(Umran Dergisi)
Dünyanın önde gelen ekonomileri şu sıralarda daha önce hiç
karşılaşmadıkları sorunlarla baş etmeye çalışıyorlar. Zor bir dönemden geçen
ülkeler, çıkış yolları arıyorlar. Bazı ülkelerde benzin kuyrukları oluşmakta,
büyük marketlerin rafları boşalmakta, mal tedarikinde zorlanıldığı
görülmektedir. Ekonomileri kırılgan, sanayi ve teknolojileri daha az gelişmiş
ülkeler bu süreçte daha çok güçlükler yaşıyorlar. Kuraklık, petrol, gaz ve
elektrik gibi enerji fiyatlarındaki yükseliş, ekonominin açılmasıyla artan talep,
arz ve tedarik sorunları ülkelerde enflasyonu yükseltmeye devam ediyor.
Enflasyon, Euro Bölgesi’nde Kasım’da yüzde 4,9 ile 1991’den
bu yana en yüksek seviyeyi gördü. Almanya’da yıllık enflasyon, enerji fiyatları
ve salgının etkisiyle Kasım ayında yüzde 5,2’ye yükselerek son 29 yılın en
yüksek seviyesine ulaştı. ABD’de Kasım ayına ilişkin enflasyon verilerine göre
yıllık enflasyon yüzde 6,8 oldu. Bu rakam, ülkede 1982’den bu yana kayda geçen
en yüksek enflasyon oranı oldu.
Gelir dağılımında küresel eşitsizlik zirve yapmış
durumdadır. Paris merkezli Inequality Lab tarafından yayımlanan Dünya
Eşitsizlik Raporu’na göre[2], küresel milyarder sayısı 2021’de rekor kırdı.
Milyarderlerin toplam serveti bir yıl öncesine göre yüzde 75 arttı. Rapor;
“Covid-19 krizi, çok zenginler ile nüfusun geri kalanı arasındaki
eşitsizlikleri derinleştirdi.” diyor. Dünyada en tepedeki yüzde 1, 1990’dan bu
yana biriken tüm ek servetin yüzde 38’ini; en alttaki yüzde 50 ise bu birikimin
sadece yüzde 2’sini aldı. Ülkeler arasındaki uçurum da giderek açılmaktadır.
Dünyanın en zengin yüzde 10 ülkesi küresel toplam gelirin yüzde 52’sini
kazanıyorken, en yoksul yüzde 50 ise bu gelirin sadece yüzde 8’ini
kazanabiliyor. En zengin yüzde 10 yıllık ortalama 122 bin 100 dolar kazanırken,
en yoksul yüzde 50 ortalama 3 bin 920 dolar kazanıyor.
Rapor, özel sektör zenginleşirken hükûmetlerin
fakirleştiğini belirtiyor. Zengin ülkelerde kamu kurumlarının elindeki servetin
payının sıfıra yakın veya negatif olduğunun altını çiziyor. Başka bir ifadeyle
bu ülkelerde servetin tamamı özel aktörler tarafından kontrol ediliyor. Özel
servetteki artış da ülkeler içinde ve dünya düzeyinde eşit bir durumda değil.
Küresel milyonerler son birkaç yılda küresel servetin büyük payını orantısız
bir şekilde ele geçirdiler.
İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam,
dünyanın en zengin 2 bin 153 kişinin elinde bulunan servetin, 4,6 milyar
kişinin toplam servetinden fazla olduğunu belirtiyor. Dünya servetinin yüzde
60’ı 2 bin 153 kişinin elinde bulunuyor. Dünyadaki en zengin 42 kişinin mal
varlığı, dünya nüfusunun yarısına tekabül eden 3,7 milyar insana eşittir.
