1 Ekim 2025 Çarşamba

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı

Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da HAMAS’ın ateşkes müzakerelerini yürüten üst düzey yetkililerinin konutlarını hedef alan alçakça saldırısı, İsrail’in bölgeye yönelik politikasında önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Netanyahu hükûmetinin her türlü ahlaki ve diplomasi teamülü, uluslararası hukuk ve normları ihlal ederek kendisiyle müzakere edenleri katletmek istemesi ve arabulucu ülkeyi bombalaması gerçek bir devlet olmadığını göstermektedir. Doha saldırısı İsrail’in raydan çıktığını, sınır tanımadığını, ülke sınırları ve egemenlik haklarını hiçe saydığını göstermektedir.

Doha’ya yönelik saldırı, HAMAS ve Gazze’nin sınırlarını aşarak tüm bölgeyi etkileyecek, Mısır, Ürdün ve Körfez ülkelerine de yayılabilecek pervasız bir saldırı politikasının ürünüdür. İsrail’in hiçbir ülkenin sınırına veya egemenliğine saygı göstermeyeceğinin, bölgenin daha geniş bir çatışmaya sürüklenebileceğinin işaretidir. Saraylarının ihtişamında boğulmuş Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Emirlikler gibi proje devletler tahtlarının garantide olmadığını, korkunun, rüşvetin, haracın, İsrail ve ABD’yi yüceltmenin, güç odaklarının taşeronluğunu yapmanın kendilerini kurtarmayacağını anlamışlardır herhâlde.

Bölgede ABD’nin çıkarlarını koruyan kritik ülkelerin başında Katar’ın geldiği aleni sır! Zira Ortadoğu’daki en büyük ABD askerî üssüne ev sahipliği yapmaktadır. 13 bin asker barındıran üs aynı zamanda ABD Merkez Komutanlığı’nın da karargâhıdır. Aralarında imzaladıkları ‘savunma’ iş birliği antlaşmasına göre Katar’ın toprak bütünlüğüne yönelik herhangi bir saldırı güya ABD tarafından doğrudan kendi millî güvenliğine yönelmiş bir saldırı şeklinde değerlendirilecektir. Peki, ne oldu? İsrail çok ileri bir hamle yaparak Katar’ı vurdu. Bunu Katar’ı ‘korumak’ için bölgede konuşlanan Amerikan ve İngiliz üslerinden sağlanan yakıt ve ikmal desteği ile yaptı. Bu utanç verici duruma yutkunarak bakmaktan başka bir şey yapamadılar.

İsrail’in ABD’nin bilgisi ve izni dâhilinde gerçekleştirdiği anlaşılan bu saldırı, ABD’ye duyulan güveni ciddi biçimde tartışmaya açmıştır. İsrail’in pervasızlığı çok ciddi mesajlar içeriyor. Bunu basit bir saldırı şeklinde değerlendirmek yanlıştır. “Bana saldırmaz” diyen bölgedeki her ülkenin bundan bir ders çıkarması gerekiyor. Yaşananlar Tel Aviv’in Abraham Antlaşmaları ile geliştirmeye çalıştığı bölgesel ittifak arayışlarından belirgin bir şekilde ayrıştığını göstermektedir. Sert gücü ve tehdit dilini kullanan Siyonist işgal rejimi, artık Gazze’nin ötesine geçip ülkeleri de tehdit etmeye başlamıştır. Bütün bölge ülkelerini tehdit eden bu yaklaşım, Ortadoğu’da dengeleri yeniden şekillendirecek alternatif çözüm arayışlarını beraberinde getirecektir. Umulur ki, önümüzdeki süreçte bölge ülkelerini silahlanma, ortak güvenlik ve savunma arayışına sokacaktır.

Küresel Güç Dengeleri ve İslâm Dünyası

Aksa Tufanı’nın ardından yaşananlar, bölgesel güvenlik mimarisini ve onu yöneten gerçek küresel güç dengesini yeniden okumayı gerektiriyor. Küresel sermayenin dünya üzerindeki ekonomi politik iktidarını yürütebilmek için hegemon bir devlet yapısına ve onların stratejilerine uygun hareket eden aparatlara ihtiyacı vardı. Ortadoğu’nun siyasi haritasını yeniden şekillendirmeye yönelik stratejide İsrail bir koçbaşı olarak kullanılmaktadır.

İşgal rejiminin bölgeyi kaosa sürüklemede izlediği politikaların arkasında, küresel Siyonizm’in daha geniş çaplı sistematik jeopolitik hedefleri bulunmaktadır. Bu sebeple, İsrail’in istikrarı hedef alan hukuk tanımaz eylemlerine daha geniş ideolojik ve tarihsel bir perspektiften bakmak gerekmektedir. Küresel düzen gerçek zamanlı olarak değişmekte, âdeta Birinci Dünya Savaşı kodlarına dönülen bugünkü ortamda vakit çok hızlı akmaktadır. ABD’nin ve onun askerî/ekonomik zorbalığında yürüyen düzene karşı güçler bloklar oluşturmaya çalışıyorlar. Küresel düzeni yönlendirme mücadelesinde Avrasya bloku henüz Batı’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası kurduğuna benzer bir güç birliğini kuramamışsa da bu yönde birtakım adımlar atılmaktadır.

Acizlik içindeki İslâm dünyası ise küresel emperyalist güçlerin planlarının sahnelendiği coğrafyanın tam ortasında bulunmasına karşın, maalesef bu mücadelenin edilgen tarafındadır. Sahip olduğu potansiyeli harekete geçirecek iş birliği mekanizmalarını kuracak siyasi refleksi ortaya koyamamaktadır. Harekete geçilmemesi durumunda İsrail’in operasyonlarına karşı savunmasız ve yıkım döngüsüne maruz kalacaklardır.

İslâm dünyasının elinde tuttuğu imkânlara baktığımızda, onları güçlü tutacak çok zengin kaynaklara sahipler. Petrolden doğalgaza, jeo-stratejik avantajlardan nüfus ve iş gücüne kadar ellerinde tuttukları potansiyel, dünya sistemini yeniden inşa edecek bir enerjiye sahip. Bu enerji,  emperyalist odaklara diz çöktürecek, dünya sistemini belirleyecek güce sahipken İsrail karşısında bu kadar zelil duruma düşmek büyük talihsizliktir. Bu olağanüstü enerjiyi hayata geçirmek ve ortak bir kuvvete dönüştürmek için bir şeyler yapmak yerine iç çekişmeleri, rekabetleri ve menfaat çatışmalarıyla enerjilerini tüketiyorlar. Orduları var ama cihada kalkmak yerine kendi halkını bastırmak için kullanıyorlar. Servetleri var ama mazluma ulaşmak yerine lüks ve israfa harcıyorlar. Sayıları kalabalık ama izzet ve şerefleri ayaklar altında.

Katar’da olağanüstü toplanan İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Ligi Liderler Zirvesi’nin ardından Müslüman ülkeler arasında yıllardır dile getirilen ancak bir türlü hayata geçirilemeyen Ortak İslâm Ordusu talepleri yükseldi. Aslında bu ordu, 15 Aralık 2015’te 34 ülkenin onayı ile kurulmuştu ve 200 bin askerin katıldığı devasa bir tatbikat da gerçekleştirilmişti ama arkası gelmedi. Ayrıca, Mısır, Arap NATO’su şeklinde adlandırılan bir teklif getirdi. Pakistan da İsrail’in eylemlerini izlemek ve koordineli caydırıcılık ve saldırı tedbirleri almak üzere ortak bir görev gücü oluşturulması çağrısında bulundu. Ancak, görüşmelerde ne Mısır’ın ne de Pakistan’ın gündeme getirdikleriyle ilgili herhangi bir adımın atılamaması durumun vahametini gösteriyor.

Müstağnileşen İsrail’i dizginleyemeyen uluslararası düzenin sahipleri karşısında Müslüman ülkelerin gerçek ve fiilî adımlar atması gerekmektedir. Çünkü emperyalistlerin kendi aralarında bir güç mücadelesi yaşansa da İslâm ve Türkiye söz konusu olduğunda yekpare bir blok olarak güç birliği yaptıklarını görüyoruz. Ortadoğu’daki güç dengesini yeniden şekillendirecek koordineli ve kolektif bir durum sergileyecek ortak bir İslâm savunma paktına ihtiyaç vardır. Ayrıca, kapsamlı ekonomik, diplomatik ve siyasi yaptırımlar ile İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine karşı caydırıcı bir mekanizma oluşturmaları zaruridir.

Uluslararası Düzenin Krizi

Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumların yetersiz baskısı, olaya seyirci kalması, etkili karar almayarak İsrail’i durdurmaması, büyük ölçüde aşınan küresel sistemin çöktüğünü göstermektedir. Uluslararası kurumlar tükenmişlik sendromu yaşamakta, hiçbir şeyi çözememektedir.

Siyonist kolonyal rejimin iki yıldır Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı başta BM olmak üzere uluslararası örgütlerin ve küresel aktörlerin, İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırım kararı almaması, İsrail saldırganlığının yalnızca Gazze ile sınırlı kalmayıp, Ortadoğu’nun geneline yayılacağına işaret etmektedir. Siyonizm’in yayılmacı politikasının ve tehdidinin Katar’a kadar uzanması, Netanyahu’ya göz yuman çevrelerin artık uyanmasını gerekli kılmaktadır.

BM’ye bağlı uluslararası soruşturma komisyonu, İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de Filistinlilere karşı soykırım işlediği sonucuna vardı. Üç üyeden oluşan komisyon yayımladığı raporda, İsrail’in aşağıdaki suçları işlediğine dair kapsamlı deliller olduğunu belirtti: Benzeri görülmemiş ve sistematik cinayetler, evlerin ve kültürel alanların yıkımı, kasıtlı aç bırakma, sağlık hizmetlerinden mahrum bırakma, cinsel şiddet, çocukların doğrudan hedef alınması gibi suçları tescillendi. Bir yandan da BM’ye ait bir organ konumundaki Uluslararası Adalet Divanı Netanyahu’yu soykırım suçlusu olarak yargılamaktadır. Ayrıca Uluslararası Ceza Mahkemesi Siyonist vahşiler hakkında tutuklama kararı çıkartmıştır. Katil Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’nda konuşturulması çifte standarttır, utanmazlıktır, yaman bir çelişkidir.

İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük kavramlarını dilinden düşürmeyen Batı dünyası Ukrayna için ayağa kalkarken Gazze için kör ve sağır kesilmiştir. Gazze’deki soykırım, yalnızca İsrail’in suçlarıyla değil, aynı zamanda dünyanın suskunluğu, Siyonizm’e arka çıkan Batı’nın ikiyüzlülüğü ve iş birliğiyle mümkün olmuştur. İnsanlığın kutsal kabul ettiği bütün değerlerin İsrail tarafından çiğnendiğini gördükleri hâlde zalime alkış tutuyor, İsrail’in askerî operasyonlarına doğrudan ya da dolaylı destek vermek suretiyle yaptıklarını meşrulaştırıyorlar.  Almanya Başbakanı Friedric Merz de Münih’te bir sinagog açılışında başında kipa ile ağlayıp neredeyse yerlere kapanarak, “Bugünkü antisemitizm için utanç duyuyorum...” diyor.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), onlarca toplantı yaptı ama her defasında ABD’nin vetosu ile mazlumun kanını durduracak kararlara engel olunuyor. BM Genel Sekreteri António Guterres’in ifadesiyle çaresiz bir şekilde, “Gazze bir mezarlığa dönüştü!” diye sızlanmaktan başka bir şey yapamıyor. Uluslararası hukukta egemenlik ve savaş hukukuna ilişkin düzenlemeler yalnızca İsrail’in lehine işliyor. İşgalci Siyonistlerin de uluslararası sistemde kendilerini caydırıcı bir mekanizmanın bulunmadığına, istedikleri her şeyi yapıp yanlarına kâr kalacağı hissine kapılmalarına yol açıyor. Bu durum, uluslararası sistemin ne kadar adaletsiz ve çürük temellere dayalı olduğunu gözler önüne seriyor ve yeni bir uluslararası düzen arayışını kaçınılmaz kılıyor.

İslâm Dünyasının Pasifliği

57 üyesi bulunan İİT, BM’den sonra dünyada ikinci en büyük teşkilat. Arap Birliği’nin ise 22 üyesi var. İsrail’in Doha saldırısının ardından, İİT ve Arap Birliği’nin Katar’daki olağanüstü toplantısından küçük bir umut da olsa, Gazze’yi kurtarmaya yönelik bir karar çıkar beklentisi maalesef boşa çıktı. İslâm ülkeleri liderleri, hiçbir karara imza atmadan bolca kınama, temenni, durum tespiti ve “uluslararası toplumu göreve çağırma” seansında bulunduktan sonra geleneksel hatıra fotoğrafı çekerek dağıldılar.

Şimdiye kadar Filistin sorununa ilişkin olarak İsrail’e karşı ne kendi aralarında ortak bir eylem birliği ne de uluslararası toplumu harekete geçirici bir politika üretemediler. Yaptıkları şey eskinin masalları. Yıllardır yapılan bu “toplan-dağıl” zirveleri Siyonistleri zerre kadar endişelendirmiyor. Durum böyle olunca da İsrail, “Nasılsa hiçbir şey yapamayacaklar,  öyleyse devam edelim!” deyip, daha da azgınlaşarak saldırılarına devam etmektedir. Nitekim Doha Zirvesi’yle eş zamanlı olarak, İsrail kırk bin işgal askeriyle Gazze’ye kara harekâtı başlattı.

BM gibi, İİT, Körfez İş Birliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nin de gücü ve etkinliği yok.  Toplanıyorlar, konuşuyorlar, İsrail’i kınayan, uluslararası toplumu göreve davet eden sembolik bildiriler yayımlayarak dağılıyorlar. Katar zirvesinde yayımlanan ortak bildiride şu ifadelere yer verilmişti:

“Arap Birliği ve İslâm İş Birliği Teşkilatı’nın tüm üye devletlerinin egemenliğine, bağımsızlığına ve güvenliğine olan sarsılmaz bağlılığımızı yeniden teyit ederek ve ortak güvenliğimizi savunmak için bu saldırıya karşılık vermek için ortak vazifemizi hatırlatarak, devletlerimizin güvenliğine yönelik her türlü tehdidi kategorik olarak reddettiğimizi teyit eder ve güvenlik ve istikrarlarını tehdit edebilecek her türlü duruma karşı mutlak ve sarsılmaz dayanışmamızı teyit ederek onları hedef alan her türlü saldırıyı şiddetle kınarız.” Görüldüğü üzere; beyefendiler bağlılıklarını teyit ediyor, ortak vazifelerini hatırlatıyor, her türlü tehdidi reddediyor, sarsılmaz dayanışmayı teyit ediyor ve her türlü saldırıyı şiddetle kınıyorlar. Düşmana karşı caydırıcı derde deva hiçbir eylem kararı çıkmıyor. Herhangi bir karar yok, icraat yok. Sen sağ ben selamet dağılıp gidiyorlar!

Daha önce Kahire’deki Arap Birliği toplantısında Mısır, İsrail’in ihlallerini durdurmak için kararlı tavırlar alınması gerektiğini belirtmişti. Kendisi Gazze’ye sınırı olan bir ülke. Gazze ile arasındaki Refah sınır kapısını yıllardır kapalı tutuyor. İsrail’in korkusundan parmağını kıpırdatmıyor. Kararlı tavrı kendisi alması gerekirken bu 100 milyonluk ülke işi uçan kuşa havale ediyor. Koskoca İslâm dünyasının Gazze’nin yaralarına merhem olacak, İsrail’in azgınlıklarını dizginleyecek bir çözümü ortaya koyması için daha ne olmalı? Dünyanın gözleri önünde 21. yüzyılın en büyük soykırımı yapılıyor. Büyük çoğunluğu savunmasız kadın, yaşlı ve çocuk olmak üzere 70 bine yakın masum insanı hayattan kopardı. Resmî olmayan rakamlara göre, bu sayının, savaş bittikten sonra, devasa enkazın altındaki cenazelerin çıkarılmasıyla birlikte 200 bine ulaşabileceği konuşuluyor. İnsani yardım görüntüsüyle ölüm tuzağı kurup gıda yardımı için koşan binlerce insanı oyun oynar gibi katlediyor. İsrail ordusunun gerçek yüzü,  savaş suçu işleyen İsrailli askerlerin paylaştığı utanç verici videolarla açığa çıkmıştır.

Sadece insanları değil su kaynaklarını, tarım arazilerini, toprağı da yok ediyorlar. İnsanları aç susuz bırakarak kitlesel ölümlere sebep oluyorlar. Tüm bu insanlık dışı eylemler gerçekleştirilirken, hâlâ kınama, uyarı ve çağrılarla iş geçiştiriliyor. Malezya Başbakanı Enver İbrahim “Kınamalar füzeleri durduramayacak!” gerçeğini haykırıyor. İbrahim, konuşmasının devamında İsrail’le hâlâ diplomatik ve ticari ilişkiler yürüten İslâm ülkeleri liderlerine sitem ederek şöyle seslendi: “Daha ne bekliyorsunuz? Gerek diplomatik gerekse ekonomik, Gazze yok olmadan kesin artık şu ilişkilerinizi.” Malezya,  İsrail’i devlet olarak tanımama haysiyetini gösterebilen nadir ülkelerden biridir.

