1 Aralık 2018 Cumartesi

Gençlik Niçin Göç Ediyor?

(Umran Dergisi)

 

Bundan tam 13 yıl önce Umran dergisinin 2005 Temmuz sayısında şunlar yazmışız;

“Ülkemizdeki; işsizlik, geçim sıkıntısı, iletişim kopukluğu, sosyal bağlılık ve dayanışma ruhunun yok olması, sosyal çözülme nedeniyle aile içinde diyalog, sohbet ve dertleşmenin ortadan kalkması, kuşaklar arası çatışma ile oluşan güven bunalımı, yolsuzluklar, adam kayırma, adaletsizlik gibi olumsuzluklar ve bunların sonucunda oluşan endişe, sıkıntı ve stres gençliğimizi ümitsizliğe ve bunalıma sürüklemiştir.

Gelir tabakaları arasında ki derin uçurumlar; bir yanda pazar artıklarından, çöp bidonlarından yiyecek toplayan insanların feryadı, bir yanda mutlu bir azınlığın israf ve ahlak dışı lüks yaşantıları ne yazık ki bu sosyal çürümenin ana sebeplerinden biridir. İç karartan ekonomik sıkıntılar ve buhranlı bir sosyal ve siyasal yapı sonucunda ümitsiz bir gençlik doğmuştur.

Sağ, sol, İslamcı tüm kesimlerin şikâyetçi olduğu kültürel yozlaşma giderek bir krize dönüşmüş durumdadır. Gün geçtikçe dejenerasyon artmakta, sorumsuz ve duyarsız gençlik anlamsız, davasız, sorumsuz bir toplum meydana getirmektedir. Zihinlerin tutsak edilerek, gençliğe "Kendini kurtar, kendi başının çaresine bak" anlayışının dayatıldığını görmekteyiz.  Ülkesinde geleceğini göremeyen eğitimli gençler, bireysel kurtuluş adına yurtdışına yöneliyorlar. Devletine ve ülkesine güveni sarsılmış gençliğin %75’i artık bu ülkede yaşamak istemiyor” demişiz.

Türkiye’yi terk edenlerin sayısında ürkütücü artış

Bugüne baktığımızda yukarıda yazdıklarımızın neredeyse aynen devam ettiğini görüyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayımladığı son ‘Uluslararası Göç İstatistikleri’ raporuna göre 2017’de Türkiye’den göç eden kişi sayısı bir önceki yıla kıyasla yüzde 42,5 artış göstererek 253 bin 640 kişiyi bulmuş.  Ve maalesef Türkiye’den göç eden nüfusun neredeyse yarısını 30 yaşın altındaki yaş grupları oluşturuyor.

 




(TÜİK verilerine göre 30 yaş altı Türkiye’den giden göç)

 




Ülkenin geleceği için çok önemli ve ciddiye alınması gereken bu göç tablosunu Göç uzmanı Prof. Dr. Murat Erdoğan şöyle yorumluyor[1].

“Son on yılda Türkiye’den nitelikli insanlar başka ülkelere göç ediyorlar. Nitelikli insanların gitmesi çok ciddi bir beyin göçü sıkıntısı demektir. Akın akın insanların gidiyor olması Türkiye’nin kendi kapasitesini tüketmesi anlamına gelir. Türkiye’nin temel kaynağı nitelikli insan gücü olmalıdır, maden kaynakları falan değil.  Bütün dünya nitelikli insan arayışındadır. Bu ülkenin vatandaşlarının bu kadar çok yurt dışına gidiyor olmasını ciddiyetle düşünmek gerekiyor. Gençlerin neden gittiğini söylemenin net bir verisi yok ama tahmin edilecek unsurlardan birincisi insanlar Türkiye’de niteliklerine, vasıflarına, liyakate göre değerlendirildiğini düşünmüyor bu nedenle kariyer olanağı olmadığını düşünen gençler gidiyor. İkincisi, çatışmalı ve gergin bir toplum yapımız var. Bu da insanları etkiliyor. Üçüncüsü de hukuka güvenmiyorlar. Yarın kaygısı yaşanılan bir ülkede kaçış olacaktır. Bu gençleri kaybetmek oldukça acı.”

Eğer bir ülke kalkınması için lazım olan beşeri sermayesini beyin göçü ile elden kaçırıyorsa o ülke kaybediyor demektir. Bilgi çağında kim kapılarını iyi eğitimli beyinlere açıyorsa kazanan da odur. Bu ülkeye milyonlarca liraya mal olan iyi eğitimli insanlarımızı ganimet gibi görüp masrafsız bir şekilde ülkelerine kabul etmek yabancıların işine geliyor. Ülkemizde besleyip büyüttüğümüz, bu ülkenin, bu coğrafyanın bu ümmetin değerleri, hazineleri ve emanetleri olan bu insanlar niçin gidip başka ülkelere hizmet etsinler.

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, "Yıllardır yetişmiş insan kaynağımızı adeta bir beyin göçü ile maalesef kaybediyoruz." diyor. Ülkeyi yıllardır yönetenlerin iş işten geçtikten sonra bu tür problemleri dile getirmesi ise ayrı bir trajikomik durumdur.

Yarınlarına inanmayan gençler, ülkeyi terk ediyorlar

Gidenleri suçlamadan önce neden gittiklerini sorgulamak gerekiyor.  Başta üniversiteler olmak üzere kamuda liyakatin değil kayırmacılığın öne çıkması, liyakat yerine torpil denen illetin geçerli olması, değersizlere değer veren bir ülke hak ettiği yere asla gelemez. Adalet kavramı sarsılan bir ülkede ne barış olur, ne refah, ne de umut kalır.

Hayalleri yok edilmiş, geleceğini bu ülkede göremeyen, kendilerine yeni bir düzen kuracakları ülkelere göç eden genç beyinleri görmezden gelemeyiz. Adalet, liyakat, güven, samimiyet, ehliyet, emanet, adanmışlık, ahlak ve faziletin geri plana itilmesi, bu gibi kadim değerlerde örnek ve önder şahsiyetler görememesi, ülkenin yaşanır olma şartlarının ortadan kalkması, geçim endişesi, toplumsal sıkışmışlık, değer görememe hissi gibi duyguların bu yaşanan göç dalgasında büyük payı var. İnsan olmanın duruş ile değil kuruş ile ölçüldüğü böyle bir dünyada, parlak beyinlerimizi kaçırıyoruz ve gidenler bir daha dönmemek üzere gidiyor.

Beyin göçünün en önemli sebeplerinden biride, gençlerin kendilerini geliştirmeleri için gerekli olan maddî ve manevî imkânların sınırlı olmasıdır. Ülkemizin Ar-Ge için ayırdığı bütçeye baktığımızda bunu görmek mümkün. Ülke olarak Ar-Ge için ayrılan bütçenin Gayri Safi Yurt Yurtiçi Hasıla (GSYH) içindeki payı OECD ortalamasının yarısı kadardır. Meselâ 2016 yılı için Ar-Ge harcamalarının GSYH’ye oranı Hindistan’da yüzde 7,5, Çin’de yüzde 6.3, ABD’de yüzde 2.8 iken; Türkiye’de bu oran yüzde 0.9'dur.
  
Göçün diğer bir nedeni ise özellikle gençler arasındaki işsizlik oranının yüksekliğidir. Türkiye, OECD ülkeleri içinde bu oranın en yüksek olduğu ülkedir.  Nitekim TÜİK’in istatistiklerine göre de 15-24 yaş arası gençlerde işsizlik oranı yüzde 20’dir. [2]
 
İçeride kalanların durumuna baktığımızda ise son YGS sonuçlarındaki acı tabloyu görüyoruz. Siyasiler kayıkçı kavgası yaparken ülkenin en önemli meselesi eğitim yerlerde sürünüyor.  Sınavın tek bir testinde bile yüzde 50 başarı oranı yakalanamamış ve bu yıl ki YGS'de sıfır çekenlerin sayısı geçen yıla oranla artmış. Geçen yıl 32 bin 983 adayın bir net bile yapmadığı için puanı hesaplanmamıştı. Bu yıl ise 38 bin 483 aday sıfır çekmiş. Türkçe ile ilgili gelen 40 sorudan ancak 16’sını yapan, yani okuduğunu dahi anlayamayan bir nesil ile karşı karşıyayız.

Sosyal Bilimler 20 soruda: 6,0 ortalama,
Fen Bilimleri 20 soruda: 2,8 ortalama,
Temel Matematik 40 soruda: 5,6 ortalama,
Alan Yeterlilik Sınavı'nın matematik 40 sorudan 3,9 ortalama

gibi içler acısı bir seviye ile teknoloji nasıl üretilecek.

Milyonlarcasının baraj altı kaldığı bu kadar öğrencinin geri zekâlı olması mümkün değil ama bu sonuçlar ülkemizdeki materyalist muhtevalı eğitim sisteminin ne halde olduğunu gösteriyor. Egoist bireyi önceleyen, insan-ı kamil’i yetiştirmekten uzak, varlığını bir yaratılış inancına dayandırmayan, değerlerin hangi kıstaslara göre verileceği meçhul olan bir eğitim sistemi var. İslami hassasiyetleri yüksek kadroların elinde olan bir iktidarın bugüne kadar eğitim müfredatını tümüyle kapsayacak nitelikli bir anlatı ortaya çıkartamaması da ayrıca hüzün verici bir durum.

Ekonomik cepheden baktığımızda; Gelen sermaye azalıyor, giden artıyor

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği bünyesinde faaliyet gösteren TEPAV, ülkeye gelen ve giden doğrudan yatırımları inceleyen raporunda[3], Türkiye'den yurtdışına giden (ODI ) ve yurtiçine gelen (FDI) doğrudan yatırımların gidişatını gösteren ODI/FDI oranının ideal olarak düşük (sıfıra yakın) olması gerekirken haziranda, geçen yılın sonuna göre 3,4 puan daha yükselerek yüzde 24,8’den yüzde 28,2’ye çıkmış, Temmuz 2018 itibariyle ise %33 seviyesine ulaşmıştır

TEPAV'ın haziran raporuna göre, geçen yılın sonu itibarıyla yurtdışından 10 milyar 889 milyon dolarlık yabancı sermaye Türkiye'ye yatırım için gelmiş, buna karşılık Türkiye'den 2,7 milyar dolarlık yerli yatırım yurt dışına gitmişti. Bu yılın haziran sonuna gelindiğinde ise yıllık bazda ülkeye gelen yabancı sermaye tutarı 10 milyar 704 milyon dolara gerilerken Türkiye'den çıkan yerli sermaye 3 milyar 20 milyon dolara yükselmiş.