Türkiye’deki Durum
Son zamanlarda Türkiye ekonomisinin yaşamaya başladığı ciddi
bir buhran söz konusu. Son iki yıl içinde üç T.C. Merkez Bankası (TCMB)
Başkanı, iki Hazine ve Maliye Bakanı değişti. Türk lirasının sert bir şekilde
değer kaybetmesi herkesi tedirgin etti. Yaşananlar gündelik hayatı olumsuz
yönde etkiledi. Naci Ağbal’ın 20 Mart 2021 tarihinde TCMB Başkanlığı görevinden
alınmasından bu yana TL’nin değer kaybının ve piyasalardaki volatilitenin
önüne geçilemedi. TCMB, dünya teamüllerinde görülmemiş bir şekilde, 6 ay
içerisinde 3 defa enflasyon hedefini değiştirdi. Naci Ağbal, atacağı adımları
önceden net, tereddüde yer bırakmaksızın, anlaşılır bir şekilde dile getirerek
tansiyonu düşürmüş, bir güven oluşturmuştu. Mart ayından bu yana
Türkiye’den yabancı sermaye çıkışı hızlandı. Bütçe açığının rezervler
ile karşılanması sonucunda rezervler bitince oluşan döviz muhtaçlığı TL’den
kaçışı hızlandırdı. Naci Ağbal’ın görevden alınmasında Berat Albayrak zamanında
rezervlerde 128 milyar dolarlık kayba neden olan döviz satışlarıyla ilgili
inceleme başlatmasının rol oynadığı iddia edilmişti.
TCMB’nin Eylül, Ekim ve Kasım aylarında piyasaların
beklentisinin aksine üç ayda toplamda 400 baz puan faiz indirimine gitmesi
TL’deki değer kaybını hızlandırdı. Resmî enflasyon yüzde 20’nin üzerinde
olmasına rağmen, TCMB’nin faizleri yüzde 14 seviyesine çekmesi, TL üzerindeki
baskıyı artırdı. TL’nin yaklaşık iki ay aşırı değer kaybetmesi, analistlerin
Türkiye’nin bir kur krizi içinde olduğu yorumunu yapmasına neden oldu. TL’deki
bu hızlı değer kaybının ekonomiye olan etkileri ise; enflasyonun artması, alım
gücünün düşmesi, ülkenin fakirleşmesi, ekonominin yavaşlaması ve şirketlerin
borç krizini tetiklemesi şeklinde tezahür etti. TÜİK yüzde 20 enflasyon
açıklarken, bağımsız kuruluşlar yıllık enflasyonu yüzde 44 olarak ifade
ediyorlardı. Gıdada ise bu oran daha da yüksekti. Ücretiyle geçinen herkes
yılın son aylarında vergi dilimine girdiği için ücretler iyiden iyiye eriyor.
Türkiye’de resmî veriler ve hissedilen gerçek enflasyon arasındaki fark arttıkça,
halk giderek yoksullaşmakta ve gıdaya erişim ciddi bir mesele hâline
gelmektedir. Gerçek enflasyon yüzde 50’ler civarında ise ve resmî veriler
bunu yüzde 21 olarak lanse ediyorsa, aradaki fark kadar sizin gelirinizde
erime, diğer adıyla fakirleşme olacaktır. Bugün Türkiye’de hissedilen gerçek
gıda enflasyonunun resmî oranın çok üzerinde olduğu biliniyor.
Türkiye’de yaşanan kriz, iç sorunların yanında, aynı zamanda
küresel olarak yaşanan sistemik krizin de bir yansımasıdır. Küresel
salgınla birlikte artan lojistik ve enerji maliyetleri, iklim değişikliği
sebebiyle azalan verim, yaşanan şiddetli kuraklık tarımsal üretimi vurdu. İklim
değişikliği ekseninde her geçen gün tarım ve gıda ürünlerinde artan problemler
nedeniyle önümüzdeki günlerin daha iyi olacağına dair bir emare yok. Kuraklık
suya dayalı enerji üretimini azalttı. HES’ler doğru dürüst çalışamıyor.
Elektrik üretimi kömüre ve daha çok doğal gaza doğru yöneldi. Elektrik ve doğal
gaz fiyatları dünyada ve Türkiye’de hızla artıyor. En son Kasım ayında
doğalgaza sanayi için yüzde 48,40, elektrik üretim santralleri için yüzde 46,82
oranında zam yapıldı.
