1 Aralık 2019 Pazar

SADECE HAKLI OLMAK YETMİYOR

(Umran Dergisi)


Ülkemiz belki de tarihinin en hareketli günlerini yaşıyor.  Stratejik bir kavşakta bulunan Türkiye, Suriye'de etkili iki küresel güç olan ABD ve Rusya ile iki mutabakat metnine imza attı. Barış Pınarı Harekâtı ile aynı zamana denk gelen Trump’ın mektubu, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun Ankara ziyareti, PKK/YPG'nin Barış Pınarı Harekâtı bölgesinden çekilmesi için verilen 120 saatlik süre ve hemen ardından Soçi Zirvesi ve YPG’nin 150 saat içinde güvenli bölge dışına çekilmesi konusunda Rusya ile sağlanan mutabakat.

Türkiye'nin ABD ve Rusya ile imzaladığı mutabakatlar ile Suriye sınırındaki denklemde yeni bir dönem başladı. Bu mutabakatlara temkinli olarak bakmak gerekiyor. Çünkü bu mutabakatlar nedeniyle Barış Pınarı Harekâtı tamamlanamadı. PKK/YPG yok olmadı, teslim alınamadı. Türkiye’nin İdlib’deki gibi burada da 12 kontrol noktası kurma hedefi de gerçekleştirilemediği gibi arzu edilen güvenli bölge haritası da bu mutabakatlar ile hükmünü yitirdi. Hesapta 32 km derinlikli 480 km’lik güvenli bölge kurulduktan sonra M-4 karayolunun altına inilecek ve 2 milyon sığınmacı tüm bu bölgelere taşınacaktı. Bu harita geçersiz kılındığına göre sığınmacılarla ilgili planlar da hayal oldu. Gelinen noktada, doğrudan TSK’nın kontrolündeki120 kilometrelik alanın daha fazla genişlemesi söz konusu olmayacaktır.

ABD teröristleri belli bir bölgede toplayarak verdiği ağır silahlarla onları eğitmeye devam edecek, kendisine hizmet edecek bir Özel Kuvvetlere dönüştürüp boş durmayacaktır. Dün de bugün de yarın da ABD, YPG'yi asla bırakmayacaktır. Rus askerler de PYD'li teröristler ile Suriye’nin muhtelif bölgelerinde beraber fotoğraflanıyor, hiçbir çekince göstermeden Türkiye’nin gözünün içine baka baka karşılıklı bayrak değiş tokuşunda bulunabiliyorlar. ABD Suriye’nin kuzeyini rejime ve Rus nüfuzuna adeta hediye ediyor, onun bıraktığı her boşluğu Rusya, ağır bir bedel ödemeden dolduruyor. Münbiç bir gün içinde ABD tarafından Rusya’ya teslim edildi. ABD’nin Suriye topraklarından - petrol bölgeleri hariç - çekilmesinin ardından Rusya’nın desteği ile Suriye rejimi PYD/PKK’nın kontrolü altında bulunan bölgeleri geri aldı. Böylece Rusya Suriye’deki oyunun en büyük aktörü olarak, ABD güçleri ile karşı karşıya gelmeden önemli bir kazanım elde etti.

Her iki küresel güç de YPG’nin korunmasında anlaşmış görünüyor ve attıkları tüm adımlarda Türkiye’ye karşı geniş bir cephe oluşturma amaçları var. Her ikisi de “Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anlıyoruz” diyor ama her türlü melaneti yapmaya devam ediyor. ABD bugüne kadar Suriye konusuna Türkiye’ye verdiği sözlerin hiçbirini tutmadı. Rusya ise Suriye’de önceliği hep Şam rejimine verdi. Her ikisi de YPG’yi terör örgütü olarak görmediklerini söylüyorlar.

ABD, Rusya, Suriye hepsi PKK/YPG/PYD/SDG ile anlaşıyor, kendi menfaatlerinin kesiştiği her noktada uzlaşabiliyorlar. Esas hedefleri Türkiye’yi zayıflatmaktır. Bu nedenle, sözde stratejik müttefik ABD, Türkiye gibi bir ülkeyi bırakıp terör örgütü ile işbirliği yapabilmektedir. NATO’yu neredeyse taarruza davet ettiği ezeli rakibi Rusya ile NATO üyesi Türkiye’ye karşı işbirliği yapabilmektedir. Diğer taraftan Avrupa Birliği Türkiye’yi yaptırım uygulamakla tehdit ediyor. Türkiye kontrollerinden çıktığı için bölgede taşeronlara ihtiyaç duyuyorlar. Bütün aktörler Türkiye karşısında birleşmekte tereddüt etmiyor, Türkiye üzerinde uluslararası bir baskı oluşturuyorlar.

Türkiye'ye "Rolüne Razı Ol Ve Büyük İddialar Taşıma" Denilmektedir

Dünyanın düzen ve gidişatını tek başına vereceği kararlarla belirlemeyi amaçlayan küresel güçler, dünya üzerindeki politik iktidarını yürütebilmek için bir yandan saldırı ve işgallerini sürdürürken, diğer yandan YPG ve DEAŞ gibi terör örgütler icat ettiler. Ekonomik yaptırımlar, siyasi baskılar olmak üzere sessiz ve derinden istihbarat operasyonları ile sömürü politikalarına teslim olmayan ülkelerin içişlerine müdahale etmekte, şantaj ve tehditlerle birçok ülkenin yönetimlerini devirmekte ve rejimlerini yok etmektedir.

Bu emperyalist devletler, kendi aralarında bir güç mücadelesi içinde olsalar da,  İslam ve Türkiye söz konusu olduğunda bir blok olarak birleşip güç birliği yapabilmektedirler. Türkiye karşıtı tavırlarının sebebi ise işgal ve sömürü politikalarını sorgulayan, suçlayan ve teslimiyetçiliği reddeden Başkan Erdoğan’ın politikalarıdır. 

ABD öncülüğündeki güç odaklarının gönüllü taşeronları olan S. Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirliği gibi kukla devletçikler Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi, terör örgütleriyle işbirliği yaparak Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışması ve Golan Tepelerindeki İsrail işgalini meşrulaştırma gibi bir dizi ihanet girişimine karşı çıkarmazken, Alem-i İslam’a sahip çıkan Başkan Erdoğan’a karşı düşmanca bir duruş sergilemektedirler. Mısır, Suudi ve BAE’de Türkiye karşıtlığı had safhadadır. Çünkü efendileri ABD,  Akdeniz’de Türkiye’nin oyun kurmasını, Müslüman ülkeleri yanına alıp emperyalist hegemonyanın karşısına dikilmesini istemiyorlar. Rusya’nın da bu oyuna hiçbir zaman hayır demediğini görüyoruz.

YPG/PKK Kullanışlı Maşa Bir Örgüt  

Bir gün ABD’nin kucağında, bir gün Rusya’nın, diğer bir gün Esed’in kucağında maşa olarak kullanılıyorlar. Kürtleri temsil etmeleri asla mümkün olmayan bir örgütün Kürtler adına böyle bir taşeronluk görevine soyunması kabul edilebilir bir durum değildir. Tarihi açıdan bakıldığında Kürtlerin anlaşmaya çalıştıkları rejimler tarafından zulümlere maruz kaldıklarını, sırtlarından bıçaklandıklarını, ihanetler ile dolu bir tarihe sahip olduklarını yanlış hesapların kurbanı olduklarını görürüz.

Trump’ın başkanlık standartlarına uymayan çirkin mektubunda bir bölge lideri olarak tanımladığı terörist Mazlum Kobani’yi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile eşit bir konuma koyması ve kendisine bir meşruiyet bahşetmesi ve “YPG/PKK benim için Türkiye’den daha önemlidir” küstahlığını göstermesi, Kürt kartını bir manivela gibi kullanarak bölgede hâkimiyetini artırıp daha fazla söz sahibi olmak içindir.

Türkiye’nin Kürt kartını bu emperyalistlerin elinden alması gerekmektedir. Kürt meselesini çözmüş ve Kürtleri yanına almış olan bir Türkiye, gerek bölgesel planda gerekse de uluslararası arenada daha etkili olma hedefini gerçekleştirecektir. Suriye'nin kuzeyini ve Kuzey Irak'ı kontrol altına alacak, güçlü bir bölgesel devlet haline gelecektir.   Türkiye'de yüzyıllarca birlikte yaşayan farklı unsurları bir arada tutan harç İslam’dır. Türkler ve Kürtler ile diğer etnik unsurları bir arada tutabileceğimiz tek kapsayıcı unsur İslâm'dır. Olaya sadece güvenlik açısından yaklaşmak konuyu bugüne kadar çözmemiştir. Olaya sosyolojik boyutuyla bakmak en doğru yoldur.

Türkiye’nin Bu Çemberden Çıkması Gerekiyor

Türkiye çok büyük bir mücadelenin merkezinde yer alan bir ülke olup küresel güçlerin ilgi ve etki alanı içindedir. Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) ve Ilımlı İslam’ın uygulanmaya konmak istediği bir zemin üzerinde duruyor.  BOP’un amacı; Ortadoğu’nun parçalanması, Irak ve Suriye’nin bölünmesi, yeni devletçikler oluşması, petrol ve doğal kaynakların ele geçirilmesi, yeni devletlerin emperyal devletlerin kontrolünde ve yanında yer almasıydı. ABD eski Dışişleri Bakanı Kissinger 2014'te, Amerikan NBR Radyosuna verdiği ropörtajda '1919-1920'de kurulan ulusal sınırlar yıkılmalıdır.' diye konuşmuştu. ABD Dışişleri eski Bakanı Condoleezza Rice, daha Ulusal Güvenlik Danışmanı iken 7 Ağustos 2003’te BOP kapsamında, 22 ülkenin rejimi ile sınırlarının değişeceğini belirtmişti.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Sykes-Picot gizli anlaşmasıyla, Osmanlıyı parçalayan ve topraklarını paylaşan Batılı sömürgeci emperyalist devletlerin, o gizli planı farklı şekilde bugün de sürdürmekte olduklarına şahit oluyoruz. Tıpkı Filistin’de Yahudilere toprak vermeyerek İsrail’ devletinin kuruluşunu engelleyen Sultan Abdülhamit’i hal ettikleri gibi bugün de, önlerinde engel olarak gördükleri direnç noktalarını yok etmek istiyorlar. Türkiye gibi ülkelerin küresel güç ve blokların çıkarları bakımından ufalanması gerektiğini düşünüyorlar. Bunlar diyor ki: “Eğer küreselleşme istediğimiz şekilde olacaksa ekonomik parçalar, siyasi parçalar ufak olmalıdır.”  Yani, bize direnimlesin ki, kolay paylaşılabilelim. Onun için Türkiye’nin nefesini daraltacak, Türkiye’yi sürekli bir kriz ortamında tutacak kavgalar her zaman devam etmelidir.

Ülkesini terk eden Suriyelilerin yüzde 55’ini barındıran, her bir Suriyeli için ayda 200 dolar harcayan, Suriye içinde de rejime karşı kurduğu Milli Suriye Ordusu’na ayda 400 dolar maaş veren, içeride ve dışarıda teröristlere karşı devamlı harekât düzenleyen ülkemizin bu düşük yoğunluktaki savaşta çok büyük paralar harcamaktadır. Bu da açığın vergilerle kapatılmasına yol açıyor. 2020 yılı bütçesinde 600 milyar liralık vergi gelirlerinin 785 milyar liraya çıkarılması hedefleniyor.

Borç ve faiz sarmalına mahkûm edilmiş bir Türkiye,  el kapısında para dilenecek haldedir. Gittikçe artan sorunlu krediler endişeleri büyütüyor. Tüketici hayat pahalılığında kıvranıyor. Enflasyonla yüksek seyreden faizler reel sektörün belini kırıyor. Ekonomiye ilişkin endişelerin, sosyal ve siyasi dengeleri etkileme ihtimali artıyor.