Doha’da toplanan ülkeler 2 milyar nüfusa sahip. Dünya petrolünün yüzde altmışına sahip, yeryüzünün merkezine hâkim. Kara ticaret yollarını, deniz ticaret yollarını, enerji kaynaklarını, enerji koridorlarını kontrol ediyor. Fas’tan Endonezya’ya, Adriyatik’ten Orta Afrika’ya, Atlantik’ten Pasifik’e kadar bir coğrafyayı kapsayan, Akdeniz’i, Kızıldeniz’i, Basra Körfezi’ni, Hint Okyanusu’nu, Malakka Boğazı’nı, İstanbul Boğazı’nı içine alan bir ümmet Gazze’nin çığlığına çare olamıyor. Bir il kadar toprağa, 10 milyon (yüzde 20’si Arap) bir nüfusa sahip olan, ABD desteğiyle ayakta duran cüretkâr İsrail bu katliamları koskoca İslâm dünyası varken nasıl yapıyor? Bütün İslâm ülkeleri hep bir ağızdan Siyonist İsrail’e bağıracak olsalar, katilin kulakları sağır olurdu. 2 milyarlık İslâm âlemi her biri bir kova su dökse Akdeniz kıyısında boğulup giderdi.

Yüz binlerce kadın ve çocuk açlıkla, susuzlukla, bombalarla mücadele ederek hayata tutunmaya çalışırken birçok Arap ülkesinin dışişleri bakanlıkları “endişe” bildirmekten öteye geçemedi. Bu suskunluk, ümmetin vicdanında açılmış derin bir yaradır. Kardeşin kardeşine sessiz ihanetidir.  Ümmet bilincinin ölüm döşeğinde olduğunu gösteren Gazze soykırımı İslâm âleminin büyük imtihanıdır.

ABD ve İsrail’i Aynı Üst Akıl Yönetiyor

Kimileri İsrail’in ABD’yi yönettiğini kimileri de İsrail’in ABD’nin ileri karakolu olduğunu söylüyorlar. Tavuk yumurta misali birinin diğerini yönettiğine dair çok değişik görüşler var. Aslında ikisi de birbirini yönetiyor. Duruma göre tavır takınıp birbirlerine ayar veriyor, paslaşıyorlar. Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i birbirinden ayırt edilemez ikiz bir beladır. Karşılıklı menfaat ilişkisi içinde birbirlerinin sınırlarını belirliyor, ne yapacaklarına karar veriyorlar.

Gazze’de ABD-İsrail ortak yapımı bir katliamı izliyoruz. Korkudan altlarına bebek bezi bağlayan İsrail askerleri ABD desteği olmadan hiçbir şey yapamaz. Savaşın bütün silah, araç-gereç malzemelerini temin eden, uzman askerî elemanlar ile fiilî olarak cephede yer alan, ekonomik yükünü çeken, diplomatik ve uluslararası alanda İsrail’in savunmasını yapan, önünü açan, yargılanmalarını engelleyen Amerika’dır. Mahmud Abbas ve ekibine vize vermezken Netanyahu’yu BM’nin tenha salonunda konuşturan güç de Amerika’dır. Gazze’de derhal, şartsız ve kalıcı bir ateşkes çağrısı yapan ve İsrail’in Filistin topraklarına yardım ulaştırılmasına yönelik tüm kısıtlamaları kaldırmasını talep eden BM Güvenlik Konseyi karar taslağını ABD veto ederek engellemiştir. ABD bu kararıyla, Gazze Şeridi’ndeki savaşa ilişkin Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini altıncı kez kullanarak soykırımın suç ortağı olmuştur.

ABD Dışişleri Bakanı Katolik Rubio, İsrail’i ziyaretinde başına kipa takıp, soykırımcı Netanyahu ile birlikte Ağlama Duvarı’nı ziyaret edip dilek diledi. ABD’nin desteğini göstermek için önce İsrail sonra Katar’a gitti. Rubio’dan önceki Dışişleri Bakanı Antony Blinken da 7 Ekim’den sonra koşarak gittiği İsrail’e “Bir Yahudi olarak geldim!” demişti. Rubio, İsrail’den ayrılır ayrılmaz Netanyahu, Gazze’yi işgal amacıyla kara harekâtı başlattı.  Kara harekâtına birlikte karar verdikleri ve Rubio’nun  “Elinizi çabuk tutun!” dediği söyleniyor. Ayrıca, Rubio’nun Katar ziyaretinin ardından şu açıklaması geldi; “Washington ve Doha, gelişmiş bir savunma iş birliği anlaşmasını sonuçlandırmaya yakın…” Görüldüğü üzere,  ABD önce dövdürüyor sonra da “hızlandırılmış savunma iş birliği” kisvesi altında silah satıyor.

İşgal rejimi Katar’ı vurduğunu ABD Başkanı Donald Trump “Bizim haberimiz yoktu!” dese de hem Amerikan basını hem de İsrailli bir yetkili Trump’ın, İsrail’in savaş uçaklarıyla Katar’a düzenlediği saldırıya yeşil ışık yaktığını söyleyerek bu söylemi yalanladı. ABD merkezli Axios haber sitesindeki haberde, Katar saldırısıyla ilgili olarak Trump’a ABD saatiyle 08.00’de aranarak bilgi verildiği iddia edildi. Katar saldırısı ise 08.51’de başlamıştı. Yani Trump saldırıdan 51 dakika önce bilgilendirilmiş. Başka bir ifadeyle Trump, istese saldırıyı önleyebilirmiş. Sözün özü, bu saldırı Siyonist İsrail ile onun sınırsız destekçisi ABD’nin ortaklaşa hazırladığı İngiltere destekli hain bir tuzaktır ve Trump’ın bilgisi dâhilinde gerçekleştirilmiştir. El-Udeyd üssünde bulunan gelişmiş radarları ve savunma füzelerini kapatıp İsrail’in vurmasını kolaylaştırmıştır.

İsrail’in Cezasız Kalması Dünyanın Vicdanını Yaralıyor

İsrail’i durduracak bir kanun yok, Siyonist rejimin vahşi saldırıları devam ediyor. Gazze’de yiyecek arayanlar katledilirken, yaşanan insanlık suçu devam ederken hiçbir şey olmamış gibi davranan dünya böyle devam edemez. Holokost hadisesi üzerine kurulan kolonyal Siyonist ‘ulus devlet’ bütün dünyayı hiçe sayarak sürekli kendini tehdit altında hisseden bir paranoya ile her şeyi kendine mubah görüyor. “Devletim” diyor ama devlet aklı yok. Bir çılgınlık noktasında şımarıkça işler yapıyor.

Bu trajedinin baş sorumlularından biri hiç şüphesiz Mısır’dır. Şehit Muhammed Mursi dönemi hariç her dönem Refah sınır kapısını kapalı tutmuş ve o da Gazze’ye ambargo uygulamıştır. Türkiye’ye gelince, Mavi Marmara’da açıkça Türkiye’ye saldırılmıştır. İsrail’in uluslararası sularda yaptığı korsanlık sonucunda 10 vatandaşımız katledilmiş, insanlarımız esir alınmıştır. Gemilerine ve mallarına el konulmuştur. Ancak, telefonla yapılan bir özür ve 20 milyon dolar karşılığında bu eşkıyalık suçu kapatılmış, büyükelçiler yeniden atanmıştır. Mavi Marmara saldırısının hesabı ödenmemiş, katiller cezasını bulmamış, Gazze’ye uygulanan abluka ve saldırılar ise hiçbir zaman kaldırılmamıştır. Şehitlerin kanının takipçisi Mavi Marmara davalarının kanunla düşürülmesi sağlanarak İsrail rahatlatılmıştır.

İsrail’i 1949’da ilk tanıyan Müslüman ülke Türkiye’dir diye hayıflanıyoruz ya! Bakın daha sonra neler yaşanmış: Siyonist İsrail rejiminin NATO’nun Brüksel’deki merkezinde daimi ofis açması ile ilgili karar, Türkiye’nin İsrail’e yönelik vetosunu kaldırması ile 2016 yılında mümkün olmuştur. Yine Türkiye, Filistinlilerin tüm itirazlarına rağmen, İsrail’in OECD üyeliğini veto etmeyerek 2010 yılında İsrail’in OECD üyesi olmasını sağlamıştır. İsrail’i İran’dan gelecek tehlikelere karşı koruyan Kürecik üssü ne zaman kuruldu acaba? Bu millet hiçbir zaman İsrail’i sevmemişken Türkiye Cumhuriyeti uzun yıllar İsrail’le sarmaş dolaş, haşir neşir olmuştur maalesef.

Tarihin hiçbir döneminde hukuksuzluğa bu kadar cüret edebilen bir devlet ve ona göz yuman bir uluslararası adalet görülmemiştir. Kendi topraklarında yaşamak, ona sahip çıkmak ve orada var olmaktan başka bir şey istemeyen masum insanlar acımasızca katledilmektedir. Gazze’deki durum dayanılmaz bir insani krize dönüşmüş, yüzbinlerce insan tarifsiz acılara maruz bırakılmıştır. Mahmud Abbas gibi uşak ruhlu kimselere rağmen Gazze teslim olmadığı için yok edilmeye çalışılıyor. İsrail’in ancak güç ile durdurulabileceği anlaşılmıştır. Böylesi bir yapıyı sadece kınamak yetmiyor, artık canını acıtmak gerekiyor.

ABD ve İsrail Türkiye’yi Kuşatıyor

İsrail ve ABD Güney Kıbrıs’a silah yığıyor. Rumlar dev silah siparişleri vererek adayı cephaneliğe çeviriyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ABD’den askerî kargo uçağı, helikopter, obüs, zırhlı personel taşıyıcısı, hava savunma sistemleri ve diğer askerî teçhizat alımı için hazırlık yapıyor. Kıbrıs’ı da vaat edilmiş toprak gören Siyonistlerin stratejik yayılmacı planları arasında bu ada da vardır. İsrail Güney Kıbrıs’taki askerî varlığını tatbikatlar ve silahlandırma projeleri üzerinden artırmaktadır. Tel Aviv, GKRY’ne Barak MX hava savunma sistemleri vermeye devam etmektedir. Adada kurduğu siber güvenlik merkeziyle KKTC’deki Türk askerî iletişimini de takip etmektedir. Bu merkez ABD ve Yunanistan’la koordineli çalışmaktadır. Siyonist rejim muhtemel bir çatışmada Türkiye’den gelecek saldırıları önde karşılayarak kendini güvene almak istemektedir. ABD 1987’den beri GKRY’ne uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı. Türkiye karşıtlığı üzerinden Yunanistan ve GKRY üzerinde hem hâkimiyet kuruyor hem de silah satıyor.

İşin acı yanı ise, bu silahlanma faaliyetlerinde İncirlik üssünün de kullanılmasıdır. İngiltere merkezli Declassified yayın organının kurucularından Matt Kennard, X hesabından yaptığı paylaşımda, 11 Eylül sabahı ABD’ye ait bir C-130J Hercules uçağının Türkiye’nin İncirlik üssünden Güney Kıbrıs’taki RAF Akrotiri üssüne uçtuğunu iddia etmiş ve uçuş rotasının radar sistemindeki kayıtlarını paylaşmıştı. C-130J Hercules uçağı 47 bin libreye kadar yük taşıyabiliyor. Ayrıca ABD’nin, İsrail’e silah sevkiyatı için RAF Akrotiri üssünü kullandığı da biliniyor.

Yunanistan sürekli yeni problemler çıkararak tansiyonu yükseltiyor. Bizimle oturup konuşmak yerine ağababalarının arkasına sığınarak ileri geri konuşmaya devam ediyor. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un, Beyaz Saray’da diğer Ortodoks başpapazlarla birlikte Trump ile görüşmesini de bu açıdan okumak gerekiyor. Türkiye’de zorluklar yaşadıklarını ileri süren Bartholomeos, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması meselesinde Trump’tan destek istiyor. Nitekim Washington’da Erdoğan-Trump görüşmesi öncesindeki basın toplantısında, Gazze’deki katliam için tek kelime etmeyen Trump Heybeliada meselesini gündeme getirdi.

İsrail son yıllarda Kıbrıs üzerindeki varlık ve etkisini KKTC’de toprak ve mülk alarak da genişletmektedir. Türkiye’nin burnunun dibindeki Karpaz’da kurulan İsrail sermayeli marinaya kim nasıl izin verdi? KKTC’de yüzlerce İsrail şirketi nasıl kuruldu, araştırılması gereken konulardır. ABD, İsrail, Yunanistan ve GKRY arasındaki iş birliği doğrudan Türkiye’yi çevreleme planının bir parçasıdır. Çünkü İsrail’i durduracak tek güç Türkiye’dir. Dün Siyonistlere toprak satmayan Osmanlı’yı hangi gerekçelerle durdurdularsa, bugün de Türkiye’yi aynı gerekçelerle kuşatıyorlar.

İsrail’in Saldırıları Karşısında Türkiye’nin Tutumu

İsrail’in Filistin, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’e ve son olarak Katar’a saldırılar düzenlemesi, bölgedeki jeopolitik gerilimi artırıyor. Gazze’nin çığlığını duyurmak için yola çıkan SUMUD filosuna mensup gemilere Tunus’ta saldırması ile saldırdığı ülke sayısı yediye çıktı. Bu saldırılar, İsrail’in Türkiye’yi de hedef alabileceği konusunu, bölgesel dinamikleri ve Türkiye için potansiyel tehditleri gündeme getirdi. Netanyahu, Doha saldırısının ardından HAMAS üyelerine sahip çıkan herkesi tehdit etti. “Katar ve teröristlere sığınak sağlayan tüm ülkelere şunu söylüyorum. Ya onları sınır dışı edin ya da adalete teslim edin, çünkü yapmazsanız, biz yapacağız.” dedi. İsrailli asker ve yazar Siyonist Meir Masri, sosyal medya hesabından, “Doha’ya saldıran Ankara’ya da saldırabilir. Bugün Katar, yarın Türkiye!” şeklinde haddini aşan tehditlerde bulundu. İsrailli emekli albay Dr. Moşe Elad, İsrail’in saldırgan tavırlarına verdiği tepki sebebiyle Türkiye’nin de İsrail’in hedef listesine girebileceğini iddia etti.

Uzmanlar ve siyasi analistler, NATO üyesi Türkiye’ye yönelik bir askerî müdahalenin NATO’yu da karşılarına alacağı anlamına geleceğini söylüyorlar. Ama İsrail öylesine kontrolden çıkmış bir aktör hâline geldi ki, bunu deneyebilir. Şu ana kadar yaptıklarının bir bedelini ödemediği müddetçe bu saldırganlığını sürdürebilir. Muhtemel bir çatışma, her iki taraf için de ciddi kayıplara ve ekonomik yıkıma yol açabilir. Bölgedeki durumun karmaşıklığı ve hızla değişen jeopolitik dengeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin kendi ekonomisini ve bilhassa hava savunma kapasitesini güçlendirmesi ve bölgede askerî caydırıcılık unsurlarını artırması önemlidir.

Türkiye ile İsrail arasında doğrudan bir askerî çatışma ihtimali düşük olsa da İsrail’in Türkiye’ye karşı dolaylı yöntemlerle tehdit oluşturabileceği konuşuluyor. İsrail’in dile getirdiği “İsrail’i bölgede büyüteceğiz, sırada Türkiye ve KKTC var!” ve “Suriye’de asıl kiminle uğraştığımızı biliyoruz’” şeklindeki hadsiz açıklamaları, ABD’nin Suriye’de terör örgütü YPG’ye desteğini sürdürmesi ve Suriye’yi etnik ve mezhebi ayrımlarla parçalayarak İsrail’in güdümüne sokma girişimleri, İsrail’in Suriye sahasında Türkiye ile karşı karşıya gelebileceği ihtimalini artırıyor. Neler olabilir? YPG/PYD gibi vekil örgütler eliyle Türkiye’nin sınır güvenliğini ve iç istikrarını tehdit edebilirler. Siber saldırılar ve dezenformasyon kampanyaları gibi hibrit savaş unsurlarını kullanabilirler. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerini Yunanistan ve GKRY’ni yanlarına alarak bölgedeki jeopolitik rekabeti gerilim konusu yapabilirler. ABD’deki lobiler aracılığıyla Türkiye’ye yönelik ekonomik ve diplomatik baskı uygulayabilirler. Türkiye’nin yakın tarihte yaşadığı bazı olayları İsrail’in yayılma arzusu bağlamında okumak gerekiyor. 12 Eylül Darbesi, 6 Eylül’de Konya’daki geniş katılımlı Kudüs mitinginin, 28 Şubat Darbesi ise Sincan’daki Kudüs gecesinin ardından geldi, 15 Temmuz darbe girişimi, Fetullahçı CIA ve MOSSAD ajanları tarafından yapıldı.

Dünyanın çok kutuplu bir düzene evrildiği ve küresel belirsizliklerin devam ettiği bu dönemde, ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı Türkiye’nin bölgesel ve küresel ölçekte yeni ittifaklar kurması gerekmektedir. Bu bağlamda Devlet Bahçeli, Türkiye Rusya Çin (TRÇ) ittifakını gündeme getirdi. Bahçeli, “Akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek Türkiye Rusya Çin ittifakıdır. Türkiye Rusya Çin ittifakının da Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir.” dedi. Uluslararası güvenlik alanındaki mevcut kaos hâli, TRÇ çağrısı ve Erdoğan’ın BM’deki konuşmasında “çift başlı kartala” gönderme yapması birlikte okunduğunda, Türkiye’nin tek eksene hapsolmayan, katmanlı ve seçici bir dış politika uygulamasını zaruri kılmaktadır.