Son yıllarda ODI/FDI oranında meydana gelen bu yükseliş, bir yandan Türkiye’nin doğrudan yatırımlar için cazibesini kaybetmeye başladığını yurtdışındaki yabancı sermayenin ülkeye girişinde bir yavaşlama olduğunu gösterirken, diğer yandan yerli sermayenin yurt dışına kaçışında hızlanma olduğunu göstermektedir.

Ayrıca Merkez Bankası’nın açıkladığı Ödemeler Dengesi verilerine göre, yabancı yatırımcının getirdiği sıcak parada görülen önemli düşüşün yanı sıra yerleşiklerin de yurtdışına götürdükleri paranın hızla arttığı görülüyor.

Türkiye ekonomisinin bugün içinde bulunduğu yüksek enflasyon, yüksek işsizlik, istihdam maliyetinin yüksek oluşu ve TL'deki değer kaybı gibi sorunlar nedeniyle, ülkedeki gidişata güvenemeyen yerli sermaye parasını yurtdışına götürüyor. Özellikle döviz kurunun patladığı Ağustos ayında yüklü miktarda dövizin yurt dışına çıkarıldığını bir anlamda dış güçler değil de iç güçlerin krizi artırdığı görülüyor.

Türkiye’nin Gençleri mutsuz ve öz değerlerinden uzaklaşma eğiliminde

Türkiye Gençlik STK’ları Platformu’nun 15-30 yaş arası gençleri anlamak üzere yakın zamanda yaptırdığı bir anket var.  GENAR Araştırma tarafından 8.000 denek kullanılarak yapılan  “Türkiye'nin Gençleri Araştırması” ından elde edilen veriler ürkütücü boyuttadır. Türkiye’nin gençlerinin “hayatta mutlu olmak için en önemli faktörler” sorusuna verdikleri cevapta  “para” ilk sırada bulunmaktadır. Sonrasında sırasıyla gelen “statü” ve “güç” gibi cevapları da bunun yanına eklediğimizde yüzde 46 gibi bir rakama ulaşılması, Türkiye’nin gelecekteki sosyal dokusunun sıkıntılı olacağını göstermektedir.

Araştırmada bir ailenin aylık toplam geliri incelendiğinde yaklaşık olarak %89,1’inin 4001 – 4500 TL gelir düzeyinin altında olduğu görülmektedir. Buna karşılık TÜRK-İŞ’in açıkladığı dört kişilik bir ailenin Ekim 2018 itibariyle yoksulluk sınırı 6.252 TL olduğuna göre, Türkiye’nin gençlerinin kahir ekseriyetinin yoksulluk sınırının altında bir gelire sahip olduğu görülmektedir. Gençlerin kendi ekonomik durumları ile ilgili mutluluk seviyesi ise 5 puan üzerinden 2.90’dır.

Gençlerin %94,4’ü herhangi bir STK’ya üye olmadığını belirtmiştir. Gençlerin herhangi bir STK’ya üye olma oranları 3,1. Bunların da %2,5’i aslında STK olmayan kurumlardır. Gençlerin üye oldukları STK’larda üstlendiği başlıca görevler ise; ağaç dikimi, kan bağışı adına kan toplama, lise yönetim koordinatörlüğü şeklinde sıralanmıştır. Bu sonuç, ülkenin meselelerini kendine dert edinmesi, hayatını büyük hedeflere göre düzenlemesi gereken gençliğimizin ne yazık ki bir vurdumduymazlık içerisinde olduğunu göstermektedir.

Sistem ile milletin değerlerinin çatıştığı bir toplum

Böyle bir manzara ortada iken ülke gündemini meşgul eden tartışılan konulara bir bakın. Andımız okunsun mu okunmasın mı? 29 Ekim nerede kutlansın? Atatürk ilah mıdır, değil midir? Baltayla heykel kırmaya çalışan çarşaflılar. İslam adına abuk sabuk konuşan bir takım soytarılar. Sanki yeniden bir “irtica geliyor” mevsimi başlatılmak isteniyor.  Türkiye ekonomik açıdan biraz zor duruma düşünce eski düzenin sahipleri rejimin hassasiyetlerini kullanarak bunu nasıl siyasi bir krize çeviririz hesapları yapıyor gibi gözüküyor.

Cehaletten kaynaklanan bir kör döğüşü var Türkiye’de.  Öfke ve nefret denizinde boğulan kamplaşmış bir toplum olgusuyla karşı karşıyayız. Tarihi, jeopolitik, ideolojik, kültürel ve entelektüel birikim ve derinliği olmayan siyasi kadrolar olayın özünü yakalamakta zayıf kalmışlardır. Avrupa Birliğine gireceğiz diye, değerlerimizi aşındıran, toplumsal dokuyu çözen, aile müessesesini çatırdatan İstanbul Antlaşması gibi, yuva yıkan 6284 sayılı kanun gibi rezaletleri, incelemeden, irdelemeden, sonu nereye varır diye düşünmeden taşıdık bu ülkeye.

Büyümesi ve yatırımları durmuş bir ülkede, geçmişi de geleceği de satarak, aşırı borçlanarak, kendi öz kaynaklarımızı savurarak, işsizler ordusunu artırarak bir yere varamayacağımızı, giderek yoksullaşacağımızı anlamak zorundayız. Artık yanlışlıklarımızı dış güçlere fatura ederek sorumluluktan kurtulmak yerine, hatalarımızı görmeye çalışmalıyız. Bu milletin geçmişte de düşmanları vardı, bugün de var, gelecekte de var olacak. Bizi boğmak için her zaman ellerinden geleni ardına koymayacaklardır. Bu bir var oluş mücadelesidir.

Bize yapılan her türlü düşmanlığın Allah’ın izniyle üstesinden gelerek bin yıldır bu topraklarda yaşıyoruz. Bizler adaletin, merhametin ve hakkaniyetin çocukları olarak yeniden nasıl bir saadet çağı üretmeliyiz ona bakmalıyız. Kafamızı kumdan çıkarıp yeni bir ekonomi anlayışı, yeni bir eğitim anlayışı, memleket sevdalısı yeni bir nesil, yeni bir siyasi anlayış oluşturmamız, yeni fikirler, yeni ufuklar açmamız gerekiyor. Döviz bozdur kampanyası, enflasyonla mücadele kampanyası gibi günü kurtaracak kampanyalar yerine üretime, istihdama, teknolojiye, eğitime, kültüre yönelik yeni projeler üretmemiz gerekiyor. Aksi halde yarınımız için kaçan fırsatları ülkeyi ter etmek için sıraya giren gençlerimize, gelecek nesiller anlatmakta güçlük çekeceğiz.

Biz ne zaman kendimize çeki düzen verirsek, işte o zaman “en gür seda İslam’ın gür sedası olacaktır”. Allah bize bu coğrafyanın yeniden dirilişini görmeyi nasip edecektir.

İnşallah….


[1] https://www.birgun.net/haber-detay/bir-yilda-253-binden-fazla-kisi-ulkeyi-terk-etti-229439.html

[2] http://platform24.org/yazarlar/3414/beyin-gocunun-onlenemez-yukselisi

[3] http://www.tepav.org.tr/upload/files/1537167772-8.Gelen Ve Turkiye’den Giden Dogrudan

   Yatirimlardaki Gelismeler Temmuz 2018.pdf

 

1 Kasım 2018 Perşembe

TÜRKİYE'DE NELER OLUYOR ANLAYABİLİYOR MUYUZ?

Türkiye'de yaşananların ne olduğunu anlayabilmek için dünyaya biraz yukardan, biraz geniş açıyla bakmak gerekiyor. Değişen dünya şartlarını, küreselleşmeyi ve onunla gelen "yenidünya düzeni" yayılmacılığını anlamak lazım.

Biraz ağaçları bırakıp ormanı görmemiz lazım. Bugün hakikaten Türkiye’deki tartışmanın tarafları kimlerdir? Bunu tespit etmemiz lazım

Amaç Türkiye'yi BOP’un pilot ülkesi yapmak. Ve bu amaca göre yeniden şekillendirmek.

Kültürel ve ekonomik olarak yıllarca dışlanmışlar,  sayısal olarak ulaştıkları yüzde 60'lık oranla,  şimdi bizzat merkez haline gelmeye başlamıştır.

Türkiye'de siyaset, artık varoşların oylarıyla iktidar olabiliyor. Ve dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de siyaset rant dağıtılarak yapılıyor.

Çıkar dağıtanlar aynı zamanda kalabalıkları da en dış çemberlerden daha iç çemberlere doğru taşıyorlar.

İşte o dış çemberden, köylerden, varoşlardan kopup gelenler bugün merkeze yaklaşmaya başladı.  Kökeni o dış çemberler olan politikacılar yavaş yavaş merkeze oturmaya başladılar.

Bugün bile 'Kasımpaşa kabadayısı' diye anılan, yani bir nevi ikinci (belki de üçüncü, beşinci) sınıf kabul edilen Recep Tayyib Erdoğan'ın Başbakan olması merkezdekileri delirtiyor. Takkeli, sakallı, tornacı bir hacı babanın oğlu olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması merkezdekileri delirtiyor.

Ne diyorlardı, "Son kaleyi de bunlara mı teslim edeceğiz". Kale kime karşı savunulur. Kale ancak düşman kuvvetlerine teslim edilmemek üzere savunulur. Yani millete bakış tarzları bu.

Cumhurbaşkanlığı seçimini hatırlayalım. Ne oldu? Baykal çıktı dedi ki; “Eğer anayasa mahkemesi bizim müracaatımız doğrultusunda karar vermez ise Türkiye’de karışıklık çıkar” dedi. 

Onunla da kalınmadı, Türk Silahlı Kuvvetleri hiç karışmaması gereken bir konuda kalkıp internet sayfasında adeta Anayasa Mahkemesini belirli bir kararı almak için zorladı. Her ikisinin tavrı da tamamen hukuk dışıydı. 

Ve bu hukuk dışı tavırlara itibar ederek karar veren Yüksek Mahkemenin tavrı ise bir hukuk cinayeti idi. Başbakanın ifadesiyle demokrasiye kurşun sıkılmıştı. 

Cumhurbaşkanlığı etrafında kopan kıyamet; Türkiye’de vesayet rejiminin devam etmesinden yana olan güçlerle vesayet rejiminin son bulmasını, Türkiye'nin artık dünya standartlarında bir demokrasi olmasını isteyenler arasındadır.

Yılların ihmalinden, toplumsal-kültürel farklılaşmadan, kimliklerin inkâr edilmesinden ve yığınların yoksullaşmasından doğan bu değişim statükoyu endişelendirmektedir. 

İşte bu endişe nedeniyle, bir anlamda merkezin temsilcisi olan geçmiş bir Cumhurbaşkanı çıkıp, 'Rejim ağır tehdit altında' diyebiliyordu. Onun bu sözlerini merkezdeki taraftarları 'Laiklik elden gidiyor' diye okuyordu.

