(Umran Dergisi)
Doğu Akdeniz Gerilimi -
Kıbrıs
Doğu Akdeniz Türkiye
için çok önemli bir jeopolitik çekim alanıdır. KKTC ile birlikte
21’inci yüzyılda kaderimizi etkileyecek bu alan hakkında yapılacak bir hata
gelecekte geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabilir. KKTC’nin siyasi ve
jeopolitik varlığı, Türkiye’nin Yunanistan – Güney Kıbrıs –İsrail – Mısır – AB
- ABD gibi şer güçlerin ittifakıyla güneyden çevrelendiği bugünkü konjonktürde
artık hayati bir önem arz etmektedir.
Uluslararası hukukun
teminatı altında olan Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıslı
Türklerin Doğu Akdeniz’deki hakkını korumasına AB’nin yaptırım ile cevap
vermesi kötü niyetlerinin bir ifadesidir. Rum Yönetimi KKTC’yi yok sayıp ada
çevresindeki enerji kaynakları üzerinde uluslararası hukuku hiçe sayarak kendi
başına tasarrufta bulunup, tek taraflı ilan ettiği münhasır ekonomik alanlarda
arama ruhsatları vererek, çatışmaya davetiye çıkarıyor. Buna karşılık, sözde
müttefiklerimiz ABD, NATO ve AB ‘uzlaşalım’ diyen Türk tarafının faaliyetlerini
yasadışı olarak görürken, esas haydutluğu yapan diyen Rum tarafından yana tavır
koyuyor. AB Dış İlişkiler Konseyi aldığı kararın kapsamında fon kesintisi,
üst düzey toplantıların şimdilik yapılmaması, Hava Ulaştırma Anlaşması'na
ilişkin müzakerelerin askıya alınması, Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’ye
yönelik mali yardımları gözden geçirmek gibi hususlar bulunuyor. AB, Kıbrıs’ın
doğal kaynakları üzerinde KKTC’nin de eşit haklara sahip olduğundan hiç
bahsetmemekle ne kadar ön yargılı ve taraflı olduğunu göstermektedir. AB
Kurallarına göre komşularıyla ihtilaflı olan devlet üyeliğe kabul edilemez
hükmü olduğu halde Kıbrıs’ta Türklerin haklarını gasp eden Rum tarafı üyeliğe
kabul edilmiş ve her vesile ile arkasında durularak şımartılmıştır. Kurtuluş
Savaşında da İngilizler şımarık Yunanı üzerimize saldırtarak o mezalimlerin
işletmişti.
Bu arada dostumuz(!) Rusya’da
şer kervanına dahil olup bölgedeki gelişmeleri kaygıyla izlediğini
belirterek, "Kıbrıs'ın egemenliğine saygı duyulması gerektiğini
ve Rumların haklarının ihlal edilmemesi" çağrısı yapıyor. Demek ki
tarih tekerrür ediyor ve düşman her zaman düşmanlığını yapıyor.
ABD 32
yıldır Güney Kıbrıs’a uyguladığı ambargoyu kaldırıyor. Fransa
Kıbrıslı Rumlar bir deniz üssü anlaşması imzalayarak Kıbrıs Rum Yönetimi ile
dayanışma içerisinde olduklarını belirtiyor ve Türkiye'ye uluslararası hukuka
saygı göstermesi gerektiğini hatırlatıyor.. AB Yüksek Temsilcisi Federica
Mogherini ise konuyla ilgili "Türkiye bölgenin istikrarını tehlikeye
sokacak her türlü hareketten kaçınmalıdır." ifadelerini kullanıyor.
Türkiye’nin kıta
sahanlığının neredeyse üçte birlik bir kısmının (150 bin km karelik bir alan)
Yunanistan ve Güney Kıbrıs tarafından gasp edilmesine ABD, Fransa, İngiltere ve
İtalya başta olmak üzere NATO devletleri ile İsrail ve Mısır onay verirken,
Türkiye’ye tepki göstererek bu alanı tanımaya ve uluslararası hukuka saygıya
davet etmektedirler. Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarımızda önümüzü
kesmek istiyor, ülkemizi açıktan tehdit ediyorlar.