Trump’ın Gazze Planı

Trump’ın BM’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da arasında olduğu Müslüman ve Arap liderlerle müzakere ettiği, Gazze’deki soykırımı kalıcı olarak sona erdirme planı pek çok hususu içermektedir. 21 maddelik plan şöyle özetlenebilir: Esirler serbest bırakılacak, kalıcı ateşkes ilan edilecek, İsrail kademeli şekilde geri çekilecek. Gazze’ye Arap güvenlik gücü yerleşecek, HAMAS’sız bir yönetim kurulacak. Gazze silahsızlandırılacak (üst düzey HAMAS yetkililerine af ve Gazze’den ayrılma imkânı tanınacak), aralarında ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış Filistinlilerin de bulunduğu binlerce kişi İsrail hapishanelerinden serbest bırakılacak. Gazze’ye kesintisiz yardım girecek, Filistin yönetimi sınırlı seviyede idareye katılacak, İsrail Gazze’ye yerleşim kurmayacak, İsrail Batı Şeria’yı ilhak etmeyecek, İsrail Mescide-i Aksa’ya dokunmayacak.

Washington yönetiminin planının büyük ölçüde, Trump’ın damadı Jared Kushner ile İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in üzerinde çalıştığı “Gazze’de ertesi gün planından” oluştuğu kaydedilmektedir. BM’de birçok ülkenin Filistin devletini tanımasının ‘terörizmi ödüllendirdiğini ve İsrail’in varlığını tehdit ettiğini’ savunan Netanyahu ile 29 Eylül’de Beyaz Saray’da görüşen Trump düzenlenen ortak basın toplantısında 21 maddelik Gazze planını açıkladı. Trump, planın taraflarca kabul edilmesi hâlinde “savaşın” derhal sona ereceğini, İsrail'in Gazze'den kademeli şekilde geri çekileceğini, Gazze'de HAMAS’ın rolünün olmadığı yeni bir sürecin başlayacağını ve tüm esirlerin serbest kalacağını belirtti. Netanyahu ise Trump’ın planı için, “Gazze'deki savaşı sona erdirme planınızı destekliyorum, bu plan savaş hedeflerimizi gerçekleştiriyor.” dedi. Siyonist Başbakan “HAMAS planınızı kabul ederse, Sayın Başkan, ilk adım makul bir geri çekilme olacak, ardından 72 saat içinde tüm rehinelerimiz serbest bırakılacak. HAMAS planınızı reddederse ya da sözde kabul edip sonra karşı gelecek her şeyi yaparsa İsrail işi kendi başına bitirecek. Bu kolay ya da zor yoldan yapılabilir. Ancak yapılacak.” ifadelerini kullandı.

Meseleyi “Amerikan rüyası”nın çözmeyeceğini bilenler için açıklananlar çok şaşırtıcı değildir. Bugün İsrail ile savaşan tek güç konumundaki HAMAS yok edildikten sonra Mahmud Abbas zihniyetindeki teslimiyetçi kimselerin elinde Filistin diye bir yer kalmayacaktır. Ayrıca Netanyahu, Trump'ın Gazze barış planı çerçevesinde Filistin yönetiminin, İsrail’e karşı ‘nefret içerikli’ ders kitaplarını değiştirmesi, medyadaki ‘kışkırtıcı’ söylemleri sonlandırması gibi reformların yanı sıra Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı’nda açılan davalara son vermesi ve İsrail’i Yahudi devleti olarak tanıması gerektiğini de ileri sürdü. Bu ve benzeri talepleri, maddeleri kabul etmek, savaşı İsrail’in kazandığını, soykırım yapmadığını, işledikleri insanlık suçlarından yargılanmayacağını kabul etmek demektir. Yaptıkları yanlarına kâr mı kalacaktır? Siyonist rejimin her zamanki gibi antlaşma sonrasında rehineleri alması akabinde yeniden katliamlara başlamayacağının garantisini kim verecektir? Bu konuda ABD’ye mi, İsrail’e mi güveneceğiz? Şurası son derece açıktır: HAMAS’ı yok etmek üzerine oynanan bir oyun olan söz konusu plan aynı zamanda Abraham Antlaşmaları’nı yeniden canlandırarak İsrail’in etkisini arttırmayı hedeflemektedir.

Filistin’in Tanınması ve Kudüs

Filistin’i tanıyan ülke sayısı arttıkça İsrail, Gazze’deki savaşı acilen bitirme çabalarına girişmiş, Gazze’nin kuzeydeki merkezini tamamen işgal etmek için bir kara harekâtı başlatmıştır. Diğer taraftan da ABD yönetimi, Gazze’deki katliamı durdurmak yerine, Filistin’i tanıyacağını ilan eden ülkeleri bu kararlarından vazgeçirme için çabalarını sürdürüyor.  Mahmud Abbas ve diğer Filistinli yetkililerin vizelerini iptal ederek işe başladı. Buna ilaveten kimi ülkeleri tehdit ederek kimilerini satın alarak tanıma kararlarından vazgeçirmeye çalışıyor.

Gerçi Filistin’in tanınması mevcut yaptırım-güç dengesi içinde İsrail’e olumsuz hiçbir etkisi olmayacaktır. Çünkü Filistin devletini tanıyan ülke sayısı 157 ülke olsa bile buna bakılmaksızın BM’ye tam üye olmak için ABD’nin veto hakkına sahip olduğu BMGK’nin onayı gerekmektedir. Ayrıca, sınırları üzerinde kontrolü olmayan Filistin’i hangi sınırlarıyla tanıyacaklar? 1948 sınırlarıyla mı, 1976 sınırlarıyla mı yoksa bugünkü paramparça edilmiş, birbirinden koparılmış, izole edilmiş hâliyle mi? Mesela, Filistin’de büyükelçilik açacaklar mı? Filistin’e silah satacaklar mı? Karayla çevrili bu bölgeye havaalanı yapılmasına izin verecekler mi? Gazze ile Batı Şeria’nın toprak irtibatı sağlanacak mı? Batı Şeria’ya yalnızca İsrail üzerinden veya İsrail’in kontrolündeki Ürdün sınırından ulaşılabiliyor.

Kudüs Rum Ortodoks Patriği Theofilos Giannopoulos, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaretinde Erdoğan’a, Hz. Ömer’in 638 yılında Kudüs’ü fethetmesinin ardından Bizans İmparatorluğu adına şehri yöneten Patrik Sophronios’a verdiği emannamenin yazılı olduğu tabloyu takdim etmişti. Fatih Sultan Mehmed Han da 1458 yılında Kudüs Patriğine aynı emanı verdiğini bildiren bir ahitname düzenlemişti. Bu gelişmeler karşısında çıldıran Netanyahu, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile birlikte gittiği Mescid-i Aksa yakınlarındaki tünellerde arkeolojik kazıların yapıldığı bir alandaki konuşmasında, Osmanlı Devleti döneminde Kudüs’te bulunan İbranice yazılmış taş tablet olan Siloam (Silvan) Yazıtını almak için dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’a ricada bulunduğunu dile getirdi. Ancak buna Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde mâni olduğunu belirterek “İşte buradayız. Burası bizim şehrimiz Bay Erdoğan. Bu senin şehrin değil, bizim şehrimiz. Her zaman bizim şehrimiz olarak kalacak. Bir daha asla bölünmeyecek.” ifadelerini kullanarak Erdoğan’ı ve Türkiye’yi hedef aldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2020 yılında TBMM’deki bir konuşmasında “Kudüs bizim şehrimiz, bizden bir şehir!” demişti.  Osmanlı İmparatorluğu Kudüs’e 401 yıl hâkim olmuştur. Osmanlı için Kudüs her zaman büyük önem taşımıştır. Her ne kadar Siyonist rejim arkeolojik kazılarla İslâm mirasını yok etmeye çalışsa da bugün Kudüs’te eski çarşının yüzde yetmişi hâlâ Osmanlı eserleri ile kaplıdır. Eski Kudüs´ü çevreleyen surlar en son Kanuni zamanında restore edilmiştir. Surların önündeki en büyük cadde hâlâ bugün Sultan Süleyman Caddesi şeklinde adlandırılır.

“İtaat Et, Rahat Et” Sefilliğinden İzzetli Bir Direniş ve Dirilişe

Gazze’nin maruz kaldığı vahşi uygulama insanlığın vicdanında küresel bir yankıya dönüşmüş, herkesi ayağa kaldırmıştır. Şayet Gazze’de ateşkes olmaz, abluka kırılmazsa dört beş aya kadar nüfusun çoğu açlıktan ölecek. Küresel canavar ABD ve onun beslemesi İsrail’in karşısında Gazze’mizin yalnız ve karanlık içinde çaresiz kalması bir felaketi haber veriyor. Gazze’nin çaresizliği bize insani bir düzenin ve adaletin yegâne çaresi olan cihadı hatırlatmıyorsa esarete rıza göstermişiz demektir.

Müslüman olan hiç kimse, bu dayanılmaz zulüm ve katliamlara, cani işgalcilerin kahpece tecavüz ve aşağılamalarına sessiz ve tepkisiz kalamaz. Müslüman’ın şeref ve haysiyeti ile oynuyorlar. Tepki göstermeyip susmamız, bu ümmete zulmedenlerin cüretini artırıyorsa, İslâm’ın ve Müslümanların aşağılanmasına, onurlarının ve dirençlerinin kırılmasına sebep oluyorsa, susmamız haramdır.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Kötü davranışlar karşısında ilgisiz olan ve hiçbir tepki göstermeyen kimse, canlılar arasında sadece nefes alıp veren bir ölüdür.” Başka bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.), “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeden sabahlayan benden değildir.” buyuruyor. Eserlerinde, İslâm teslimiyettir dediğimizde Allah’tan başka güç sahibi tanımadığımıza şahitlik ettiğimizi anlatan Seyyid Kutub ise şunları dile getiriyor: “Acaba Müslümanlar nasıl zevkle yiyip içiyorlar, nasıl rahat uyuyorlar? Din kardeşleri en aşağılık, en rezil insanların ellerinde en kötü işkenceleri görürken, çeşit çeşit zillete layık görülürken?”

Yine Resûlü Ekrem, “Yardım edin ey Müslümanlar’ diye feryat eden bir kardeşinin çağrısını işitip de onun yardımına koşmayan Müslüman değildir.” buyuruyor. Yüce Allah Kur’ân’da Müslümanlara şöyle sesleniyor: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ, 75)

Günümüz Müslümanları,  mesuliyetlerinden uzak ağır bir zillet içindedirler. Siyonizm’in gönüllü uşakları, Gazze ölürken yardım etmeyen, İslâm’ın tesir sahasını daraltan kukla yönetimleri başlarında tutarak, celladına âşık esir ve köle durumuna düşmüşlerdir. İsrail tehdidine karşı bölgesel ve küresel ölçekte yeni bir ortak dayanışma ve savunma iş birliği çerçevesinde bir direnişin geliştirilmesi aciliyet kazanmış durumdadır. Yeryüzünde ilahlaşan küresel hegemonyanın ümmetin yaşadığı beldeleri cehenneme çevirdiği bir ortamdayız. Eğer bizler üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmede gaflete düşüyor, dünya sevgisi, ölüm korkusu, ikbal arzusu ile dünyevileşip dava ruhunu yitiriyorsak, İslâm düşmanlarının saldırı ve komploları, Kur’ân’ın hükümlerini kaldırmaları karşısında sessiz ve tepkisiz kalıyorsak, aldığımız her nefesin hesabının sorulacağı o günde, herhâlde Allah Resûlü bu ümmetten şikâyetçi olacaktır.

Bu içler acısı hâli kendimizden uzak tutabilmemiz için önce Allah’a ortak koşmaktan uzaklaşmamız ve Allah’ın bizim için Hz. Muhammed (s.) aracılığıyla gönderdiklerine sıkıca sarılmamız gerekir. Yaşamak için ölümü göze almazsak yaşayan ölüleriz demektir. Bize düşen, yaşadığımız çağın en ağır imtihanına, yılgınlığa düşmeden yüreğimizin en derin yerinden cevap vermektir. Zümrüdü Anka misali yeniden doğmak, mazlumun yanında saf tutmak, özümüze dönerek karanlığa karşı meşaleyi yakmaktır. Gazze’nin haysiyeti bizim haysiyetimizdir. Kudüs’ün izzeti, son nöbetçisi Iğdırlı Onbaşı Hasan’ın bize emanetidir. Ya bu emaneti taşıyacağız ya da emanete ihanet eden bir ümmet olarak helak olup gideceğiz. Ya zillet içinde boğulacağız ya da Müslüman izzetiyle ayağa kalkacağız. Unutmayalım ki yalnızca İslâm dünyası değil, bütün dünya yeni bir nefese ihtiyaç duymaktadır.

1 Ağustos 2025 Cuma

TERÖRSÜZ TÜRKİYE YOLUNDA TARİHÎ DÖNEMEÇ

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Ağustos 2025-372. Sayı

Türkiye’nin gündemi oldukça yoğun ve hareketli seyrediyor. Gelişmeler hem iç siyaseti hem ekonomik dengeleri doğrudan etkileyen hem de dış güvenlik boyutuyla çok katmanlı meselelerle dolu. Bölgesel ve küresel düzeyde de sarsıcı değişimler yaşanıyor. Gazze’de işgal güçlerinin kadın, erkek ve çocuk demeden sistematik olarak gerçekleştirdiği katliamlar, sonra müfrit Siyonistlerin önce İran’a daha sonra ise Suriye’ye saldırısı, Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş ve Hindistan-Pakistan krizi bunlardan bazıları. Uluslararası kuruluşların sorunlara kalıcı çözüm bulma noktasındaki yetersiz tavırları, tek taraflı davranışları, insani değerlere kayıtsızlıkları büyük belirsizliklere yol açmakta ve yeni felaketlere kapı aralamaktadır. Küresel güçlerin çıkar çatışmaları, tehdit ve güç gösterileri, enerji rekabeti, bölgesel çatışmalar, ideolojik ayrışmalar sebebiyle birçok yönüyle alışamadığımız, anlamakta zorlandığımız bir dünyada yaşıyoruz.

Dünyada kartlar yeniden karılıyor, yeni bir dünya kuruluyor. Coğrafyamızda çok kritik gelişmeler vuku buluyor. Türkiye’nin geleceğini düşünürken önce yaşananların ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Yeni küresel sıklet merkezi Atlantik’ten Asya-Pasifik’e kayıyor. Soğuk Savaş döneminde kanat ülke konumundaki Türkiye bugün artık çok taraflı diplomasisiyle merkez ülke olma konumuna gelmektedir. Küresel düzenin yeniden kurulma sancılarının net şekilde hissedildiği bu süreçte özellikle bölgemizdeki oyun giderek sertleşiyor.

Dünyadaki bu değişim dalgasını ticaret, lojistik, enerji, ulaştırma koridorları bağlamında Hazar, Baltık, Adriyatik, Karadeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu ve Türkiye’nin Azerbaycan ve Pakistan ile kurduğu stratejik derinlik kapsamında okumak gerekiyor. Türkiye öyle bir noktadaki “Orta Koridor”dan Hazar Denizi’ni, Karadeniz’i, Adriyatik’i, Baltık’ı, aşağıdan Faw Limanı’ndan Kalkınma Yolu projesi ile Basra Körfezi’ni, Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan bir kavşakta bulunuyor. Ülkemiz artık oyunu kapsamlı ve çok katmanlı oynuyor. Şu anda dünya siyasetinde ve dünya ekonomisinde denge ve oyun kurucu bir pozisyondayız. O sebeple, bizi iç meselelerle uğraştırıp yeniden kurulan küresel düzende oyun dışında tutmak istiyorlar. Terörsüz Türkiye sürecinin başarıyla sonuçlanması ve bölgenin terörden temizlenmesi ülkemiz için yepyeni sonuçlar getirecektir.

Terörsüz Türkiye’nin İlk Adımları ve Yansımaları

Terörsüz Türkiye hedefi doğrultusunda şu anda tarihî bir dönemeçten geçiliyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin aylar önce başlattığı süreçte kritik bir eşik geçildi ve PKK 47 yıl sonra silah bıraktı. Abdullah Öcalan, 19 Haziran 2025 tarihli mektubunda PKK’nın kuruluş amacına ve örgütün 12. Fesih Kongresi’ne atıfta bulunarak “Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Varlık inkârına dayalı ve ayrı ulus devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisi sona ermiştir.” demişti. Demokratik siyaset ve hukuk aşamasına geçildiğini belirten Öcalan, toplumsal barış vurgusu yaparak, “silahların gönüllüce bırakılmasını” istemiş, TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışmasının önemine işaret etmişti. Bunun bir kayıp değil, tarihî bir kazanım olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Öcalan’ın açıklamalarıyla birlikte PKK’nın silah bırakma ve fesih sürecine girdiğini görüyoruz. Bu açıklamayı hem bölge politikaları açısından hem de Türk siyasi hayatı açısından yeni bir dönemin başlangıcı sayabiliriz.