Haksız yere işinden olanlar, işten atılanlar, iş bulamayan sayıları giderek artıp milyonları bulan işsizler ordusu. Genç işsiz oranı yüzde yirmi beşi de geçmiş, ülke diplomalı işsizlerle doludur. Tarımda kendine yetmezliği nedeniyle gıda ithalatçısı bir ülke durumuna düşmüştür. Enerji açığı ve krize sürüklenen ekonomisi zafiyet alametleridir. Siyasi ve ahlaki çürüme devlet ve toplum hayatımızı bir kanser gibi sarmıştır. Yozlaşma kültürü başta gençlik olmak üzere her alanda kök salmıştır.  Rüşvet, yolsuzluk, vurgun, talan ve kanunsuzluklar Türkiye’nin gündeminden hiç düşmemiştir. İnsanların karnı doymazsa, yüzü gülmezse, yarını güven içinde olmazsa, adalete güvenini yitirmişse, inandığı gibi yaşayamıyorsa ne birlik olur, ne dirlik olur, ne dini dava kalır, ne de milli dava.

Güç Meselesi

ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi verilerine göre, Doğu Akdeniz'in “Levant” adı verilen bölümünde yaklaşık 3.5 trilyon metreküp doğalgaz ve 1.7 milyar varil civarında petrol rezervi var.  ABD, AB ülkeleri, İsrail, darbeci Sisi, Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, küresel emperyal petrol şirketleri hep beraber bölgeye çullanmış vaziyettedir. Bölge ülkelerinin başına ne getirdiler bir bakın: Suriye, Yemen ve Libya'yı “iç savaşa” mahkûm ettiler. Irak’ta, İran’da, Lübnan'da ayaklanmalar var. Türkiye'yi terör ile uğraştırıyorlar. Bölgedeki zengin enerji kaynakları üzerindeki sömürü projelerini gerçekleştirmek için “Parçala, böl ve yut” politikalarıyla bölgeyi istikrarsızlaştırıp iç savaşlara sürüklüyorlar. Kukla yönetimler, işbirlikçi diktatörler kendi saltanatlarını koruyabilmek için teslimiyetçi bir ruh içinde emperyalistlerin değirmenine su taşımakta ülkelerinin sömürülmesine de göz yummaktadırlar. Bu ahmak diktatörler ve yönetimler sayesinde İsrail, tarihin en konforlu ve cüretkâr dönemini yaşamakta her gün Müslüman katletmeye devam etmektedir. 

Türkiye, bütün bu gerçekleri nazari dikkate alarak yeni politikalar üretmeli ve yeni hamleler başlatmalıdır. Türkiye, artık ABD ile Rusya arasındaki gel-git’lerden sıyrılıp yeni bir yol haritası çizmek durumundadır. Önce bu oyun kurgusuna hayır demesi gerekiyor. Bir planınız yoksa başkalarının planının parçası olursunuz.

Amerika binlerce kilometre ötelerden bu topraklarla alakalı bir anlaşmanın altına imza atabilmesi sadece sahip olduğu güçle izah edilebilir. Türkiye Müslümanlarının anlaması gereken husus, bu güç mücadelesinin hiçbir zaman sona ermeyeceği meselesidir. 

Müslümanların başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmelerini gerektiriyor. İslam coğrafyası neden kan revan içinde, sürekli bir çatışma ortamında acı çekiyor? Barış dini olan İslam adına bu kadar terör örgütü nasıl kurulabiliyor? Batılı İstihbarat teşkilatlarının aleti nasıl ola biliniyor? Akan kanı durdurmak ve gözyaşlarını dindirmek için ne yapmak gerekiyor? Müstekbirlerin zulmü altında inim inim inleyen Müslümanlar topraklarını daha güvenlikli hale nasıl getirebiliriz? Bu insanlar niçin yaşadıkları ülkeleri terk edip ölüm pahasına Batılı emperyalistlerin ülkelerine mülteci olarak akın ediyorlar. Alçaklığın, vahşetin, rezilliğin her türlüsünü yaşayan İslam dünyasının uyanması için ne yapmak gerekiyor? Kur’an’ın güçlü ışığına rağmen zilletten niçin kurtulamıyor?

Rahmetli Muhammed Ebu Zehra’nın 60 küsur yıl önce yayınlamış olduğu “İslam Birliği” kitabındaki şu cümleler sanki bugünleri görüyormuş gibi yazılmıştır;

“Müslümanların yapması gereken; tüm insanlığın iyiliği adına insanlar üzerindeki şahitlik görevini yerine getirmek üzere din kardeşleriyle bir araya gelmektir. Müslümanlar gerçek bir birlik oluşturmazlarsa İslâm düşmanları tarafından paramparça edilirler. Gerçek bir birlik tesis edemezlerse, hiçbir şeye güç yetiremeyen, kendisine en ufak bir faydası olmayan, sadece başkalarının kullandığı birer araç haline gelmiş, toprağı, suyu ve tüm zenginlikleri düşmanlarının eline geçmiş kokuşmuş cesetlere dönüşmeleri kaçınılmazdır!”

Bugünkü ümmetin durumu, Allah’ın cömertçe verdiği nimetlerini har vurup, harman savurup, hesapsız kitapsız bir şekilde israf ederek yaşamanın, gücümüzü kendi ellerimizle şeytana teslim etmenin sonucudur. Büyük şeytan öncülüğündeki güç odaklarının kuşatması altındaki İslam coğrafyası, iliklerine kadar sömürüldüğü gibi bu coğrafyada kan, gözyaşı ve işgaller bir insanlık faciası olarak yaşanmaya devam etmektedir.

Genel olarak Müslümanlar; ülke ve dünya meselelerine vahyin ölçüleri içinde nasıl yaklaşılması gerektiğinin bilgi ve bilincinden yoksun bulunmaktadırlar. Kendilerini sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, devleti kutsal sayan, iktidardan yana statükocu kimliklerle ifade etmekte, sorgulamadan, tezat ve aykırılıkları görmeden, kendilerinden birileri hükümet olduğu için sistemi korumakta ve sistemin standartları içinde ehlileşmiş bulunmaktadırlar. Müslümanlar, içerisinde yaşadıkları sistemi İslam toplumuna dönüştürmeyi başaramıyor, taklide dayalı bir kültürle, zihinsel/kültürel/sosyal/siyasal bir dönüşüm, yenilenme ve değişim gerçekleştiremiyorlar.

Bir ülkenin kültürü, sanatı, sineması, mimarisi, müziği, eğitim sistemi, insan kalitesi, sosyal sermayesi, tarihi birikimi, kültürel zenginliği, bilim ve teknoloji kapasitesi ve kendini anlatabilme yeteneğinin toplamı o toplumu etkileme gücünü göstermektedir. Bu unsurları bir araya getiren bir ülke, insanlar için bir cazibe merkezi haline gelir. Takip edilen, konuşulan, saygı duyulan bir ülke haline gelir. tüm bunların başarılabilmesi için Türkiye’nin kendiyle hesaplaşması ve geçmişiyle yüzleşmesini gerekmektedir. 90 sene zorla beyinlerimize zerk ettikleri pagan tapınma ritüellerinin yeniden hortlatılması kültürel caydırıcı gücün henüz elde edilmediğini göstermektedir. 17 yıllık bir hükümet sonucunda okullardaki 10 Kasım törenlerinde çocukların Atatürk’e secde ettirilmesi bunun en bariz örneğidir.

1 Ekim 2019 Salı

Artık Sessiz Çığlık Sesli Çığlığa Dönüştü

(Umran Dergisi)

 

Diyarbakır’da PKK’ya Kafa Tutan Anneler Evlatlarını İstiyor

Diyarbakır'da çocukları PKK tarafından zorla veya kandırılarak dağa kaçırılan annelerin bu işten sorumlu tuttukları HDP’nin il binası önündeki oturma eylemleri Türkiye gündemine oturdu. 23 Ağustosta Hacire Ana'nın HDP il binasına gelerek Kürtçe feryatları ile PKK’dan oğlunu istemesi ve oğlunu alması evlatlarını hasretle bekleyen diğer annelere de umut oldu. Şimdiye kadar derin acılar çeken, sessizce ağlayan, kayıp evlatlarının sevdiği yemekleri kendilerine haram eden analar birer Hacire Ana olmaya başladı.

Düşünün ki bir gün evladınız sırra kadem basıyor. Elinizden uçup gidiyor. Bir daha ne bir haber ne bir iz buluyorsunuz. Beyinleri yıkanmış, şuurları ellerinden alınmış, belki canlı bir bomba olmuşlar vücutları parça parça olmuş ya da kaçmak isterken infaz edilip toprağa gömülmüşler.  Dağa kaçırılan binlerce çocuğun yüzde 75’inin akıbeti hakkında net bilgi yok, kaçı yaşıyor acaba bilinmiyor. Dağa giden çocukların yüzde 50’si 2-3 yıl içinde ölüyor. Ölüm sebebi çatışma, örgüt içi infaz veya hastalık olarak değerlendiriliyor.

Evladını kaybetmenin verdiği stres ve üzüntü nedeniyle felç geçirdiğini belirten bir baba  "Yavrumu benden alarak ciğerimi parçaladılar. Oğlumu almadan gitmeyeceğim.  İlaçlarla, elimdeki bastonla ayakta duruyorum. 1,5 yıl hastanede tedavi gördüm. Böbreklerim iflas etti, psikolojik destek aldım. Bu acıyı bize yaşatanların Allah belalarını versin." diyor. Örgüt tarafından öldüğü açıklanan kızı için boş mezar yaptıran acılı anne terör örgütünce vazgeç diye tehdit edildiklerini ama asla vazgeçmeyeceğini söylüyor

Bu eylemi gerçekleştirenler sadece buzdağının küçük bir kısmı, böyle binlerce aile var. İnşallah korkuyu yenen bu anaların eylemi HDP’nin bütün binalarının önünde daha da büyüyerek devam eder. Çünkü bu direnişin, bu evlat nöbetinin kararlı bir şekilde devam etmesi gerekiyor.

Olaya HDP sessiz duruyor. Anlaşılan o ki, Kandildeki patronlarından korkup bir şey diyemiyorlar. Bir zamanlar Müslüman anaları ağlatan Türkiye’deki asker-bürokrat vesayeti gibi Kürt analarını da ağlatan bir PKK vesayeti var. Öncelikle Kürtleri ve Kürt meselesini PKK vesayetinden kurtarmak gerekiyor. Hazineden milyonlarca para alan HDP, elde ettiği siyaset imkânını kullanmayarak, PKK’ya eleman temin eden askere alma şubesi gibi çalışıyor. Kandil’in vesayetini sürdürmeyi tercih ediyor. Kürt halkının PKK terör örgütünün tasallutundan kurtulmasını istemiyor. Kendisine adil bir çözüm ve kalıcı bir barış için uzatılan elleri; terörle cevaplayan PKK, arkasındaki küresel sömürü ve terör baronlarının ajanı ve piyonu olmayı tercih ediyor. İçinde bulundukları bu düşkün halden kurtulmak yerine parti binasının önünde bekleyen analara bakarak pişmiş kelle gibi sırıtmaları, tehdit etmeleri ne kadar utanmaz, arsız, dinsiz imansız olduklarını göstermektedir.

Kendi çocukları Avrupa’da, büyükşehirlerde kolejde okuyor, Maldivlerde tatil yapıyor bu alçakların. Diyarbakır’da Annelerin feryadı aynı zamanda büyük bir sorgulamanın fitilini de ateşledi. HDP kapısındaki annelerden biri bunlara büyük bir ders veriyordu: “Senin oğlun dağa gitsin, bakalım sen oturuyor musun? Bizim canımız gitmiş, senin umurunda mı? Diyarbakır’da genç bırakmadınız, ya cezaevinde ya toprağın altındalar. Başlarım sizin Kürdistan davanıza. Alıştınız insanları dağa göndermeye. Size verecek çocuğumuz yok, getirin. Bunların çocukları lüks okullarda okuyor. Yeter artık.” diyerek tepki gösteriyordu.

Tecavüze uğrayan küçük yaşlarda hamile kalan, alçak emellerine alet ettikleri çocuk yaştaki kızların acıklı hikâyeleri yürekleri sızlatıyor. Dağlarda ne işi var o kız çocuklarının. Kürt töresinde, geleneğinde böyle bir namussuzluk, şerefsizlik görülmüş değildir.

Bu ülkenin anaları 40 yıldır ağıt yakıyor.