Hangi Stratejik
Ortaklık
Son 5 yıldır PKK/PYD'yi
on binlerce tır silah, mühimmat ve teçhizat göndererek silahlandıran, 15
Temmuz'da FETO üzerinden Türkiye’yi işgale çalışan, FETÖ’yü koruyup iade
etmeyen ABD’nin bize yapmadığı kötülük kalmadı. Ağustos 2016'da, ''1 Ay içinde
Menbiç'den çekileceğim'' dedi. 2018 Ekim'de, Suriye’den çıkıyorum'' dedi.
Hiçbir sözünde durmayan ABD “stratejik ortaklık” hikâyeleri ile Türkiye’yi
oyalayıp durmaya devam ediyor.
S-400’den sadece menzil
farkı olan S-300 füzeleri birçok NATO ülkesinde (Yunanistan, Bulgaristan,
Romanya, Slovenya) bulunmaktadır. İsrail’in elinde F-35 uçakları, Suriye’de ise
s-300 füzeleri vardır. Buralarda problem olmuyor ama nedense Türkiye söz konusu
olunca kıyamet kopuyor. Patriot istiyoruz satmayız diyorlar kendi güvenlikleri
için getirdiklerini Patriotları da söküp götürdüler. Hem
istediğimizi vermiyorlar hem de başka kaynaklara yöneldiğimizde engel
çıkarıyorlar. Parasını ödediğimiz uçakları vermiyorlar. Yapmadıkları düşmanlık
kalmadı. Her türlü kötülüğü yapıyorlar, bir taraftan da adeta bizimle alay
edercesine Türkiye ile olan stratejik ortaklığa değer verdiklerini söylüyorlar.
Bu nasıl bir müttefikliktir ki F-35 programının ana ortaklarından biri olan ve
uçağın %7’sini üreten Türkiye’yi, ABD mahalle kabadayısı gibi tek taraflı olarak
“seni çıkardım” diyerek dışarı atıyor. Biz ABD’nin kölesi miyiz, müttefiki
miyiz? Diğer ortaklar da böyle bir şey olamaz diye ses çıkarmayıp bu haksızlığı
onaylıyorlar. Üstelik S-400 Anlaşması 2017 yılında çıkarılan CAATSA
(Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) kapsamında da
değildir.
İngilizler de 104 sene
önce parasını verdiğimiz iki savaş gemimizi gasp etmişti. Birinci Dünya Savaşı
öncesi İngiltere’ye sipariş edilen parası kıt imkanlar içindeki halktan
toplanarak peşin ödenen Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine el koyarak teslim
etmediler. Tıpkı bugün F-35’leri teslim almaya giden ekibimizi geri
gönderdikleri gibi, gemileri teslim almaya giden Rauf Orbay
komutasındaki denizcilerimizi de gittikleri gemiye bindirerek geri gönderdiler.
Sultan Osman gemisinin adını “Agincourt”, Reşadiye gemisinin adını da “Erin”
olarak değiştirerek kendi donanmalarına kattılar ve savaş sırasında bize karşı
kullandılar. Ödediğimiz paraları da savaş tazminatı sayarak üzerine yattılar.
S-400’ler NATO hava
savunma sitemine entegre olamayacakmış. O zaman sistem ile uyumlu olan sizin
sisteminizi alalım diyoruz, satmam diyorlar. Başkasından alacağım diyoruz,
alamazsın diyorlar. Ne yapacak Türkiye? Bu ülke şu an duvarları olan çatısız
bir ev gibi havadan gelecek saldırılara karşı korumasız durumda.. Böyle kalın,
biz istediğimiz zaman tepenize binelim diyorlar. Tehdit ederek, azarlayarak
küçük düşürerek eskiden olduğu gibi Türkiye’ye istediklerini yaptırmaya
çalışıyorlar. Türkiye hep bize mahkûm olsun istiyorlar. 1930’larda 40’larda
uçak üreten, dışarıya uçak satan bu aziz ülkenin milli harp sanayini
baltalayan, silah fabrikalarını sabotajlarla havaya uçuran içerideki hain ve
gafillerin eseridir bu günkü muhtaçlıklar.