Toplumsal değerleri göz ardı eden bu totaliter anlayış, gücü elinde bulunduran bir takım kurumları millete karşı bir taraf yaptığı için kavga kaçınılmaz oluyordu.

  • Tüm askeri ya da sivil müdahaleler,
  • Tüm toplumsal mühendislik çalışmaları,
  • Siyasetin doğal mecrasında ilerlemesine mani olmak için yargının alet edilmesi,
  • Ve bazı toplumsal taleplerin rejim için tehlikeli ilan edilmesi gibi devlet ve merkez politikaları,

Türkiye gerçeğini terse çevirmeye yetmemiş, tersine kavgayı tahrik ederek büyütmüştür.

Toplum, ’ilerici-gerici’, ‘laik-dindar’, ‘inançlı-inançsız’, ‘başörtülü-başı açık’ ayrımına dayalı kamplara bölünmüştür.

Türkiye’deki kavganın görünür görünmez birçok sebebini saymak mümkündür.

Nedir bunlar?

·          Devlet içi kamplaşmalar (solcular, liberaller, Amerikancılar, Asya eksenini savunanlar, ulusalcılar, milliyetçiler ve İslami hassasiyeti olanlar v.s.)

·          Ordu içi eksenler

·          Özelleştirme politikalarının neden olduğu paylaşım kavgası

·          Sıcak para nedeniyle Türkiye ekonomisinin bıçak sırtı hali

·          50 yılın 100 yılın hesabını yapan dış güçlerin kendine yerli işbirlikçiler bulması

·          Medya ile işbirliği yapan dış güçlerin askeri bürokrasiyi kıskaç altına almaya çalışması

·          Siyasi ve sosyal bünyemizle ilgili yapısal hastalıklar

·          Milli ve manevi değerlerimizin siyasi ve toplumsal çatışma alanı haline getirilmesi

·          İnsanların kimliklerinin kamusal alana yansıtılması önündeki anti-demokratik engellemeler

·          Türkiye’nin bir korku ülkesi haline getirilmesi

·          Türkiye’nin kendi toprağını bombalayan bir ülke haline getirilmesi

·          Ulusallaşma süreci ile alakası; Ordunun bu süreçte taraf olması. Dolayısıyla;

·          Ordu-Halk kutuplaşması,

·          Ordu-Müslüman kamplaşması,

·          Milletin inanç temelinde kamplara bölünmesi (Alevi, Sünni gibi.)

·          Laikliğin din karşıtı bir akide gibi, yeni bir din gibi kullanılması

·          Laikliğin, din ve inanç konularının siyasi amaçlarla sürekli kaşınması ve kullanılması,

·          Devlet kurumlarının inançlarla ve inananlarla kavgalı duruma düşüp taraf tutması,

·          Devletin insanları dil, din, etnik köken bakımından tek tipleştirmeye çalışması.

Toplumsal huzursuzluk, gerginlik ve çatışma alanları her geçen gün genişletilmiştir. Kamplaşma ve kutuplaşma sürecinin yıkıcı tahribatı Türkiye'yi için için kemirmektedir.

Bunun sonucunda devlete ve adalete olan güven duygusu zedelenmiştir.

Ne mutlu Türk’üm diyene!” demeyenler haindir, düşmanımızdır!” diye muhtıra yayınlayanların, böyle çürümüş ve tefessüh etmiş bir sistemde nasıl  mutlu Türk” olduğunu, doğrusu insan merak ediyor.

Türkiye’deki kriz milleti sindirmek isteyenlerin tavırlarından kaynaklanmaktadır. Hayatımız korkutma imkânlarına sahip kişi ve kurumlar tarafından korkutulmakla geçmiş, biz korktukça statüko buradan güç ve iktidar devşirmiştir.

  • Türkiye’deki çekişme dinci-laik çekişmesi değil,  bir statüko çekişmesidir.
  • Türkiye’deki kavga ülkede kimin dediğinin olacağı kavgasıdır. 

Milletin dediği ve istediği esas olmalıdır. Ama birileri buna itiraz ediyorlar. ‘Bizim şartlarımız çok farklı’ diyorlar. Yakın tarihimiz hep bu tartışmalarla doludur. Milletin ‘iyi’ dediğine ‘kötü’ demeyi marifet zannedenler, isteklerini demokrasi yoluyla yapamayınca bu sefer darbelere müracaat etmişlerdir.

Daha sonraki darbe ve müdahalelere de zemin hazırlayan 27 Mayıs 1960 ihtilâli ‘milletin dediği olması’nın ilk müşahhas hâlidir.

Kurtuluş Savaşı’na giren ve Kuvay-ı Milliye temelinden CHP’ye gelen kadrolara bakıyoruz; Kemalist hareketi görüyoruz. Bu hareketin bel kemiğini Jön Türkler ve İttihatçı kadrolar oluşturuyor.

Temeli, ‘ordu-devlet-memur’ merkezli bir örgütlenme şeklinde oluşuyor. Ve kendilerini devleti kurtarma ve milleti yeniden inşa etme hareketi olarak görüyorlar.

Biliyorsunuz, İttihat-Terakki son döneminde Osmanlıcılık ve İslamcılık projelerini bırakarak Türkçülüğe yöneldi.

Oluşturulan ilk Türk Milli Devleti, Osmanlı bakiyesi halkı uluslaştırmaya başladı. Atatürk “Bir ümmetten bir ulus yaratık” diyordu.  Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugünkü askeri darbe süreçlerine kadar geçen sürede ülkede yaşanan en önemli çatışma,  kurgulanmış “ulusal-milli kimlik” ile “İslami Kimlik” arasında yaşanmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar kardeşçe ilişkiler devam etmiştir. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin söz sahibi olmaya başlamasıyla birlikte birtakım ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bunun sebebi de, İttihatçıların Türkçü yaklaşımı olmuştur. Koca Osmanlı Devleti’ni yıkıp-dağıtanlar kendilerini “en milliyetçi”, “en devletçi” gören İttihatçılardı.

Bugün yine aynı şeyler tekrarlanıyor. Kendilerini devletin sahibi olarak gören  en ulusalcılar”, “en devletçiler  kendilerinin dışında kalanları “ötekiler”, “sözde vatandaşlar”, “iç mihraklar” gibi kavramlarla nitelendirm,ilerdir.

İttihatçılar, Osmanlı’nın anasını ağlatırken bunu “Vatan, millet” diyerek yapıyordu, bugünün Neo-İttihatçıları da, ulusalcı Kemalistleri de aynı teraneleri söylüyorlar.

Bu gerçekleri böylece tespit ettikten sonra gelelim yine Türkiye’mizin dip akıntılarına.

Tanzimat Fermanı gibi önümüze koyulan 28 Şubat gerçeğini, Türkiye henüz daha atlatabilmiş değil. Bu süreç millet lehine dönmeye başlayan tarihi yörüngeyi tekrardan istedikleri yöne çevirme çabasıydı. Dipten gelen dalgaya bir gözdağı verildi. Ama hala daha taşları yerine oturtabilmiş değiller kendilerince.

Bu nedenle,

Bu ülkede en basit bir dini faaliyeti sorun haline getiriyorlar.

27 Nisan gece muhtırası mahiyeti itibariyle bugüne kadar verilen muhtıraların en aptalcasıdır. İçimizdeki ahmaklar meseleleri çözmek yerine yara haline getiriyorlar. Eh siz küçük meseleleri yara haline getirirseniz birleri de bu yarayı kaşır. Kangren haline getirir.

Milletin dediği olmasın da ne olursa olsun” diyenler, Türkiye’yi çıkmaz sokaklara sürüklediler. Ülkenin meşgul olduğu her problemin altında maalesef bu anlayış yatıyor.

Çoğunluğun değerlerinin topluma yansımasına imkân vermediğiniz zaman bir uzlaşma ortamı kalmıyor artık. Birlikte yaşama imkânı zorlaşıyor ve kavga başlıyor.

Diğer bir nokta;

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de büyük sermaye yaşanan kanlı bilmecelerin, savaş süreçlerinin doğrudan faili ve sorumlusudur. Türkiye'nin büyük sermayesi kontrgerillanın içerisindedir ve yönlendiricisidir.

Bu kampanyada Aydın Doğan'ın denetimindeki basının "laiklik cihadı"nı başlattığını görüyoruz. Bunlar bir tesadüf değildir. Anadolu sermayesi ile İstanbul sermayesinin kavgası da bundan sonra bu gelişmelerin sonuçları üzerinden gidecektir.

Kendini İslâmi çerçeve içerisinde yorumlayan orta ölçek sermayenin ağırlığı giderek artıyor Türkiye’de. Dolayısıyla bunların sistem tarafından tasfiye edilmesi lazım. Bu tasfiye süreci gerekirse askeri bir içerik taşıyacak.

Sincan'da tanklar, Türkiye'de laiklik tehdit altında olduğu için yürümedi. Türkiye'de büyük sermaye tehdit altında olduğu için tanklar yürüdü. Tekelci-sermayenin, egemenlik peşindekilerin karın ağrısı nedeniyle o tanklar yürüdü.

Dolayısıyla Türkiye'deki kavgayı iyi okumak lazım. Türkiye'deki kavga her ne kadar laiklik üzerinden yürüyen bir kavga gibi gözükse de, sorun yaşayan egemenlik düzeniyle bağlantılıdır.

TÜSİAD yıllarca bütün iç savaş süreçlerini, bütün kontrgerilla gücünü, bütün militer yapıyı, bütün emperyalist ilişkilerden kaynaklanan istihbarat kapasitesini bu haksız rekabette seferber etti, karşı tarafı ezdi geçti. Şimdi ona göre karşı taraf TÜSİAD ölçeğinde olmasa bile, bir takım avantajları kullanıyor. Bu avantajlar D–8 olabiliyor, bugünlerde körfez sermayesi olabiliyor, v.s.

Türkiye'de küresel finans oligarşisiyle bağlantılı medya tekelleri var. Bunlar büyük bir zihin yorgunluğu yaratmak ve kendi politik hedeflerini kabul ettirmek için toplumu inanılmaz bir zihin bombardımanına tabi tutuyorlar.

Bu meyanda, Ertuğrul Özkök'ün Danıştay baskını için çıkıp da, "Bu Türkiye'nin 11 Eylül'üdür" demesi boşuna değil. 11 Eylül Amerikan halkında zihin yorgunluğu yaratmak ve zihinlerini teslim almak üzere yürütülen medya kampanyalarının adıdır.  

Türkiye'deki Danıştay saldırısında en vahim olan noktalardan biri yapılan muazzam ideolojik taarruzdur. Bütün izlerin birbirine karıştırılması, ortalama insan beyninin bilme, tetkik etme, analiz etme yeteneklerinin silinmesi söz konusudur.