12 Eylül darbe dönemi solcu, ülkücü, İslamcı, Kürt demeden her eğilimden çocukların gençlerin anasının ağlatıldığı bir zulüm dönemdir. . O yılların Diyarbakır Cezaevi’nde görevli Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın uyguladığı vahşetten birkaç örnek aktaralım:

“Günün her saatinde işkence vardı. Bazı günler elektrik, bazı günler askı, gergi. Kötü şeyler de yapılıyordu; cop, sopa kullanma gibi. Başka işkenceler de vardı. Kafana zeytinyağı döküp bit atıyorlardı. Veya seni sıkıca bağlar, tepene de bir serum takarlardı. Bazen günlerce o serum kafanda dururdu. Her 3 saniyede bir damla kafanda hep aynı noktaya düşerdi. Aynı işkenceyle bağışıklık kazanmaman için haftada bir işkence yöntemini değiştirirlerdi. Bir hafta lağıma sokarlardı mesela. ‘Bu sizin hamamınız, tertemiz olmadan çıkmayacaksınız’ derlerdi. Öbür hafta sürekli pislik yedirirlerdi. Kapı açılıp karavanayı içeri getirmeden önce gardiyan bizi çok döverdi.  Ta ki bir tarafımızdan karavanaya kan akana kadar döverdi. O işkence döneminde günde üç öğün kanlı karavana yedik. İnsanlar işkencelere dayanamayıp kendilerini asıyorlardı. Cinsel organlara ip bağlıyor, sonra bu ipi mahkûmların boynuna asıyor ve günlerce koğuşta böyle dolaştırıyorlardı. Artık kolay yoldan ölümün yolunu arıyorduk.”

“Komutan Esat Oktay Yıldıran’a bir tutuklu ‘Senin marş söyletme uygulamana katılıyorum. Her gün İstiklal Marşı’yla beraber 75 marş söylüyorum. Kemalizm derslerine katılıyorum. Elbiseni giyiyorum. Türkçe konuşuyorum. Benden daha ne istiyorsun?’ diye sordu. Yıldıran olanca zalimliğiyle, ‘Başlarım ulan senin İstiklal Marşı’na, anayasana, eğitimine; hain olacaksın oğlum hain!’ diye bağırdı.” [1]

PKK’nın yeşerip büyümesi, yüzyıllarca kardeşçe yaşadığımız bu kadim toprakların savaş alanı haline gelmesi, o dönemde Kürt çocuklarına Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan zulümlerin sonucudur.

Her Cumartesi günü İstiklal caddesinde toplanan Cumartesi Anneleri arasında bir Berfo Ana vardı. Berfo Ana, oğlu Cemil Kırbayır, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında gözaltına alınıp bir daha haber alınamayan cumartesi annesiydi. 33 yıl oğlunu bulmak için mücadele eden,  'Benim evladım gelir diye kapıyı bacayı açık bıraktım. Ay geçti, gün geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi' sözleriyle akıllarda kalan Berfo Ana 105 yaşında bu dünyadan göçüp gitti. .

Diğer taraftan, bu ülkede evladını kınalayıp kınalı kuzusunu vatan savunması için askere gönderen her ananın ciğerinin ta köşesine bir sızı saplanır.   O sızı evlat vatan borcunu ödeyinceye kadar devam eder. Ya da “evladınız şehit oldu” haberi verildiğinde o ananın yüreğinde kıyamet kopar, arşı inleten bir ana çığlığı duyarsınız.  Dayanamazsınız o kanadı kırılan ananın feryadına.

Kulp İlçesinde odun toplamaya giderken teröristlerce katledilen 7 kişinin mensup olduğu Hiyan Aşireti PKK ile mücadelesinde bugüne kadar tam 59 kurban vermiş. PKK ile mücadele eden birçok aile de birçok kurban vererek o toprakları terk etmek mecburiyetinde kaldı. Türkçeyi zor konuşan Mardinli ana PKK tarafından 5 yıl önce kaçırılan polis oğlu için nöbete durmuş vaziyette.

15 Temmuz sonrası tutuklanan, müebbet hapis alan askeri okul öğrencilerinin anneleri, KHK ile işinden atılan,  işini, aşını kaybedenlerin anneleri de AKP İstanbul İl Merkezi önünde oğulları için eylem başlatıp hak arıyorlar. 

Bir başka eylem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde işten atılan işçilerin CHP İl binası önündeki oturma eylemi. İşsiz kalmış babalar, anneler, onların mağduriyetini yaşayan küçücük yavrular günlerdir gözyaşı döküyor, uğradıkları haksızlık karşısında feryat ediyorlar.

Kırk yıldır bu ülke bir yıkım süreci yaşıyor. Kırk yıldır bu ülkenin anaları ağlıyor. Kırk yıldır analar çocuklarından kopartılıyor. Kırk yıldır analar, kendilerinden kopartılan çocuklarının dirisini de ölüsünü de arıyor. Kırk yıldır kapısına cenaze geliyor anaların. Öyle anneler vardır ki, bir evladını vatanın asker ocağına gönderir bir evladını örgüte kaptırır. İkisi içinde gözyaşı döker, ikisi için de dua eder birbirlerini vurmasınlar diye. Bu bir gün şehit anasıdır, öteki gün terörist anasıdır. Bir diğer gün Cumartesi anasıdır, ya da Diyarbakır anasıdır.

Ana anadır. Analara kimlik sorulmaz, analar arasında ayrımcılık yapılmaz. Analara yapılacak en büyük zulüm çocuğunu ondan kopartmaktır. Kırk yıldır çocuklarını analarından kopartanlar, buna sebep olanlar, anaların yüreğinden fırlayan çığlıklara kulak tıkayanlar, işledikleri günahın hesabını vermelidirler. Eğer bu dünyada bu hesabı veremezlerse bilsinler ki Rabbim mutlaka bunun hesabını soracaktır.

Çözüm Sürecinde Yapılan Yanlışlıklar

2013-15 yılları arasında yaşanan Çözüm sürecinde devletin yalnızca bir tarafı muhatap olarak kabul etmesi, Bölgede sosyolojik ve siyasal karşılığı olan kişi, grup ve yapıları dikkate almaması, önemli bir yanlışlıktı. Çözüm sürecinin başta İslami kesimler olmak üzere tüm toplumsal katmanları kuşatması, sürece dâhil edilmesi ve hassasiyetlerinin dikkate alınması gerekiyordu. Özellikle bölgede halk üzerinde etkin olan âlim, kanaat önderi, cemaat ve kurumlar muhatap alınmalı ve sürece dahil edilmeliydiler.

O dönemde çözüm müzakerelerine katılan HDP’lilerin Diyarbakır havaalanında uçaktan inerken T. C. Devleti ile pazarlık yapan tek yetkili pozlarında gösterdikleri afralar tafralar, çözüm sürecinde bölgede psikolojik üstünlüğün PKK tarafında olduğu izlenimi oluşturmuştur. Görüşmelerin sadece PKK/HDP ile yürütülmesi, PKK’nin bölgede bir tür hegemonya kurduğunun ve bölgede tek egemen güç olma stratejisinin tescili olmuştur. İslami kesimin de dahil olduğu çok aktörlü masa kurulmamasının bölge insanını tedirgin ettiğini ve bundan şikâyetçi olduğunu biliyoruz.

Bu Amerikan çakalları çözüm süreçlerine hiçbir zaman samimi ve sıcak bakmadılar. Gelişmeler Dolmabahçe Mutabakatı noktasına kadar getirilmişken birdenbire masanın niçin devirtildiği anlaşılamadı. Yasin Börü gibi Müslüman çocukların hunharca katledildiği 6-8 Ekim olaylarında güvenlik güçlerinin sivillere yönelik saldırılara neredeyse hiç müdahale etmemesi, can ve mal kayıplarının önüne geçmemesi,  FETÖ yapılanmasının bir komplosu olduğu söylendi.  Devletin bir nevi tuzak kurarak gösterdiği müsamahayı fırsat bilerek hendekler kazdılar, şehirlerin viran olmasına sebep oldular.

Taksim’deki Ana da Diyarbakır’daki Değil mi?

HDP’ye kol kanat geren, ona taşıyıcı annelik yapan CHP ile aydın denilen kesim ve sözde sanatçılar olaya kör ve sağır. Gezi vandallarına ve hendekçilere destek veren, Cumartesi Annelerine sahip çıkan bu kesim, Diyarbakır anneleri için tek kelime etmiyor. Sosyal medya üzerinden köpekler için kan bağışı çağrısında bulunuyor, göz akıntısı olan bir ineğin görüntüsünü paylaşarak, “ inekler ağlamasın” diyorlar. Altın madeni yatırımlarına karşı çıkıp dağda taşta eylem yapıyor, Türkiye’ye kıyısı olmayan okyanusların korunması için kampanyalar düzenliyorlar. Acılı annelerin feryatlarına kulak tıkayan bu taife Bomonti Bira Fabrikası için gösteri yapıyorlar. Bu vicdan yoksunu taifenin nezdinde ağlayan annelerin bira kadar değeri yok. Dicle’nin, Fırat’ın, Murat’ın, Karasu’nun, Aras’ın, Zap Suyu’nun kuzularını kapan çakallara ses çıkarmıyorlar. Diyarbakır’ın Analarının çığlıklarına kulaklarını tıkayanlar bu ülkenin siyasetçisi, aydını, sanatçısı olamaz.

Mesleki sorunların dışındaki her konuya maydanoz olan Türk Tabipler Birliği PKK’ya karşı yapılan askeri operasyonu bir “Halk Sağlığı Sorunu” olarak gördüğünü açıklayıp karşı çıkmıştı. Şimdi anaların feryadına lal olmuş suskun duruyor. Çocuklara yönelik şiddet, çocuk işçi, çocuk evlilikleri gibi konularda tepki ortaya koyan insan hakları dernekleri ve sivil toplum kuruluşlarının, PKK/HDP’nın kullandığı ve teröriste dönüştürdüğü çocukları görmezden gelmesi bir çifte standart örneğidir.

Fikir ve proje yoksunluğu

Türkiye`nin en önemli ve acil meselesi olan Kürt meselesinin adil bir çözüme kavuşması için meselenin doğru tespit edilmesinin yanında, doğru bir zeminde tartışılması, takip edilen yol ve yöntemin doğru olması gerekmektedir.

Laik, Batıcı Kemalist  ideolojinin, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren dayatmaları, İslami kimliği, ümmet bilincini dışlaması ve Müslüman halkı ötekileştirilip, düşmanlaştırması neticesinde ortaya çıkan ve bugüne kadar binlerce insanın ölümüne ve büyük acıların yaşanmasına yol açan Kürt meselesinin çözümünde silah ve şiddetin bir hak arama yöntemi olarak görülmesinden vazgeçilmesi gerekmektedir.

Allah Resulünün “Kavmiyetçiliğe davet eden de bizden değildir” hadisine ve Veda Hutbesindeki “Asabiyecilik ayaklarımın altındadır” mealindeki sözlerini hatırlayalım. Yaşadığımız bu toprakların kavmiyetçilik uğruna kan ve gözyaşı ile ıslanması insanın içini acıtıyor.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bölgede sistem eliyle Kürt halkı itilip kakılmaya hor görülmeye başlandı. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan laikçilik, ulus devlet paradigması ve bir kavmi kimliğin üst kimlik haline getirilmesi, “Dillerimizin ve renklerimizin ayrı olması Allah’ın ayetlerindendir.” (Rum:22) ilahi buyruğuna aykırı hareket edilerek farklı kimlikleri inkâr, imha ve tenkiller şeklinde icra edilen zulümler ülkemizin aleyhine olmuş, uluslararası güçlerin ve emperyalizmin temsilcilerinin eline koz verilmesine sebep olmuştur. Ulus-devlet kimlikli laik cumhuriyet sisteminin 100 yıldan beri o bölge halkına yönelik sergiledikleri, şovenist, jakoben yöntemler bölge halkında tepkisel olarak Kürt kimliğine yönelme eğilimi doğurmuştur.