1952’den beri yanımızda
gibi gözüküp her daim arkadan hançerleyen NATO milli harp sanayimizi kurmamıza
da engel oldu. ‘Senin silah yapmana gerek yok, ben veririm’ dedi ama
her fırsatta Türkiye’ye ambargo uygulamaktan kaçınmadı. En önemli üsleri
Türkiye’de olan NATO’ya her türlü desteği şartsız verdiğimiz halde, onlar en
zor günlerimizde arkamızda durmadılar. NATO kurallarına göre herhangi bir üye
ülkenin maruz kaldığı tehlikelere müdahale etmesi gerekirken, bugüne kadar
ülkemizin hiçbir derdine derman olmamış, bilakis elinden gelen kötülüğü yapmıştır.
Ne PKK ile mücadelede, ne gasp edilen F-35 projesindeki haklarımızda, ne Kıbrıs
meselesinde yardımcı olmadığı gibi, 15 Temmuz hain darbe girişiminde de
azmettirici rol üstlenmiştir. Sovyet tehdidi sırasında Türkiye’yi ileri bir
karakol gibi kullanan NATO, Soğuk Savaş sona erdikten sonra İslam’ı birinci
tehdit olarak ilan etmiştir.
Kodları ABD’nin elinde
olan uçakları zaten adamlar istedikleri zaman kilitleyip devre dışı bırakmaya
muktedirler. Dost düşman tanımı yapacak yazılımlar bunların kontrolündedir. Bu
açıdan bakıldığında belki de F-35’lerin Türkiye’ye verilmesi ülkemiz için
hayırlı olmuştur. Onlara harcanacak para ile kendi uçağımızı yapmak mümkün
olacaktır inşallah. Şu an bize en büyük düşmanlığı yapan ABD’nin bize
kullandırmayabileceği uçağa ödeyeceğimiz milyarlarca doları kendi milli
uçağımız yapmak için harcamak imkânı doğmuştur.
FETÖ’nün Siyasi Ayağı
ve Deşifre Edilemeyen FETÖ’cüler
ABD’ye hizmet için
kurulmuş FETÖ’nün devlet içerisinde örgütlenmesine göz yumuldu. Dünyada eşi
benzeri olmayan bir casusluk şebekesinin yurtdışındaki okullarına referans
olundu. Soruların çalınması, hileli sınavlar ile ülkenin sınav sistemini bozdu,
liyakat sistemini bozdu. İnsanların devlete, dini cemaatlere olan inancını
sarstı.
Tehlikeyi ilk fark eden
Rusya oldu. Bunu bizim devletimiz niçin fark edemedi veya etti de göz mü
yumdu? İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı FETÖ şüphelisi 28 muvazzaf asker
hakkında gözaltı kararı çıkarırken yaptığı açıklamada, 'FETÖ’nün TSK içerisine
sızmış ve halen deşifre edilemeyen mensupları sayıca darbe girişimine
katılanlara oranla daha fazla' diyor. Bu tedirgin edici açıklamalar insanı
ürkütüyor. Hala sanki bazı şeyler saklanıyor. Mesela futbolcu imamı, fırıncı,
baklavacı imamı bulunan örgütün siyasi ayağı bütün ısrarlara rağmen açıklanmıyor,
üzerine gidilmiyor.
15 Temmuz sadece FETÖ
mensuplarının yürüttüğü bir darbe teşebbüsü değildir. Bunlarla ortak hareket
eden ülkeler, yerli işbirlikçi marjinal guruplar, kurumlar, yapılar
ve istihbarat örgütleri var. Devletin bu yapıyı çözümlemedeki başarısı,
ülkemize yönelik küresel operasyonların, tuzakların ve oyunları anlaşılması
için bir anahtar niteliğindedir.
