1 Ağustos 2019 Perşembe

Türkiye’yi Yeniden Düşünmek

(Umran Dergisi)

 

Doğu Akdeniz Gerilimi - Kıbrıs

Doğu Akdeniz Türkiye için çok önemli bir jeopolitik çekim alanıdır.  KKTC ile birlikte 21’inci yüzyılda kaderimizi etkileyecek bu alan hakkında yapılacak bir hata gelecekte geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabilir. KKTC’nin siyasi ve jeopolitik varlığı, Türkiye’nin Yunanistan – Güney Kıbrıs –İsrail – Mısır – AB - ABD gibi şer güçlerin ittifakıyla güneyden çevrelendiği bugünkü konjonktürde artık hayati bir önem arz etmektedir.

Uluslararası hukukun teminatı altında olan Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıslı Türklerin Doğu Akdeniz’deki hakkını korumasına AB’nin yaptırım ile cevap vermesi kötü niyetlerinin bir ifadesidir. Rum Yönetimi KKTC’yi yok sayıp ada çevresindeki enerji kaynakları üzerinde uluslararası hukuku hiçe sayarak kendi başına tasarrufta bulunup, tek taraflı ilan ettiği münhasır ekonomik alanlarda arama ruhsatları vererek, çatışmaya davetiye çıkarıyor. Buna karşılık, sözde müttefiklerimiz ABD, NATO ve AB ‘uzlaşalım’ diyen Türk tarafının faaliyetlerini yasadışı olarak görürken, esas haydutluğu yapan diyen Rum tarafından yana tavır koyuyor. AB Dış İlişkiler Konseyi aldığı kararın kapsamında fon kesintisi, üst düzey toplantıların şimdilik yapılmaması, Hava Ulaştırma Anlaşması'na ilişkin müzakerelerin askıya alınması, Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’ye yönelik mali yardımları gözden geçirmek gibi hususlar bulunuyor. AB, Kıbrıs’ın doğal kaynakları üzerinde KKTC’nin de eşit haklara sahip olduğundan hiç bahsetmemekle ne kadar ön yargılı ve taraflı olduğunu göstermektedir. AB Kurallarına göre komşularıyla ihtilaflı olan devlet üyeliğe kabul edilemez hükmü olduğu halde Kıbrıs’ta Türklerin haklarını gasp eden Rum tarafı üyeliğe kabul edilmiş ve her vesile ile arkasında durularak şımartılmıştır. Kurtuluş Savaşında da İngilizler şımarık Yunanı üzerimize saldırtarak o mezalimlerin işletmişti.

Bu arada dostumuz(!) Rusya’da şer kervanına dahil olup bölgedeki gelişmeleri kaygıyla izlediğini belirterek,  "Kıbrıs'ın egemenliğine saygı duyulması gerektiğini ve Rumların haklarının ihlal edilmemesi" çağrısı yapıyor. Demek ki tarih tekerrür ediyor ve düşman her zaman düşmanlığını yapıyor.

ABD  32 yıldır Güney Kıbrıs’a uyguladığı ambargoyu kaldırıyor. Fransa  Kıbrıslı Rumlar bir deniz üssü anlaşması imzalayarak Kıbrıs Rum Yönetimi ile dayanışma içerisinde olduklarını belirtiyor ve Türkiye'ye uluslararası hukuka saygı göstermesi gerektiğini hatırlatıyor.. AB Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ise konuyla ilgili "Türkiye bölgenin istikrarını tehlikeye sokacak her türlü hareketten kaçınmalıdır." ifadelerini kullanıyor.

Türkiye’nin kıta sahanlığının neredeyse üçte birlik bir kısmının (150 bin km karelik bir alan) Yunanistan ve Güney Kıbrıs tarafından gasp edilmesine ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya başta olmak üzere NATO devletleri ile İsrail ve Mısır onay verirken, Türkiye’ye tepki göstererek bu alanı tanımaya ve uluslararası hukuka saygıya davet etmektedirler. Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarımızda önümüzü kesmek istiyor, ülkemizi açıktan tehdit ediyorlar.

Hangi Stratejik Ortaklık

Son 5 yıldır PKK/PYD'yi on binlerce tır silah, mühimmat ve teçhizat göndererek silahlandıran, 15 Temmuz'da FETO üzerinden Türkiye’yi işgale çalışan, FETÖ’yü koruyup iade etmeyen ABD’nin bize yapmadığı kötülük kalmadı. Ağustos 2016'da, ''1 Ay içinde Menbiç'den çekileceğim'' dedi. 2018 Ekim'de, Suriye’den çıkıyorum'' dedi. Hiçbir sözünde durmayan ABD “stratejik ortaklık” hikâyeleri ile Türkiye’yi oyalayıp durmaya devam ediyor.

S-400’den sadece menzil farkı olan S-300 füzeleri birçok NATO ülkesinde (Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Slovenya) bulunmaktadır. İsrail’in elinde F-35 uçakları, Suriye’de ise s-300 füzeleri vardır. Buralarda problem olmuyor ama nedense Türkiye söz konusu olunca kıyamet kopuyor. Patriot istiyoruz satmayız diyorlar kendi güvenlikleri için getirdiklerini Patriotları da söküp götürdüler.  Hem istediğimizi vermiyorlar hem de başka kaynaklara yöneldiğimizde engel çıkarıyorlar. Parasını ödediğimiz uçakları vermiyorlar. Yapmadıkları düşmanlık kalmadı. Her türlü kötülüğü yapıyorlar, bir taraftan da adeta bizimle alay edercesine Türkiye ile olan stratejik ortaklığa değer verdiklerini söylüyorlar. Bu nasıl bir müttefikliktir ki F-35 programının ana ortaklarından biri olan ve uçağın %7’sini üreten Türkiye’yi, ABD mahalle kabadayısı gibi tek taraflı olarak “seni çıkardım” diyerek dışarı atıyor. Biz ABD’nin kölesi miyiz, müttefiki miyiz? Diğer ortaklar da böyle bir şey olamaz diye ses çıkarmayıp bu haksızlığı onaylıyorlar. Üstelik S-400 Anlaşması 2017 yılında çıkarılan CAATSA (Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) kapsamında da değildir.

İngilizler de 104 sene önce parasını verdiğimiz iki savaş gemimizi gasp etmişti. Birinci Dünya Savaşı öncesi İngiltere’ye sipariş edilen parası kıt imkanlar içindeki halktan toplanarak peşin ödenen Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koyarak teslim etmediler. Tıpkı bugün F-35’leri teslim almaya giden ekibimizi geri gönderdikleri gibi,  gemileri teslim almaya giden Rauf Orbay komutasındaki denizcilerimizi de gittikleri gemiye bindirerek geri gönderdiler. Sultan Osman gemisinin adını “Agincourt”, Reşadiye gemisinin adını da “Erin” olarak değiştirerek kendi donanmalarına kattılar ve savaş sırasında bize karşı kullandılar. Ödediğimiz paraları da savaş tazminatı sayarak üzerine yattılar.

S-400’ler NATO hava savunma sitemine entegre olamayacakmış. O zaman sistem ile uyumlu olan sizin sisteminizi alalım diyoruz, satmam diyorlar. Başkasından alacağım diyoruz, alamazsın diyorlar. Ne yapacak Türkiye? Bu ülke şu an duvarları olan çatısız bir ev gibi havadan gelecek saldırılara karşı korumasız durumda.. Böyle kalın, biz istediğimiz zaman tepenize binelim diyorlar. Tehdit ederek, azarlayarak küçük düşürerek eskiden olduğu gibi Türkiye’ye istediklerini yaptırmaya çalışıyorlar. Türkiye hep bize mahkûm olsun istiyorlar. 1930’larda 40’larda uçak üreten, dışarıya uçak satan bu aziz ülkenin milli harp sanayini baltalayan, silah fabrikalarını sabotajlarla havaya uçuran içerideki hain ve gafillerin eseridir bu günkü muhtaçlıklar. 

1952’den beri yanımızda gibi gözüküp her daim arkadan hançerleyen NATO milli harp sanayimizi kurmamıza da engel oldu. ‘Senin silah yapmana gerek yok, ben veririm’  dedi ama her fırsatta Türkiye’ye ambargo uygulamaktan kaçınmadı. En önemli üsleri Türkiye’de olan NATO’ya her türlü desteği şartsız verdiğimiz halde, onlar en zor günlerimizde arkamızda durmadılar. NATO kurallarına göre herhangi bir üye ülkenin maruz kaldığı tehlikelere müdahale etmesi gerekirken, bugüne kadar ülkemizin hiçbir derdine derman olmamış, bilakis elinden gelen kötülüğü yapmıştır. Ne PKK ile mücadelede, ne gasp edilen F-35 projesindeki haklarımızda, ne Kıbrıs meselesinde yardımcı olmadığı gibi, 15 Temmuz hain darbe girişiminde de azmettirici rol üstlenmiştir. Sovyet tehdidi sırasında Türkiye’yi ileri bir karakol gibi kullanan NATO, Soğuk Savaş sona erdikten sonra İslam’ı birinci tehdit olarak ilan etmiştir.

Kodları ABD’nin elinde olan uçakları zaten adamlar istedikleri zaman kilitleyip devre dışı bırakmaya muktedirler. Dost düşman tanımı yapacak yazılımlar bunların kontrolündedir. Bu açıdan bakıldığında belki de F-35’lerin Türkiye’ye verilmesi ülkemiz için hayırlı olmuştur. Onlara harcanacak para ile kendi uçağımızı yapmak mümkün olacaktır inşallah. Şu an bize en büyük düşmanlığı yapan ABD’nin bize kullandırmayabileceği uçağa ödeyeceğimiz milyarlarca doları kendi milli uçağımız yapmak için harcamak imkânı doğmuştur.

FETÖ’nün Siyasi Ayağı ve Deşifre Edilemeyen FETÖ’cüler

ABD’ye hizmet için kurulmuş FETÖ’nün devlet içerisinde örgütlenmesine göz yumuldu. Dünyada eşi benzeri olmayan bir casusluk şebekesinin yurtdışındaki okullarına referans olundu. Soruların çalınması, hileli sınavlar ile ülkenin sınav sistemini bozdu, liyakat sistemini bozdu. İnsanların devlete, dini cemaatlere olan inancını sarstı.

Tehlikeyi ilk fark eden Rusya oldu. Bunu bizim devletimiz niçin fark edemedi veya etti de göz mü yumdu? İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı FETÖ şüphelisi 28 muvazzaf asker hakkında gözaltı kararı çıkarırken yaptığı açıklamada, 'FETÖ’nün TSK içerisine sızmış ve halen deşifre edilemeyen mensupları sayıca darbe girişimine katılanlara oranla daha fazla' diyor. Bu tedirgin edici açıklamalar insanı ürkütüyor. Hala sanki bazı şeyler saklanıyor. Mesela futbolcu imamı, fırıncı, baklavacı imamı bulunan örgütün siyasi ayağı bütün ısrarlara rağmen açıklanmıyor, üzerine gidilmiyor.

15 Temmuz sadece FETÖ mensuplarının yürüttüğü bir darbe teşebbüsü değildir. Bunlarla ortak hareket eden ülkeler,  yerli işbirlikçi marjinal guruplar, kurumlar, yapılar ve istihbarat örgütleri var. Devletin bu yapıyı çözümlemedeki başarısı, ülkemize yönelik küresel operasyonların, tuzakların ve oyunları anlaşılması için bir anahtar niteliğindedir.

Türkiye Karşıtı Cephe Devrede

Türkiye çok boyutlu bir mücadelenin içindedir. Alçaklıkların biri bitiyor biri başlıyor. Türk diplomatlarına saldırı, açık denizlerde Türk gemilerine saldırı, Türkiye vatandaşlarının rehin alınması, orman yangınları gibi musibetlerin üst üste gelmesi tesadüf müdür acaba? Son zamanlarda neredeyse iki ayda bir Güney Kıbrıs ve Yunanistan da katılımıyla Akdeniz’de yapılan müşterek tatbikatlarda, Türkiye karşıtı düşmanca senaryolar uygulanmaya devam etmektedirler.

Maruz kaldığımız küresel kuşatmanın tüm boyutlarını görüp analiz etmek gerekmektedir. Türkiye karşıtı konsorsiyum, Türkiye’yi küçük bırakmak, kontrol etmek, gelişmesine engel olmak, sorunlarla boğuşmasını sağlamak için çok boyutlu strateji izlemektedir. Küresel konjonktür içerisinde Türkiye’nin hakim güçlerle rekabet edebilecek,  uluslararası arenada güçlü ve bağımsız bir aktör haline gelmesini istemiyorlar. Bölgesel güç haline gelen ve küresel vesayet sistemi karşısında kendi lehine yeni bir denge arayışına giren Türkiye’yi dizginlemek için NATO/ABD/AB, sadece FETÖ’yü ve PKK’yı değil ülkemize saldırı yürüten bilumum terör örgütlerini desteklemekten geri durmuyor, Türkiye’yi zayıflatıp parçalamak, rahat yüzü göstermemek için her türlü pis oyunu tezgâhlıyorlar.

Türkiye’nin ekonomik, sosyal, askerî, siyasi ve kültürel birikimini, gelişim potansiyelini ve güçlenme imkânlarını yok ederek; Türkiye merkezli bir toplum ve devlet modelinin, insani bir küresel sistem tasavvurunun, İslam Birliğini yeniden tesis edecek bir atılımın, Batı’dan bağımsız ve güçlü herhangi bir kültür ve medeniyet projesinin var olmasını istemiyorlar. Batı’nın arzuladığı Türkiye,  zayıf bir ordunun ve düşük profilli bir iktidarın ülkeyi yönetmesi ve kendilerine güdümlü, dirençsiz, güçsüz, ekonomik ve teknolojik olarak bağımlı, istenileni yapmaktan başka çaresi olmayan bir ülkedir. Geçen yıl açıklanan bir kısım CIA belgelerinden 25 Haziran 1984 yılında hazırlanan "Batı'nın güvenliğinde Türkiye'nin rolü" başlıklı belgede şöyle bir cümle görülüyor; NATO'nun en fakir ülkesi. Kendi ihtiyaçlarını kendi kaynaklarıyla sağlama kapasitesi yok’. İslam Aleminin lider ve lokomotif ülkesi olmaya aday olan Türkiye’nin her daim dış desteğe muhtaç, kendi başına strateji geliştirmeyecek kadar zayıf ve aciz, kontrol edilebilir bir ülke olarak kalmasını arzu ediyorlar..

Bunun için Türkiye’ye en ağır baskıları uygulamakta, çeşitli müdahaleler ile köşeye sıkıştırarak etkisiz ve hareketsiz kılmaya çalışıyorlar. İşte 15 Temmuz, İslam Dünyasını teslim almak isteyen küresel vesayet sisteminin Türkiye ile hesaplaşmasının zirve noktasıdır. Bir yanda direnen Türkiye, diğer yandan para ve silah gücüyle egemenliğini pekiştirmek isteyen küresel güçler. Türkiye hem kendi hem de İslam âleminin varlığını koruyabilmek, küresel sistemin çarklarını kendi lehine çevirmek ve bu hesaplaşmayı kazanmak için mücadele vermektedir.

Rahip Brunson olayında Trump, bütün dünyanın gözü önünde “Türk ekonomisini yok edeceğiz” diyordu. Bu tehditler 55 yıl önce, 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson’un, o dönemde Başbakan olan İsmet İnönü’ye gönderdiği tehdit mektubunu hatırlatıyordu. O zamanlar Türkiye’nin Kıbrıs'a çıkarma yapacak çıkarma gemileri yoktu. Türkiye çok zayıftı ve Amerikan yardımlarıyla ayakta duruyordu. Ama artık Türkiye o eski Türkiye değildir. Artık Türkiye’nin bu tehditleri karşılıklı söz düellosu ile geçiştirmek yerine elindeki ‘İncirlik üssü’, Pirinçlik üssü, ‘Kürecik Üssü’ ve diğer üsler gibi kozları masaya sürme zamanı gelmiştir diye düşünüyoruz. Bugün Türkiye savunma sanayiinde%70 yerlilik oranını yakalamış bir ülkedir. Türkiye artık istedikleri zaman azarlayarak, tehdit ederek istediklerini yaptıracakları bir ülke olmak istemiyor ve küresel kuşatmaya karşı direniyor. Tıpkı S-400’lerin teslimatında gösterilen kararlılık gibi Türkiye’nin blöf yapmadığını herkes bundan sonra görmelidir.

Türkiye’nin Yeni Bir Hikâyeye İhtiyacı Var

Tarihin akışının, Türkiye için, coğrafyamız için, dünya için oldukça hızlandığı zamanlardayız. Emperyalistler karşılarında işgal ve sömürü politikalarını sorgulayan, suçlayan ve teslimiyetçiliği reddeden bir Türkiye istemedikleri için, bu güç mücadelesi hiçbir zaman sona ermeyecektir. 

15 Temmuz’dan bu yana devleti geri almaya çalışan Türkiye’nin güçlü bir toplum, güçlü bir devlet olmak için direncini artırarak yola devam etmelidir. Çok dinli, çok kimlikli imparatorluk varisi bir toplumu ittihatçılardan bu yana kurgulanmış olan bir ulusal kimlik dayatması ile “Atatürk milliyetçiliği” adı altında Kürt düşmanlığına tebdil ederek ülkenin beşeri ve ekonomik kaynaklarını 40 yıldır tüketen bir bela haline getirdiler. Statükocu Kemalist Türkçü devlet diliyle ne içeride millet nezdinde ne de dışarıda ümmet nezdinde kuşatıcı olunamaz. İslam dünyasına liderlik söylemi ile içerde kullanılan ayrıştırıcı milliyetçi dilin bir araya gelir tarafı yoktur. Dindar kesime milliyetçilik şırınga ederek statükoya eklemlenmesine çalışmakla da bu ülkenin geleceğini sağlayamazsınız. Bu milletin et ile tırnak haline gelmiş iki ana unsuru arasındaki husumetin ortadan kaldırılması ancak ortak payda olan İslami hassasiyetin öne çıkarılmasıyla gerçekleşebilir. Bu yaklaşım, Kürt oylarını rehin alan inançsız ve emperyalistlerin taşeronu Kürtçü faşizmi de bertaraf edecek bir dil olmalıdır.

Bizim artık Türkiye konusunda yeni şeyler düşünme zamanımız gelmiştir. Türkiye, bütün bu gerçekleri nazari dikkate alarak yeni politikalar üretmeli ve yeni hamleler başlatmalıdır. 

Yeni bir dünya kurulurken Türkiye yeni bir enerji ile kendi hikâyesini yazmalıdır. Başkan Erdoğan artık ehliyet ve liyakati öne çıkaracağız ve yerleştireceğiz diyor. Bizde inşallah diyelim ve bu hikâyenin temel felsefesinin adalet, hakkaniyet, dürüstlük, ehliyet ve liyakat olması gerektiğini hatırlatalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...