Kemalist  ideolojinin zihinlere yönelik işgal sadedinde, bu ülkenin Müslüman çocuklarına her sabah “Kemalizm dininin amentüsü” olduğu ırkçı Mahmut Esat Bozkurt tarafından itiraf edilen “Türk oldukları ve bu yüzden mutlu oldukları” andını söylemekle ve Allah’ı bir yana bırakarak “varlığını Türk varlığına armağan” etme putperestliğine zorlamakla dağa taşa  “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” yazmakla mesele çözülememiştir.

Rejimin  “iç düşman”  olarak kabul ettiği İslam ve Kürtlere karşı takip edilen inkâr, asimilasyon politika ve uygulamalarıyla, katliamlar, işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar, köy yakmalar, göçe zorlamalar, mecburi iskânlarla büyük zulümler gerçekleştirilmiştir. Şiddet şiddeti doğurmuş, 40 yıldır devam eden terör örgütü PKK ile mücadele neticesinde 50 bin civarında insan ölmüş, Türk ve Kürt analar ağlamış, binlerce kadın ve çocuk dul ve yetim kalmış ve devlete maliyeti 500 milyar Doları geçmiştir.

Statükonun devamından yana olanlar Kürt sorununu bugüne kadar hep kullanışlı bir manivela olarak kullanılmışlardır.  Gerek askeri vesayetten yana olanlar, gerekse de Kürt sorunundan nemalanan tüm kesimler sorunun devamını istemiş, çözüme yönelik çabaları sonuçsuz bırakmaya çalışmışlardır. Uyuşturucudan ve silah ticaretinden büyük paralar kazandıkları için çatışmanın devam etmesini istediler. Siyonistlerin değirmenine su taşıyan Kürt siyasetinin derinleri ile Türkiye siyasetinin derinleri, el ele vererek ve birbirlerinden beslenerek bu ülkeyi cehenneme çevirdiler.

Bu İş İslam’la Çözülür

Türkiye artık bu yükü sırtından atmalı, meseleyi doğru bir şekilde anlayıp acilen bir çözüme kavuşturmalıdır. Kendi iç meselelerini halledememiş bir Türkiye’nin ne Ortadoğu da ve nede bir başka bölgede etkin bir rol oynaması ümmetin umudu olması düşünülemez.

Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kürdistan coğrafyası, Müslüman coğrafyanın kalbi sayılabilecek bir mevkide yer almaktadır. Bu bölgede oluşacak değişimler, Müslüman coğrafyayı temelden etkileme potansiyeline sahiptir. Kürt meselesinin çözümsüz kalması bütün coğrafyayı ve ümmeti menfi olarak etkileyecektir.

Kürt meselesinin çözüm yolu bugüne kadar göz ardı edilen İslami bakış açısı ve tarihi tecrübesinde aranmalıdır. Bugüne kadar Kürt ve Türk halklarının karşı karşıyı getirilerek çatıştırılması planlarının tutmamasının en büyük nedeni her iki halkın da Müslüman oluşudur.

İslami değerlere aykırı hiçbir çözüm modeli Müslüman Kürt halkı nezdinde karşılık bulmaz. Bu sebeple, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil çözümü için, öncelikle ve mutlaka İslami kimlik sorununun çözülmesi, bütün insanları adaletle kucaklayıp, eşit haklara sahip kardeşler kılan İslami sistemin esas alınması, ulusalcı resmi ideolojinin ve dayandığı batıcı seküler modern paradigmanın döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla beraber tarihin çöplüğüne atılması gerekmektedir. Akan kanın, yaşanan ıstırapların bir an önce durması için bir zulüm kaynağı olan başta Kürt ve Türk ulusalcılığı olmak üzere tüm kavmiyetçilikleri, ırkçılıkları reddederek, vahyin adil potasında herkesi adaletle kucaklayıp bütünleştirmek, gidişatı doğru okumak ve akıllı politikalarla kaybettiğimiz ümmet bilincini yeniden inşa etmek gerekmektedir.

Bölgede var olan sivil toplum kuruluşları ve cemaatlerle diyalogları sıklaştırmalı, bozulmaya yüz tutan ahlaki yapının düzeltilmesi ve kardeşliğin yeniden tesisi için başta medreseler olmak üzere bölgedeki İslami çalışmalar desteklenmeli, var olan çalışmalar daha da güçlendirilmelidir.

Kürtlerin haklarını savunduğunu söyleyenler, en çok zararı yine Kürtler verdiler. Müslüman Kürt halkı, kendisi üzerinden yürütülen çatışmanın en büyük mağdurudur.  Bölgede yaşayan insanlar bölgede çözüm ve huzur istemektedirler.

Artık devlet Kürt meselesi ile PKK belasını birbirinden ayırmalı, “kürt sorunu yoktur” repliğini bırakmalı, attığı adımları lütfediyor gibi bir üslup ile sunmaktan geri durmalıdır.  “daha ne yapalım, daha ne verelim, her şeyi yaptık yine rahat durmuyorlar” gibi rencide eden dilden vazgeçmeli, 90 yıldır gasp edilen meşru hakları nedeniyle oluşan mağduriyetler giderilmelidir.

PKK/HDP denilen Stalinist örgütün kendilerine göre oluşturdukları bir hedef ve idealleri var. Nihai amaçları Kürtleri İsrail’e yakınlaştırıp Türkiye’den ve İslam dünyasından koparmaya çalışmaktır. HDP eş başkanının Güneydoğuyu için “vaat edilmiş topraklar” olarak adlandırma küstahlığını göstermesi tesadüf değildir.

Bizim de buna karşı alternatif bir ideal oluşturmamız gerekiyor. Bunu düşünelim…


[1] Serbesti Siyasi Fikir Dergisi Sayı. 14 Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi

1 Eylül 2019 Pazar

Bir O Tarafa Bir Bu Tarafa İtile Kakıla Yaşamak

(Umran Dergisi)

 

Türkiye’nin ABD ile Fırat’ın doğusunda oluşturmağa çalıştığı güvenli bölge müzakerelerine tam yoğunlaştığı bir sırada Rusya ve İran destekli rejim harekete geçerek İdlib’in güneyindeki kasabaları ele geçirerek Türk gözlem noktalarını tehdit etmeye başladı. Ne zaman Türkiye bölgede ileri bir adım atsa tahterevallinin iki ucundaki Amerika ve Rusya mutlaka Türkiye’nin önünü engelleyici girişimlerde bulunmaktadırlar. Yaşanmakta olan hadiseler, bize kendimizden başka dostumuzun, tutunacak hiçbir dalımızın olmadığını göstermektedir.

Varlıklarını ülkelerin yıkımı üzerine kurmuş şer güçler hegemonyalarını sürdürebilmek için işgal ve talanların, karışıklık ve çatışmaların bölgede bitmesini istemiyorlar. Nasıl Osmanlıyı parçalamak için geçmişte küfür tek millet olduysa, şimdide aynı oyunları bölgede ve Türkiye üzerinde oynamaktadırlar. Topraklarımızı kalıcı olarak işgal edemeyen Batılılar, içeriden zihnen işgal ederek medeniyet iddiası ve tarih bilinci felç edilen bir kuşak oluşturdular. Yazdıkları senaryolara göre oynayan kafası kiralık figüranlar icat ettiler. 

Böylece bölgedeki sınırları cetvelle çizilmiş kabile devletlerinin başına getirdikleri kral, emir, şeyh ve diktatörlerle anlaşıp Müslümanlara her türlü zulmü uyguluyor, gerekirse darbe yapıyorlar. Türkiye İhvan’a sahip çıkıp kadrolarını himaye etti. Aynı şekilde Katar’a uygulanan ambargo ve ablukada Katar’ın yanında yer aldığı gibi orada üs kurarak asker gönderdi. Esed rejiminin zulmünden kaçan mazlumlara kucak açtı. Türkiye’nin bölgede oyun kuran, politikalara yön veren bir aktör olabileceğini gören emperyalistler çok tedirgin olmakta, paramparça ettikleri İslam coğrafyasında Türkiye’nin rol oynamaması için önüne her türlü engeli çıkarmaktadırlar.

İKİ UCU KİRLİ DEĞNEK

Mardin, Diyarbakır ve Van'da HDP'li belediye başkanlarının terör iltisakları nedeniyle görevden uzaklaştırılması ve yerlerine kayyum atanması siyaset gündemini oldukça hızlandırdı.

Haklarında terör örgütü üyeliği/yöneticiliği suçlaması olup bu nedenle soruşturma geçiren kişileri HDP’nin ısrarla aday göstermesi HDP'nin iyi niyetli olmadığını ve problem çıkarmak istediğini gösteriyor. Sabıkası, soruşturması olmayan kimseleri aday göstermek yerine bu tarz problem olan kişileri seçmesi toplumu germek istediğini, huzur istemediğini gösteriyor.

Teröristin adını caddeye verir, terör mağdurlarını işten çıkarır, terör nedeniyle işten atılmış kişiyi dolaylı yoldan işe alır, milletin parasıyla teröre lojistik sağlarsanız devlet buna izin vermez. Eş başkan diye icat ettikleri bir uygulama ile Kandil’den ismi gelen birini seçilmiş başkanın yanına koyarak belediyede en üst görevlerde yetkilendiriyorlar. Belediye ile terör ilişkisi kabul edilemez. Belediyenin görevi Kandil’e adam, oradan talimatla iş yapmak göndermek değildir. Bunu hiçbir devlet kabul etmez.

Ancak, iyi hal kağıdı verilerek adaylığına itiraz edilmeyen, seçim propagandası yaparken müdahale edilmeyen, kazananlarına mazbata verildikten dört ay sonra görevden uzaklaştırma sebebi topluma makul ve mantıklı bir yol ile izah edilmelidir. Burada ilk akla soru şudur; “Madem bunlar belediye başkanlığından alınacak kadar terör suçlusuydu, bunların seçimlere girmesine niçin izin verildi, neden ses çıkarılmadı?” Bugünler için hazırlık mı yapıldı? Çözüm sürecinde de benzer bir durum yaşanmıştı. PKK belediyelerin imkân ve araçlarını kullanarak hendekler, tüneller açarken, patlayıcılar depolarken devlet o zaman da bunlara göz yummuş, valilere ‘bunlara dokunmayın’ diye talimat verilmişti. Türkiye’nin kanayan yarası olan böyle bir meselede devlet pusuya yatıp tuzak kurabilir mi? Bu şekildeki bir yöntem ve yönetimle Kürtler ile diyalog kurabilmek ve desteklerini alabilmek oldukça zor gözüküyor

Toplum oy hakkının işlevsiz hale getirilmesine vicdanen karşı çıkar. İstanbul’un yenilenen seçimlerindeki “adaletsizlik” hikâyesi bunun en son örneğidir. Kürt oylarını kazanabilmek için  Öcalan’dan mektup getirildi, kırmızı bültenle aranan kardeşi Osman Öcalan TRT Kürdi’ye çıkarıldı. Buna rağmen İstanbul’daki Kürtlerin büyük çoğunlukla Ekrem İmamoğlu’na oy verdiği seçim sonuçlarından anlaşılıyor.

Diyarbakır, Van ve Mardin büyükşehir belediyeleri seçimden önce zaten kayyumlar tarafından yönetiliyordu. Peki, seçime gidildiğinde ne oldu? Diyarbakır’da 62,9’la, Van’da 53,8’le, Mardin’de 56,2’yle seçimi HDP aldı. Seçilmiş başkanların görevlerinden uzaklaştırılmaları,  seçime ne gerek vardı anlayışını doğuruyor. Yerel yönetim seçimlerini kayyumdan, HDP’yi de terörden arındırmadan bu işin içinden çıkmak mümkün görülmüyor.

Terörden medet uman, teröre destek veren, birliğimizi ve dirliğimizi bozan hiçbir eyleme bu aziz vatanda göz yumulmayacağını herkesin anlaması gerekiyor Seçilmiş olmak, seçilene suç işlemek ve hukuka uymamak imtiyazı tanımaz. Ancak bu süreçte alınan idari kararlar devlete ve hukuka olan itimadı sarsmamalıdır. Hukukun üstünlüğü esas alınmalı ve cezaları kesinleşmiş yargı kararlarına göre hareket edilmelidir. Haklarında herhangi bir yargı kararı olmayan yeni seçilmiş belediye başkanlarını görevden almak, halka “bu işler artık siyasetle, seçimle falan olmuyor” dedirtmekten başka bir işe yaramaz. Bu da PKK’ya hiç kimsenin veremeyeceği moral desteği vermek demek, o seçmen kitlesini siyaset dışı arayışlara itmek, PKK’nın ekmeğine yağ sürmek demek olur. Hatırlanacağı üzere, Leyla Zana’nın TBMM’de Kürtçe yemin etme teşebbüsünden sonra HEP’li milletvekillerinin Meclis çıkışında polis tarafından gözaltına alınış şekli bölgede ciddi duygu kırılmalarına yol açmıştı.

Görülen o ki, Kürt oylar derin bir kimlik bilinci yaşıyor. Hakim ittifakın din soslu milliyetçilik hikâyeleri fayda getirmiyor. Kürtlere yönelik bu kadar milliyetçi, otoriter bir politika izlenmesi Kürtlerinin önemli bir kısmının AK Parti ve Erdoğan’a olan sempatilerini azaltıyor.  Başlangıçta AK Parti daha babacan, daha kucaklayıcı bir devlet tavrı sergilemişti, ancak bugün güvenlik politikalarına mahkûm edilen bir AK Parti söz konusudur. AK Parti’nin altını oyan Bahçeli ve Soylu politikaları ile bu sorunun çözülemeyeceği artık görülmelidir. Yapılan uygulamalar geniş Kürt topluluklarında nasıl bir izlenim bırakıyor, nasıl bir duygu bölünmesine yol açıyor düşünülmesi gereken bir konudur.

Ayrıca, seçimlerden 141 gün sonra ve yargı kararları olmadan kayyum atamakla, dünyaya “siyasi erk seçilmiş muhalifler görevden alıyor” görüntüsü vererek ülkenin hukuk imajını zedelediği gibi Türkiye karşıtlarına da propaganda malzemesi verilmiş oldu. Şer güçlerin bu tip olayları gerekçe göstererek “Kürt hamisi rolü”ne soyunmalarına fırsat vermemek gerekmektedir.

Belediyelerin teröre kaynak aktarmasına elbette asla göz yumulamaz. Ancak başka Belediyelerde de rüşvet, iltimas, imar ve ruhsat yolsuzluklarına da engel olunmadı. Buralarda yaşanan haksızlık ve hukuksuzluklar, israf ve yandaş kayırmaları ayyuka çıktı. Kısacası bu kokuşmuş düzenden herkes nemalandı. Sen alan açarsan, rüşvet ve yolsuzluk çarkı oluşturursan, sui-misal olursan; o da kendi örgütünün finansmanında aynı yöntemleri kullanır. Hedefler farklı olabilir ama yöntemler hep aynı oldu ve terörle atbaşı giden ekonomik ve hukuki ahlaksızlık dağları aştı.

Tabii ülkemizde bir de çifte standart var. Bir CHP milletvekili Mısır'ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yapılan antidemokratik darbe ile ilgili paylaşımında, sandığı ve halk iradesini küçümseyen bir ifade biçimi kullanarak “Seçimle geldik diye kafa tutan Mursi üç günde gitti. Demokrasinin sandıktan ibaret olmadığını anlayabildi mi?” demişti. Bu muhterem, üç Belediye başkanının görevden uzaklaştırılmasını ise  ''seçmen iradesinin gaspı'' olarak nitelendiriyor. Tutarsızlık diz boyu maalesef.

Ümmete Her Koldan Saldırılar Devam Ediyor - KEŞMİR

Hindistan'ın yarım asırdan uzun süredir Cammu Keşmir'e özel statü tanıyan Anayasanın 370. maddesinin 5 Ağustos'ta iptalinin ardından bölgenin içinde bulunduğu durum ve geleceğiyle ilgili gerilim sürüyor. Sıcak gelişmelerin yaşandığı Cammu Keşmir'de keyfi göz altıların yapıldığı, güvenlik güçlerinin orantısız güç kullandığı, kamuya açık toplantıların yasaklandığı, okulların kapatıldığı, mobil ağlara ve internete kısıtlama getirildiği bildiriliyor. Topraklarının büyük bir kısmı Hindistan işgali altında olan Keşmir'de insani bir kriz kapının eşiğindedir. Hindistan'ın kabul edilemez uygulama ve kararlarıyla Müslümanların zaten zor şartlarda yaşadığı Keşmir bir ateş hattı olma yolunda ilerlemektedir.

Keşmir sorunu, İngiliz sömürgesinden kurtulan Hint Yarımadası'nda Pakistan ve Hindistan'ın iki ayrı ülke olarak Ağustos 1947'de bağımsızlıklarını ilan etmesiyle başladı. İngilizler 1947'de Hindistan'dan çekilirken, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgeyi Pakistan’a, Hintlilerin yoğun olduğu bölgeyi de Hindistan’a vermişler, Keşmir bölgesinin hangi tarafta kalacağını ise, Keşmir halkının buna karar vereceği bir referandumun sonucuna bırakmışlardı. Nüfusunun yüzde 90'ı Müslüman olan Keşmir halkı, 1947'de Pakistan'a katılmaktan yana tavır alsa da dönemin prensi, Hindistan ile birleşmeye karar vermiş, ancak karara Müslüman Keşmir halkı karşı çıkmıştır. O günden bugüne kadar bu bölgede sürekli çatışmalar yaşanmış ve on binlerce Müslüman katledilmiştir.

1 Ocak 1949'da Birleşmiş Milletler arabuluculuğunda imzalanan anlaşmaya göre iki ülke de askerlerini geri çekecek, Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılacak halkoylamasıyla Keşmir'in geleceği karara bağlanacaktı. Ancak Hindistan,  anlaşma maddelerine hiçbir zaman uymadı. Hindistan bölgede asker bulundurmaya devam ettiği gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu Cammu Keşmir'i de kendine bağladı. Hindistan, sorunun başlangıcından bu güne Cammu Keşmir bölgesinde Müslüman nüfusu azaltmak için oraya Hintli nüfus aktararak demografik yapıyı kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır.

Tıpkı İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde olduğu gibi küresel güçler, Keşmir'de meydana gelebilecek çatışma ve gerilimler üzerinden çıkar hesapları yapmaktadırlar. Camiler ve mescitler Hindistan tarafından terör yuvaları olarak, toplu ibadetleri terör eylemi olarak lanse edilmektedir. Aynı oyun burada da oynanmakta İslam terörle özdeşleşmeye çalışılmakta, sonuçta yine Müslüman kanı akıtılmaktadır.

Keşmir, Hindistan saldırılarında veya mayınlarında sakat kalmış insanlarla doludur. Sadece 1990-99 yılları arasında Hint saldırıları sonucunda ölen kadın, çocuk, asker sayısı 63.000 kişinin üzerindedir. Her gün neredeyse ortalama 20 Müslüman şehit edilmektedir. Kadınlar tecavüze uğramakta, medrese ve hastaneler bombalanmakta, okullar ateşe verilmektedir. Halkın kendi dillerini konuşması, bayanların örtü takması yasaklanmaya çalışılmaktadır. Sosyal ve ekonomik kıskaca alınmış olan Keşmir’de vahşet feci boyutlardadır. Yapılan zulümler, işkenceler, baskılarla gizlenmekte, İnsan hakları örgütlerinin hazırladıkları raporlar yok sayılmakta olduğundan başta BM olmak üzere dünya olaya sessiz kalmaktadır. Kısacası ümmetin bir sorunu olan Keşmir kanayan bir yara olarak devam etmektedir.

Eğitim Yılı Başlıyor

Kendimizi bildiğimizden beri gelen her hükümet her bakan Eğitim Reformu’nun şart olduğundan bahseder. Ancak yaptıkları iş havanda su döğmekten öteye geçmez. Ufak tefek yamalarla iş geçiştirilir. İşinin uzmanı olmayan, siyasi dengelere göre görevlendirilen Bakanlara teslim edilen eğitimi her gelenin kafasına göre yaptığı değişikliklerle bir yamalı bohça görünümündedir. Ülkenin kimlik meselesi hakkında fikri olmayan, tarih şuurundan yoksun, donanımsız kadrolarla yönetilmeye çalışılan milli eğitim hali içler acısı.  

Bir ülkenin, bir milletin en önemli meselesi eğitimdir. Geleceğin parlak veya karanlık olması eğitime bağlıdır ve eğitim ile şekillenir. Nureddin Topçu merhum; “Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. Şu halde millet maarif demektir.” diyor.

Konforlu lüks okul binaları yapmak, daha çok derslik yapmak, bedava kitap dağıtmak meseleyi çözmüyor. Asıl olan o kitapların içinde ve o okullarda müfredat olarak neyi öğretiyorsunuz ve hangi vasıftaki öğretmenler eğitim veriyor meselesidir. Öğretmen düzelmeden insan kalitemiz asla yükselmez. Milyarlarca lira para harcayarak teknoloji çöplüğüne döndürülen okullarda bu projelerin eğitimimize katkısı ne oldu acaba? O paralar öğretmenin niteliğini yükselmek için harcansaydı daha iyi olmaz mıydı? 

Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kemalist ilkelerle yönlendirilmeye çalışılan eğitim politikaları bir mankurtlaştırma projesi olarak devam ede geldi. Eğitim Kemalist ideoloji üzerine değil; millî, dini ve evrensel değerler üzerine kurulu olmalıdır. Kemalist ilkelerle Türkiye’yi eğitimi şekillendirmekle, ideolojik muhtevayı zihinlere yüklemekle Türkiye’yi yönetmenin mümkün olmadığı artık anlaşılmalıdır. 17 yıllık iktidar döneminde 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerine taş çıkartacak şekilde okulların içini dışını Atatürk ve Atatürkçülük malzemeleri ile doldurmak neyin nesi anlamak mümkün değil.

D. Mehmet Doğan üstadımızın ifade ettiği gibi, Türkiye’nin derin yapısı bize şunu söylüyor; “Siz neyi seçerseniz seçin, resmi ideoloji yerli yerindedir. Kültürel alanda ve eğitimde tek parti ideolojisini değiştiremezsiniz, Sizin iktidarınız en fazla siyaset alanında kalır.”[1]  Demek ki, 28 Şubatta gözyaşları içinde okudukları Onuncu Yıl Marşı’nda; “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan; On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” denildiği gibi istedikleri nesli oluşturmaya devam ediyorlar.

Tarih dersini seçmeli ama tek adama irca edilmiş inkılap tarihini mecburi hale getirirseniz, çocuklarımızı tarihin 1919’da başladığına inandırmaya devam edecekseniz bu milletin varlığını yok sayıyorsunuz demektir. Tarih kültürü vermek yerine, Atatürk dogmatizmini din gibi körpe zihinlere zerk etmeye devam ederseniz, Genç nesilleri inkılâp tarihi ile alternatifsiz CHP zihniyetine yönlendirirsiniz. Nitekim seçimlerdeki genç nüfusun oylarından görmek mümkündür. 

1928’den önce yayınlanmış Türkçe kitapları okuyamayan. 1927’de vefat etmiş büyük dedesinin mezar taşını okuyamayan, 1928’den önceki arşivi, mektupları, belgeleri okuyamayan cahil bir nesil yetiştirildi. Bir İngiliz çocuğu Shakespeare okuyunca anlayabiliyor ama bizim çocuğumuz Fuzuliyi anlayamıyor. Dünyanın başka bir yerinde böyle bir kültür katliamı ne görüldü, ne de düşünüldü. Doksan yılda dil üzerinde oynanarak nesiller arasındaki bağ koparıldı, eğitim üç yüz kelimelik sokak Türkçesine mahkûm edildiği için fikirde, bilgide de mutabakat kalmadı, zihni karmaşa devam edip durdu. Onun için Cemil Meriç üstadımız;  Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler köksüz” diyor.

Dünyanın ileri ülkelerinde genç kuşaklara liselerde çok güçlü bir felsefe, mantık, ahlak eğitimi verilmektedir. Bu dersleri seçmeli yapmak, bilmeyi, düşünmeyi, yazmayı öğretmeden sadece test çözmeye mahkûm etmek yol değildir. Tamiri, ıslahı mümkün olmayan bugünkü ideolojik eğitim sisteme yerine yepyeni bir sistem kurmak gerekiyor. Öncelikle de dili düzeltmek gerekiyor. Çünkü bir takım anlamı belirsiz, yerleşmemiş uyduruk kelimelerle bir yere varılmaz.

OECD ülkeleri arasında yapılan PISA testi sonuçlarına göre, Türkiye’deki öğrenciler bilim, matematik ve okumada OECD ortalamasının altında kaldığı ve Türkiye 72 ülke arasında 50. sırada yer alırken, önceki testlere göre de performansının gerilediği ortaya çıkmıştı. Orta öğretimdeki sınıf geçme sisteminde öğrencinin sınıfta kalması için aptal olması lazım. Hiç bir şey öğrenmeden mezun ettiğimiz çocuklardan binlercesi ÖSS sınavlarında sıfır çektiğini görüyoruz.

Vasıflı kuşaklar yetiştirmenin yolu bilgi ve kültürün yanında ahlak ve karakter terbiyesi veren, sanat ve estetiğe önem veren bir eğitimden geçer. Eğitim çocukları bilgi hamalı yapmak yerine onlara değer kazandırmalıdır. Önce iyi bir insan nasıl olunur, ahlak nedir, vicdan nedir, adalet nedir, bunları öğretmek lazım çocuklara. Özgür düşünceli, açık fikirli vatanına, milletine bağlı nesiller yetiştirmeliyiz. Eğitimin diplomalı okuryazar yetiştirmek yerine kendi toprağından ve kültüründen beslenen bir kimlik inşa etmesi lazım gelir.


[1] D. Mehmet Doğan, Karar Gazetesi, 01.04.2019

1 Ağustos 2019 Perşembe

Türkiye’yi Yeniden Düşünmek

(Umran Dergisi)

 

Doğu Akdeniz Gerilimi - Kıbrıs

Doğu Akdeniz Türkiye için çok önemli bir jeopolitik çekim alanıdır.  KKTC ile birlikte 21’inci yüzyılda kaderimizi etkileyecek bu alan hakkında yapılacak bir hata gelecekte geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabilir. KKTC’nin siyasi ve jeopolitik varlığı, Türkiye’nin Yunanistan – Güney Kıbrıs –İsrail – Mısır – AB - ABD gibi şer güçlerin ittifakıyla güneyden çevrelendiği bugünkü konjonktürde artık hayati bir önem arz etmektedir.

Uluslararası hukukun teminatı altında olan Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıslı Türklerin Doğu Akdeniz’deki hakkını korumasına AB’nin yaptırım ile cevap vermesi kötü niyetlerinin bir ifadesidir. Rum Yönetimi KKTC’yi yok sayıp ada çevresindeki enerji kaynakları üzerinde uluslararası hukuku hiçe sayarak kendi başına tasarrufta bulunup, tek taraflı ilan ettiği münhasır ekonomik alanlarda arama ruhsatları vererek, çatışmaya davetiye çıkarıyor. Buna karşılık, sözde müttefiklerimiz ABD, NATO ve AB ‘uzlaşalım’ diyen Türk tarafının faaliyetlerini yasadışı olarak görürken, esas haydutluğu yapan diyen Rum tarafından yana tavır koyuyor. AB Dış İlişkiler Konseyi aldığı kararın kapsamında fon kesintisi, üst düzey toplantıların şimdilik yapılmaması, Hava Ulaştırma Anlaşması'na ilişkin müzakerelerin askıya alınması, Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’ye yönelik mali yardımları gözden geçirmek gibi hususlar bulunuyor. AB, Kıbrıs’ın doğal kaynakları üzerinde KKTC’nin de eşit haklara sahip olduğundan hiç bahsetmemekle ne kadar ön yargılı ve taraflı olduğunu göstermektedir. AB Kurallarına göre komşularıyla ihtilaflı olan devlet üyeliğe kabul edilemez hükmü olduğu halde Kıbrıs’ta Türklerin haklarını gasp eden Rum tarafı üyeliğe kabul edilmiş ve her vesile ile arkasında durularak şımartılmıştır. Kurtuluş Savaşında da İngilizler şımarık Yunanı üzerimize saldırtarak o mezalimlerin işletmişti.

Bu arada dostumuz(!) Rusya’da şer kervanına dahil olup bölgedeki gelişmeleri kaygıyla izlediğini belirterek,  "Kıbrıs'ın egemenliğine saygı duyulması gerektiğini ve Rumların haklarının ihlal edilmemesi" çağrısı yapıyor. Demek ki tarih tekerrür ediyor ve düşman her zaman düşmanlığını yapıyor.

ABD  32 yıldır Güney Kıbrıs’a uyguladığı ambargoyu kaldırıyor. Fransa  Kıbrıslı Rumlar bir deniz üssü anlaşması imzalayarak Kıbrıs Rum Yönetimi ile dayanışma içerisinde olduklarını belirtiyor ve Türkiye'ye uluslararası hukuka saygı göstermesi gerektiğini hatırlatıyor.. AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ise konuyla ilgili "Türkiye bölgenin istikrarını tehlikeye sokacak her türlü hareketten kaçınmalıdır." ifadelerini kullanıyor.

Türkiye’nin kıta sahanlığının neredeyse üçte birlik bir kısmının (150 bin km karelik bir alan) Yunanistan ve Güney Kıbrıs tarafından gasp edilmesine ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya başta olmak üzere NATO devletleri ile İsrail ve Mısır onay verirken, Türkiye’ye tepki göstererek bu alanı tanımaya ve uluslararası hukuka saygıya davet etmektedirler. Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarımızda önümüzü kesmek istiyor, ülkemizi açıktan tehdit ediyorlar.

Hangi Stratejik Ortaklık

Son 5 yıldır PKK/PYD'yi on binlerce tır silah, mühimmat ve teçhizat göndererek silahlandıran, 15 Temmuz'da FETO üzerinden Türkiye’yi işgale çalışan, FETÖ’yü koruyup iade etmeyen ABD’nin bize yapmadığı kötülük kalmadı. Ağustos 2016'da, ''1 Ay içinde Menbiç'den çekileceğim'' dedi. 2018 Ekim'de, Suriye’den çıkıyorum'' dedi. Hiçbir sözünde durmayan ABD “stratejik ortaklık” hikâyeleri ile Türkiye’yi oyalayıp durmaya devam ediyor.

S-400’den sadece menzil farkı olan S-300 füzeleri birçok NATO ülkesinde (Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Slovenya) bulunmaktadır. İsrail’in elinde F-35 uçakları, Suriye’de ise s-300 füzeleri vardır. Buralarda problem olmuyor ama nedense Türkiye söz konusu olunca kıyamet kopuyor. Patriot istiyoruz satmayız diyorlar kendi güvenlikleri için getirdiklerini Patriotları da söküp götürdüler.  Hem istediğimizi vermiyorlar hem de başka kaynaklara yöneldiğimizde engel çıkarıyorlar. Parasını ödediğimiz uçakları vermiyorlar. Yapmadıkları düşmanlık kalmadı. Her türlü kötülüğü yapıyorlar, bir taraftan da adeta bizimle alay edercesine Türkiye ile olan stratejik ortaklığa değer verdiklerini söylüyorlar. Bu nasıl bir müttefikliktir ki F-35 programının ana ortaklarından biri olan ve uçağın %7’sini üreten Türkiye’yi, ABD mahalle kabadayısı gibi tek taraflı olarak “seni çıkardım” diyerek dışarı atıyor. Biz ABD’nin kölesi miyiz, müttefiki miyiz? Diğer ortaklar da böyle bir şey olamaz diye ses çıkarmayıp bu haksızlığı onaylıyorlar. Üstelik S-400 Anlaşması 2017 yılında çıkarılan CAATSA (Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) kapsamında da değildir.

İngilizler de 104 sene önce parasını verdiğimiz iki savaş gemimizi gasp etmişti. Birinci Dünya Savaşı öncesi İngiltere’ye sipariş edilen parası kıt imkanlar içindeki halktan toplanarak peşin ödenen Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koyarak teslim etmediler. Tıpkı bugün F-35’leri teslim almaya giden ekibimizi geri gönderdikleri gibi,  gemileri teslim almaya giden Rauf Orbay komutasındaki denizcilerimizi de gittikleri gemiye bindirerek geri gönderdiler. Sultan Osman gemisinin adını “Agincourt”, Reşadiye gemisinin adını da “Erin” olarak değiştirerek kendi donanmalarına kattılar ve savaş sırasında bize karşı kullandılar. Ödediğimiz paraları da savaş tazminatı sayarak üzerine yattılar.

S-400’ler NATO hava savunma sitemine entegre olamayacakmış. O zaman sistem ile uyumlu olan sizin sisteminizi alalım diyoruz, satmam diyorlar. Başkasından alacağım diyoruz, alamazsın diyorlar. Ne yapacak Türkiye? Bu ülke şu an duvarları olan çatısız bir ev gibi havadan gelecek saldırılara karşı korumasız durumda.. Böyle kalın, biz istediğimiz zaman tepenize binelim diyorlar. Tehdit ederek, azarlayarak küçük düşürerek eskiden olduğu gibi Türkiye’ye istediklerini yaptırmaya çalışıyorlar. Türkiye hep bize mahkûm olsun istiyorlar. 1930’larda 40’larda uçak üreten, dışarıya uçak satan bu aziz ülkenin milli harp sanayini baltalayan, silah fabrikalarını sabotajlarla havaya uçuran içerideki hain ve gafillerin eseridir bu günkü muhtaçlıklar. 

1952’den beri yanımızda gibi gözüküp her daim arkadan hançerleyen NATO milli harp sanayimizi kurmamıza da engel oldu. ‘Senin silah yapmana gerek yok, ben veririm’  dedi ama her fırsatta Türkiye’ye ambargo uygulamaktan kaçınmadı. En önemli üsleri Türkiye’de olan NATO’ya her türlü desteği şartsız verdiğimiz halde, onlar en zor günlerimizde arkamızda durmadılar. NATO kurallarına göre herhangi bir üye ülkenin maruz kaldığı tehlikelere müdahale etmesi gerekirken, bugüne kadar ülkemizin hiçbir derdine derman olmamış, bilakis elinden gelen kötülüğü yapmıştır. Ne PKK ile mücadelede, ne gasp edilen F-35 projesindeki haklarımızda, ne Kıbrıs meselesinde yardımcı olmadığı gibi, 15 Temmuz hain darbe girişiminde de azmettirici rol üstlenmiştir. Sovyet tehdidi sırasında Türkiye’yi ileri bir karakol gibi kullanan NATO, Soğuk Savaş sona erdikten sonra İslam’ı birinci tehdit olarak ilan etmiştir.

Kodları ABD’nin elinde olan uçakları zaten adamlar istedikleri zaman kilitleyip devre dışı bırakmaya muktedirler. Dost düşman tanımı yapacak yazılımlar bunların kontrolündedir. Bu açıdan bakıldığında belki de F-35’lerin Türkiye’ye verilmesi ülkemiz için hayırlı olmuştur. Onlara harcanacak para ile kendi uçağımızı yapmak mümkün olacaktır inşallah. Şu an bize en büyük düşmanlığı yapan ABD’nin bize kullandırmayabileceği uçağa ödeyeceğimiz milyarlarca doları kendi milli uçağımız yapmak için harcamak imkânı doğmuştur.

FETÖ’nün Siyasi Ayağı ve Deşifre Edilemeyen FETÖ’cüler

ABD’ye hizmet için kurulmuş FETÖ’nün devlet içerisinde örgütlenmesine göz yumuldu. Dünyada eşi benzeri olmayan bir casusluk şebekesinin yurtdışındaki okullarına referans olundu. Soruların çalınması, hileli sınavlar ile ülkenin sınav sistemini bozdu, liyakat sistemini bozdu. İnsanların devlete, dini cemaatlere olan inancını sarstı.

Tehlikeyi ilk fark eden Rusya oldu. Bunu bizim devletimiz niçin fark edemedi veya etti de göz mü yumdu? İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı FETÖ şüphelisi 28 muvazzaf asker hakkında gözaltı kararı çıkarırken yaptığı açıklamada, 'FETÖ’nün TSK içerisine sızmış ve halen deşifre edilemeyen mensupları sayıca darbe girişimine katılanlara oranla daha fazla' diyor. Bu tedirgin edici açıklamalar insanı ürkütüyor. Hala sanki bazı şeyler saklanıyor. Mesela futbolcu imamı, fırıncı, baklavacı imamı bulunan örgütün siyasi ayağı bütün ısrarlara rağmen açıklanmıyor, üzerine gidilmiyor.

15 Temmuz sadece FETÖ mensuplarının yürüttüğü bir darbe teşebbüsü değildir. Bunlarla ortak hareket eden ülkeler,  yerli işbirlikçi marjinal guruplar, kurumlar, yapılar ve istihbarat örgütleri var. Devletin bu yapıyı çözümlemedeki başarısı, ülkemize yönelik küresel operasyonların, tuzakların ve oyunları anlaşılması için bir anahtar niteliğindedir.

Türkiye Karşıtı Cephe Devrede

Türkiye çok boyutlu bir mücadelenin içindedir. Alçaklıkların biri bitiyor biri başlıyor. Türk diplomatlarına saldırı, açık denizlerde Türk gemilerine saldırı, Türkiye vatandaşlarının rehin alınması, orman yangınları gibi musibetlerin üst üste gelmesi tesadüf müdür acaba? Son zamanlarda neredeyse iki ayda bir Güney Kıbrıs ve Yunanistan da katılımıyla Akdeniz’de yapılan müşterek tatbikatlarda, Türkiye karşıtı düşmanca senaryolar uygulanmaya devam etmektedirler.

Maruz kaldığımız küresel kuşatmanın tüm boyutlarını görüp analiz etmek gerekmektedir. Türkiye karşıtı konsorsiyum, Türkiye’yi küçük bırakmak, kontrol etmek, gelişmesine engel olmak, sorunlarla boğuşmasını sağlamak için çok boyutlu strateji izlemektedir. Küresel konjonktür içerisinde Türkiye’nin hakim güçlerle rekabet edebilecek,  uluslararası arenada güçlü ve bağımsız bir aktör haline gelmesini istemiyorlar. Bölgesel güç haline gelen ve küresel vesayet sistemi karşısında kendi lehine yeni bir denge arayışına giren Türkiye’yi dizginlemek için NATO/ABD/AB, sadece FETÖ’yü ve PKK’yı değil ülkemize saldırı yürüten bilumum terör örgütlerini desteklemekten geri durmuyor, Türkiye’yi zayıflatıp parçalamak, rahat yüzü göstermemek için her türlü pis oyunu tezgâhlıyorlar.

Türkiye’nin ekonomik, sosyal, askerî, siyasi ve kültürel birikimini, gelişim potansiyelini ve güçlenme imkânlarını yok ederek; Türkiye merkezli bir toplum ve devlet modelinin, insani bir küresel sistem tasavvurunun, İslam Birliğini yeniden tesis edecek bir atılımın, Batı’dan bağımsız ve güçlü herhangi bir kültür ve medeniyet projesinin var olmasını istemiyorlar. Batı’nın arzuladığı Türkiye,  zayıf bir ordunun ve düşük profilli bir iktidarın ülkeyi yönetmesi ve kendilerine güdümlü, dirençsiz, güçsüz, ekonomik ve teknolojik olarak bağımlı, istenileni yapmaktan başka çaresi olmayan bir ülkedir. Geçen yıl açıklanan bir kısım CIA belgelerinden 25 Haziran 1984 yılında hazırlanan "Batı'nın güvenliğinde Türkiye'nin rolü" başlıklı belgede şöyle bir cümle görülüyor; NATO'nun en fakir ülkesi. Kendi ihtiyaçlarını kendi kaynaklarıyla sağlama kapasitesi yok’. İslam Aleminin lider ve lokomotif ülkesi olmaya aday olan Türkiye’nin her daim dış desteğe muhtaç, kendi başına strateji geliştirmeyecek kadar zayıf ve aciz, kontrol edilebilir bir ülke olarak kalmasını arzu ediyorlar..

Bunun için Türkiye’ye en ağır baskıları uygulamakta, çeşitli müdahaleler ile köşeye sıkıştırarak etkisiz ve hareketsiz kılmaya çalışıyorlar. İşte 15 Temmuz, İslam Dünyasını teslim almak isteyen küresel vesayet sisteminin Türkiye ile hesaplaşmasının zirve noktasıdır. Bir yanda direnen Türkiye, diğer yandan para ve silah gücüyle egemenliğini pekiştirmek isteyen küresel güçler. Türkiye hem kendi hem de İslam âleminin varlığını koruyabilmek, küresel sistemin çarklarını kendi lehine çevirmek ve bu hesaplaşmayı kazanmak için mücadele vermektedir.

Rahip Brunson olayında Trump, bütün dünyanın gözü önünde “Türk ekonomisini yok edeceğiz” diyordu. Bu tehditler 55 yıl önce, 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson’un, o dönemde Başbakan olan İsmet İnönü’ye gönderdiği tehdit mektubunu hatırlatıyordu. O zamanlar Türkiye’nin Kıbrıs'a çıkarma yapacak çıkarma gemileri yoktu. Türkiye çok zayıftı ve Amerikan yardımlarıyla ayakta duruyordu. Ama artık Türkiye o eski Türkiye değildir. Artık Türkiye’nin bu tehditleri karşılıklı söz düellosu ile geçiştirmek yerine elindeki ‘İncirlik üssü’, Pirinçlik üssü, ‘Kürecik Üssü’ ve diğer üsler gibi kozları masaya sürme zamanı gelmiştir diye düşünüyoruz. Bugün Türkiye savunma sanayiinde%70 yerlilik oranını yakalamış bir ülkedir. Türkiye artık istedikleri zaman azarlayarak, tehdit ederek istediklerini yaptıracakları bir ülke olmak istemiyor ve küresel kuşatmaya karşı direniyor. Tıpkı S-400’lerin teslimatında gösterilen kararlılık gibi Türkiye’nin blöf yapmadığını herkes bundan sonra görmelidir.

Türkiye’nin Yeni Bir Hikâyeye İhtiyacı Var

Tarihin akışının, Türkiye için, coğrafyamız için, dünya için oldukça hızlandığı zamanlardayız. Emperyalistler karşılarında işgal ve sömürü politikalarını sorgulayan, suçlayan ve teslimiyetçiliği reddeden bir Türkiye istemedikleri için, bu güç mücadelesi hiçbir zaman sona ermeyecektir. 

15 Temmuz’dan bu yana devleti geri almaya çalışan Türkiye’nin güçlü bir toplum, güçlü bir devlet olmak için direncini artırarak yola devam etmelidir. Çok dinli, çok kimlikli imparatorluk varisi bir toplumu ittihatçılardan bu yana kurgulanmış olan bir ulusal kimlik dayatması ile “Atatürk milliyetçiliği” adı altında Kürt düşmanlığına tebdil ederek ülkenin beşeri ve ekonomik kaynaklarını 40 yıldır tüketen bir bela haline getirdiler. Statükocu Kemalist Türkçü devlet diliyle ne içeride millet nezdinde ne de dışarıda ümmet nezdinde kuşatıcı olunamaz. İslam dünyasına liderlik söylemi ile içerde kullanılan ayrıştırıcı milliyetçi dilin bir araya gelir tarafı yoktur. Dindar kesime milliyetçilik şırınga ederek statükoya eklemlenmesine çalışmakla da bu ülkenin geleceğini sağlayamazsınız. Bu milletin et ile tırnak haline gelmiş iki ana unsuru arasındaki husumetin ortadan kaldırılması ancak ortak payda olan İslami hassasiyetin öne çıkarılmasıyla gerçekleşebilir. Bu yaklaşım, Kürt oylarını rehin alan inançsız ve emperyalistlerin taşeronu Kürtçü faşizmi de bertaraf edecek bir dil olmalıdır.

Bizim artık Türkiye konusunda yeni şeyler düşünme zamanımız gelmiştir. Türkiye, bütün bu gerçekleri nazari dikkate alarak yeni politikalar üretmeli ve yeni hamleler başlatmalıdır. 

Yeni bir dünya kurulurken Türkiye yeni bir enerji ile kendi hikâyesini yazmalıdır. Başkan Erdoğan artık ehliyet ve liyakati öne çıkaracağız ve yerleştireceğiz diyor. Bizde inşallah diyelim ve bu hikâyenin temel felsefesinin adalet, hakkaniyet, dürüstlük, ehliyet ve liyakat olması gerektiğini hatırlatalım.

1 Temmuz 2019 Pazartesi

MÜSLÜMANLIĞIN EN ZAYIF HALİ ÇARESİZLİK…

(Umran Dergisi)

 

Bu resim telefonuma düştüğünde çağdaş Ebu Cehillerin, Firavunların hüküm sürdüğü Mısır’da Mursi adında bir Yusuf yine toprağa düştü dedim. Zindana atıldığı günden itibaren öldürmek için planlar yapıp 6 yıl boyunca sistematik bir işkenceye tabi tuttular. Ailesiyle sadece 2 kez görüştürüldü. Ağır şeker hastası olmasına rağmen ilaçlarını vermediler. Yavaş yavaş zehirleyerek tek başına kaldığı daracık hücrede hem bedenine hem aklına hem ruhuna eziyet ettiler. Fenalaşıp yere yığıldığında 50 dakika müdahale yapılmadı. Yarım saat ambulans çağrılmadı. Bile bile ölüme terk edildi.

Şehidin cenazesi bile Sisi ve müttefiklerini korkuttu. Köyünde defnedilme vasiyeti olmasına rağmen cenazesi ailesine teslim edilmedi. Şafak vaktinde yangından mal kaçırır gibi yoğun güvenlik tedbirleri altında alelacele defnettiler. Ailesi ve avukatı dışında hiç kimsenin, basın yayın kuruluşlarının yaklaştırılmadığı mezarlığa girme ve görüntüleme için sadece İsrail’in KAN televizyonuna izin verilmesi bu hainlerin ne kadar alçaldığını ve kime hizmet ettiklerini gösteriyor.

Evet, İslam dünyası büyük bir değerini kaybetti. Piyon olarak kullanılan cuntacı hakimlerin yürüttüğü tiyatro mahkemede şehidimiz her daim darbecilere meydan okudu. O inandığı dava uğruna katillerle işbirliğini reddeden tavizsiz tutumu ile daima mazlumların yanında yer aldı. Başkan seçildiğinde başkanlık sarayına taşınmadı, kirada oturduğu evde yaşamaya devam etti. Görevdeyken hiç maaş almadı. Muhammed Mursi, bilgi ve birikimi yüksek, davasında samimi, gerçek bir Müslüman lider olduğunu zindanlardaki direnişi ile göstermiş, davası uğruna hayatını feda etmiştir.

2012 yılında İsrail Gazze'ye saldırdığında tarihe geçen bir konuşma yapmış ve İsrail'e şöyle meydan okumuştu: 'Şayet İsrail bombardıman ve işgallere son vermezse Mısır halkının kahredici gücünü görecektir.' demişti. Tek gündemi Mısır halkı ve ümmetin felaha erişmesiydi. Bir gecede 4 bin Mısırlıyı barbarca öldürülen darbecilere her daim yiğitçe meydan okudu. Onun çağdaş firavunlara karşı verdiği savaş ve “Haksızlığa boyun eğmeyin, anneler ve babalar çocuklarına ‘Sizin ecdadınız adam gibi adamdı.’ diyecekler” sözü inşallah hiç unutulmayacaktır.

Şehit olduğu duruşmada Filistin ve Katar ajanlığı gibi komik bir suçlama ile yargılanıyordu. Türkiye sevgisi ve Tayyip Erdoğan ile dostluğu başta İsrail olmak üzere bölgedeki Suud ve BAE gibi kukla rejimlerin hoşuna gitmemişti. Bu karanlık ittifak 6 yıl boyunca katil Sisi’ye destek vererek, finansman sağlayarak işkence sürecine doğrudan müdahil oldular ve böyle bir Müslümanı katlettiler.

Yemen’de, Libya’da Müslümanların kanını akıtan, Türkiye’ye karşı açık savaş ilan eden, şer güçleri ile ittifak eden, güce tapan bu katillere bakınca, bir anda insan her şeyin bittiğine, takatinin tükendiğine ve bu zalimlere karşı yapacak bir şeyin kalmadığı vehmine kapılıyor. Yeryüzünde çaresizin, mazlumun, kimsesizin feryadı gökyüzüne çıkarken bunu taşlaşmış yürekler, sağırlaşmış kulaklar, insan haklarından bahseden ABD, İngiltere, AB ülkeleri, Siyonist İsrail, kukla krallıklar, emirlikler bu insanlık dramına sessiz kalmaya devam ediyorlar. İran ve Filistin dahi çok cılız taziye mesajları ile olayı geçiştirdiler. İslam alemi bir kere daha tarih önünde girdiği sınavı kaybetti.

Vicdanı kararmış dünya ile beraber bizler de çaresizce seyrediyoruz…

İslam’ın direnen merkezi Kudüs işgal altında, ABD bölgedeki diktatörlerin gözlerin baka baka orayı İsrail’in başkenti ilan ediyor. Mekke’yi çoktan teslim etmiş olan Körfez’in tiranları yarın orayı da pazarlık masasına süreceklerdir. Şimdi saltanatlarını korumak adına ‘yüzyılın antlaşması’ adı altında Kudüs’ü satıyorlar, Filistin’i peşkeş çekiyorlar. Batı ile ele ele vermiş tüm İslami yapılanmaları ve bizatihi İslam’ın kendisini tehlike olarak ilan ediyorlar. Mursi şimdi özgür, Rabbinin huzuruna alnı açık yüzü ak çıkacak inşallah. Ya siz, ABD’nin ‘abd’ı olan katiller saraylarınızda yaşasanız bile esirsiniz, her gün ölüm korkusuyla yaşayan kölelersiniz.

İnsan dünyanın sonu mu geldi diye düşünüyor. Görünen o ki, şimdilik bu katilleri durduracak bir güç yok. Dünya bu zulümlere seyirci kalıyor. Sürüdeki kuzuyu kurdun değil de çobanın yediği bir dünyada yaşamaktayız. Elimizle bu feryada derman olamıyoruz. İşgalci Ebrehelerin üstüne ebabiller gibi taş yağdıracak, Musa için denizleri yaracak,  İbrahim’i yakan ateşi cennet bahçesine dönüştürecek güç bize kavuşmuyor. Taşlaşmış, kirlenmiş, kararmış kalplerimizle “elimizden bir şey gelmiyor” mazereti ile hayıflanıp duruyoruz.

Dünyanın kara yürekli canileri Müslümanların, masum insanların kanını dökerken bizler peşinden koştuğumuz dizginlenemez arzularımız, isteklerimiz, hırslarımız ile tökezlediğimizin, ümidimizi kaybettiğimizin farkında mıyız acaba? Şu anda İslam Aleminin maruz kaldığı işgal ve istila hareketinin ana kaynağı zalimlere teslimiyet nedeniyledir. Son teknoloji silahlarıyla ülkeleri tarumar ettikleri gibi, psikolojik kavramlarla da umutları, düşünceleri, inançları tarumar ediyorlar.

Karşılaştığımız acılar, ölümler, ihanetler, bize kurulan tuzaklara dikkat etmemizi oyuna gelmememizi gösteriyor. Türkiye’den yükselen samimi sesler insanımızın uyanışının ve dirilişinin bir göstergesi olarak umut vericidir ama henüz yeterli değildir. Herkes için ahlak, adalet ve huzur getirecek bir İslam’i uyanışın tekrar hayatımıza hakim kılınmasıyla ancak yeniden köklü bir değişim, bir diriliş ve kurtuluş gerçekleşebilecektir.

Bize düşen her türlü fedakârlığı göstererek mevkiin, makamın, servetin, şöhretin dayanılmaz hafifliğine kapılmadan, gözünü budaktan esirgemeyen, ilmi ile amel eden, ihlas ve takva sahibi, cihat ehli dava adamları yetiştirmektir. Bu kaliteli insanları yetiştirecek gerekli müfredatı hazırlayacak, maddi kaynakları oluşturacak kurumları oluşturmaktır.

İnşallah Mursi’nin bu kutlu şehadeti Müslümanların ve gelecek nesillerin önünü aydınlatacak bir meşale olacaktır. İnsanlığın kurtuluşuna vesile olacak bir direniş tohumu olarak yeşerecektir.

Yeni Bir İnsan, Yeni Bir Toplum, Yeni Bir Siyaset…

İstanbul’da yenilenen Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde alınan sonuçlar bize artık samimi bir özeleştiriye ihtiyaç olduğunu, bir muhasebe yapılması gerektiğini göstermektedir.

Cumhurbaşkanının daha önce ‘metal yorgunluğu’ diye ifade ettiği gibi belediyelerde 25 yıl, iktidarda ise 17 yıllık bir yorgunluk ve yıpranmışlık vardı. Bu yıpranmışlığın tedavi edilmediği seçimlerde alınan sonuçlardan anlaşılmaktadır. Birilerinin AK Parti içinde ciddi hatalar yaptığı ortadadır. 2011 yılına kadar toplumun kılcal damarlarına kadar erişen AK Parti daha sonra genç ve tecrübesiz kadrolarla buradan uzaklaştı.  Ayrıca ülkemizin sistemi çok çabuk/çarçabuk değiştirilerek adeta 50+1’e mecbur edildi. Buna uygun değişiklikler aynı hızla yapılamadığı gibi  Parti ve bürokrasi de buna uyum sağlayamadı.

31 Mart sonuçları bir tepkiyi işaret ediyordu ama bu tepki iyi ölçülüp değerlendirilemedi. Mahalli bir seçimin dış politikaya malzeme yapılması, ülkenin beka meselesine kilitlenmesi toplum tabanında çok inandırıcı bir yaklaşım olmadı. Türkiye’nin onca meselesi varken İstanbul seçimlerini bu kadar öne çıkarmak uygun görülmedi. Gündelik ve göstermelik bir takım davranışlar toplumu aptal yerine koymak gibi algılandı. Yapılan vaatlerin daha önce iş başındayken neden yapılmadığı sorgulandı. Haksızlıklara karşı çıkan, özgürlükleri savunan, haksızlıkları çözmek için iş başına gelen bir iktidar son yıllarda bu suçlamalarla itham edilmeye başlandı.

31 Mart’ta AK Parti’nin kazandığı ilçeler bu defa CHP’ye geçti,  birinci olduğu ilçe sayısını 14 ilçeden 28 ilçeye çıkardı. Demek ki seçimlerin tamamı yenilenseydi ilçelerde de kaybedecekti. 806.000 oy farkı Türkiye çapında %2’lik bir oy farkı demektir ve gelecek seçimler için bir sinyaldir. Bu sonuçlar AKP’nin yeniden fabrika ayarlarına geri dönmesi gerektiğini göstermektedir.

AK Parti için İlk işaret fişeği 16 Nisan 2017’deki anayasa değişikliği referandumunda atılmıştı ama bu dikkate alınmadı. O zaman ki ’hayır’ oyları (4.728.000) bugün İmamoğlu’nun aldığı oya çok yakın. O zaman da Erdoğan karşıtlığında birleşmiş bir ittifak vardı. Bu seçimde ‘millet ittifakı’ oldukça konsolide olurken ‘cumhur ittifakı’ bunu başaramadı. Cumhur ittifakının MHP seçmeni üzerinden kayıp yaşadığı anlaşılıyor. Farkın açılmasında Öcalan’ın mektubunun etkili olduğu, Bahçeli ve MHP seçmeninin kendini geri çektiği, hatta bu yüzden AK Partili milliyetçilerin dahi Binali Bey’e teveccüh etmediği anlaşılıyor. Ayrıca muhafazakâr gençliğin de cumhur ittifakına oy vermediği alınan sonuçlardan anlaşılıyor. Karşı tarafı Kandil ve HDP ile iş tutuyor diye suçlarken diğer yandan Öcalan ipine sarılmak ve ona konum kazandırmak tepki çekti.

Kürt seçmenin çekincesinin de devam ettiği anlaşılıyor. Seçimler 3 gün kala Öcalan’ın mektubunun kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan’a okutturulması tam bir akıl tutulmasıydı. Terörist başının bu şekilde kullanılması Kürt seçmeni olumsuz etkilediği ve Öcalan üzerinden mesaj verilmesinin kabul görmediği anlaşılmaktadır.

Kimse böyle ciddi bir fark beklemiyordu. Seçmenin yeniden seçim yapılması kararına ikna olmadığı ve cezasını maalesef AKP’ye kestiği görülüyor. Bu kampanyada icraatlar ve projeler konuşulmadı, iş tamamen algı üzerinden götürüldü. Ekrem İmamoğlu mağduru iyi oynadı. Büyükçekmece’de polis baskınları tepki çektiği için, bu ilçede 31 Mart’ta 6 puan olan fark 23 Haziran’da 18 puana çıktı. Ayrıca bu toplum tehdit dilinden hoşlanmıyor. Ordu valisine hakaret meselesinde, ‘İmamoğlu seçilse bile onu yargı kararı ile indiririz’ söylemi ve ‘Meclisler de hakimiz başkanı çalıştırtmayız’ gibi söylemlere seçmenin tepki gösterdiği anlaşılıyor.

Bu seçim sonuçlarını fırsat bilip Ekrem İmamoğlu’nu ‘aslansın, bir tanesin, cumhurbaşkanı olursun’ diye gaza getirebilirler. Her daim Türkiye’yi karıştırmak için devreye sokulan dışarıdaki fonlardan İmamoğlu’na mali destek geleceği ihtimalini göz ardı etmeyelim. Zayıf bir adayı Türkiye’de alternatif hale getirmek, Reis’in karşısında Cumhurbaşkanı adayı konumuna getirmek kimin projesi veya kimin hatasıdır düşünmek gerekiyor.

CHP 3 yıl seçim istemediğini belirtiliyor. Bu süre zarfında kazandığı belediyelerin icraatlarını ortaya koymasını ve başarısını göstermesini istiyormuş. Beylikdüzü’nde 5 yılda borcu 5 katına çıkaran bir aday koskoca İstanbul’da ne yapacak acaba?

Türkiye’nin normalleşmesi için öncelikle CHP millet ile barışmalı, halk ile bütünleşmeli, müfrit laikçi/Kemalist ulusalcılardan kurtulmalıdır. Laikçilik adına milletin değerlerine, dindarlara hasımane tutum sergilemekten vazgeçmelidir. Millet, seçim döneminde camilerde iftarlarda verilen pozlarda samimi olunmasını arzu etmektedir.

Ülkemiz emperyalist bir kuşatma altındadır. Doğu Akdeniz’deki petrol/güç meselesi, S-400’lere karşı F-35 şantajı, terörle yapılan amansız mücadele, ekonomik problemler, Körfez’deki gerilim, Suriye/İdlip/Fırat’ın doğusu meselesi,  ABD’nin en üst seviyeden Türkiye’yi ekonomik yaptırım ile tehdit etmesi gibi konular ile Türkiye’nin sıkıştı(rıldı)ğı alt üst olan bir dünyada inşallah bir erken seçim noktasına gelinmez. Ateş çemberindeki ülkemizin bu kadar mesele varken yeniden bir seçim ortamına sokularak gerilmesi ve kaynak israf etmesi ülkeye hayır getirmez. Toplum artık aylar süren seçim tartışmalarından usanmış, tekrar tekrar seçime gitmekten bıkmıştır. Artık seçim yorgunu olan ülke rahatlamalı ve bir an önce bu atmosferden çıkarak iktidarıyla muhalefetiyle ülke meselelerinde bütünleşmeli, dış politikaya, güvenlik meselesine ve ekonomiye odaklanmalıdır.

Temiz bir Türkiye için siyasetin bu kirlilikten kurtulması gerekmektedir. Bir zihniyet değişikliği ve bir arınma sürecinden geçmek gerekmektedir. Yeni bir insan, yeni bir siyaset, yeni bir toplumu konuşmamız gerekmektedir.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...