Türkiye'de zihin sömürgeciliğinde bir aşamadır Danıştay baskını. Çünkü ne sorulması gereken sorular sorulmuştur, ne doğru hukuki temeller üzerinde bir yargılama süreci başlatılmış ve geliştirilmiştir. İçi boşaltılmış bir senaryolar demeti halkın beynindeki karmaşayı daha da fazla arttırmış ve olay Müslümanlara sövme aracı haline getirilmiştir.

Böyle değerlendirildiğinde, bu zihin sömürgeciliğini, Türkiye'de başarıyla uyguladıklarını söyleyebiliriz.

Tabii ki, Danıştay baskını gibi senaryoların Türkiye'deki kutuplaşmalara yansımaları da planladıkları gibi cereyan ediyor. İslamcılar siniyor, laikçiler ön plana çıkıyor.

ULUSALCILIK

Türkiye'de, milletin iradesini felç etmek için, korkutma, ürkütme, saldırgan bir üslupla ulusalcılık kisvesi altında kitleleri kuşatma stratejisi gündemde.

Ama ulusalcının küfrü gözünü öyle karartmış ki, hiçbir şey onun için önemli değil. Nasıl bir ulusalcılık bu anlamak mümkün değil.

Bütün bunlar değerlendirildiğinde bu ulusalcılığın açıkçası belirli merkezlerden yönlendirilen bir ulusalcılık olduğu anlaşılıyor.

Türkiye'de ulusalcılığın arkasında her akımı görmek mümkündür. Bu akımları dış güçler, o bölgelerdeki siyaseti ve halkı kendi istekleri doğrultusunda maniple etmek amacıyla kullanmaktadırlar.

Türkiye,  İsrail'in bölgedeki o korkunç katliamlarına, o soykırımcı psikopatlar çetesine en büyük desteği sunan bir ülke konumundadır. O desteğin sürdürülmesi için, kitlelerin korkutulmasının, ürkütülmesinin, iç savaş ve darbeyle tehdit edilmesinin önemi çok büyüktür.

İşte bu yüzden, sahte ulusalcılar her gün yatıp kalkıp insanları darbeyle, ezilmekle, baskıyla tehdit ediyorlar. "28 Şubat'tan daha beter yaparız sizi" diyorlar.

Soros’un kurduğu "Açık Toplum Enstitüsü"nün verdiği desteklere bakınız. Türkiye'de pıtrak gibi kuruluşlar arka arkaya kuruluyor. Gay ve lezbiyen kulüpleri dahil - hepsine de fon veriliyor.

Türkiye'de egemenlerin istediği insanları atomize edip kendi yalnızlığı içerisinde kuşatıp teslim almaktır. Tüketim toplumunun kölesine dönüştürüp, egemen sistemin kölesi yapmak istiyorlar. Ve bütün bunları özgürlük olarak sunuyorlar.

Ekranlarda cıvık cıvık müzikler. Hatunun biri yağlı bir haramzade sevgili bulmuş, müzik dünyasına adım atmış, kalçaya göbeğe ameliyat yaptırmış, çıkmış sahnede silikonla doldurduğu orasını burasın sallaya sallaya şarkı söylüyor. 

Bir diğer kanalda evladını "milli birlik ve beraberliğe" kurban veren bir şehit annesi gözyaşları içinde ağlıyor: "Yavrumun kanı yerde kalmasın komutanım" diyor.

Veyahut “Artık vatan sağ olsun diyemiyorum komutanım” diyecek kadar içi yanmış.

Laikçinin biri şu sözleri sarf edecek kadar aklını yitirmiş,  "'Atatürk mü Muhammed mi?’ sorusu bir gün mutlaka radikal dincilerce sorulacaktır “ diyor. “Küfrü gözünü karartmış” diye bir söz vardır ya, işte tam böyle aklı tutulmuş mahlûkları tarif ediyor.

Türkiye'nin manzarası bu.

Anlamak istemedikleri nokta ise şudur; sadece Atatürkçülük, Cumhuriyetçilik ve laiklik sözleri ile işin bitmediğidir. İnsanların karnı doymazsa, yüzü gülmezse, yarını güven içinde olmazsa, dayak yemekten, işkence görmekten korkarsa, adalete güvenini yitirmişse, inandığı gibi yaşayamıyorsa ne birlik olur, ne dirlik olur, ne dini dava kalır, ne de milli dava.

KİMLİK  KAVGASI

Bakıyorsunuz Türkiye'de kimlikler havada uçuşuyor. Ulusal kimlik, dinsel kimlik, cinsel kimlik, etnik kimlik, kültürel kimlik, anayasal kimlik, alt kimlik, üst kimlik, yan kimlik, liberal, radikal dinci, ikinci cumhuriyetçi, Türk, Kürt, İslâmcı, Kemalist, Atatürkçü v.s.

Kimlik mücadelesi kapitalist dünyanın efendilerince teşvik ediliyor. Sermayenin tatlı karlar elde etmesi için insanların cinsel, dinsel, etnik kimliklerin peşinden koşup enerjilerini tüketmeleri gerekiyor.

Çok uluslu çok dinli bir imparatorluğu yitirmenin acısıyla tek uluslu bir model tercih eden devlet anlayışı,  Ahaliye farklı etnik kimlik seçeneği tanınmadı.

Vatandaşlıktan başka kimliklerin inkâr edildiği bir ortamda yalnızca İslam değil insan da yok demektir.

ÇÖZÜM 

Bizi bir birimize bağlayan değerlerimiz vardı.  İslam kardeşliği, ümmet bilinci. Ne yazık ki rejim bunları yok etti. Asırlarca bir ümmet bilinci içinde yaşayan Anadolu insanı şimdilerde birbirlerinin boğazını keser hale gelmiş.

Sorulması gereken soru şudur;  85 yıldır gelen nesilleri nasıl yetiştirmişiz ki şimdi bu belalara duçar oluyoruz?

Farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı dinlerden halkların huzur içinde yaşadıkları Osmanlı’dan sonra, bu hale nasıl gelindi. Böyle bir imparatorluğun mirasına konan cumhuriyet, niçin 85 yıl geçmesine rağmen - Türkçülük olsun Kürtçülük olsun - bu şöven eğilimlere ve örgütlenmelere yataklık yapmaktadır?

  • Burada; dışarıdan ithal hüviyetleri deli gömleği gibi millete zorla giydirip kimliksizleştiren cumhuriyet kadroları suçludur.
  • Birçok halkın bir arada yaşadığı bir mozaikten cımbızla ırk seçip, ona "onurlu" bir kimlik yakıştıran; diğerlerine ise "etnik unsur" deyip dışlayanlar suçludur.
  • Herkesi fabrikasyon haline getirip tek tipleştirmeye çalışan sistem ve çarkları suçludur.

Hangi görüşe sahip olursa olsun, kendi insanlarımıza saygı duyabilecek olgunluğa ulaşmamız gerekiyor.

Mümin olmanın temel ölçütü sadece kendi evinin önünü süpürmek değil, kapitalizme, emperyalizme, Siyonizm’e, zulme, sömürüye karşı olmaktır.

Kavmiyetçilik anlayışı Müslümanların birlik ve beraberliğini bozan en önemli fitnedir ve İslam ümmetinin başının en büyük belasıdır. Ne zaman milliyetçilik akımları ortaya çıkmış o zaman dağılma süreci başlamıştır.

Tarih, Müslüman Kürdün ile Müslüman Türkün ittifakından hep büyük zaferlerin ve büyük gelişmelerin ortaya çıktığını kaydetmiştir. Tarihte hafızalarımızı bugün kanatacak hiçbir Türk-Kürt savaşı olmadı; kaynaştılar, hatta yer yer birbirlerine dönüştüler.

Her Müslümanın asimilasyon politikalarına karşı çıkması gerekiyor. Türkler ve Kürtler olarak ümmet bilinci içerisinde kardeşçe yaşamanın geçmişte mümkün olduğunu bugünde mümkün olacağını akıldan çıkarmamalıyız.

Bir kavmin kendi dili ile konuşup yazamaması gibi bir zulmü hiçbir ilahi terazi kabul etmez. Bu zulüm karşısında Müslüman kardeşlerini yalnız bırakıp sessiz kalmak ümmet sorumluluğuna da sığmaz.  Bu sorun Kur-an ve sünnetin de kabul edeceği bir şey değildir.

Bütün bu zulümlere sebep olan sistemi ve bir din gibi dayattığı tek tipçi, tek ulusçu, farklılıkları yok sayan laikçi ideolojisini sorgulamak ve reddetmektir.

Kürt sorununun kalıcı ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün kavimleri adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami adalet sisteminin kurulması için çalışmalıyız.

Sonuçta, biz Kürt, Türk bütün Müslümanlar, topluca Allah’ın ipine ve birbirimize sarılmalıyız.

Bedir’de, Hayber’de, İstanbulun fethinde, Malazgirt’te, Çanakkale’de ve Kurtuluş savaşında ve yeryüzünün nice yerlerinde yükselen sancak bir ırkın gücüne dayalı sancak değil imanın ve İslam’ın yükselen sancağı idi.

Ulusçuluğu ve kapitalist tüketim kültürünü aşarak küllerimizden ayağa kalkmalıyız. Kuran’a sarılarak Müslümanlar olarak kendimizi yeniden oluşturmanın imkânlarını üretmeliyiz.

Kur’an ölçülerinde büyük inkılâbı yaşamak, yaygınlaştırmak, şirke, zulme, ifsada karşı tevhit ve adaleti ikame etme mücadelesi vermeliyiz.

Allah’ın vaat ettiği mübarek yardımına, mağfiretine ve rahmetine hak kazanmalıyız.

Eğer biz üzerimize düşeni yaparsak, özümüzü tevhidi anlamda değiştirerek Allah’ın yardımına hak kazanabilirsek, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecektir. O zaman da inşallah,  muhteşem gelişmeler yaşanacak, galibiyet ve zafer Müslümanların olacaktır.

1 Ekim 2018 Pazartesi

SORUNU DOĞRU TESPİT ETTİĞİNİZE EMİN MİSİNİZ?

 (Umran Dergisi) 

 

Türk Lirasının, tarihte ender görülebilecek bir değer kaybı yaşadığı, gündem olarak ekonominin konuşulduğu bir dönemde, ülkemiz, geçen ay önce Merkez Bankası’nın faiz kararına daha sonra da Orta Vadeli Programın(OVP) açıklanmasına kilitlendi. İşin özünü anlamak yerine, tavuk yumurta misali “enflasyon mu faizi, faiz mi enflasyonu” yükseltir gibi yanlış önermelerin peşine takıldık. İnsanların bir nevi bağımlı hale getirildiği çarpık finans sisteminin ana yapısına dokunmadan pansuman tedbirlerle adeta geçmişin IMF tedbirlerine benzer nitelik arz eden OVP(yeni adı YEP) toplumu çok heyecanlandırdı.