PKK’nın 12. Fesih Kongresi sonrası yavaş yavaş bazı adımların atıldığını görüyoruz. MİT’in koordinasyonunda ve devletin belirlediği ilkeler çerçevesinde yürütülen silah bırakma eyleminin ilk adımı sembolik bir törenle Irak Süleymaniye’de gerçekleştirildi. PKK’nın silahları yakarak “birlikte yaşama” dönemine hazır olduğunu gösterdiğini yorumcular belirtiyor. Şimdilik bir sıkıntı yok gibi gözüküyor ama henüz iş bitmiş değil, hatta yeni başlıyor. Her an dış güçler tarafından zehirlenme ihtimali var. Sürecin örgüt mensupları açısından nasıl ilerleyeceği belirsizliğini koruyor. Küçük grupların itaatsizliği riski var. Bazı militanların sürece uymayabileceği ve bunun ise kışkırtmalara yol açabileceği değerlendiriliyor. Silahların nasıl ve nereye bırakılacağı henüz bilinmiyor. Veya en azından biz bunu bilmiyoruz.  Silah bırakanların hukuki statüsü henüz net değil. Af gündemde olmasa da bütünleşme süreci için bazı yasal düzenlemeler gerekiyor.

Toplumun bir kısmı sürece temkinli yaklaşıyor. Yıllarca süren çatışmalarda evlatlarını kaybeden aileler için, silah bırakıyoruz, demek yaşananların üzerinin örtülmesi gibi algılanabiliyor. “Şehit analarının gözyaşları kurumadan, gazilerin bedenindeki sancı dinmeden hiçbir açıklamayı kabul etmiyoruz.” gibi ifadeler, bir kesimin sürece karşı neden bu kadar temkinli olduğunu gösteriyor. Özellikle geçmişteki çözüm süreçlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, bu kez de benzer bir hayal kırıklığı yaşanabileceği endişesini doğuruyor. Şehit aileleri ve gaziler, haklı olarak PKK’nın silah bırakma sürecine karşı oldukça güçlü ve duygusal tepkiler veriyorlar. Şehit Aileleri ve Gaziler Derneği Başkanı “Bu millet silah bırakanı değil, hesabını verenleri görmek ister.” diyerek, silah bırakmanın tek başına yeterli olmadığını, adaletin mutlaka tecelli etmesi gerektiğini vurguluyor. Bu tepkileri, yaşanmış acıların, kayıpların ve adalet beklentisinin bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Bu tepkiler, sadece politik değil; aynı zamanda derin bir travmanın ve kolektif hafızanın dışavurumudur.

Siyasi partiler arasında görüş ayrılıkları var. Bazı muhalefet partileri süreci desteklerken, bazıları bunun bir “pazarlık” olduğunu öne sürerek karşı çıkıyor. DEM Parti’nin rolü hem destek hem de eleştiri alıyor. Sürece aktif katılımı, bazı kesimlerde “taraflılık” algısı oluşturuyor. Meclis’te kurulacak komisyonun yetkileri ve kapsamı tartışma konusu olmaya devam ediyor.

Sürecin ilerleyişi hem Kürt meselesinin demokratik zemine taşınması hem de Türkiye’nin bölgesel rolünün yeniden tanımlanması açısından son derece kritik. Sürecin uzaması veya kışkırtmalara açık hâle gelmesi, bölgesel istikrarsızlığı yeniden tetikleyebilir. PKK’nın elindeki silahların ABD ve İsrail piyonu olan SDG gibi yapılara devredilmesi, bu bölgelere yönelik meşru güvenlik kaygıları olan Türkiye’nin askerî reflekslerini harekete geçirebilir.

Devletin bu süreçte hem adaleti sağlama hem de toplumsal barışı inşa etme gibi iki zorlu görevi var. Bu gelişmelerin kalıcı barışa dönüşmesi için hem siyasi kararlılık hem de toplumsal destek gerekiyor. Şehit ailelerinin güvenini kazanmak için sürecin şeffaf, adil ve mağdurların içini ferahlatan bir şekilde yürütülmesi kritik bir önem arz ediyor. Her şeye rağmen bu sürecin mutlaka başarıya ulaşması lazım… Bundan sonra herkese önemli görevler düşüyor.

PKK'nın Silah Bırakması Bölgesel Dengeleri Nasıl Değiştirir?

PKK’nın silah bırakması, sadece Türkiye için değil; Irak, Suriye ve İran gibi komşu ülkeler için de bölgesel dengeleri köklü biçimde değiştirecek çok katmanlı bir açılımdır. Çünkü bu sadece bir örgütsel değişim değil, bölgesel siyaseti de doğrudan etkileyen bir gelişmedir. PKK’nın silahsızlanması ve etkinliğinin azalmasıyla, Irak Merkezi Yönetimi ve Kürt Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasında daha yakın bir iş birliği zemini oluşabilir. Suriye’deki PYD/YPG yapılarının meşruiyeti sorgulanır hâle geleceği için, Türkiye PYD/YPG üzerindeki baskısını artırarak Suriye’de Kürt güçlerin merkezî hükûmet ile entegrasyonunu sağlayabilir. SDG lideri Mazlum Abdi Mart ayında Şam hükûmeti ile bu yönde bir antlaşma imzalanmasına rağmen hâlâ oyalama taktiği yürütüyor. Middle East Eye sitesinin aktardığı habere göre, Türkiye ve ABD, terör örgütü PKK/YPG’ye silahları bırakarak Suriye ordusuna katılması için 30 günlük süre verdi. Suriye’de SDG’nin etkisizleştirilmesi ve Şam yönetimiyle uzlaşma yoluyla entegrasyonu, Türkiye’nin sınır güvenliği ve bölgesel istikrar açısından önemlidir.

Bu süreçle birlikte Türkiye, güvenlik eksenli bakış yerine diplomatik ve siyasi ilişkilere kayan politikasıyla bölgesel barışın mimarı olarak diplomatik gücünü artırır. NATO üyesi Türkiye’nin bu adımı, Batı’da “demokratikleşme” yönünde bir başarı şeklinde algılanabilir ve Avrupa’daki PKK ağlarının tasfiyesi konusunda hukuki ve diplomatik bakımdan elini güçlendirebilir.

Bölgedeki çatışma alanlarının sakinleşmesi, ticaret yollarının güvenliğini artırır ve sınır ötesi ekonomik iş birliklerini kolaylaştırır. Terörün sona ermesiyle birlikte Türkiye, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerle bölgesel kalkınma projelerine daha rahat odaklanabilir. Kalkınma Yolu projesi gibi stratejik girişimler, Türkiye’nin enerji ve ticaret koridorlarındaki rolünü artırır.

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yatırım, turizm ve sosyal kalkınma hız kazanırken, bu kalkınma komşu ülkelerdeki Kürt nüfusla ilişkileri de etkileyebilir. Türkiye gibi bölgesel ve küresel bir aktör ile kurulacak sağlıklı ilişkiler, Kürtlerin pozisyonunu daha da güçlendireceği gibi Türkler ile Kürtler arasındaki bağın kuvvetlenmesine de sebep olur. Bu güven duygusu hem siyasi hem diplomatik hem de ekonomik ilişkilerin gelişmesine kapı açar.

Bölgede büyük bir istikrarsızlık odağı konumundaki işgalci İsrail’in bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlık açıktır. Çünkü PKK’nın etkisizleşmesi bölgedeki güç dengelerini Türkiye lehine çevirecek, ülkemizin Ortadoğu ile derin tarihsel ve kültürel bağlara sahip olması barış ve kalkınma eksenli liderliğini güçlendirecektir. Bu yüzden, Netanyahu, İsrail’deki Hayom gazetesi, Tom Barrack Türkiye’yi anarken sürekli Osmanlı’ya atıfta bulunuyorlar. Gazete “Türkiye, yeni İran’dır!” diyor. Zira artık Suriye’de İsrail’in burnunun dibindeyiz.  Eski İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in danışmanı Jonathan Adiri Ynetnews’teki yazısında Türkiye’nin “sessiz ama stratejik” bir yükseliş yaşadığını, İsrail’in ise bu dönüşüm karşısında savunmada kaldığını belirterek, “Ankara, Ortadoğu’daki güvenlik denkleminde belirleyici bir aktöre dönüştü.” diyor. PKK’nın silah bırakmasıyla Türkiye’nin önündeki son engelin de kalktığını belirten yazar, “Bu bir dönüm noktası. Türkiye karşı konulmaz ve boyun eğmez bir şekilde zaferle çıktı. 85 milyonu aşkın bir ulus tarafından desteklenen bir jeopolitik güç” ifadesiyle Türkiye’nin bölgesel iddiasına ve pozisyonuna vurgu yapıyor.

Türkiye’nin Ortadoğu politikası artık sadece güvenlik eksenli değil; diplomasi, ekonomi, kültür ve ideoloji gibi birçok alanda çok katmanlı bir stratejiye yaslanıyor. Bu politika hem bölgesel etkisini artıracak hem de küresel aktörlerle denge kurma imkânı sağlayacaktır.

Silahlar Susacak, Siyaset Konuşacak

Yıllardır süren çatışmaların sona ermesi, toplumsal huzuru ve güven ortamını güçlendirecektir. Şiddet yerini siyasete bırakmalıdır. Artık kendimizi aşmalı, satır arası okuma uzmanlığını bırakmalı, amasız fakatsız bir barış ve bütünleşmeye, yeni bir uzlaşma kültürü oluşturmaya yoğunlaşmalıyız. İnsanları incitmemek ve kaygılarını anlamak gerekiyor. Toplumsal travmaların iyileşmesi için barışın diliyle konuşmak şart.  Belki de ilk defa devlet aklı ile toplum aklı beraber düşünüyor, beraber hareket ediyor. Bu fırsatı iyi değerlendirip, Türk’üyle Kürt’üyle ortak bir siyasette buluşup ülkemizin geleceğini birlikte inşa etmek gerekiyor. Gelecek projesi olmayan geçmişte çakılır kalır.

PKK’nın silah bırakması Türkiye’nin en derin yaralarından birinin iyileşmesi ve dağlara bahar gelmesi demektir. Ancak, toplumsal barış kültürünü geliştirmek, yalnızca çatışmaların sona ermesiyle değil, insanların birbirini anlaması, adaletin tesisi ve müşterek bir gelecek inşasıyla mümkündür. Bu baharın kalıcı olması için sürecin şeffaf, kapsayıcı ve toplumsal uzlaşıya dayalı şekilde yürütülmesi gerekiyor. Bu topluma artık farklı kimliklerle bir arada yaşamanın zenginliği anlatılmalı, ön yargılar kırılmalıdır. Medya kutuplaştırıcı dil yerine, birleştirici ve yapıcı bir dil kullanmalıdır.

Barış, ancak adaletle birlikte kalıcı olabilir. Mağdurların sesi duyulmalı, hakikatle yüzleşmeli, geçmişte yaşanan hak ihlallerinin üstü örtülmeden, onarıcı adalet ilkeleriyle ele alınarak güven artırılmalıdır. Dağa çıkanların kahir ekseriyeti yoksul ailelerin çocuklarıdır. Bu yoksulluğun sebebi kimdir? Bu çocukları kim, hangi sistem bu hâle getirdi? 47 yıl süren umutsuzluk ve çaresizlik kimin eseri? Keşke bu çağrı on yıllar önce yapılsaydı. Bu kadar beklenmeseydi. Bu kadar şehit verilmeseydi. Bu kadar genç dağa çıkmasaydı. Analar ağlamasaydı. Bu cennet vatan cehenneme çevirilmeseydi.

Bu yazının kaleme alındığı sırada MİT Başkanı siyasi parti liderlerini sırasıyla ziyaret etmeye devam ediyordu. Anlaşılan o ki;  Terörsüz Türkiye hedefi doğrultusunda yürütülen sürece yönelik planlanan adımlar ve bu sürece dair istihbarat perspektifinden bilgiler paylaşılıyor. Bu ziyaretler siyasi partiler arasında bilgi paylaşımı ve sürece dair ortak bir anlayış geliştirme amacı taşıyor gibi görünüyor.

TBMM’de kurulması düşünülen komisyon silah bırakanların topluma entegrasyonu ve infaz yasası, kayyım uygulamaları gibi hukuki düzenlemeler üzerinde çalışacak. Komisyon, siyasi partiler arasında terörle mücadele konusunda ortak akıl geliştirmek, Meclis denetimi altında daha şeffaf ve koordineli bir terörle mücadele stratejisi oluşturmak, demokratik süreçleri koruyarak güvenlik politikalarını değerlendirmek ve daha kapsayıcı bir siyaset dili geliştirmek gibi görevleri ifa edecektir. Sürecin ilerlemesi hâlinde, yeni anayasa veya anayasa değişiklikleri ve yerel yönetim reformları tartışmaya açılacaktır.

Türkiye’nin Bölgesel ve Küresel Konumu

PKK’nın silah bırakmasıyla başlayan Terörsüz Türkiye süreci, yalnızca iç güvenlik açısından değil, Türkiye’nin bölgesel ve küresel konumunu da yeniden şekillendirecek stratejik bir dönemeçtir. Bu adımın Türkiye ile beraber bölge halkları üzerinde de olumlu etkileri olacaktır. Ortadoğu’da önemli bir güç olan Türkiye’nin durumunu sadece yurt içinden okumak eksik bir yaklaşımdır. Kürt meselesi sadece Türkiye’deki Kürtleri ilgilendiren bir mesele değildir. Türkiye’nin jeopolitiği sınır ötesi Kürtleri de kapsayacak bir şekilde değişmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 11-13 Temmuz 2025’te Ankara Kızılcahamam konuşmasında, Türk-Kürt-Arap birlikteliği temelinde yeni bir bölgesel vizyon sunması, sınır ötesi kültürel ve siyasal bağları güçlendirme hedefini göstermektedir.

Bölgedeki gelişmeler sadece askerî değil, diplomatik ve ekonomik sonuçlar da doğuruyor. Türkiye’nin bu yeni denklemde nasıl konumlanacağı önem arz ediyor. Zengin hidrokarbon rezervlerine sahip olan Doğu Akdeniz’in yeniden ısınacağı anlaşılıyor. ABD’nin Güney Kıbrıs’ta sürekli askerî yığınak yapmasının, tatbikatlar gerçekleştirmesinin derin bir arka planı var. Enerji hatlarının kontrolü için önemli bir konumda bulunan Güney Kıbrıs, İsrail’e lojistik destek sağlamak için ABD tarafından aktif bir üs olarak kullanılıyor. Buradan kalkan ABD uçakları, Suriye, Lübnan ve Irak gibi bölgelere hızlı erişim sağlıyor. ABD'nin Güney Kıbrıs'taki varlığı, Türkiye’nin “Mavi Vatan” stratejisi ve KKTC üzerinde diplomatik baskı artırma amacı taşıyor.

Yeni dünya düzeni şekillenirken Türkiye, jeopolitik konumu, ekonomik potansiyeli ve diplomatik hamleleriyle kilit bir aktör olarak öne çıkıyor. Avrasya’nın kalbinde yer alan Türkiye’nin stratejik konumu hem Batı (ABD-AB) hem Doğu (Rusya-Çin) için vazgeçilmez bir ortak olmasını sağlıyor. NATO üyesi olarak Batı ittifakında yer alırken, aynı zamanda Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS gibi doğu merkezli platformlarla da temaslarını artırarak iki kutup arasında denge politikası izliyor. Savunma sanayiindeki atılımlar ve enerji koridorlarındaki rolü, Türkiye’yi bölgesel güçten küresel aktöre dönüştürüyor. Özetle, Türkiye sadece bir bölge ülkesi değil, yeni dünya düzeninde dengeleyici, çok yönlü ve yükselen bir güç olarak konumlanıyor. Hem Doğu hem Batı ekseninde oynadığı rol, onu vazgeçilmez bir stratejik ortak hâline getiriyor.

Seküler Elitlerin Ümmetçilik Alerjisi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kızılcahamam’da yaptığı kapsamlı ve stratejik açıklamaları, buna karşılık CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu gelişmelere karşı Kemalist ayartının ortasından geliştirdiği dar ve sığ muhalefet, Türkiye’deki siyasal söylemin kimlik, aidiyet ve birlik kavramları etrafında nasıl şekillendiğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Erdoğan, konuşmasında Türk, Kürt ve Arap halklarının tarihsel birlikteliğini vurgulayarak, Malazgirt ruhu ve Kudüs İttifakı gibi tarihsel hafızada köklü yeri bulunan hatırlatmalarla müşterek zafer ve kader vurgusu yapıyor. Terörsüz Türkiye süreciyle birlikte etnik ve mezhebi ayrışmaların son bulması gerektiğini savunuyor.

Özgür Özel ise Erdoğan’ın bu söylemini ümmetçilik ve mezhepçilik üzerinden yeni bir siyasi ittifak kurma girişimi derekesine indiren çirkin bir değerlendirme yapıyor. Erdoğan’ın Türkleri MHP, Kürtleri DEM, Arapları ise kendisiyle temsil ettiğini iddia ederek, bu yaklaşımın yurttaşlık bilincini zayıflattığını söylüyor. Erdoğan için, “Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir ittifak kurma peşinde” diyerek bu dizilimin laik yurttaşlık bilinci yerine mezhep temelli bir siyasal mühendisliği ikame ettiğini savunuyor.

Hatırlatmak gerekir ki Türkiye, köklü kadim imparatorluk geleneği olan bir devlettir. Selçuklu ve Osmanlı'dan gelen beraberlik, Türk, Kürt, Arap ve diğer etnik yapılar arasında birlikte yaşamanın güzel örneklerini sunmuştur. Misâk-ı Millî hudutları içerisindeki tebaasına sahip çıkmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti tarihsel ve kültürel derinliği olan bir toplum yapısına sahiptir. Cumhuriyet dönemi politikaları ile herkesin eşit vatandaş olduğu anlayışıyla güya etnik kimliklerden bağımsız aidiyet duygusu inşa edilmeye çalışılmış ama sonuçta bütün kimlikler inkâr edilerek yeniden ve seküler itkilerle kurgulanan tek bir ırkın üstünlüğü öne çıkarılmıştır. Gerçek bir birliğin, kimseyi dışlamadan, bir kavmin üstünlüğünü başkalarına dayatmadan herkesin kendini ait hissettiği bir ortak gelecek hayaliyle inşa edilebileceğini göz ardı ettiler.

Erdoğan’ın söylemi tarihsel ve kültürel birliktelik ekseninde müşterek geleceğe odaklanan güçlü bir ülke vizyonu sunarken, Özel laiklik takıntısı üzerinden farklı bir kimlik tanımlaması yapıyor. Erdoğan’ın kucaklayıcı kardeşlik vurgusu aidiyet duygusunu güçlendirip Türkiye’yi hem bölgesel hem küresel bir “manevi lider” konumuna taşımayı amaçlarken, Özel bu yaklaşımı, kimlikleri dinî temelli bir ittifaka dönüştürme çabası olarak yorumlayan dar ve sığ bir anlayış sergiliyor.

Erdoğan, siyasi bir özneleşme tasavvuru ile bölgenin etnik çeşitliliğini bir kardeşlik çatısı altında buluşturmaya çalışıyor. Özel ise Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı partilere göre kategorize ediyor. O zaman insan düşünmeden edemiyor; baba tarafından Üsküplü anne tarafından Selanikli olan Özel acaba kendisini ve CHP’lileri hangi kimlikle tanımlıyor? Anlaşılan o ki, Özel kendisini suyun ötesinden tanımladığı için Anadolu ve Ortadoğu’daki insanları hâlâ küçük görmeye devam ediyor. İslâm düşmanlığı ateşine odun taşıyan Özel’in laik, seküler, Kemalist ulusalcı kalıplara sıkışmış dar düşünce dünyası, Türkiye’de birliğin, sadece siyasal sınırları koruyan bir ideal değil; sosyolojik bir gereklilik, tarihî ve kültürel bir miras olduğunu anlamıyor, anlayamıyor. Onun ümmetçilik karşıtlığı Türkiye’nin bugün karşılaştığı zorlukları derinlikli bir şekilde kavramasını engellemektedir.

Yapısal Sorunlarımız

Gerçek bir toplumsal barışın sağlanması için, yoksulluk, adam kayırma, rüşvet, torpil ve işsizlik gibi yapısal sorunlar çözülmelidir. Ülke ekonomisini hırpalayan kamudaki lüks ve israf, toplumun genel yaşam kalitesini ve ekonomik istikrarı olumsuz etkilemekte, refahı azaltmaktadır. Bu konu Türkiye'de uzun süredir tartışılan hem ekonomik hem de ahlaki boyutları bulunan önemli bir meseledir. Kamuda lüks ve israf, halkın vergileriyle elde edilen kaynakların nasıl kullanıldığına dair ciddi sorular doğuruyor. Makam araçları, lüks lojmanlar ve lüks büro tefrişatları, yüksek kira giderleri gibi kalemler sık sık gündeme geliyor.

Özellikle ihtiyaç fazlası veya gösteriş amaçlı harcamalar kamu vicdanını zedeliyor. Üst düzey yöneticilerin özel güvenlik ve protokol uygulamaları, temsil ve ağırlama harcamaları, yurtdışı gezileri, hediyeler gibi kalemler gereklilik sınırını aşan boyuttadır. Kamu kurumlarında enerji, kırtasiye, zaman gibi kaynakların verimsiz kullanımı da etkin bir israf biçimi olarak göze batıyor. Buna rağmen hadisenin hâl yoluna konulması uğruna kayda değer bir şey yapılmıyor.

Vergi yükü artıyor ve vatandaşın ödediği vergilerin büyük kısmı israfa ve faize gidiyor. Eğitim, sağlık, altyapı gibi temel hizmetlere ayrılabilecek kaynakların büyük kısmı borç faizine veya gösterişe harcandığı için yatırımlar aksıyor. İsraf arttıkça bütçe açıkları büyüyor, bu da daha fazla iç ve dış borçlanmaya yol açıyor. Bu artış, kamu harcamalarının önemli bir kısmının verimsiz ve plansız kullanıldığını gösteriyor. Vergi adaletsizliği ve artan faiz giderleri ekonomik motivasyonu ve güveni zedeliyor. Bunun önüne geçilmelidir.

Vatandaşlar, kamu kaynaklarının adil ve verimli kullanılmadığını düşündüğünde devlete duyduğu güveni azalıyor. Asgarî ücretle geçinmeye çalışan milyonlar varken, kamu görevlilerinin lüks içinde yaşaması sosyal adaletsizlik hissini kuvvetlendiriyor. Lüks ve israf içeren kararların sorumlularının kamuoyuna karşı hesap vermemesi, liyakat ve ehliyet eksikliği ve sınavsız atamalar, hizmet kalitesini düşürürken maliyetleri artırmaktadır.

 

Ekonomik iyileşme sadece beton üretimi ve düzenlenmiş sipariş büyüme rakamlarıyla değil, kaynakların adil, verimli ve sürdürülebilir şekilde kullanılmasıyla mümkün olur. Ahlaki ve idari bir dönüşümle başlar. Kamuda lüks ve israfın önüne geçmek, bu dönüşümün ilk adımıdır. İç ve dış şoklara karşı Türkiye ekonomisinin bir an önce düzeltilmesi hem toplumsal refah hem de millî güvenlik açısından kritik öneme sahiptir. Türkiye bu darboğazdan, bu ekonomik sıkışıklıktan kurtulup ayakları üzerinde durduğu takdirde önünde durulmayacak bir sele dönüşür. Memleketin tüm evlatlarına güven, huzur, refah ve mutluluk gelir. Temennimiz odur ki, bundan sonra sınırlarımızdan silah ve terör geçmeyecek, bunun yerine ticaret, barış ve kardeşlik geçecektir. Zira şurası çok açıktır: Dünya düzeninin coğrafyamıza müdahalesi ne dereke derinlere inerse insin insanımız kendi varoluşunun mayasına sırt çevirmemiştir.

1 Temmuz 2025 Salı

ŞER İTTİFAKI DÜNYAYA SALDIRIYOR

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Temmuz 2025-371. Sayı

Hakkın, hukukun, insanlığın ve adaletin ayaklar altına alındığı bir dünyada yaşıyoruz. Sınır tanımayan işgalci İsrail’in insani değerleri hiçe saydığı, bölgemizi ve dünyayı ateşe atmaktan başka hiçbir anlam taşımayan katliam ve saldırılarına karşı, uluslararası kurumlar, ülkeler onu durdurmak için hiçbir şey yapmıyorlar. Gerçek halk iradesinin, “dış güçleri dinlemek zorunda kalmak yerine” özerk karar alma yeteneğine sahip hükûmetler gerektirdiği her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.

İşgal rejiminin Gazze’de katliamlarını sürdürürken bir taraftan da arkasına ABD’de tecessüm eden Şer İttifakı’nı alarak İran’a saldırması, yalnızca bölgemizi değil, dünyayı ve bütün insanlığı tehdit etmektedir. Gazze’de bir insanlık dramına yol açan, canı istediği zaman Lübnan’ı bombalayan, Suriye’nin bazı bölgelerini ele geçiren, İran’ı hedef alan Siyonist sömürgecilerin, bölgeyi kargaşaya sürüklemeye yönelik stratejisi karşısında uluslararası hukuk devre dışı kalmış vaziyette. Mazlumların katledilmesine karşı harekete geçmeyen uluslararası kuruluşlar küresel adalet üretemediklerini, fiziken var olsalar bile ahlaken çöktüklerini bir kere daha ortaya koydular. Ne hazindir ki Gazze’de yaşananlar Müslümanların dünyayı ve kendi hükûmetlerini etkileme yeteneklerinin sınırlı kaldığını iliklerimize kadar hissettirdi.

Batı’nın Sömürgeci Faşizmi Sürüyor

Filistin topraklarının tümünü çalmaya niyetli hırsız çetesi İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’a barbarca saldırısı uluslararası hukukun açıkça ihlali olduğu hâlde Türkiye, Pakistan gibi birkaç ülke dışında güçlü bir şekilde kınanmadı. Böyle haydutça bir saldırıya karşı çıkmak bir yana, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler ortak bir açıklama yaparak, “İran’ı bölgeyi istikrarsızlaştırabilecek herhangi ilave bir adım atmamaya çağırıyoruz. İsrail’in güvenliğine olan desteğimizi teyit ediyoruz!” dediler. Başka bir ifadeyle zillet içinde, saldırgan İsrail’e ve ona her türlü desteği veren ABD’ye değil İran’a çağrı yaptılar. Batı, “İsrail nükleer silah çalışması yapabilir, nükleer silah sahibi olabilir ama İran asla olamaz!” diyor. Böyle bir çifte standart Batı denen “tek dişi kalmış canavar”ın aşağılık hâlini resmetmektedir. Ayrıca yaşananlar birçok İslâm toplumunun şeklen bağımsız olsalar da gerçek anlamda tam bağımsızlığa ulaşamadıklarının göstergesiydi. Artık sömürgesizleşme süreci ne ölçüde tamamlandı ve ülkeler gerçekten egemenliklerini kazandılar mı? sorusunu yöneltmenin zamanı çoktan geldi.

Bir ülkenin barışçıl amaçlarla dahi olsa nükleer teknolojiye sahip olmasının engellenmesi, sadece siyasi değil, aynı zamanda hukuki bir saldırıdır. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) ruhuna da aykırıdır. Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkelerin nükleer enerji alanında eğitim, donanım ve yatırım süreçlerine karşı uygulanan dolaylı ambargolar, bu ülkeleri dışa bağımlı kılmayı hedeflemektedir.

ABD ve Avrupa’daki Siyonist savunucuları, her tarafa saldıran soykırımcı rejimi kurban gösterip, ‘kendisini savunma hakkı’ bulunduğunu söylerken ikiyüzlülükte sınır tanımıyorlar. Dünyada nükleer kapasitesi tartışılmayan, kontrol edilmeyen tek ülke konumundaki İsrail’i aklamak mümkün değildir. Onların kurban dedikleri İsrail, Gazze’yi harap etmek ve Filistin halkına karşı soykırım yapmak için kullanılan ölümcül bir konvansiyonel silah cephaneliğine sahip. Gelgelelim Haçlı Siyonistler İsrail’i Ortadoğu’da bir askerî üs olarak görüyor, her açıdan destekleyip her bakımdan teçhiz ediyorlar. Silah teknolojilerini geliştirmek için Filistin’i âdeta bir laboratuvar ve Filistinlileri de kobay gibi görüyorlar. Tasmasını ellerinde tuttukları bu “kudurmuş köpeği” bölgedeki emelleri için sopa gibi kullanıyorlar. Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in, “İsrail, İran’da bizim kirli işlerimizi yapıyor!” dediğini unutmayalım.

Binlerce masum insan katledilirken, evlerini, ocaklarını başlarına yıkarken, çocuklar, bebekler, anneler açlıktan öldürülürken, yurtlarından sürgün edilirken, soykırıma tâbi tutulup yok edilirken uluslararası kurumlar kılını kıpırdatmıyor. Hâl böyle olduğu içindir ki Filistin’deki büyük bir soykırıma göz yumuluyor. Adaleti gözetmek yerine yalnızca katliamcı bir devletin gayrimeşru çıkarlarını öncelemenin dünyada ne derece büyük huzursuzluğa yol açtığı açıkça görülmektedir. İsrail’in saldırıları, adalet ve meşruiyet sağlanmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barışın tesis edilemeyeceğini herkese gösterdi.

Siyonistler Barıştan Yana Değil

ABD, Obama döneminde İran’la nükleer antlaşmaya varmış ama daha sonra gelen başkan Trump, İsrail’in isteğiyle o antlaşmadan çekildiğini duyurmuştu. Bu defa Trump, başkanlığının ikinci yılında, çekildiği antlaşmayı yeniden hayata geçirmek için İran’la masaya oturmuş, Mayıs ayında beş tur görüşme yapılmıştı. Altıncı oturum da 15 Haziran 2025’te Umman’da yapılacaktı. Trump makul bir uranyum zenginleştirmeye izin veren bir antlaşma yapmak istiyor ve savaş senaryosuna yanaşmıyordu. Ancak İran’a baskıyı artırmak için zaman zaman pozisyonunu sertleştiriyordu. İran’ın önceliği yaptırımların bir an önce kaldırılmasıydı. İsrail ise İran’ın zenginleştirme faaliyetlerini üst seviyede tuttuğunu iddia ederek görüşmeler üzerindeki baskısını artırmaya çalıştı. Bu arada Trump’ın görüşmelerle ilgili daha az umutlu olduğu yönündeki açıklamaları, askerî çatışmanın başlayabileceği ihtimalini de artırdı. Ayrıca, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun İran’ın nükleer yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle oylama yapmak için harekete geçtiği ve İran’ın nükleer bilim insanlarının isimlerini İsrail’e verdiği haberleri duyuldu. Tansiyon bir anda yükseldi ve ‘İsrail, İran’ı vurmaya hazır!’ yönündeki haberler duyulmaya başlandı.

13 Haziran 2025 sabahı İsrail’in İran’a düzenlediği  “Yükselen Aslan Harekâtı” ile Tahran’ın birçok yerinde, askerî üslerin ve üst düzey komutanların yaşadığı mahallelerde büyük patlamalar meydana geldi. Operasyonun adı Şah dönemindeki imparatorluk sembolüne atıfta bulunuyordu. İsrail, hayalet uçaklarla önemli nükleer tesisleri, füze savunma sistemlerini ve askerî tesisleri hedef aldı. Daha da önemlisi İran’ın Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami ve Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri dâhil en az 20 üst düzey İranlı askerî yetkiliyi ve 6 nükleer bilim insanını evlerinde öldürdü. Natanz nükleer tesisinde ciddi hasar meydana geldi.

İsrail, İran’daki yüksek değerlikli hedefleri eliyle koymuş gibi bulup hiçbir engelle karşılaşmadan vurdu. Askerî, güvenlik ve teknik istihbarat detaylarıyla, önceden ülkeye sokulmuş kamikaze drone saldırılarıyla, suikastlar, sabotajlar ve F35’lerin bombalamalarıyla öne çıkan bu kapsamlı saldırı, İran’ı hazırlıksız yakaladı. İsrail, bir taraftan kurmay kadroyu yok ederken, bir taraftan da radar sistemlerini vurarak İran’ı kör etti. Böylece hava savunma sistemi iyice eskiyen İran’ın İsrail saldırılarına karşılık verme kabiliyeti oldukça sınırlandı. Burada dikkat çeken bir diğer önemli husus, ilk etapta İran’ın güvenlik ve istihbarat teşkilatı paralize olduğu için bu saldırılara misilleme konusunda  gecikmesiydi. Kurmay kadronun eş zamanlı yok edilmesi ile emir verecek kişilerin kalmaması sebebiyle şok yaşadı. Ancak bunu atlattıktan sonra etkili karşılık vermeye başladı; İsrail’e “Gerçek Vaat 3” adını verdiği füze saldırıları düzenledi. Tel Aviv’e düşen hipersonik ve balistik füzeler, İsrail’in demir kubbesini kevgire döndürdü, sanıldığı kadar güçlü olmadığını gösterdi. İsrail’in canını acıtan bu misilleme, ABD’nin yardımı olmadan İsrail’in İran’a üstünlük kuramayacağını gösterdi.

Bugüne kadar HAMAS gibi Hizbullah gibi nispeten korumasız devlet dışı aktörlerle çatışan Siyonistler ilk kez devlet düzeyinde bir aktörün karşısında çaresizliğe düştüler, ağababalarına ne kadar muhtaç olduklarını bizzat yaşadılar. İran, büyük bir ülke ve güçlü bir devlettir.  İsrail’e gerçek bir zarar veren füze ve İHA cephaneliği bunun bir göstergesidir. Tarihinde ilk kez böylesi şiddetli bir saldırıya uğrayan İsrailliler, demir kubbenin yetersizliğini gördükleri için şok yaşadılar. Günlerce sığınaklarda yaşamak mecburiyetinde kaldılar, yıkımı ve ölümü gördüler.