Türkiye Karşıtı Cephe
Devrede
Türkiye çok boyutlu bir
mücadelenin içindedir. Alçaklıkların biri bitiyor biri başlıyor. Türk
diplomatlarına saldırı, açık denizlerde Türk gemilerine saldırı, Türkiye
vatandaşlarının rehin alınması, orman yangınları gibi musibetlerin üst üste
gelmesi tesadüf müdür acaba? Son zamanlarda neredeyse iki ayda bir Güney
Kıbrıs ve Yunanistan da katılımıyla Akdeniz’de yapılan müşterek tatbikatlarda,
Türkiye karşıtı düşmanca senaryolar uygulanmaya devam etmektedirler.
Maruz kaldığımız
küresel kuşatmanın tüm boyutlarını görüp analiz etmek gerekmektedir. Türkiye
karşıtı konsorsiyum, Türkiye’yi küçük bırakmak, kontrol etmek, gelişmesine
engel olmak, sorunlarla boğuşmasını sağlamak için çok boyutlu strateji
izlemektedir. Küresel konjonktür içerisinde Türkiye’nin hakim güçlerle rekabet
edebilecek, uluslararası arenada güçlü ve bağımsız bir aktör haline
gelmesini istemiyorlar. Bölgesel güç haline gelen ve küresel vesayet sistemi
karşısında kendi lehine yeni bir denge arayışına giren Türkiye’yi dizginlemek
için NATO/ABD/AB, sadece FETÖ’yü ve PKK’yı değil ülkemize saldırı yürüten
bilumum terör örgütlerini desteklemekten geri durmuyor, Türkiye’yi
zayıflatıp parçalamak, rahat yüzü göstermemek için her türlü pis oyunu
tezgâhlıyorlar.
Türkiye’nin ekonomik,
sosyal, askerî, siyasi ve kültürel birikimini, gelişim potansiyelini ve
güçlenme imkânlarını yok ederek; Türkiye merkezli bir toplum ve devlet
modelinin, insani bir küresel sistem tasavvurunun, İslam Birliğini yeniden
tesis edecek bir atılımın, Batı’dan bağımsız ve güçlü herhangi bir kültür ve
medeniyet projesinin var olmasını istemiyorlar. Batı’nın arzuladığı
Türkiye, zayıf bir ordunun ve düşük profilli bir iktidarın ülkeyi
yönetmesi ve kendilerine güdümlü, dirençsiz, güçsüz, ekonomik ve teknolojik
olarak bağımlı, istenileni yapmaktan başka çaresi olmayan bir
ülkedir. Geçen yıl açıklanan bir kısım CIA belgelerinden 25 Haziran 1984
yılında hazırlanan "Batı'nın güvenliğinde Türkiye'nin rolü" başlıklı
belgede şöyle bir cümle görülüyor; ‘NATO'nun
en fakir ülkesi. Kendi ihtiyaçlarını kendi kaynaklarıyla sağlama kapasitesi yok’. İslam
Aleminin lider ve lokomotif ülkesi olmaya aday olan Türkiye’nin her daim dış
desteğe muhtaç, kendi başına strateji geliştirmeyecek kadar zayıf ve aciz,
kontrol edilebilir bir ülke olarak kalmasını arzu ediyorlar..
Bunun için Türkiye’ye
en ağır baskıları uygulamakta, çeşitli müdahaleler ile köşeye sıkıştırarak
etkisiz ve hareketsiz kılmaya çalışıyorlar. İşte 15 Temmuz, İslam
Dünyasını teslim almak isteyen küresel vesayet sisteminin Türkiye ile
hesaplaşmasının zirve noktasıdır. Bir yanda direnen Türkiye, diğer yandan para
ve silah gücüyle egemenliğini pekiştirmek isteyen küresel güçler. Türkiye hem
kendi hem de İslam âleminin varlığını koruyabilmek, küresel sistemin çarklarını
kendi lehine çevirmek ve bu hesaplaşmayı kazanmak için mücadele vermektedir.