Her ne kadar kriz yoktur, bu bir manipülasyondur, dış güçlerin işidir diye izah edilse de toplum olarak maalesef kötü giden bir süreç ile yüzleşmekteyiz. Doları “dış güçlere”, faizi “lobilere”, zamları “fırsatçılara”, et fiyatlarını “et baronlarına” kilitlemek sorunları ortadan kaldırmıyor. Ekonominin bugün verdiği fotoğrafta elbette bölgesel faktörlerin ve ABD’nin tavrının da etkisi var. Fakat bunlar sadece krizi hızlandıran faktörlerdir. Problemleri çözecek yöntemlere kafa yormak yerine, bunları sorunun ana sebebi gibi göstermek, günü kurtaracak bahaneler aramaktır.

Kriz nedeniyle reel sektör büyük bir maddi sıkıntı içinde olup ekonomi büyük sorunlarla boğuşuyor. Yaşadığımız süreç israf ve savurganlığın, haksız zenginleşmenin, adam kayırma, rüşvet ve yolsuzluk iddialarının ayyuka çıktığı, hovarda bir hayatın yaşanmasının sonucudur.  

Ne yazık ki Müslümanların çoğu kaybolan değerlere ve sosyal felaketlere seyirci gibi bakıyor, olan bitene tepkisiz, uyuşuk bir topluluk durumundadır. Ve ne hazindir ki Cumhurbaşkanımızın “bu ancak esrar ve eroin tüccarlarında olur” dediği yüksek faizi, sistem, İslami hassasiyeti yüksek bir yönetim eliyle ödettirir hale gelmiştir.

İnsanlar Kur’an’ın emrettiği bir Müslüman olmak yerine muhafazakâr demokratlık adı altında kendilerine sunulan bir din ve düzen anlayışını ya cehaletten ya da nefislerine hoş ve kolay geldiği için kolayca sahiplendiler. Ama görüldüğü gibi bir şeyler ters gitmektedir. Bir yerde bazı şeyler ters gidiyorsa nedenini aramak, hata ve sapma nerde ise bunu bulup düzeltmek gerekmektedir.

Müslümanların çoğunun bugün, inancının gerektirdiği davranışları sergileyemediğini, sistemin öngördüğü kurum ve kuralları vazgeçilmez bir kadermiş gibi veri kabul ederek hayatını yaşadığını müşahede etmekteyiz. Bazı Müslümanlar para, makam ve mevkiin, insan için izzet kaynağı olduğunu sanmaktadır. Kendi değerlerinden sürekli taviz vererek sisteme entegre olmak, insanımızı kimliksizleştirmek tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir. Bizim mahalleden birileri iktidar oldu diye bu sisteme söz edemez hale geldik. Sorumluluklarımızı bazı kurtarıcılara havale ederek rahata erdik. Ancak altımızdaki zemin farkında olmadan kayıp gitmektedir.

Dün karşı çıktığımız, itiraz ettiğimiz, mücadele verdiğimiz kötülükleri bugün artık kınamıyoruz. Eğer oy verdiklerimiz karşı değilse kötüyü ayıplamıyoruz. Birçok ayet ve hadiste, bela ve felaketlerin işlenen günahlar neticesinde geldiği belirtilmekte, Kur’an’da “Size ulaşan her musibet, kendi yaptıklarınız dolayısıyladır” (Şûra, 30) buyurulmaktadır. Sadece kazan ama nasıl kazanırsan kazan anlayışına sürüklenen toplumda ahlaki yozlaşma da, ekonomik kriz de kaçınılmazdır. Çünkü iklim kriz üreten bir iklimdir.

Karşı karşıya kaldığımız krizler sadece ekonomik ve politik krizler de değildir. Bu bir sistem krizidir, daha da ötesinde bir medeniyet krizidir. Çünkü yaşadığımız sistem bizim değerlerimiz üzerine inşa edilmiş bir sistem değildir. Bunun çözümü de asla Batılı değerlerin ürettiği gayri insani ekonomik düzen ile mümkün olmayacaktır. Yozlaşmış mevcut düzen artık ürettiği sorunları çözemiyor fasit bir daire içinde yeni krizleri beslemeye devam ediyor. 

ÜRETMEDEN YÜKSEK TÜKETMENİN HİKÂYESİYDİ BU!….

Kurlardaki anormal artış, bilançoları yıpratmış, maliyetleri artırarak fiyatların artmasına dolayısıyla fiyat istikrarsızlığını besler hale gelmiştir. Merkez Bankasının yaptığı son faiz artışıyla Arjantin ve Surinam’dan sonra faizde dünyada üçüncü sıradayız. Yüzde 6.25’lik artışın Türkiye ekonomisine yıllık maliyeti 62 milyar dolardır. Ayrıca kimse yanılmasın,  faizin yüzde 17,75’ten yüzde 24’e yükseltilmesi bir hafta vadeli repo ihale faiz oranın göstermektedir. Şu an reel piyasa faizleri yüzde 50-60 arasında seyretmektedir.

Döviz kurları, enflasyon ve faizler birbirlerini etkileyerek yükselmeye devam ediyor. Doların çok yükseleceğini düşünerek para harcamayan önemli bir kesim olduğundan ekonomi bir küçülme ve daralma aşamasında bulunuyor. İşsizlikte yavaş yavaş bir artış var. Firmaların finansman problemleri çok ağır basıyor. Daha krizin başındayız. Faiz sarmalına girmiş Türkiye’de, kurlar ve faizler bu seviyede kaldıkça domino etkisiyle giderek hane halkına, üreticiye ve ekonomik hayatın her yanına yansıyacaktır. Zaten ekonomik durgunluk nedeniyle sıkıntılı olan, kaynak azlığı nedeniyle nakit akışları bozulan firmalar önce tasarruf tedbirlerine gidecekler, üretimi kısacaklar, işçi çıkartacaklar ya da yeni konkordatolar, yeni iflaslar duyacağız.

Geçtiğimiz 10-15 yıl içinde Türkiye’ye akan dövizin, bol paranın ve bundan ötürü büyüyen kredilerin sebep olduğu yüksek tüketim döneminin hikâyesiydi bu.  Bankalar tüketim kredilerini durmadan teşvik etti, çok rahat ucuz kredi vererek insanlar harcamaya alıştırıldı sonucunda gelirlerini bankalara transfer etmek mecburiyetinde kalıp korkunç faizler ödemek zorunda kaldılar. Şu an tüketicinin borcu  600 milyar liraya dayanmış durumdadır.

Yanlış özelleştirme politikaları ile devletin ve milletin varlıklarının yok pahasına elden çıkarılması neticesinde binlerce kişinin işsiz kalmasının yanında, Türkiye'nin gazete kâğıdını sağlayan SEKA gibi köklü bir kurumun özelleştirilmesi sonucunda ülkemiz kâğıt sektöründe dışa bağımlı hale geldi. Dolardaki yükselişe bağlı olarak kâğıt fiyatları son bir yılda neredeyse üç kat arttı. Gazeteler kâğıt temininde sıkıntılar yaşıyor, medya zor günler yaşıyor. Bu sıkıntı sadece gazetelerle de sınırlı olmayıp kâğıt krizi kitap ve dergileri de vuruyor. Gazeteler ve yayıncılar da ayakta kalma savaşı veriyor.

Bu kadar borçlanma ileride sıkıntı yaratabilir dendiğinde, Türkiye’nin, borçlarını çevirebilir durumda olduğu bu nedenle endişeye mahal olmadığı söyleniyordu. Bir gün bu kadar borcun çevrilemez duruma düşebileceği dikkate alınmadı. Borçlanma, ölçüsüzce tüketme ve yüksek enflasyon pahasına bir büyüme üretildi. Ancak bunun sağlıklı ve sürdürülebilir bir büyüme olmadığı yeni yeni görülmeye başlandı. Tasarruf etmek yerine harcayarak, ürettiğinden fazla tüketerek büyümenin uzun vadede faydadan çok zarar sağlayacağını idrak edemedik.  Ve bunun sonucunda devlet her sene bütçe kalemine 55 milyar lira civarında faiz gideri koymak zorunda kaldı.

Algı operasyonlarıyla halk kendini zenginleşmiş sanmaya başlamıştı. “Herkeste 3-4 bin liralık telefon var”, “Yollar araba dolu”, “AVM’ler insan kaynıyor”  deniyor ama o telefonun kaç aylık gelirin ipotek edilmesiyle elde edildiğini kimse düşünmüyordu. Yüksek faizlerle borç olarak alınan el parasını ve envaı türlü kredi kartını zenginlik zannediyor, sanki bir daha geri istenmeyeceğini zan ederek paraları betona yatırıp ranta  dönük inşaat çılgınlığını gelişme ve kalkınma zannediyorduk. Kârlarını kat kat artıran bankalar, bal tutup parmağını yalayan rantiye, keyfi yerinde siyaset ve bürokrasi ülkenin geleceğini ipotek ettiğinin farkında değildi.

Benzin, elektrik, doğalgaz fiyatları her kesimi acıtmaya başladı. İnsanlar çarşı pazara çıktığında ceplerindeki paranın yetmediğini görüyor. Asgari ücretin 1.603 TL olduğu ülkede, açlık sınırı 1.812 TL, yoksulluk sınırı 5.903 TL’ye dayanmış. Özel sektörün döviz cinsinden borcu, sene başından bu yana “durduğu yerde” 800 milyar lira artmış.  

Dış borcun milli gelirine oranı yüzde 53,3’e yükselmiş

Kamu ve özel sektörün önümüzdeki bir yıl içinde 179 milyar dolar vadesi gelen dış borcu var.  Bunun 146 milyarı şirketlere ve finans kuruluşlarına, 33 milyar doları ise kamuya ait. Bu meblağın üzerine bir de cari açığı kapatmak için gerekli olan 50 milyar doları eklediğinizde, toplamda, 230 milyar dolar para lazım bize.

Kamuda ödemeler durdurulduğu için kamuya iş yapan birçok şirket hak edişlerini alamıyor, piyasaya olan borçlarını ve elemanların ücretlerini ödeyemiyorlar. Firmaların KDV alacakları zamanında ödenmiyor, uzatıldıkça uzatılıyor. Bankalar geleceğe yönelik endişe ile artık kredi vermek istemiyor. Likidite sıkışıklığı özel sektörde kansızlık problemine yol açıyor, fabrikalar ya kapanıyor, ya da sigortadan para almak için yakılıyor, işyerleri kepenk indiriyor, çalışan işini kaybediyor.  

DEVLET NEDEN EURO CİNSİ TAHVİL ÇIKARIR?

Hani TL’ye dönecektik, her şeyi milli paramızla yapacaktık. Bakıyorsunuz ihaleler dolarla, borçlanma dolarla, krediler dolarla, kamu hizmetleri dolarla, mevduatlar dolarla, BOTAŞ sattığı gazın parasını dolar olarak istiyor. Önce devlet dolarizasyon değirmenine su taşımaktan vazgeçmeli ki vatandaşta işini milli paramız ile yapsın.

Türkiye ekonomisi adeta iki paralı ekonomi haline getirilmiş durumda. Bankalardaki mevduatlara göz atınca görüyoruz ki, TL mevduat tutarı 1.026 milyar lira iken döviz mevduatının TL karşılığı 1.097 milyarı bulmuş. Yani dolarizasyon oranı yüzde 50’yi aşıyor. Yurt içinde yerleşiklerin “yabancı para ve fonları” 14 Eylül ile biten haftada 2.14 milyar dolar artışla toplam 153 milyar dolar olmuş. Bireylerin “sadece para” mevduatları ise 1,7 milyar dolar artışla 88,26 milyar dolar olurken, kurumların da 424,7 milyon dolar artışla 64,78 milyar dolar olmuş. Bu durum kurumların ve vatandaşın döviz almaya devam ettiğini, yastık altı tasarrufların daha çok dövize gittiğini gösteriyor.

Şu an dövizli borçlar her kesimin kâbusu

Ağustos sonu itibariyle bankaların kullandırdığı TL cinsinden kredi miktarı1.505 milyar lira iken, döviz cinsinden kredi miktarı ise 1.080 milyar olmuş. Bunun yanında şirketlerin yurtdışı borçlanmaları 162 milyar dolar olup bunun TL karşılığı da 907 milyar lira. Dolayısıyla iç ve dış toplam döviz kredileri 1.987 milyar lira ile 2 trilyon liraya dayanmış. Buna göre, döviz kredileri toplamın yüzde 57’sini bulurken, TL krediler yüzde 43’e inmiş durumda.  

Açıklanan YEP(Yeni Ekonomik Program) hedeflerine göre 2017 yılında 851 milyar dolar olan Türkiye’nin milli geliri 2018 yılı sonunda 763 milyar dolara gerileyecek. Kişi başı milli gelir 10.602 dolardan 9.385 dolara düşecek. Yani 11 sene önceki milli gelir rakamına geri dönmüş olacağız, böylece ülke ekonomisi 88 milyar küçülürken ülke halkı da kişi başına 1.217 dolar fakirleşecek.  

ÖNCELİKLE ALLAH’IN HARAM KILDIĞI İSRAFI ÖNLEMEK GEREKİYOR

Sürekli israf eden, çok harcayan obez bir kamu düzeni var. Milletin artık, makam odalarının, makam arabalarının, makam sahiplerinin masraflarını karşılayacak takati kalmadı. Devletteki araç, lojman, sosyal tesis saltanatını ucu bucağı kaçmış. İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu, "Yav bu devlette öyle israflar var ki, öylesine masraflar var ki, anam anam anam anamm!" demişti. Yine Bülent Arınç bir konuşmasında, "İsrafın önünü alabilsek, sizden vergi almaya gerek kalmaz." demişti.

Enerji konusunda dışa bağımlı olan ülkemiz yılda ortalama olarak  54 milyar dolar gibi yüksek bir meblağı enerji harcamalarına ödüyor ama resmi kuruluşların odalarında gündüzleri hiç gerekmediği halde ışıklar devamlı yanar, devlet dairesinde kaloriferlerin cayır cayır yandığı aşırı sıcak ortamlarda pencereler açılarak milli servet boşa gider.  Sürücüsü aracı park ettiği zaman sırf sıcak ya da soğuk hava gerekçesiyle aracı saatlerce çalıştırmakla litrelerce yakıtı israf eder. Resmi kurum ve kuruluşların uhdesinde bulunan binlerce araç şahsi işleri için kullanılarak istismar edilir.

Bütçe açığı dedikleri şey işte bu kamu harcamalarının bu şekilde artması ile oluşuyor. 2017’nin ilk yedi ayında 24,3 milyar lira olan bütçe açığı, bu yılın aynı döneminde yüzde 85 artarak 45 milyar liraya yükselmiş. Yılsonuna kadar ne olur Allah bilir.

Devletteki İsrafa Bakıp Ülkenin Neden Bugünler Geldiğini Anlamak Mümkündür.

v  Kamu kurumlarının görev zararları 45,4 milyar lirayı bulmuş.

v  Sayısı 240 bine dayanan devletteki lojman ve misafirhane saltanatına ve tatil kabilinden yapılan yurtiçi-yurtdışı gezi ve yolluk israfı.

v  2003 yılında devlet faiz hariç 82,7 milyar harcama yaparken, 2017 yılında tam 621,6 milyar harcamış.

v  Türkiye’de devlete ait 193 bin 425 adet otomobil, minibüs ve otobüs gibi resmi araç bulunurken bu rakam Fransa'da 2 bin, Almanya’da 10 bin, İtalya'da ise 29 bin, Japonya’da ise devletin elindeki makam aracı sayısı bin tane bile değilmiş.

v  Böylesi büyük bir israf yetmiyormuş gibi devlet binlerce araç kiralama yoluna gidiyor. 2012 yılında 94 milyon lira olan taşıt kiralama giderleri 2016 sonunda yüzde 392 artışla 462 milyon lira olmuş. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay için kiralanan BMW 760 tipi araçlardan bir tanesinin aylık kirasının 7 bin 600 Euro(50 bin lira) olduğu belirtiliyor

v  Kamu binalarını masraflı oluyor diye ucuz fiyatlarla elden çıkarırken, plazalardan fahiş fiyatlarla yer kiralayan devlet 2017’de kira için 901 milyon liralık ödeme yapmış.

v  2006’dan 2016’ya toplam bütçe harcamaları içerisinde kira giderlerinin payı %197, taşıt alım giderlerinin payı % 520, temsil ve tanıtma giderlerinin payı % 252 artmış.

v  2016 yılında resmi taşıt alımlarının maliyeti % 82 artarak 2 milyar 23 milyon liraya çıkmış. Yani, 2016 yılında kamunun kara taşıt alımlarına yaptığı harcama 583 bin 611 kişinin asgari ücret aylığına eşit.

v  2007 yılında 17 milyon lira olan temsil ve tanıtma giderleri 2016 yılında 364 milyon liraya yükselerek 22 kat artmış. Yani, 2016 yılında gösterişli sofralara, pahalı davetlere, törenlere harcanan para 256 bin 680 kişinin asgari ücret aylığına eşit demek.

v  Ankara Belediyesinin bir eğlence parkına harcadığı milyar dolarlar, belediyelerin durmadan söküp yeniden yaptığı kaldırımlar.

v  Başkanlık sistemine geçen Türkiye milletvekili sayısının 600’e çıkarılması çok mu gerekliydi? Yılın ilk yedi ayında vekillerin ilaç giderleri 7 milyon 138 bin, tedavi giderleri 493 bin lirayı bulmuş.

v  Aile Bakanlığı, Eskişehir Yolu'nda 30'ar katlı ikiz binaların kirasının aylık 1 milyon liranın üzerinde olduğu belirtiliyor. Aile Bakanlığı'nın kiralık binasında 2 katlı personel yemekhanesi bulunmasına rağmen Aile Bakanı, Ankara'da da 3 gün üst üste Hilton Garden Inn Otel'de kamu personeline 1500 kişilik iftar veriyor, kişi başı 90 liraya anlaşılan iftarın faturası, 135 bin lirayı buluyor.

BAZI EKONOMİK VE SOSYAL GÖSTERGELER

v  Yolsuzlukla mücadelede dünyanın önde gelen sivil toplum kuruluşlarından olan ve 118 ülkede faaliyet gösteren Uluslararası Şeffaflık Örgütü, Türkiye’yi 180 ülke arasında 81.sırada gösteriyor, endekste dört yıl üst üste gerileyen Türkiye, son 5 sene içerisinde 10 puanlık bir düşüşle 28 sıra kaybetmiş. AB ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye, 28 üye ülke arasında sonuncu sırada, G20 ülkeleri arasında 13. sırada bulunurken, 35 OECD üyesi devlet arasında ise sondan ikinci sırada yer aldı.

v  2 milyon vatandaş icralık olmuş, icralık dosya sayısı ise 28 milyonun üzerinde.

v  Bu sene 2 milyon 260 bin kişinin girdiği üniversite  imtihanlarında fizik, kimya, matematik gibi dallarda sıfıra yakın bir ortalama var. Sözel derslerin ortalaması da pek parlak değil.

v  Dünyada 15 yaşındaki gençlerin bilgi ve becerisini ölçen PISA sınavında 44’ncü sıradan 49’cu sıraya gerilemişiz.

v  OECD’İN araştırmasına göre, işgücümüzün ancak %50’si temel okuma yazma ve matematik becerilerine hakim. OECD sıralamasında alttan 2-3 sıradayız.

v  Bir araştırmaya göre, Avrupa’da en az ve en kötü yabancı dil kullanan ülkeyiz. Vatandaşı %67’si herhangi yabancı bir dilde “merhaba” bile diyemiyor.

v  TUIK’e göre 15-24 yaş arasındaki gençler arasında “Ne eğitimde ne istihdamda olmayanlarının oranı yüzde 28”.  Eğitim sistemi bu kayıpları telafi etmek yerine matematikte 4 soruyu zor çözen bir nesil yetiştiriyor.

ÇÖZÜM DEĞERLERE SAHİP ÇIKMAKTA

Bugün geldiğimiz noktada her şey yitirdiğimiz değerlerden kaynaklanıyor. Kendi değerleri istikametinde bir hayat inşa etmek yerine, başkalarının giydirdiği gömleğin içinde, mevcut faizci ekonomi öğretinin koyduğu kurallara göre işleyen bir sistemde, aspirin tedavisi gibi yöntemler asla temel bir çözüm olmayacaktır. Sivrisinekleri öldürmek yerine bataklığın kurutulması gerekiyor. Küresel sistemin ekonomi kurum ve kuramlarıyla kurgulanmış çıkış yollarını çözüm olarak gösteren kafa yapısı değişmedikçe ve yerine yeni biri model kurulmadıkça ekonominin iyileşmesi mümkün olmayacaktır.

Kendi değerlerinizden neşet etmiş bir modeliniz olmadığı sürece yapılacak çalışmalar, küresel finans sisteminin değirmenine su taşımaktan öteye geçmeyecektir. Geldiğimiz noktada, artık ciddi bedeller ödeyerek değerlerimiz üzerine inşa edilmiş bir yapıyla bu sıkıntılardan kurtulmak mümkün olacaktır.