İran’ın Zaafları

İran devlet sisteminde birçok istihbarat örgütünün olduğu biliniyor fakat Devrim Muhafızları ile İstihbarat Bakanlığı, Ordu, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıkları gibi çok sayıda kurum arasında yetki çatışması yaşanmaktadır. Kurumlar arası yönetişim sorunlarının meydana getirdiği zafiyetler, kurum içi çekişmeler ve güvenlik zafiyetleri, İsrail’in örtülü faaliyetlerini kolaylaştırmaktadır. İran’da bir istihbarat ve güvenlik zafiyeti olduğu aşikârdır. Görünen o ki İsrail istihbaratı İran devlet aygıtının sinir sistemine girmiş, kılcal damarlarına kadar işlemiştir. İran’ın içine sızan İsrail, İran’a en büyük zararı uçak ve füzelerle değil, içerideki adamları vasıtasıyla vermiştir. Nitekim saldırıda operasyondan aylar önce İran’a gizlice silah sokan MOSSAD’ın büyük rol oynadığı anlaşılmakta. Ayrıca, rejim içi kırılganlıklar, halkın refahını azaltan ekonomik sıkıntılar ve devletin toplumsal talepleri karşılayamaması vatandaşları yabancı istihbarat servislerinin hedefi hâline getirmektedir. Bu durum ise ülkede düşmanlarla iş birliği riskini artırmaktadır.

2017’de Tahran’da Meclis’e ve Ayetullah Humeyni’nin mezarının bulunduğu yerleşkeye dönük saldırılar, 2018’de çok gizli nükleer belgelerin kamyonlarla ülkeden çıkarılması, Şiraz’daki Şah Çerağ’a düzenlenen saldırılar ve Kirman’da Kasım Süleymani’nin ölüm yıl dönümü için tertiplen merasim esnasında gerçekleştirilen saldırılar gibi terör eylemlerinin yanı sıra Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin helikopterinin düşürülmesi. Ardından İsmail Haniye gibi önemli bir ismin Tahran’da korunaklı devlet misafirhanesinde suikasta uğraması, nükleer çalışmalar yürüten mühendislerinin kendi ülkelerinde suikastla katledilmeleri ülkede ciddi bir güvenlik zafiyeti olduğunu gözler önüne serdi.

Saldırı Sadece İran’a Değil

İran’ın kimliği ve mezhebi saplantılarından ziyade coğrafyamızda meydana gelebilecek yeni gelişmelere dikkat etmek gerekiyor. Siyonistlerin İran’a saldırıları, yalnızca askerî kapasiteyi hedef almakla kalmıyor, aynı zamanda sivil kapasiteye de zarar vererek İran’da bir rejim değişikliğini amaçlayan bir stratejiye dayanıyor. Netanyahu, İran halkına ayaklanma çağrısı yapıyor, bölünme ve parçalanma senaryolarını devreye sokuyor. Kızını bir Yahudi ile evlendiren Rıza Pehlevi İsrail’den aldığı güçle kendini yeni Şah ilan etmenin yollarını gözlüyor. Ülke içerisinde İsrail ile bağlantılı PJAK ve Beluci örgütleri isyan çağrısı yapıyor.

İsrail’in İran’a saldırısı, Ortadoğu’daki gerilimi yeni bir boyuta taşırken, bölgedeki stratejik denklemleri, güç dengesini ve geleceği yeniden şekillendirme potansiyeli taşıyor. Zaten Netanyahu da 16 Haziran 2025’teki bir basın toplantısında “Ortadoğu’nun çehresini değiştireceğiz!” demişti. Her ne kadar İran’ın birçok günahı olsa da bugün İsrail’e taş atan yegâne ülke İran’dır. İran’ın zaafa uğraması bölgeyi tümden etkileyecek bir potansiyel taşımaktadır. Bugün İran’a dokunan İsrail bilinmelidir ki yarın Türkiye ve Pakistan’a dokunacaktır. Kuruluşundan bu yana Araplarla yaptığı üç savaşı da kazanan Siyonist rejim ‘Büyük İsrail’ kapsamında Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye, Yemen’e ve İran’a saldırılar düzenliyor. İran’ı aştığı zaman sıra Ortadoğu’nun ve İslâm dünyasının çelik çekirdeği ülkemiz olacak. İsrail’in, Filistin’den İran’a kadar uzanan savaş cephesinde yetkililerin de belirttiği gibi tehdit edilen ülke Türkiye’dir.

İsrail’in İran’a saldırısıyla başlayan savaş sadece iki ülke arasında değildir. Bu, bir yandan Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi anlamına gelirken, aynı zamanda Türkiye’nin bölgedeki yerini ve gücünü yeniden tanımlayacağı bir dönemin de habercisi olabilir. İran’ın karşısında sadece İsrail yok. Onun arkasında ABD, Avrupa ve maalesef bölgemizdeki bazı uydu ülkeler var. Savaş sırasında Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail’e yardım uçağı yolladığı, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin İran’dan İsrail’e gönderilen hava saldırı vasıtalarını İsrail’e girmeden düşürdükleri biliniyor.

Türkiye “Terörsüz Türkiye” projesiyle kırk yıldır süren kirli ve anlamsız bir savaşı sona erdirip, yeni bir düzen inşa etmeye başlayınca Şer İttifakı’nın bölgesel düzeydeki hayalleri de boşa düştü. Bu sebeple İran’ı karmaşaya sürükleyerek terör gruplarına alan kazandırıp Türkiye’nin kurmaya çalıştığı düzeni de yıkmak istiyorlar. Bilindiği gibi 2015’teki çözüm süreci Suriye’deki kaosun etkisiyle sabote edilmişti. Ülkemiz PKK’yı silahsızlandırmaya çalışırken, bölgede silahın değeri artmış,  Türkiye’nin PKK’ya teklif ettiği çözüm paketi,  diğer devletlerin PKK’ya önerdiği Rojava devletçiğinin yanında cazibesini kaybetmişti. Şimdi ise “Terörsüz Türkiye” süreci İsrail-İran arasındaki çatışma ile sınanıyor. Henüz PKK’ya işgal rejiminin ne teklif ettiği bilinmiyor. İsrail’in, bu zor durumunda Türkiye’ye sataşmaktan şimdilik özenle kaçınacağı açıktır. Ancak, İran’ın kuzeyindeki Azerbaycan Türkleri, İran Kürtleri ve Suriye’deki PYD yapıları üzerinde İsrail’in birtakım hesaplarının olduğu bilinmekte. Türkiye’nin bu bölgelerdeki gelişmeleri dikkatle izlemesi kaçınılmazdır. İsrail-İran savaşı iç cephenin güçlendirilmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gösterdi.

İsrail’in İran’daki istihbarat gücünün nelere mal olduğunu dikkate alarak, eğer varsa Türkiye’de İsrail istihbaratının sürdüğü tarlalarla mücadele etmek hayati önem taşımaktadır. Çünkü er veya geç Türkiye Siyonist rejimle karşı karşıya gelecektir, bu sebeple ülkenin, MOSSAD ve İsrail’in güdümündeki etki ajanları ile ölümüne mücadele etmesi şarttır. Bölgesel istikrarı korumak ve millî menfaatlerimizi güvence altına almak için çok boyutlu, teknik ve stratejik bir politikanın ortaya konulması elzemdir. Küresel güç dengeleri yeniden şekillenirken Türkiye’nin krizleri önleyici, çözüme götürücü ve kendi stratejik menfaatlerini azami seviyeye çıkaran proaktif politikalar geliştirmesi zorunludur.

İncirlik ve Kürecik Üslerinin Durumu

İncirlik ve Kürecik üslerinin TSK kontrolü altına alınması gerekmektedir. Buralar NATO üssüdür, sadece Rusya’ya karşıdır gibi söylemlerle kimse kimseyi kandırmasın. Kürecik, Türkiye topraklarından İsrail’e koruma kalkanı oluşturan bir erken uyarı sistemidir. İsrail, ABD destekli kademeli bir hava savunma sistemine sahiptir. Bu sisteme Amerikan Patriot ve THAAD sistemleri ile Necef Çölü Keren’de ve Kürecik Malatya’da bulunan yüksek hassasiyet ve menzile sahip X bant radarları destek sağlamaktadır. Buralardan hangi bilgilerin nerelere iletildiği hakkında kimse ayrıntılı bilgiye sahip değildir. 2011 yılında dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, radarın İran ile bir silahlı çatışmaya girilmesi durumunda İsrail’i korumayı amaçladığını söylemiş ve sert sözlerle eleştirmişti.

Lizbon’daki 2010 NATO Zirvesi’nde, “Otoriter aktörler çıkarlarımıza, değerlerimize ve demokratik yaşam tarzımıza meydan okuyor.” diyerek NATO Balistik Füze Savunması oluşturulmuş ve tehdidin adı da İran ve Rusya olarak konulmuştu. 2012’deki Chicago Zirvesi’nde de NATO’nun Balistik Füze Savunması’nın dört ana unsuru belirlenmişti. Bunlar; Almanya’daki Ramstein Hava Üssü’ndeki komuta-kontrol merkezi, Romanya’daki Devesulu ve Polonya’daki Redzikowo Üssü’ndeki füze bataryaları, Türkiye’deki Kürecik Üssü’ndeki Bant radar sistemi, İspanya’daki Cadiz/Rota Limanı’nda dört adet füzesavar destroyeri.

Rota Limanı’ndaki bu gemiler ABD’nin müttefik ve dostlarına yönelik balistik füze tehdidi arttığında kriz bölgesine intikal ederler. Söz konusu gemiler, önleme yapabilmelerine yönelik tespit ve izleme bilgilerini Malatya/Kürecik’te ve Necef Çölü Keren’deki Amerikan X Bant radarlarından alıyorlar. Bu radar Türkiye’ye NATO Antlaşması üzerinden getirilmiş olup, tamamen Amerikan malıdır ve işletimine yönelik Türkiye’nin hiçbir tasarrufu yoktur. Doğu Akdeniz’de görev yapan Amerikan Aegis muhripleri ile “çevrim içi” çalışırlar. Kürecik’te Amerikalıların X bant radar üzerinden İsrail’i koruyan Amerikan savaş gemilerine bilgi aktarımı yapılır. Bu bilgiler sayesinde İsrail’e yönelik İran füzelerini erken safhada düşürme imkânı bulunur.

Amerika’nın USS Carney ve USS Arleigh Burke destroyerleri saldırı öncesi Rota Limanı’ndan demir alıp Doğu Akdeniz’e gönderilerek hazır hâlde bekletildiği, İran’ın İsrail’e 330 füze fırlattığı 13 Nisan 2025 gecesi, füzelerin bir kısmının bu destroyerlerden ateşlenen SM3 füzeleri tarafından düşürüldüğü söylenmektedir. Eğer bu bilgiler doğruysa, adı geçen gemilerin harekete geçirilmesiyle, NATO’nun İsrail’in savunmasında aktif rol aldığı, bu durumda aynı görevin bir parçası olan Kürecik Radar Üssü’nün de 13 Nisan 2025 gecesinde kullanıldığı anlaşılıyor. Zaten Associated Press haber ajansına açıklama yapan ABD’li bir yetkili de İran füzelerinin etkisiz hâle getirilmesinde İsrail’e destek verdiklerini teyit etmişti.

Gazze’yi Unutmayalım ve Unutturmayalım

İsrail’in İran’a saldırmasından önce kuşatılarak enkaza dönüştürülen Gazze’de, gıda dağıtım alanlarına ulaşmaya çalışan aç susuz insanların topluca katledilmesi, Yahudi yerleşimcilerin işgal altındaki Batı Şeria’da Filistinlilere yönelik artan fütursuz saldırısı küresel ölçekte ses getirmişti. Latin Amerika’daki bazı hükûmetlerin Tel Aviv’le diplomatik ilişkileri kesmesi ya da Arapça konuşmayan, Filistinli olmayan insanların bu mücadeleye destek vermesi, Filistin’in tüm dünyada daha büyük bir adalet arayışının çağrısına dönüştüğünü gösteriyor. Nitekim bazı Avrupa ülkeleri artık “Ne oluyor?” demeye başlamıştı. Filistin direnişinin küresel çapta yankı uyandırmasıyla AB geçen ay İsrail’le yaptığı geniş kapsamlı serbest ticaret antlaşmasının insan hakları açısından gözden geçirileceğini duyurmuştu. İngiltere, Kanada, Fransa ve Norveç iki İsrailli bakana “Filistinli sivillere karşı şiddeti tekrar tekrar kışkırttıkları için” yaptırım uygulamış ve bunu başka adımların da izleyebileceği uyarısında bulunmuştu. Ancak, İsrail İran’ı vurarak hem ABD-İran müzakerelerini hem de Filistin konusunda olumlu adımlar atılmasına yönelik uluslararası destek dalgasını ve hızlanan diplomatik ivmeyi sabote etmeyi başardı.

Bölgede hiçbir siyasi çözüme yanaşmayan işgal rejimi her gün yine onlarca insanı katlediyor. Gazze’ye gıda sevkiyatı tamamen durmuş vaziyette. Yüz binlerce kişiyi aç ve susuz bırakmaya devam ediyor. Gazze’ye hizmet veren son fiber kablo güzergâhı da vurulduğu için internet ve iletişim kesintileri Gazze’yi dünyadan iyice kopardı. Gazze’nin dijital altyapısının tamamen çökmesi, acil servislere ulaşımı, insani yardım koordinasyonunu ve sivillere ulaşan kritik bilgileri felç etti. Siyonist işgalci tam bir karartma uygulayarak katliamlarını ve savaş suçlarını gizlemeye çalışmaktadır.

İsrail’in İran’a saldırısından sonra Gazze’deki açlık ve sivil ölümler dünya gündeminden bir anda düştü. Filistin devletinin daha geniş çapta tanınmasının önünü açmaya ve iki devletli çözüme yönelik Fransız-Suudi zirvesi süresiz olarak ertelendi. O sebeple, bölgemizde artan gerginliğin, dikkatleri Gazze’de yaşanan soykırımdan başka yöne çekmesine izin vermemek gerekir.

Maalesef Filistin’de yaşananlar Müslümanların dünyayı ve kendi hükûmetlerini etkileme yeteneklerinin çok sınırlı olduğunu bir kere daha ortaya koydu, bu ise yönetim biçimleri hakkında ciddi soruları gündeme getirdi. Ayetullah Humeyni  “Bu kadar Müslüman her biri bir kova su dökse İsrail onun içinde boğulur!” diyordu. Ama Müslüman kimliğinin yalnızca kavmiyetçi ya da yerel çerçevelerle sınırlı kalması, küresel bağlamda ele alınamaması küfre güç vermektedir. Bu yüzden Müslümanlar ne yapacaklarını bilemiyor, devamlı surette kendi aralarında çatışmalara sürükleniyorlar. Filistin halkı, bir bakıma modern dönemin son Batılı sömürgeci yerleşimci devletiyle mücadele ederken Müslümanların her şeyi sil baştan düşünmeleri elzem. Soykırım karşısında yetersiz kalan her sistem sorgulanmalıdır.

Siyonist ve Batılı emperyalistler Müslümanların arasına kavmiyetçiliği sokarak Osmanlı’yı parçalamış, ümmet bilincini kaybeden Müslümanlar kavimlere bölünerek Batılı emperyalistlerin elinde kolay yutulan küçük lokma hâline gelmişlerdir. İslâm ülkeleri arasındaki dayanışma ruhunu ortadan kaldırmak isteyen emperyalistlerin etnik ve bölgesel ayrımcılığı kaşıyan politikalarına karşı Müslümanların ümmet bilincini pekiştirerek, tek vücut olması, etnik ve mezhebi tefrikalardan uzak durması gerekiyor. Bekir Berat Özipek’in de vurguladığı gibi “Aramızdaki ihtilafları çözmeye, dayanışmaya, ortak geleceğimiz üzerine düşünmeye ve yine beraberce çözümler üretmeye ihtiyacımız var.”

Şurası son derece açık: Bu coğrafyada yaşayanlar olarak bir yol ayrımındayız. Karşımızda Filistinlilerin toptan katliamıyla uğraşan Siyonist bir cinayet şebekesi var. Küfür cephesi de onun arkasında saf tutmuş. İşin acı tarafı, İslâm coğrafyasında emperyalistlerin kölesi hâline gelmiş devletçikler de İbrahim Antlaşmaları örneğinde görüldüğü üzere bu saflarda yerlerini çoktan almış vaziyetteler. Bu ülkelerin özlerine, İslâm’a dönmekten başka kurtuluş çareleri yoktur. Hâlihazırda karşı karşıya bulunduğumuz en önemli sorunun sömürgecilikten kurtulmak olduğunu yıllar önce fark eden Aliya İzzetbegoviç’in İslâm Deklarasyonu kitabında belirttiği gibi “Her türlü ilerlemeyi itaatkâr ve teslimiyetçiler değil, cesur ve itiraz sahibi isyankâr ruhlular gerçekleştirecektir.”

Şayet televizyonlarımızda canlı yayınla izlediğimiz acı çeken mazlumları koruyamıyorsak o zaman uluslararası düzenin tamamının yeniden düşünülmesi gerekir. Küresel sömürgecilik karşıtı hareketlerin parçası olan Filistin’de yaşananları daha iyi kavramak için Muhammed Ebu Zehra’nın İslâm Birliği eserinde yazdıkları üzerinde yeniden tefekkür edelim: “Müslümanların yapması gereken, tüm insanlığın iyiliği adına insanlar üzerindeki şahitlik görevini yerine getirmek üzere din kardeşleriyle bir araya gelmektir. Müslümanlar gerçek bir birlik oluşturmazlarsa İslâm düşmanları tarafından paramparça edilirler. Gerçek bir birlik tesis edemezlerse, hiçbir şeye güç yetiremeyen, kendisine en ufak bir faydası olmayan, sadece başkalarının kullandığı birer araç hâline gelmiş, toprağı, suyu ve tüm zenginlikleri düşmanlarının eline geçmiş kokuşmuş cesetlere dönüşmeleri kaçınılmazdır!”

Karşı karşıya olduğumuz zorlukların çoğu yalnızca bir ülkenin hikâyesi değil hepimizin hikâyesi. Bu yüzden bu sorunları konuşmanın ve küresel adaleti sağlamaya dönük daha kapsamlı dayanışmalar oluşturmanın daha iyi yollarını bulmamız elzem. Hâsılı hepimiz hedefteyiz, topyekûn direnmek zorundayız!

1 Haziran 2025 Pazar

Kürt Meselesi Özelinde-4 TARİHİN DOĞRU YERİNDE DURMAK: “NE OLDU?”, “NE OLACAK?”, “NASIL OLMALI?”

 Metin Alpaslan  – Umran Dergisi/Haziran 2025-370. Sayı

Dünyanın birçok yerindeki çatışmalar ve vekâlet savaşları ile büyük güçlerin birbirini sınadığı, küresel sistemi bekleyen muhtemel risklerin konuşulduğu bir dönemde, devlet ve iktidar önemli bir irade ortaya koyarak, ülkenin geleceği açısından büyük bir siyasi karar aldı. Savaş tamtamlarının her geçen gün biraz daha arttığı, bölgemizde ve dünyanın diğer taraflarındaki gelişmelerin zorladığı bu süreçte, Türkiye’nin ve bölgenin geleceğini derinden etkileyecek “Terörsüz Türkiye” sürecinde büyük gelişmeler yaşanıyor. Türkiye’nin 1 Ekim’den beri yürüttüğü süreci böylesine bir jeopolitik sıkışmanın yaşandığı bir zeminde değerlendirmek gerekiyor.

Türkiye’nin enerjisini tüketen, yıllardır can yakan, yakın tarihimizin en kanlı sorunu bugün hayırlısıyla çözüm noktasına gelmiş gibi görünüyor. 50 bin insanımızın ölümüne, milyonlarca insanın evinden, köyünden, yurdundan sürülmesine, on binlerin hapse atılmasına,  yoksulluğa, çeteleşmeye, tarif edilmez acılara yol açan terör ve çatışma döneminin bitişi, ülkemizin ayağına takılmış bu prangadan kurtulacak olması sevindirici bir gelişmedir. 40 küsur yılda memleketin 1,8 trilyon dolarını heba eden, kan ve gözyaşına yol açan bu kardeş kavgasını bitirmek için stratejik bir hamle yapıldı ve şimdi Türkiye kritik bir eşikten geçiyor. Bölgesel ve küresel düzlemde yeni bir nizam kurulurken iç kalesini tahkim ediyor, safları sıklaştırıyor.

Süreç Nasıl Başladı?

Süreç, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 26 Ağustos 2024 günü Malazgirt Zaferi’nin 953. yıl dönümünde, Ahlat’taki konuşmasında küresel ve bölgesel tehditlere işaret eden “İç cepheyi güçlendirelim!” çağrısıyla başladı. Erdoğan oradaki “Türk, Kürt, Arap, Sünni, Alevi demeden, 85 milyon nazlı hilalin gölgesinde buluşacağız!” sözleri ile sürecin ilk sinyalini verdi. Daha sonra:

  • 1 Ekim 2024’te Cumhurbaşkanı Erdoğan Dönem 3. Yasama Yılı açılışı dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında da “Şunun artık idrak edilmesi ihtiyaçtan öte bir zarurettir; bugün, İsrail saldırganlığı karşısında, içeride ve dışarıda çatışma alanlarının değil, uzlaşma alanlarının öne çıkması gerekiyor.” diyerek, birliktelik mesajları vermeye devam etti.
  • Bu çağrıyı aynı gün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, TBMM’de DEM Partililerin elini sıkması izledi. Aynı akşam Meclis resepsiyonunda gazetecilerin tokalaşma ile ilgili sorusuna “Dışarda barış arıyorken içerde neden aramayalım?” diye cevap vererek sürecin fitilini ateşledi.
  • Tarihler, 22 Ekim 2024’ü gösterdiğinde Devlet Bahçeli, “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın!” çağrısını yaptı.
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu çağrıyı destekleyerek, “Devlet Bey, tarih yazan, yol gösteren bir liderdir. Bu çağrıyı doğru okuyanlar tarihî bir fırsat kapısını fark ediyor ve büyük heyecan duyuyor!” açıklamasını yaptı.
  • DEM Parti, Abdullah Öcalan ile görüşme talebiyle kasım ayında Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Adalet Bakanlığı’ndan alınan izinle 28 Aralık 2024’te, DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, İmralı’da Abdullah Öcalan’ı ziyarete gitti. Öcalan’ın DEM Parti heyetine söyledikleri ertesi gün açıklandı. Kısaca şöyle: “Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güçlendirmek tarihî bir sorumluluk olduğu kadar tüm halklar için de kader belirleyici bir önem ve aciliyet kazanmıştır. (…) Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim. (…) Devir Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir.”
  • Heyet, 11 Ocak 2025’te tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı Edirne Cezaevi’nde ziyaret ederek gelişmeler hakkında bilgi verdi. Demirtaş da süreci desteklediğini ifade etti.
  • 22 Ocak 2025’te,Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan, Abdullah Öcalan’la İmralı’da ikinci görüşmeyi yaptı. Bu ziyaretin ardından DEM Parti heyeti, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un yanı sıra AK Parti, CHP, MHP, DEVA, Gelecek ve Saadet partilerini ziyaret ederek süreci değerlendiren görüşmeler yapıldı.
  • Daha sonra Irak’a geçen heyet, 16 ve 17 Şubat 2025 tarihlerinde Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Başkanı Mesud Barzani, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Bafel Talabani ile görüştü. Mesud Barzani, “Barış sorunların çözümü için en doğru yol. Destek vermeye hazırız.” dedi.

Böylece, 26 Ağustos’ta başlayan ilk aşama tamamlandı.

İkinci aşama, DEM Parti’nin İmralı ziyaretlerinin üçüncüsünün ardından,

  • 27 Şubat 2025’te Abdullah Öcalan’ın, terör örgütüne “Silah bırak, kendini feshet!” çağrısıyla başladı. İstanbul’da bir otelde düzenlenen basın toplantısında Öcalan’ın hem Türkçe hem Kürtçe kaleme aldığı mesajı paylaşıldı. Mesajda Öcalan, “Sayın Devlet Bahçeli’nin çağrısı ve Cumhurbaşkanımızın iradesiyle oluşan bu olumlu atmosferde silah bırakma kararı alıyorum. Bu tarihî sorumluluğu üstleniyor, devlet ve toplumla bütünleşme yolunda kongrenizi toplayarak kararınızı vermenizi istiyorum. Tüm gruplar silahlarını bırakmalı, PKK kendini feshetmelidir. Ortak yaşamı benimseyen herkese selamlarımı gönderiyorum.” dedi.
  • Bu çağrının ardından örgüt, 1 Mart’tan itibaren geçerli olmak üzere   ateşkes ilan ettiğini kamuoyuna duyurdu ve Öcalan’ın çağrısının gereklerine uyacağını açıkladı.
  • DEM Parti heyeti, 10 Nisan’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kabul edildi. Görüşmenin ardından açıklama yapan DEM Parti “Sayın Cumhurbaşkanımız ile yaptığımız görüşme son derece olumlu, yapıcı ve gelecek için umut vericiydi.” ifadelerini kullandı.
  • 26 Nisan’da Suriye Kamışlı’da “Rojava Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı” adı verilen bir konferans düzenlendi. Konferansa Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den hemen hemen bütün Kürt unsurlar katıldı. Barzanilerin partisi KDP ve Talabani’nin partisi KYB, Türkiye’den DEM Parti konferansta yer aldı. ABD, Fransa, İsrail, İngiltere ve Almanya olmak üzere birçok ülkeden temsilci ve gözlemciler katıldı. Konferans sonucunda, söz konusu tüm yapılar arasında bir ortaklık anlaşması yapıldığı ve bu anlaşma çerçevesinde tüm bu yapıların Şam yönetimine karşı ortak hareket edecekleri, Şam yönetiminden, Kürtlerin haklarının anayasal olarak garanti altına alınması ve “adem-i merkeziyetçi” bir yönetim talep edileceğini belirten bir sonuç bildirgesi açıklandı. Türkiye’nin terörle mücadele sürecine karşı bir hamle olduğu belirtilen bu toplantıyı Bahçeli provokasyon olarak niteledi ve kabul edilemez buldu.
  • Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine, PKK 5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde Kuzey Irak’ta Medya Savunma Alanları diye adlandırdığı bölgede (Erbil, Süleymaniye ve Duhok’un sınırları içinde 658 köyü kapsayan bölge) gerçekleştirdiği Olağanüstü 12. Kongresi’nde, kendi tabirleriyle Abdullah Öcalan’ın kongreye sunduğu perspektif ve önerileri okuyup değerlendirdi. Bu toplantılar sonucunda, örgütün fesih ve silah bırakma kararı aldığı kamuoyuna duyuruldu. Bu aşamada, devam eden terörle mücadele operasyonları ile örgütün silah bırakmaya ikna edilmesi arasındaki hassas denge korunmaya çalışıldı.

Nihayet, örgütün silah bırakma ve fesih kararını açıkladığı 12 Mayıs’ta ikinci evrede kazasız belasız geçildi.

Kısaca kronolojik olarak sıraladığımız süreçte önümüzde üç ayrı metin oluştu.

  1. 27 Şubat 2025 terörist başı Abdullah Öcalan’ın çağrısı.
  2. 26 Nisan 2025 Kamışlı’daki konferansın sonuç bildirgesi.
  3. 5-7 Mayıs 2025 terör örgütü PKK’nın Olağanüstü 12. Kongresi’nde aldığı fesih kararı.

Gördüğümüz kadarıyla üç metin arasında birbiriyle uyuşmayan hususlar var. Birbiriyle örtüşmeyen bu üç metnin karşılaştırmalı bir analizi bu yazının kapsamını aşacak boyutta olduğu için şimdilik kısaca birkaç noktaya işaret ederek geçelim. PKK silahlı mücadeleden vazgeçiyor ama iddialarını koruyor. Ulus devlet dâhil taleplerinden vazgeçen Öcalan’a karşı Olağanüstü 12. Kongre metninde dört coğrafyayı kapsayan bir uluslaşma iddiası var. Türkiye’yi soykırımcı olarak nitelemenin işaretleri var. Öcalan açıklamasında Türkiye ile bütünleşme diyor ama diğer metinlerde bunu teyit edecek bir emare görülmüyor.

Fesih Kararı Tüm Uzantıları Kapsayacak mı?

PKK kendini feshetti ama PKK ile irtibatlı ve iltisaklı irili ufaklı birçok yapı var. Kongre kararlarında, PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’nin omurgasını oluşturduğu SDG’nin bu fesih ve silahlı mücadeleyi bırakma kararı kapsamında olduğuna dair bir ifadeye rastlanmıyor. Âdeta bir devlet gibi şekillendirilmiş olan KCK yapılanması altındaki PYD, YPG, HPG, PJAK, PCDK gibi yapılar yerinde duruyor. PYD/YPG’nin kendisine SDG maskesi takarak PKK’nın uzantısı olmadığı görüntüsüyle, başta ABD olmak üzere uluslararası güçlerden destekler aldığı biliniyor. Bu sebeple, ana yapılanma altındaki tüm örgütlerin silah bırakması Türkiye için önem arz etmektedir. Fesih kararında “PKK adıyla yürütülen çalışmaların sonlandırıldığı” belirtilerek açık bir kapı bırakılıyor. Kapsam dışında tuttuğu birtakım marjinal veya illegal örgütlenmeler başka farklı isimler altında faaliyetlerini yürütmeye devam edecek midir? Hatırlayalım, PKK terör örgütü, 4 Nisan 2002 tarihli 8. Kongresi’nde de fesih kararı almış, PKK’yı feshedip yerine KADEK ismiyle sözde “Demokratik Cumhuriyet Sistemi” adı altında olayı siyasi alana kaydırmıştı. Bu tutmayınca ismini KONGRA-GEL olarak değiştirmişti. Ancak 28 Mart 2005’te yeniden PKK adını kullanmaya ve terör faaliyetlerini artırmaya başladı. KADEK ismi altında kendisine siyasi kimlik edinmeye çalışan PKK’nın o kararları arasında Irak’ta PÇDK, İran’da PJAK ve Suriye’de PYD örgütsel uzantılarının kuruluşu ilan edildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklamasında örgütün kararı hakkında “Kuzey Irak’la birlikte, Suriye ve Avrupa başta olmak üzere, örgütün tüm uzantılarını da kapsayan bir karar olarak değerlendiriyoruz.” demişti. Ayrıca Devlet Bahçeli de “Feshedilen PKK’dan PYD/YPG’ye muhtemel geçiş ve intikallerin denetim ve kontrolünün eşzamanlı ve eşgüdüm halinde nasıl ve ne şekilde temin edileceği” konusunu dile getirerek Suriye’deki ABD ve İsrail güdümlü kirli yapılanmaya dikkat çekmişti. Dolayısıyla PKK adıyla sürdürülen çalışmaların, sadece feshi ve silah bırakması ile yetinme değil, PKK’nın tüm şube ve uzantılarını kapsayacak şekilde eksiksiz olarak tasfiye edilmesi gerekecektir. Eski yaşanmışlıklardan ders alarak bundan sonra devlet, manipülasyonlara geçit vermemelidir.

Üzerinde durulması gereken diğer önemli bir husus ise, PKK’nın yönettiği, yönlendirdiği bütün uyuşturucu satışı, sevkiyatı ve dağıtımı, silah, insan ve organ kaçakçılığı faaliyetlerini sona erdirmesi meselesidir. Ayrıca Türkiye söz konusu olunca “özgürlük-özgürlük” diye yırtınan terör örgütü ve uzantılarının, çeşitli ülkelerin istihbarat güçlerinin güdümünde hareket ettiği, emperyalist güçlerin taşeronu oldukları bilinen bir gerçek. Bu açıdan, dış bağlantılarının, kirli istihbarat faaliyetlerinin de sona erdirilmesi gerekmektedir. Kendilerine İsrail’den, ABD’den, İran’dan, Rusya’dan, Avrupa’dan bir fayda ve hayır gelemeyeceğini idrak etmelidirler. Yaşadıkları bu topraklara aidiyetlerini pekiştirmelidirler.

Bundan Sonraki Yol Haritası Nasıl Olacak?

PKK’nın fesih ve silah bırakma kararından sonra üçüncü aşamaya giren gelişmelere baktığımızda, devletin ve Öcalan’ın bu süreci uzun süredir görüştüğü, sürecin adım adım önceden planlandığı anlaşılıyor. Belli ki tarafların elinde önceden çalışılmış bir yol haritası var. Şimdi sırada silahların teslim alınması, yaşam alanı ve lojistik depoların imhası, sayıları 8-12 bin arasında olduğu söylenen teröristlerin ayrıştırılması, yönetici kadroların yurt dışına dağıtılması, örgüt mensuplarının rehabilitasyonu ve topluma yeninden kazandırılmaları gibi önemli hususları kapsayan zorlu süreçler var.

Bu derece kanlı, yabancı istihbarat örgütlerinin aparatına dönüşmüş, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığına bulaşmış bir yapının tasfiyesi o kadar kolay olmayacaktır. Öcalan’ı bir ilah gibi gören ve ezbere dayalı bir Marksist ideolojik dile esir olmuş, gerçeklikten kopuk, akletmeyen, modern zamanlarda arkaik bir tarih içinde yaşayan şizofren bir kitle ile karşı karşıyayız.

Herhangi bir yol kazasına uğramaması ya da provoke edilmemesi için her adımı kamuoyuna açıklanmayan ve şeffaf bir şekilde yürütülmeyen süreç ile ilgili kocaman sorular önümüzde durmaktadır. Sürecin sağlıklı bir şekilde ilerletilmesi için hangi mekanizmalar kurulacak? Bundan sonra hangi adımlar atılacak? Hangi siyasi, hukuki ve idari kararlar alınacak? Örgüt elindeki silahları nasıl ve nerede bırakacak? Silahsızlanma sonrası süreç nasıl bir metodolojiyle yürütülecek? Terk edilecek alanlar, boşaltılacak bölgeler nerelerdir? Suça karışanlar, karışmayanlar, kamplarda bulunan kadınlar, hastalar, yaşlılar, çocuklar ve üst düzey kadro için hangi hukuki düzenlemeler yapılacaktır? Lider kadronun gideceği ülkeler belirlenmiş midir? Tasfiye ve re-entegrasyon sürecinde nelere dikkat edilmelidir? Belirlenmiş bir takvim var mıdır? Bunlar gibi cevaplanması gereken birçok soru var.

Tarihî bir niteliğe sahip bu gelişmenin kırılganlığını azaltmak ve sürdürülebilir kılmak için feshedilen terör örgütünün tüm sabık yöneticileri, mensupları, siyasal ve toplumsal alandaki destekçilerinin gelecekteki pozisyonları önem arz etmektedir. Üst düzey kadronun Türkiye’den uzak istedikleri ülkeye gitmelerine izin verileceği, geri kalanının ise Irak ve Suriye’de Türkiye sınırına uzak bölgelerde kontrollü iskân edilecekleri, suça karışmayanların ise Türkiye’ye sorunsuz girişlerine izin verecek hukuki düzenlemeler yapılacağı söylenmektedir. Bu sayede Diyarbakır annelerinin de yüzü gülecektir.

Dördüncü evre, demokratikleşme ve hukuki düzenleme safhasıdır ve örgütün silahları bıraktığı doğrulandığında hayata geçecektir. Nitekim DEM Partili Pervin Buldan, şimdi demokratikleşme alanında adımlar atmak için sıranın Türkiye’de olduğunu söyledi.

  • Genel af değil ama cezaevlerindekini de kapsayan geniş bir infaz yasası hazırlanacağı,
  • Hukuki düzenlemelerle siyasete katılmalarının önü açılacağı,
  • Yeni Anayasa taslağında eğitim-öğretim hakkını düzenleyen 42. madde ile resmî dilin yanı sıra anadilde eğitim verilmesi, vatandaşlığı tanımlayan 66. maddede ise etnik kökene ve dinî mensubiyetine bakılmaksızın eşit haklara sahip herkesin Türk vatandaşı olduğu gibi değişikliler yapılması öngörülüyor.

Bu aşamada artık iş TBMM’ye ve siyasilere düşmektedir. Kendi aralarında uzlaşarak hangi düzenlemelerin yapılacağına onlar karar verecektir. Ümit edelim ki, bu düzenlemeler sadece terör örgütü meselesinin değil Kürt meselesi diye bir meselenin bir daha bu ülkede söz konusu olmaması için gerekli düzenlemeler olmalıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kayyum uygulamalarının istisna hâline gelebileceği” vurgusu bahsedilen bu düzenlemelerin bir işareti olarak görülebilir.

Beşinci aşama, toplumla kucaklaşma/bütünleşme için sosyolojik ve psikolojik rehabilitasyon devresi olacak. Bu aşamanın şehit ve gazi ailelerinin rencide edilmemesi için sorumluluğu yüksek bir hassasiyetle izlenmesi gerekiyor. Bu topraklarda, bu vatan için verdikleri mücadelenin hiçbir zaman unutulmayacağının, kanlarının yerde kalmadığının, her zaman minnetle, şükranla anılacaklarının bilinmesi hayati önem taşıyor.

Lozan ve 1924 Anayasası Eleştirileri

Olağanüstü 12. Kongre metni “ortak vatan” vurgusuna rağmen, Lozan Antlaşması ile 1924 Anayasası’na ilişkin eleştirilere Türk ulusçuları tarafından yoğun tepki gösterildi, tartışmalara yol açtı. Bunun Lozan’a meydan okumak, 1924 Anayasası’na savaş açmak, Sevr’i hortlatmak olduğu iddia edildi. Yürürlükten kalkmış bir anayasaya nasıl savaş açılabilir anlamak mümkün değil. Üstelik o Anayasa’nın 2. maddesinde öcü gibi korktukları “Devletin dini İslâm’dır!” yazıyordu. Dahası PKK, Lozan eleştirisini bir bölücü talep olarak da yapmıyor, aksine ortak vatan vurgusu yapıyordu. Artık silahları bırakıp mücadelesini sivil alanda yürütecek olan bir yapılanma yaşadığı ülke için bir şeyler diyemeyecek miydi? Silahla Türkiye’yi bölememiş bir örgüt silahı bıraktıktan sonra mı ülkeyi bölecekti. Ulusalcıların mantığıyla hareket ettiğinizde bizim gibi insanlar da dâhil bu ülkede hiç kimsenin gidişatla ilgili hiçbir şey söylememesi gerekirdi. Dogmatik düşüncelerinden bir türlü vazgeçmeyen paranoyak bir güruh var Türkiye’de. “Türkiyeli” kelimesini “Türk” kelimesi ile değiştirmiş olan 1924 Anayasası’ndan itibaren Türk üst kimliği dışındaki bütün alt kimlikleri yok etmeye çalışan bu taife eteklerindeki taşı dökmeden ülke huzura kavuşamayacak gibi görünüyor.

Türkiye’de bizler de dâhil birçok kişi Lozan’ı eleştiriyor. Çünkü gerçekten Lozan’ın eleştirilecek çok yanı var.  Birincisi, Lozan’da Rum, Yahudi, Ermeni gibi Hıristiyan azınlıklara kendi kültürlerini geliştirme hakkı verilirken, Kürtler Müslüman oldukları için azınlık sayılmayıp bu haklardan mahrum bırakıldı. Kürtlerin bütün doğal haklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin insafına bırakıldığı bir anlaşma olan Lozan’da Kürtler azınlık haklarından da Türklerin sahip olduğu çoğunluk haklarından da yararlanamayacak bir duruma getirildi. İkincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da birçok kere dile getirdiği  “Bizim bir Mîsâk-ı Millî meselemiz vardır.” cümlesi gelir Lozan’a dayanır. Lozan Türk egemenliğini sınırlamış, Türkiye’yi doğal sınırlarının gerisine çekmiştir. Türkiye şimdi haklı olarak egemenliğini doğal sınırlarına kadar genişletmek istiyor. Ancak bu Kürtler olmadan mümkün görülmüyordu. Devlet, bugüne kadar uyguladığı inkâr ve ret politikalarıyla sonuç alınamayacağını gördü. Devlet Bahçeli’nin başlattığı bugünkü süreç, sadece Türkiye’yi tehdit eden bir tehlikenin ortadan kaldırılması şeklinde görülmemelidir. Bunu bölgesel gelişmelerle doğrudan bağlantılı bir fırsat şeklinde değerlendirmek gerekiyor. Mîsâk-ı Millî hedefine ulaşmanın yolu Kürtlerle barıştan geçiyordu. Yoksa son zamanlarda Türkiye’de kımıldayamaz hâle getirilen bir örgütle devlet neden konuşsun? Türkiye, Kürt meselesini çözmeden gerek bölgesel planda gerekse de uluslararası arenada etkili olamayacağının farkına varmıştır. Turgut Özal’ın 12 Kasım 1993 tarihli Hürriyet gazetesindeki şu sözlerini hatırlayalım: “Bu mesele Türkiye’nin büyük devlet olma imtihanıdır. Bu meseleye çözüm bulamazsak büyük, hatta ortada devlet olma şansımızı kaybetme ihtimali mevcut olduğu gibi, zayıf ve perişan hale gelmemiz ihtimali de mevcuttur.” Eğer Türkiye, Kürt meselesini bu derece kangren hâle getirmeden çözmeyi başarmış ve Kürtleri yanına almış olsaydı, eskiden kendi mülki idaresindeki Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyini kontrol altına alacaktı. Ancak hâkim milliyetçi zihniyet Kürtleri kardeş bir müttefik görmek yerine onları Türkiye’nin üçte birini alıp götürecek bölücü bir unsur olarak gördü.

Suriye Boyutu ve SDG Ne Olacak?

Suriye’de yeni yönetimin karşı karşıya olduğu en önemli meydan okumalardan biri SDG meselesidir. Türkiye, Şam hükûmeti ile mutabakata vararak Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, SDG’nin elinde bulunan Deyrizor ve Rakka gibi bölgelerin Şam’a devredilmesi, federatif ya da özerk bir yapıya müsaade edilmemesi konusunda kararlı. Türkiye, SDG ve Şam hükûmeti arasında 10 Mart’ta imzalanan 8 maddelik üniter yapıyı ve entegrasyonu esas alan ve yabancı savaşçıların bölgeden çekilmesini içeren anlaşmanın bir an önce hayata geçmesini, YPG’nin Suriye ordusuna entegre olmasını istiyor.

Sayıları 50-100 civarında olduğu söylenen PKK’nın üst düzey kadrolarının Suriye’de YPG bölgesine gitmelerine izin verilmeyeceğini, dahası bu bölgedeki sayıları 3 bin civarındaki KCK/PKK unsurlarının silahsızlandırılması ve vatandaşı oldukları ülkelere gönderilmesiyle ilgili talebini Türkiye açıkça belirtmiştir. SDG’nin bu konuda söz verdiği söylenmesine rağmen bugüne kadar gözle görülebilir olumlu bir adımın atılmadığını görüyoruz.

YPG/PYD’ye bağlı silahlı güçler bu denklemde önemli bir unsur. Suriye ordusu içinde bir kolordu olarak pozisyonlarını korumak istiyorlar. Enerji bölgelerini ve gümrük kapılarını merkezi hükûmete devretmeleri gerekiyor. SDG ise kontrol ettikleri bölgelerde adem-i merkeziyetçi bir yönetim modelini hayata geçirmek istiyor. PYD’nin Dış İlişkiler Sorumlusu İlham Ahmed, bir televizyon kanalına verdiği mülakatta, Suriye’de esas taleplerinin federal bir sistem olduğunu ancak Türkiye karşı çıktığı için bunu adem-i merkeziyetçilik şeklinde ifade etmeyi uygun gördüklerini söylemişti. Suriye’nin coğrafi ve demografik yapısı bu gibi formüllere uygun gözükmüyor. SDG’nin kontrol ettiği bölgeler bir bütünlük arz etmiyor, kahir ekseriyeti Arap ve diğer etnik unsurlardan oluşuyor. Her etnik grup bu gibi taleplerde bulunursa Suriye’de istikrar sağlanamaz.

SDG’nin ev sahipliğinde Kamışlı’da yapılan konferansın amacı Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini sınırlandırma ve PKK’nın devre dışı kalmasıyla Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri yeni bir kart elde etme hesaplarına dayanıyor. ABD’nin askerlerini kısmen çekme ve yaptırım kararlarını kaldırması, Trump’ın Ahmed eş-Şara ile görüşmesi, son günlerde Türkiye ile Şam arasında yoğunlaşan görüşmelerin, gidip gelmelerin ana konusunu bu hususlar oluşturuyor gibi.

Yeni Acılar Yaşamamak için

Sürece tüm tarafların sahip çıkması ve uygulamaya devam etmesi çok önemlidir. Önümüzde sıkıntılı, sancılı ve gerçekten emek isteyen yeni bir dönem var.  Süreci sabote etmek için pusuda bekleyen bir sürü şer güç var. Bu sürecin zor ve meşakkatli bir süreç olduğunun bilinciyle sabırlı ve kararlı durulmalıdır. Elli yıllık bir mesele beş günde halledilemez. Sabırlı olmalı, ifrat ve tefritten kaçınmalıyız. Yaptım oldu, anlayışıyla sağlıklı bir sonuç alınamayacağı bilinmelidir. Arkasında sosyoloji oluşmuş bir örgüt var karşımızda. Hem devlet cenahı hem de DEM cenahı ciddi bir değerlendirme yapmak zorundadır. Mehmet Uçum gibi sorumlu ve yetkili makamda bulunmayan bürokratlar konuşmalarına dikkat etmeli, süreci zehirleyen açıklamalardan kaçınmalıdır.

Problemlerle yüzleşme zamanıdır. Provokasyonlara karşı dikkatli olunması gerekiyor. Bu aşamada ihtiyaç duyduğumuz şey serinkanlılıktır. Hem uluslararası düzeyde hem Türkiye’de hem de örgüt içinde süreci provoke edenler çıkacaktır. Silahsızlanma ve tasfiye sürecini yürütecek mekanizmanın dış manipülasyonlara izin vermeyecek bir stratejiyle hareket etmesi gerekmektedir. Ülkemiz için hayırlı sonuçlar üretecek bu süreçte Öcalan’ın muhataplığına itiraz eden toplumsal bir tepki, güçlü bir protesto duymadık.  Süreç tüm provokatif saldırılara rağmen toplumsal destek sayesinde devam etmektedir. Kürt coğrafyasında memnuniyetle karşılanmıştır. Aslında işin zor kısmı geçildi. Bu aşamadan sonra inşallah süreç teknik detaylara kurban edilmez.

Bu süreçte herkese görev düşüyor. Mesele, sadece MHP’nin, AK Parti’nin ya da DEM Parti’nin meselesi değil. Herkes elini taşın altına koymalıdır. Toplumsal mutabakat ne kadar büyük olursa süreç de o kadar iyi ilerler. Türk milletini üzecek, rahatsız edecek herhangi bir taviz, herhangi bir pazarlık yapılıyor görüntüsüne asla izin verilmemelidir. Allah’ın izniyle büyük bir yol kazası olmadan, Türkiye bu son dönemeci de sağlıklı biçimde atlatacaktır.

Teröristle Değil, Terörle Mücadele Olmalı…

Müesses nizamlar soyguna, vurguna, adam kayırmaya, rüşvete, torpile, yalana, talana, özgürlükleri kısıtlamaya yönelik hukuksuz uygulamalar ile toplumu her daim terörize ederler.   Çürümüş ve kokuşmuş düzenlerine itiraz edenlerin kafasını vurup ezmek için terör ortamı üretirler. Sonra da teröristle mücadele diye hedef şaşırtır, düzenlerini devam ettirirler. O nedenle, bu oyuna gelmeden terörist üreten haksız uygulamalara karşı mücadele edilmesi gerekir. Bu ise terörist yetiştirmeye zemin hazırlayan rejimler ve sistemler konusunu yeniden tartışmayı gerektiren bir husustur. Türkiye’de hukuk ve demokrasinin defalarca askıya alınmasının nedeni PKK terörü değil, yozlaşmış yolsuzluk düzeniydi. Bu düzen sürdürülmeye çalışıldığı sürece Türkiye’deki demokrasi sağlıklı işlemez. On yıllardır mevcut düzeni devam ettirenler dağda hak arayanları öldürmekten başka bir yolu denemediler. Şimdi bu milletin anaları soruyor: “40 yıldır ‘Bu bir terör sorunudur. 3-5 çapulcu devlete meydan okuyamaz, en kısa zamanda kökleri kazınacak!’ dediniz. Binlerce evladımız öldü. Eğer bu sorun öldürmekle bitirilecekse 40 yıldır neden 3-5 çapulcuyu bitiremediniz?” Bölgede Kürt halkına uygulanan tahakküm ve baskı stratejisi Türkiye’ye hiçbir fayda sağlamadığı gibi PKK gibi kanlı bir örgütü doğurdu. Jön Türkler ile Jön Kürtler karşılıklı birbirinden beslenerek ülke hayatını cehenneme çevirdiler.

Yeni ulus devlet tek bir kavim üzerinden kurgulanırken bu milletin çimentosu İslâmî değerlerden de şiddetle uzak durma devletin resmî kodları olarak belirlendi. Ulus tanımı da Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi ve kafatası ölçümü gibi tezlerin üzerine oturtuldu. Ulusçu resmî ideolojinin inkâr ve asimilasyon politikalarıyla kutsaldan tamamen kopuk seküler zeminde inşa edilen bir ulus tanımı dayatıldı. Millet tarafından tesis edilmeyen Cumhuriyet kurumları, tamamen vesayetçi ve pozitivist önyargılara sahip bir bürokrasi eliyle şekillendirildi. Temel hak ve hürriyetler daraltıldı, eşit vatandaşlık yerine ayrımcılık körüklendi. Güvenlikçi ve ulusçu uygulamalar sebebiyle çok kan aktı.

Avrupa 70 senede 27 devleti, 100 etnik grubu ve mezhebi bir araya getirdi. ABD 150 senede 72 çeşit milletten bir Amerikan milleti ortaya çıkardı. Neden biz 1071’de başlattığımız kader ortaklığına, 950 yıllık kadim kardeşlik hukukuna rağmen bu topraklarda barış ve huzur içinde yaşayamıyoruz? Bizler aynı geminin yolcularıyız. Ortak paydamız İslâm’dır. Çözüm ve bütünleşme, ayrı etnik köken, ayrı dil ve ayrı bölgeye rağmen ortak inancımız İslâmî kimlikle olmalıdır. İslâm’ın dışında hiçbir düşünce sistemi, Müslümanlar arasında birliği sağlayamaz. Kardeşliğin gereği olarak: “Kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen kâmil manada iman etmiş olamaz.” diyen Efendimiz’in sedasının gereği yerine getirilmelidir.

Bölgede etkili olan medreselerin müfredatı kardeşliği geliştirecek şekilde yeniden ele alınmalıdır. Kanaat önderleri adam yerine konup, bu konuda onlardan destek alınmalıdır. Bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç vardır. Bölge insanının taşıdığı endişeler ve 100 yıldır meşru hakların gaspı ile oluşan mağduriyetler giderilmeli, ana dilde eğitim konusunda gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Devlet attığı adımları, lütfediyor, rızık veriyor gibi bir üslup ile sunmaktan geri durmalı, “Daha ne yapalım, daha ne verelim, her şeyi yaptık yine rahat durmuyorlar!” gibi rencide edici dilden vazgeçmelidir. Artık bu güzel vatanımızın kaybetmeye değil, kazanmaya ve her zamankinden daha fazla refah ve huzura ihtiyacı vardır. Devlet endişesini gidermeli, Kürtler onuruyla bu ülkede yaşadığına inanmalıdır.

DOHA SALDIRISI BİR DÖNÜM NOKTASI KAOTİK BİR KIRILMA VE DİPLOMASİNİN ÇÖKÜŞÜ

  Metin Alpaslan   – Umran Dergisi/Ekim 2025-374. Sayı Terör ve işgal devleti İsrail’in 9 Eylül’de uluslararası hukuku ihlal ederek, Doha’da...