Rahip Brunson olayında
Trump, bütün dünyanın gözü önünde “Türk ekonomisini yok edeceğiz” diyordu.
Bu tehditler 55 yıl önce, 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson’un, o dönemde
Başbakan olan İsmet İnönü’ye gönderdiği tehdit mektubunu hatırlatıyordu. O
zamanlar Türkiye’nin Kıbrıs'a çıkarma yapacak çıkarma gemileri yoktu.
Türkiye çok zayıftı ve Amerikan yardımlarıyla ayakta duruyordu. Ama artık
Türkiye o eski Türkiye değildir. Artık Türkiye’nin bu tehditleri
karşılıklı söz düellosu ile geçiştirmek yerine elindeki ‘İncirlik üssü’,
Pirinçlik üssü, ‘Kürecik Üssü’ ve diğer üsler gibi kozları masaya sürme zamanı
gelmiştir diye düşünüyoruz. Bugün Türkiye savunma sanayiinde%70 yerlilik
oranını yakalamış bir ülkedir. Türkiye artık istedikleri zaman
azarlayarak, tehdit ederek istediklerini yaptıracakları bir ülke olmak
istemiyor ve küresel kuşatmaya karşı direniyor. Tıpkı S-400’lerin
teslimatında gösterilen kararlılık gibi Türkiye’nin blöf yapmadığını
herkes bundan sonra görmelidir.
Türkiye’nin Yeni Bir
Hikâyeye İhtiyacı Var
Tarihin akışının,
Türkiye için, coğrafyamız için, dünya için oldukça hızlandığı
zamanlardayız. Emperyalistler karşılarında işgal ve sömürü
politikalarını sorgulayan, suçlayan ve teslimiyetçiliği reddeden bir Türkiye
istemedikleri için, bu güç mücadelesi hiçbir zaman sona ermeyecektir.
15 Temmuz’dan bu yana
devleti geri almaya çalışan Türkiye’nin güçlü bir toplum, güçlü bir devlet
olmak için direncini artırarak yola devam etmelidir. Çok dinli, çok kimlikli
imparatorluk varisi bir toplumu ittihatçılardan bu yana kurgulanmış olan bir
ulusal kimlik dayatması ile “Atatürk milliyetçiliği” adı altında Kürt
düşmanlığına tebdil ederek ülkenin beşeri ve ekonomik kaynaklarını 40 yıldır
tüketen bir bela haline getirdiler. Statükocu Kemalist Türkçü devlet diliyle ne
içeride millet nezdinde ne de dışarıda ümmet nezdinde kuşatıcı olunamaz. İslam
dünyasına liderlik söylemi ile içerde kullanılan ayrıştırıcı milliyetçi dilin
bir araya gelir tarafı yoktur. Dindar kesime milliyetçilik şırınga ederek
statükoya eklemlenmesine çalışmakla da bu ülkenin geleceğini sağlayamazsınız.
Bu milletin et ile tırnak haline gelmiş iki ana unsuru arasındaki husumetin
ortadan kaldırılması ancak ortak payda olan İslami hassasiyetin öne
çıkarılmasıyla gerçekleşebilir. Bu yaklaşım, Kürt oylarını rehin alan inançsız
ve emperyalistlerin taşeronu Kürtçü faşizmi de bertaraf edecek bir dil
olmalıdır.
Bizim artık Türkiye
konusunda yeni şeyler düşünme zamanımız gelmiştir. Türkiye, bütün bu
gerçekleri nazari dikkate alarak yeni politikalar üretmeli ve yeni hamleler
başlatmalıdır.
Yeni bir dünya kurulurken Türkiye yeni bir enerji ile kendi hikâyesini yazmalıdır. Başkan Erdoğan artık ehliyet ve liyakati öne çıkaracağız ve yerleştireceğiz diyor. Bizde inşallah diyelim ve bu hikâyenin temel felsefesinin adalet, hakkaniyet, dürüstlük, ehliyet ve liyakat olması gerektiğini hatırlatalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder