuşuyor gibi laflar ediyor. 

Halef ve selef bu iki zat toplumsal barışa katkı sağlamak yerine, huzur bozucu konuşmalarıyla gerginlik operasyonuna katkı sağlamaktadırlar. Ecevit'in önüne fırlatılan Anayasa kitapçığı ile 2001 krizi patlamıştı. Bu defa, İlhan Selçuk muhabbetinin gerdiği ortamda piyasalarda 12 Mayıs sarsıntısına sebep oldular.

Saldırıdan bir gün önce Baykal, "Cumhuriyet tarihinin en önemli kırılma noktalarından birine yaklaşmış bulunuyoruz" demişti. Ayrıca, "Türkiye sert bir tartışmanın içine giriyor. Bunun sorumlusu iktidardır" diyerek hem durup dururken ortamı kendi sertleştiriyor, hem de suçluyordu.

Bir taraftan Erzincan’da 4 çocuğu yitirirken, diğer taraftan Güneydoğudan gencecik asker cenazeleri geliyor. Buna rağmen  Kürt-Türk çatışmasını bir türlü sahneye koyamadıkları için, bu defa, Cumhuriyet Gazetesi’ne üst üste 3 bomba atılarak laikçi-şeriatçı ayrımına dayalı ikinci bir toplumsal kriz  devreye sokulmak istendi. Bu da yetmedi, Danıştay’a  bir saldırı düzenledi. Saldırgan, müzakere salonuna kadar giriyor, silahını çekerek beş üyeye birden ateş ediyor. Danıştay üyesi bir hanımefendi,  teröristin güya ‘Allah’ın askerleriyiz’ diye bağırdığını, tetiği çekmeden önce ‘tekbir’ getirdiği söylüyor. Daha sonra bunun yalan olduğu ortaya çıkıyor. CNN Türk kanalı olaydan hemen 20 dakika sonra, ‘Danıştay'a Türban saldırısı’ diye duyuruyor olayı ve daha hiçbir şey belli değilken 2 ölü olduğunu bildiriyor. Aynı saatlerde Amerikanın CNN'i de olayı "İslami militanların" yaptığını dünyaya servis ediyor.

Bu adamın türban için Danıştay’a girip cinayet işlemediği çok açık. Bu saldırı, son aylarda oluşturulmak istenen cepheleşme sürecinin son perdesidir, büyük bir oyunun parçasıdır.  Devamının da gelebileceği muhtemeldir. Bu nedenle, aklı başında herkes soğukkanlı davranmak zorundadır. Benzer olaylar Türkiye’de daha önce de yaşandı. Önce puslu bir hava oluşturulur. Ardından ‘ses getiren eylemler’ düzenlenir. Bu eylemler sayesinde halk kamplara bölünür, devletin zirvesinde didişmeler başlar, kurumlar arasında çatışmalar baş gösterir. Ve sonuçta her zaman olduğu gibi Türkiye kaybeder.

Danıştay 2. Dairesi’nin başörtüsü konusunda olumsuz; hatta kabul edilemez  kararlar vermesi, her kesimden ağır eleştirilere muhatap oldu ve kolayca hedef seçildi. Şimdi kimliği karmakarışık görüntülü bir adam çıkıyor,  karardan aylar sonra infaz yapıyor. Karanlık bir senaryo ile karşı karşıya olduğumuz çok açık. Saldırının, duyguların kabardığı 19 Mayıs Bayramından iki gün önce yapılıp ortalığın köpürtülmesi de ilginç bir tesadüf.

Bu arada  Uğur Mumcu'nun abisi Avukat Ceyhan Mumcu ilginç bir açıklama yapıyor.  Geçen pazartesi günü birinin yanına gelerek, “Türkiye'de kan gövdeyi götürecek” dediğini açıklıyor. Mumcu, kendisine gelen kişinin ismini açıklamak istemediğini belirterek, “Bana, ‘Ben istihbaratçı değilim. Ama sizin ve Uğur'un eşi Güldal Mumcu'nun hayatından endişe ediyoruz. Başka isimlere de saldırı düzenlenebilir. Bu işi MOSSAD yapacak. Türkiye'yi İran konusundaki tarafsızlığından ayırmak istiyorlar. Türkiye, İran ile çatıştırılacak.’ dedi.” şeklinde açıklama yapıyor. Bunun üzerine 16 Mayıs 2005 tarihinde bir basın açıklaması yazdığını belirten Mumcu, Türkiye’yi yönetenlerin ve kamuoyu öncülerinin dikkatini çekmeye çalıştığını söylüyor.

CHP’NİN TAVRI

Belli gazetelerde irtica haberlerinin tırmanışa geçtiği bir dönemde bu saldırı gerçekleştiriliyor. Saldırıya uğrayanların can derdinde olduğu saatlerde hemen olay mahalline üşüşen  CHP'lilerin saldırıyı politik ranta dönüştürmeye çalışmaları duyarlı ve sorumlu bir siyaset anlayışı ile bağdaşmıyor. Daha olayın aslı faslı ortaya çıkmamışken,  Baykal'ın, "Siyasete kan bulaşmıştır" tarzındaki ifadesi, tıpkı Şemdinli iddianamesi sırasında sarf ettiği, "Bu bir sivil darbedir" ifadesi gibi tehlikeli ve tahrik edicidir.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşmasıyla beraber alevlenen laiklik tartışmalarının ön saflarda, giderek daha kavgacı bir üslup kullanan CHP lideri Baykal yer alıyor. Aylardır her ortamda “Mayıs-Haziran çok karışık olaylara gebe” mesajını veriyor.   Sine-i millet”e dönme kozunu kullanarak önce erken seçim istiyor. Erken seçim istemesinin nedeni, hiç şüphesiz, halk iradesi için beslediği hassasiyet değil. Öyle olsaydı, sandıkta elde edemediğini devletin sivil ve askerî kesimlerine dayanarak elde etmeye çalışmazdı. Hesabı basit: Muhtemel bir erken seçim kampanyasını, laikliği kurtarmak adına Erdoğan veya başka bir AKP’linin Köşk’e çıkışını durdurma kavgası üzerine, yani bir laikler-laiklik karşıtları kutuplaşması üzerine kurarak,  bir cepheleşme oluşturarak oylarını artırmak istiyor. 

Baykal’ın tutumu, laiklikten çok kendi koltuğuyla ilgili şu endişeden kaynaklanıyor.  Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından sonra yapılacak seçimlere  AKP yeni bir genel başkanla girecek ve muhtemelen yine birinci parti olacak, CHP ise ağır bir yenilgiye uğrayacak. Çünkü yapılan anketlerde AKP’nin  CHP’nin iki katı oy aldığı görülmektedir.  Birbirini izleyen iki genel seçimde önce Erdoğan, sonra yeni bir lider yönetimdeki AKP karşısında ağır yenilgi alan, üstelik cumhurbaşkanlığını Erdoğan’a kaptırmış bir Baykal’ın yola devam edebilmesi çok zor. Koltuğunu bırakmak zorunda kalabileceğini düşünmek Baykal’ı hırçınlaştırmaktadır.

TERÖR KİMİN İŞİNE YARAMAKTADIR

Bu tür kirli ve karanlık oyunlar kimin işine yarıyor ve karşı tarafta kimleri mağdur etmek için kullanılıyorsa, ona göre müsebbiplerini aramak gerekiyor. Eylemin arkasında ülkede darbe ve kaos ortamını besleyici bir odağın bulunduğu akla geliyor.

Bu defa irtica tehdidin hangi amaçla kullanıldığına baktığımızda, bu saldırının laikçi kesimlerle Müslümanlar arasında husumet oluşturmaya, mevcut çatışmayı daha da şiddetlendirmeye yönelik bir eylem olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu karanlık olay vesilesiyle yine Müslümanlara saldırmaya başladılar. Yavaş yavaş irtica senaryoları sahneye konulmaktadır. Bu kavganın körüklenebilmesi için yeni Müslümler, Fadimeler, Kalkancılar bulunacaktır. Bu tür olayların üstüne atlayıp rejim krizi çıkarmak isteyenler  psikolojik harbin bir parçası veya piyonu durumundadırlar.

Olayın iç ve dış dinamiklerden kaynaklanan iki boyutu vardır. Birincisi Cumhurbaşkanlığı seçimi olup,  kriz yaratarak istemedikleri birinin Çankaya'ya çıkışını engellemek. “Cumhuriyetin son mevzii Çankaya Köşkü” gibi savaşçı tanımlamalarla tavsif ettikleri Cumhurbaşkanlığı müesses nizam için çok önemlidir. Türkiye'yi erken seçime zorlayıp, istedikleri kimseyi seçtirmek için her türlü oyunu tezgahlayacaklardır. Bunun için  laikçi cephedeki erimeyi durdurmak  ve laikçi hassasiyetleri kuvvetlendirmek istiyorlar.

İkincisi ise ABD'nin  İran'a muhtemel müdahalesidir. Şeriat , irtica yaygaraları ile dindar insanları zan altında bırakarak, İran karşıtlığını körüklemek suretiyle Amerikan saldırısına zemin hazırlamak. ABD,  Türkiye'yi İran üzerine sürmek istemektedir. Başörtüsü konusu, İran'a yönelik bir nefret duygusunun artırılarak İran'a saldırının psikolojik ortamını oluşturmak için kullanılmaktadır.

UZUN DÖNEMDİR DEVAM EDEN STRATEJİK BİR PLAN

Türkiye'de bu tür tezgahlar her zaman kurulmuştur. Ana muhalefet lideri,  Sezer ile ağız birliği etmiş gibi, "saldırının hedefinde Anayasa vardır" diyor. Sisli havayı sevenler panik havası oluşturarak saldırırdan yararlanmayı fırsat olarak görüyorlar. Bir hayli işlerine gelen bu olayı tam bir seçim malzemesi olarak kullanıyorlar. Benzer saldırı Adalet Bakanlığı'na yapıldığı zaman hiç kimseden ses çıkmamıştı.. Kimse protestoda bulunmamıştı.  O saldırıda devletin bir kurumuna yapılmıştı. Ama kimse bu saldırı, Anayasaya ve Cumhuriyete karşı yapılmıştır deyip Anıt Kabir’e yürümemişti.

Kuvayı Milliye yapılanmaları, Müdafaayı Hukuk dernekleri hepsi planlı hazırlığın parçalarıdır. Olayın sıcağı sıcağına derhal bindirilmiş kıtalar Danıştay önüne yönlendiriliyor. Sabaha kadar bina önünde gösteriler yapıyorlar. Aralarında emekli generaller var. Ateşli nutuklar atıyorlar. Yargı mensupları cüppelerini giyerek Ataya şikayet için bir mabede gider gibi Anıt Kabir'e yürüyorlar. Bir kabiri şikayet mercii haline getirmek Cumhuriyetin özü olan "ilerleme" ve "aydınlanma"  ile nasıl bağdaştırılıyor anlamak zor.

Diğer taraftan; Başkentte bazı resmi kurumlar, çalışanlara bu törenlere "katılma mecburiyeti" getiriyor. Kamu kurumları, "Katılmanız şart" diyerek çalışanları baskı altına alıyor. Bu kurumlardan biri de Gazi Üniversitesi... Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, öğretim üyelerine ve görevlilerine, "yoklama alınacak. Katılımınız şart" duyurusu yapıyor.

YETER ARTIK .... YAPTIĞINIZ AYIPTIR

Baykal, "Kimsenin başı zorla açılmıyor, ama zorla kapatma başladı" diyor. Bu sözleri sarf ederken insan biraz utanır ama maalesef bu siyaset baronlarının beslenme kaynağı işte bu çirkin siyasettir. Sanki bu ülkede o zulümler hiç yaşanmamış gibi halkı aptal yerine koymak ancak Baykal gibilere yakışır. Tam  tersine, bu ülkede kimsenin başı zorla kapatılmadı, ama zorla açıldı. Kız öğrenciler coplandı, yerlerde sürüklendi, bileklerine kelepçe takıldı. 13-14 yaşındaki  kız çocukları okullarının önünden alınıp, polis minibüslerine doldurularak 40-50 km uzaklıktaki kenar mahallelere götürülüp  bırakıldı. Bu emirleri  28 Şubatçı yöneticiler verdi.  Başı açık hiç kimse  böyle bir muameleye maruz kalmadı. Bunların derdi başka.  Anadolu kadınının başörtüsüne diyeceğim  yok diyorlardı. Ama Eskişehir’den Başbakanı ziyarete gelen bir gurup başörtülü kadını dillerine doladılar.  Yalan dolanla milletin kutsallarına saldırarak siyaset yapmak ancak ahlaksız ahmakların işi olabilir.

Milletin bütün hassasiyetlerini kırıp döküyor, bütün değerlerini ayaklar altına alıyor, sonrada özel yetiştirilmiş bir manyağı bulup, tahrik ederek eline silahı verip cinayet işletiyorlar. Bu çok çirkin bir senaryodur. Yapılan şey ayıptır ve günahtır. Saldırıyı yapanlarla, bu durumdan siyasi rant elde etmek isteyenler aynı amaca hizmet etmektedirler.

HERKES AKLINI BAŞINA ALMALIDIR

Türkiye,  bir avuç azgın azınlığın “Atatürk” ve “Laiklik” istismarına  meydan vermemelidir. Cumhuriyeti, Atatürk'ü ve Laikliği militan cephenin istismar malzemeleri olmaktan çıkarmak,  her tür iç ve dış provokasyona karşı tedbir almak, bütün  kurumların temel görevidir. Hiçbir gerekçe şiddeti meşrulaştıramaz. Hiçbir sebep terörü haklı gösteremez. Hele ki insan hayatına kasıt varsa; kökeninde ne olursa olsun,  şiddetle lanetlenmelidir. Sadece saldırganlar değil, bu işin perde arkasındaki kurgucular ve bu olaylardan rant devşirenlerin de afişe edilmesi gerekmektedir

Cenaze törenleri sırasında bindirilmiş kıtaların yaptıkları provokasyonları deşifre etmek yerine, bu tür eylemlerin çok faydalı olduğunu ve devam etmesi gerektiğini söylemek, sorumlu mevkilerdeki insanlara yakışmamaktadır. Bu tür eylemleri telin etmek yerine  terör odaklarını sevindirecek tarzda beyanatlar vermek ateşe körükle gitmektir. Deliller ortaya çıkmadan sorumluluk sahibi kişi ve kurumların peşin hükümle olayı başörtüsü ile ilişkilendirmesi ve hükümete karşı bir kampanyaya dönüştürmesi vahim bir hatadır.

Olay politik çıkarlara, siyasi hedefler alet edilmeyecek kadar vahim bir olaydır. Siyasi aktörler bu tür meseleleri kendi kısa vadeli çıkarların alet edemezler. Bu tür eylemleri, tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi toplumun bir kesimini mağdur etmek için kullanmak, belki kısa vadede bazı kesimlerin işine yarayabilir, ama uzun vadede hem ülke zarar görür, hem de kendileri.

Olayın sıcağı sıcağına acısı yaşanırken  Sezer ve Danıştay Başkanının ideolojik demeç vermesi yangına körükle gitmektir. Olayın değerlendirilmesinde üst düzeydeki algılamada çirkinlik ve tarafgirlik vardır. Hatırlanacağı üzere, önceki Yargıtay başkanı zamanında malum bir dava vesilesiyle dört tane hakim Yargıtay Başkanının kendilerine baskı yaptığını açıkladıkları halde, HSYK sadece Başkanın emekli olmasını istemişti. Ama Van Savcısı Sarıkaya hemen aforoz edildi.

Bu tür şiddet olaylarına meydan vermemek için, haksız uygulamalara son verilmesi ve yargının adil davranması gerekmektedir. Ülke insanını sürekli dışlayarak, sürekli gererek bu  olaylara sebebiyet verenler biraz da kendilerini sorgulamalıdırlar. Yargının ideolojik davrandığı yerde adaletin işi bitmiştir. Halkı çaresizleştirmek, "Anamı ağlatan kadı, kimi kime şikayet edeyim" noktasına getirmek ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür.

Akil oldukları kendinden menkul koca koca adamların taraflı demeçler vermesi olayları daha da körüklemektedir. Sokağa dökülen insanların başörtülülere sataşması, ülkeden kovmaya kalkışması, örtülüleri artık sokağa çıkartmamaktan söz etmesi çok tehlikeli gelişmelere kapı aralamaktadır. Misilleme şeklinde tersinden eylemlere başvurabileceği ihtimalini insan düşünmek bile istemiyor. Türkiye'yi nasıl bir badireye sürüklediklerinin farkında mıdırlar acaba?

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...