Bu ümmetin, bu milletin yeniden bir saadet çağı üretmesini istiyorsak, tekrar değerlerimize dönmek mecburiyetindeyiz. Türkiye’nin acilen yaşadığı sistemle yüzleşmesi, çalmayan, çırpmayan ehliyeti, liyakati, adaleti ve bilgiyi esas alan insanlar yetiştirmesi, buna uygun bir yol haritası belirlemesi gerekiyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.” diyor.

1 Eylül 2018 Cumartesi

GÜNDEMİN PEŞİNE TAKILIP GİDERKEN MESELENİN ÖZÜNÜ KAÇIRMAMAK

(Umran Dergisi)


Bu bir Papaz Meselesi Değildir…

Trump’un seçilmesiyle hız kazanan ve giderek şiddetlenen bir ticaret savaşı var dünyada. Bunun yanında neredeyse İslam coğrafyasının tamamını kapsayan dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmalar var. Türkiye’nin bölgede siyaseten güçlenmeye başlayıp, bölgedeki gelişmelere müdahil olarak küresel sisteme kafa tutmaya başlayınca bu karmaşadan etkilenmemesi mümkün olmadığı gibi en fazla hedefe konulan ülke oldu. bağımsız olarak hareket etme iradesini ortaya koyduğunuz anda blokaj ile karşılaşıyorsunuz.

 

Papaz Brunson olayı aşağıda belirttiğimiz ABD ile olan sorunlar yumağının su üstünde görülen bahanesidir. Türkiye olarak;

·         ABD’nin YPG/PYD ile kurmak istediği terör koridoruna karşı çıktık.

·         FETÖ’ye verdiği desteğe karşı çıkıyor ve bize iadesini istiyoruz.

·         İran’da istedikleri rejim değişikliğine ve uyguladıkları ambargoya karşı çıkıyoruz.

·         Katar’a uyguladıkları ambargoyu kırdık.

·         Müslümanları katleden Mısır’daki darbeci rejime karşı duruşumuz.

·         ABD’nin Kudüs kararına karşı BM’yi harekete geçirmemiz.

·         Filistin’e verdiğimiz destek.

·         Rusya’dan S-400 füze sistemi almamız. 

 

Ayrıca “dünya beşten büyüktür” dedik. Doların rezerv para saltanatına karşı söylemler geliştirdik. Kur sıçramalarından etkilenmeyecek, dolardan bağımsız milli paralara dayalı bir ticaret sistemini dile getirdik. ABD’nin bölgedeki planlarını bozan adımlar attık. Ekonomimizi bütün ittirmelere rağmen IMF’ye teslim etmeyerek direndik. Türk-Amerikan ilişkilerinin esası işte bu küresel jeopolitik pozisyon ile siyasi ve askeri ilişkiler olduğu için ABD ile yaşanan kriz sert oldu.

 

ABD Büyükelçiliği, “Bir ABD’li yetkilinin yaptığı doların 7 lira olacağı tahminini” yalanlayan bir açıklama yapmıştı. Bu aslında diplomatik dille yapılan bir tehdit sinyaliydi. Nitekim ABD, dolar gücüne dayanarak Türkiye’ye karşı akıl dışı bir saldırıya geçti ve Türkiye'ye karşı uyguladığı yaptırımlar, Türk Lirası'nın çökmesine neden oldu. Milletlerin parasını ve para arzını kontrol eden bu finans çeteleri yirmi yılda Osmanlı Devletini iflas ettirdiler. Faizlerini bile ödeyemeyecek duruma düşürüp Düyûn-ı Umumiye ile bütün varlıklarına el koydular.

 

1944-1971 arası doların altına endeksli olduğu Bretton Woods uluslararası para sistemi geçerli idi. Ancak 1971’den sonra, ABD içinde bulunduğu ekonomik güçlükler nedeniyle doların altına dönüştürebilme kuralını kaldırmış ve istediği kadar doları basıp dünyaya dağıtmaya başlamıştı. Bu para arzını esasında Amerikan devletinin sahibi olamadığı FED’in dışında kimse kontrol edemediği için dünyada istedikleri manipülasyonları yapabiliyorlar.

 

Ayağını Yorganına Göre Uzatmak

 

Kapitalist sistemin tüketim toplumu haline getirdiği, ithalata alıştırılmış bir ülke olarak hayli zamandır imkânlarımızın ötesinde yaşamaya alıştırıldık. Zaten kıt olan, borç harç temin edilmiş kaynakları ar-ge’ye, teknolojiye, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesine yatırmak yerine, tüketime, inşaata, harcayarak adeta hormonlu büyüdük ve bununla övündük. Büyüme rakamlarını yüksek göstermek için harcadıkça harcadık. Şu an yaşanan sıkıntının sebebi budur. Bir taraftan büyümesi hızlanmış, diğer taraftan işsizliği artmış bir ekonomiyi dünyanın başka bir yerinde göremezsiniz.  

 

Ekonomik sıkıntı sadece dış güçler yaptıklarıyla izah edilemez. Soğan ve patatesin fiyatını da dış güçler artırmadı. ABD ile bir problem yaşamasaydık da bu dalgalanma olacaktı. Çünkü borcumuz çoktu, sattığımızdan çok aldığımız için cari açığımız sürekli büyüyordu. Sanayi üretimi azalıyor, Mayıs ayından beri işsizlik artıyordu. Rahip Brunson meselesi daha patlamamışken enflasyon yılbaşından beri artmaya başlamıştı. Türkiye’nin bir krize gittiğinin işaretleri ta 2013’ten beri dile getiriliyordu. Yani ekonomimiz iyi değildi, yapısal sorunları çözmek yerine palyatif tedbirlerle iş geçiştiriliyordu. ABD ile siyasi ilişkilerin bozulmasıyla ekonomi kolayca bunalıma girildi. 57 milyar doları aşan cari açığın ve enflasyonun bu derece arttığı bir yerde bu dalgalanma kaçınılmadı. ABD ile olan diplomatik kriz dalgalanmanın daha sert olmasına sebep oldu.

 

Kur atakları enflasyonu azdırdıkça faizler de düşmüyor. Hem yatırım hem de işletme sermayesi ihtiyacı için krediye muhtaç olan reel sektör bu faizlerle yükün altından kalkamıyor ve bu defa dış kaynağa ihtiyaç duyuyor.  Böylece bir fasit daire içinde dönüp duruyoruz.  Bundan sonra şimdiden %30’lara varmış faizler daha da artacak, yeni zamlar geleceğinden enflasyon biraz daha artacak, harcamalarımız azalacak, işsizlik artacak, dar gelirlilerin işi zorlaşacak, dolayısıyla ekonomik büyüme rakamları düşecek. Kısacası ayağımızı yorganımıza göre uzatmak, biraz geri çekilmek, biraz küçülmek gerekecektir.

 

Tasarrufa Önce Devlet Kendinden Başlamalıdır.

 

Kamuda özellikle Belediyelerdeki israfa yönelik harcamalar, kamu binalarının, makam odalarının lüks tefrişatına, lüks ve pahalı makam araçların harcamalarına dağ dayanmaz. Tanıtım, tebrik, davetiye, reklam propaganda amaçlı kitap, dergi, bülten, vs. gibi işler harcanan milyonlar. Belediye başkanlarının kendi fotoğraflarını koyarak, şahsi reklama yönelik olarak gazetelere verdikleri tam sayfa bayram mesajları, yollara, köprülere, direklere asılan belediye başkanı afiş ve posterleri gibi gereksiz harcamalar kaynakları tüketiyor. Ekonomik değeri olmayan israf, gösteriş ve ranta dayalı yatırımlardan vaz geçilmelidir.

 

On yılda cep telefonuna 13 milyar dolar para ödemişiz. Kozmetiğe, lüks araçlara milyarlarca döviz ödüyoruz. Bu saatten sonra yapılması gereken savurganlığın önlenmesi, TL’ye yönelik para politikasının sıkılaştırılması, ithalatın azaltılması suretiyle iç pazarın korunması ve dış borçların azaltılmasıdır.

 

Kırılgan Bir Ekonomiye Sahibiz

 

Diplomaside vuku bulan bir tartışma ekonomimizde büyük dalgalanmalara sebep olurken, atılan bir tweet’le krize giren, püff deyince kaosa sürüklenen bir ekonomiye sahibiz. Hâlbuki bize yaptıklarının daha fazlasını Çin’e ve Rusya’ya yaptılar ama onların ekonomisi bu kadar etkilenmedi.  Ayrıca, öteden beri AB ülkelerine de çeşitli yaptırımlar uyguluyor, bankalarına ve firmalarına cezalar kesiyorlar.

 

Eğer güçlü ve üretken bir ekonominiz ile kasanızda yeterli döviziniz varsa, kur artışlarını hasarsız atlatabilir, Atlantik ötesi hegemonların bir sözüyle paranız bir günde %20 değer kaybetmezdi. Güçlü olan, kendi üretimi ile yetinen, ithalat bağımlısı olmayan, ihracatı ithalatını karşılayan ve iyi yönetilen ekonomiler dış müdahaleler karşısında bu kadar sarsılmaz. Cari açığınız yok ise, reel sektöre dayalı olarak  artmış bir milli geliriniz var ise kimse sizinle bu kadar oynayamaz. Yaşadığımız süreç, kendimizin olmayan bir parayı piyasaya pompalayarak ekonomiyi canlı tutmaya çalışmanın uzun vadede fayda vermediğini göstermiştir.

 

TL sadece doların değil bütün dünya paraları karşısında değer kaybetti. Olayın sebebini sadece rahip Brunson’a veya 15 Temmuz darbe girişimine bağlamak doğru değil. 15 Temmuz’a kadar dolar 1,8 TL’den 3,6 TL’ye çıkmıştı.  Dolar 1,8 TL’den 4,00 TL’ye çıkıncaya kadar Brunson olayı henüz gündemde değildi. Yani TL’nin değerinin düştüğü bir süreci zaten yaşamaya başlamıştık.

 

2001 ve 2008 krizlerini kolay atlatmış, siyasilerin ifadesiyle bizi teğet geçmişti. 2001 döneminde özel sektörün borcu 30 milyar dolar, kamunun da 30 milyar dolar borç yükü vardı. Şimdi özel sektörün borcu 11 kat (330.000 $) kamunun ise 5 kat (150.000 $) artmış durumdadır.

 

Eğer alternatif bir stratejiniz yoksa, bir alternatif oluşturamamışsanız, tarımda, hayvancılıkta, enerjide kendine yeter halde değilseniz, ekonominiz ithale dayalı ise, borç parayla dağı taşı rant amaçlı betona çevirirseniz, üretmeden tüketirseniz, katma değerli teknolojik sanayi yatırımı yapmasanız bu kırılganlığı önleyemezsiniz.

 

Oldukça ürkek ve kırılgan bir ekonomiye sahip olan Türkiye’de sert açıklamalarla piyasayı panikletmek zararı daha çok büyütmektedir. Tedirginlikten dolayı kimse bir şey alıp satmıyor, yatırımlar erteleniyor, herkes dur bakalım ne olacak vaziyetinde bekliyor. Kur artışları finansal istikrarı ve ödemeler dengesini bozacak bir noktaya geldi. Merkez Bankası enflasyon, faiz, döviz kurları ile ilgili olarak öngördüğü yılsonu beklentilerinin sürekli yukarıya doğru revize ediyor.

 

Dövize-Dolara Ve Dışa Bağımlı Bağımlı Bir Piyasa Düzeni

 

Türkiye ekonomisin dövize çok bağlı bir yapısı var. Dışarıdan gelecek dolara göre yatırım planlayan, dışarıdan gelecek sermayeye göbekten bağımlı bir ekonomiye sahibiz. Hazine ve Merkez Bankası verilerine göre 2018 birinci çeyreğinde dış borcumuz 467 milyar dolardır. Şu sıralarda tahminen 500 milyar dolar dış borçla yürüyen bir ülkeyiz. Dolara ve dış kaynağa aşırı bağımlı olmak, ekonomiyi dolara ve faize göre kurgulamak, dış borca gömülmek, ülkeyi sıcak paranın esiri haline getirir ve ufak bir fiskede piyasalar alt üst olur..

 

Diyanet hac ve umre ziyaretlerini dolarla yaptırıyor. TÜRKSAT dolarla ödeme alıyor. Artan kurlar nedeniyle birçok medya kuruluşu şimdiden ödeme yapamaz duruma düşmüş durumdadır. Köprü, tünel, otoyol, hava limanı ve şehir hastanelerinde dolar üzerinden hesap yapılmakta, devlet ödeme garantisi verdiği işletici şirketlere dolar üzerinden ödeme yapmaktadır. AVM’lerde kiralar dolarla ödenmektedir. Kamu ihalelerinin birçoğu dolar üzerinden yapılmaktadır.

 

ABD’nin Türkiye’ye karşı yürüttüğü ekonomik savaşa karşı eldeki dolarları bozdurmak ve TL’ye dönmek için adeta milli seferberlik hali ilan edildi. Ancak şaşırtıcı olan husus, bütün bu çağrılara karşılık bankalardaki dolar mevduatın bu dönemde artış göstermiş olması. Merkez Bankası verilerine göre, 10 Ağustos ile biten haftada kişilerin döviz cinsinden mevduat ve fonları 120 milyon dolar artışa 91.6 milyar dolar olurken; kurumların ise yaklaşık 1.1 milyar dolar artışla 68.3 milyar dolara yükseldi. Bu milletin fedakâr evlatları koşturup elindeki üç beş doları milli bir hassasiyetle bozdururken büyük firmalardan tık yok. Dövizdeki dengesiz dalgalanmalarla Türkiye’nin ekonomik yapısının kaotik bir ortama çekilmeye çalışıldığı bir zamanda bankaların kârlarını artırması da düşündürücüdür. Ayrıca piyasada eski bir alışkanlığın ortaya çıktığını, günah ve suç olan stokçuluğun da başladığını gösteren işaretler var.

 

Yerli Malı Kullanalım Ama Hangi Malı Kullanalım

 

Nohut, mercimek, fasulye, ayçiçeği, buğday, saman ithal ediyoruz. Üretici emeğinin karşılığını alamıyor, tüketici fiyat artışlarına yetişemiyor, ama arada birileri bu arada iyi kazanıyor. Sabun, deterjan, temizlik malzemelerinin ya kendisi, ya hammaddesi, elbisenin kumaşı, ipliği, ayakkabının derisi ithaldir. Hayvan yemi hammaddeleri, hayvanın kendisi, tarım ilaçları ithaldir. Sanayinin doğal gazı, defterin, kitabın, kalemin, silginin hammaddesi ithaldir. İnşaatların plastik ve ahşapları dahil birçok malzemesinin ya kendisi ya hammaddesi ithaldir. Bunları üreten fabrikaların makinaları ithaldir.

 

Bin bir zorlukla kurulan fabrikalar özelleştirmelerle satıldı, alanlar kendi ülkelerinde ürettikleri malları bize satmak için buraları ya işlemez hale getirdiler, ya da tekel haline geldiler. Fındık üretiminde dünya birincisi olmamıza rağmen fiyatları İtalya belirliyor. Çünkü Türkiye’nin en büyük fındık ihracatçısı firmayı İtalyan Ferrero’ya saıldı.  Özelleştirmeden elde edilen gelirler tarıma hayvancılığa, enerji kaynaklarına yatırılacağına, rant amaçlı inşaata, devlete yük olacak projelere yatırıldı.

 

ABD Hep Aynı Amerika, Batı Hep Aynı Batı İdi


Yılın başından bu yana Türk Lirası, ABD Doları karşısında yüzde 40 oranında değer kaybetti. Mahkemenin tutuklu bulunan ABD'li rahip Brunson'u serbest bırakmayı reddetmesi üzerine ABD alüminyum ve çelik ithalatı vergilerini iki kat artırarak, ekonomik yaptırımlar uyguladı. Kredi derecelendirme kuruluşları olan Standart Poors ve Moody’s, Türkiye’nin kredi notunu düşürdü. Fitch ise, Türkiye’nin aldığı tedbirlerin kredibiliteyi inşa etmek için yetersiz olduğunu belirtti. Sonuç olarak, sadece son birkaç günde TL yüzde 25'ten fazla değer kaybetti.

Küresel finans sistemi elinden geleni yapacaktır. Kâh Gezi kalkışmasıyla, kâh 15 Temmuzda üstümüze bomba yağdırarak, kâh bugün olduğu gibi kur savaşıyla küresel çete ülkemizde kriz çıkartmaya çalışacaktır. Veya 28 Şubat’ta olduğu gibi ülkeyi yıllarca irtica ve başörtüsü ile oyalarken bankaları hortumlayıp bedelini bu mazlum millete ödetecektir. 50 sene önce Türkiye’den daha geri ülkeler, ikinci dünya savaşında yerle bir olan ülkeler kendi markalarını üretip, dünyaya ileri teknoloji ürünleri satarken, bizdeki şartlanmış kafalar başörtüsü, laiklik, şeriat derdine düşüp bugünkü sıkışmışlığın aktörleri oldular.

 

ABD ile stratejik ortak(!) olmakla övündük. 1990’lardan beri AB’YE gireceğiz diye debeleniyoruz. 2003 yılında askerimizin başına çuval geçirdiğinde biz BOP’un eş başkanıydık. Condoleezza Rice Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırları değişecek, yeni devletler kurulacak derken ABD’ye siyasi irade olarak bir itirazımız olduğunu hatırlayan var mı? Ne zamanki ilmeği boynumuza geçirdiler o zaman anti Amerikancı olduk.

 

Türkiye’nin İmkânları

 

Gümrük vergileri artırımı ve malların boykot edilmesi çağrıları ile karşılıklı restleşmelerin olduğu bu gerginlikte Türkiye sert, ciddi ve kararlı bir tavır sergiliyor. Türkiye’nin böylesine sert tepki vermesi dış piyasalar üzerinde de bir domino etkisi yapacak, dalga dalga birçok ülkeyi etkileyecek ve tedirgin edecektir.  Türk Lirası değer kaybettikçe birçok para birimi değer kaybedecek, borsalarda kayıplar artacaktır. Euro-dolar paritesinde görülen düşüşün Avrupa’yı rahatsız ettiğini Almanya Şansölyesi Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’nun bizim Başkanla görüşme isteklerinden anlıyoruz. Ayrıca Türkiye’nin elinde Avrupa’ya yönelik bir mülteci göçü kozu var. Türkiye herhangi sıkıntılı bir durumda bu göçün önünü açtığında Avrupa başına neler geleceğini iyi biliyor.

 

Türkiye- ABD arasındaki tansiyon yükselmeye devam ederse yaşanan güven bunalımı nedeniyle hem gelişen ekonomiler üzerinde, hem de Avrupa ve ABD finansal piyasaları üzerinde olumsuz etkileri olacaktır. Bu çekişmeden dolayı 22 trilyon dolar devlet borcu olan ABD’nin askeri harcamaları artacak, Amerikan ekonomi ve finans çevrelerinde sarsıcı etkileri olacaktır.

 

Bir Musibet Bin Nasihatten Evlâdır

 

Ülkemizde uygulanan neo-liberal ekonomi politikaların artık duvara çarptığını görüyoruz. Sürdürülemez olan bu krizin faturasını ödemek durumunda kalan geniş yığınların sorunları makarna, kömür dağıtmak gibi sosyal yardım politikalarına havale edilmeyecek kadar ciddi bir durum arz etmektedir.  

 

Katar’dan 15 milyar dolar gelecek haberi ve Merkez Bankamızın Katar’la imzaladığı 3 milyar dolarlık SWAP anlaşması kurlar üzerinde az da olsa olumlu bir etki oluşturdu. Açıklamaya göre bu para ile bankalara ve finans piyasalarına hızlı bir giriş yapılacakmış. Demek ki Katar’dan gelecek para mal üretip ihraç etmeye yönelik bir kaynak değil. Reel ekonomiye destekten ziyade para- faiz-borsa üçgenindeki kağıt ekonomisinde döndürülecek bir kaynağa benziyor.

 

Küresel eko-finans sistemi, borsa, döviz ve tahvil üzerinden oluşturduğu sanal kâğıt sistemiyle dünyanın kanını emerek piyasaları soyuyor. Katil balina olarak vasıflandırılan Swap ve Hedge fonlar gibi enstrümanlarla kaynak ihtiyacını karşılamanın, uluslararası para sistemini bir veri olarak kabul edip, ona göre finansal politikalar geliştirmenin sağlıklı bir yaklaşım olmadığını artık düşünmemiz gerekiyor.

 

Bizi Londra’da ve New York’taki para oyuncularını oyuncağı haline getiren küresel kapitalist sistemi tartışmamız gerekiyor. Laikçi kapitalist sisteme adapte olma tehlikesi ile yüz yüze olan Müslümanların yaşanan dönüşümün sadece ekonomi ile sınırlı olmadığını, ahlaki, siyasi, kültürel boyutları ile küresel sistemin istediği tipolojiye dönüşmeye başladıklarını, toplumu topyekun değiştirdiğini görmeleri gerekiyor.

 

Yaşadığımız kriz Batı tarzı liberal kapitalizm modelini benimsemiş olan ülkemizde kapitalist düzenle yüzleşmemize inşallah vesile olur. Göreceli bir refaha ve rahata kavuştukları için eski iddialarını rafa kaldırmış ve sisteme itirazlarından nerdeyse vazgeçmiş olan Müslümanları yeniden “sistemde bir yanlışlık var mı yok mu” diye düşünmeye ve bu sistemden kurtulmanın çarelerini aramaya yöneltir.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...