2008 Mortgage krizi sonrasında dünyada para bolluğu olduğu
için Türkiye’ye de dışarıdan sıcak para aktı. Dolar bolluğu üzerinden olumlu
bir konjonktür yakalandı ve iktidarın başarısında büyük bir rol oynadı.
Likidite bolluğunu açık büfe olarak değerlendirirsek, herkes bu büfeye
saldırdı. Likidite sarhoşluğu ile herkes obezleşti. O dönemde cari işlemler
açığı rekor seviyelere yükselen Türkiye, habire sipariş edip yiyor, hesap
ödemek aklına gelmiyordu. Türkiye 2003 yılından 2020 sonuna kadar 611,2 milyar
dolar cari açık verdi. Cari açık yurt dışına kaynak çıkışı olduğu için servet
kaybı ve yoksullaşma demekti. Bolluk bittikten sonra Türkiye’nin ne pişireceğine
dair bir fikri de yoktu. Çünkü bu fonlar, değer üreten yatırımlara harcanmak
yerine, birçok sektörde talebi geçici olarak canlandıran ölü müteahhitlik
yatırımlarına harcandı. Katma değerli üretime dayalı bir ekonomi geliştirmek
yerine inşaat sektörüne, kredileri ve borçları artıran bir modele dönüştü.
İnşaat ve gayrimenkul sektörünü büyüten bir ekonomi modeli benimsendi. Ucuz
kredi ve borçlanmaya dayanan ekonomik modelin sonucunda imar ve gayrimenkul
rantları üzerinden dış finansmana bağlı bir büyüme meydana geldi.
Bu yüzden Türkiye’de üretim hâlen ithalata dayalı
bulunmakta, bu da ekonomiyi kurdaki oynaklıklara karşı kırılgan duruma
dönüştürmektedir. Özellikle enerjide, gıdada, ara malı ve sermaye mallarında
ithalata bağımlı olmamız dolayısıyla dolardaki oynaklık büyük baskı meydana
getiriyor. Türkiye’yi işte bu yumuşak karnından vurmaya çalışıyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu süreç sonunda ülkenin kaynaklarının küresel sermayeye
aktarıldığını, ekonominin dışa bağımlı hâle geldiğini itiraf ediyordu.[3] Ne
yazık ki teşhiste gecikilmiş, bunun maliyeti ise burnuna kadar borç içinde bir
ekonomi, yüksek enflasyon ve yüksek döviz kuru olmuştu. Bizim paramız saçıp
savrularak pul edilirken elin parası bir yatırım aracı olmuştu.
Türkiye Planlı Bir Tarım Politikasına Geçmek Zorundadır
Türkiye’nin tarım politikalarındaki plansızlık, yanlış
ithalat politikaları, kuraklık ve düşen alım gücü, girdi maliyetleriyle baş
edemeyen çiftçiyi üretimden uzaklaştırmaktadır. Son bir yıl içinde altı kat
artan gübre fiyatlarını karşılayamayan çiftçinin gübresiz üretim yapması sonucu
tarladaki verim azalmakta, dolayısıyla çiftçinin geliri düşmektedir. Çiftçiler
sadece gübre fiyatlarından değil, yıldan yıla artan mazot, tohum, elektrik, su
ve tarım aleti fiyatlarından da şikâyet ediyorlar. Türkiye’nin tarım üretimi
azaldığından, gıda fiyatları artmaktadır. Döviz kuruna bağlı olarak artan
tarımsal girdi maliyetleri ve enerji fiyatları temel gıda fiyatlarını uçurmuş
vaziyettedir. Yaz aylarında bile meyve-sebze fiyatları düşmesi gerekirken
arttı. Çiftçi yüksek girdilerle elde ettiği ürünü neredeyse aynı fiyattan satıp
zarar ettiği için üretimden vazgeçmektedir. SGK verilerine göre, Türkiye’de
2009 yılında 1 milyon 16 bin 692 çiftçi varken, bu sayı 2021’in haziran ayı
itibarıyla 541 bin 346’ya düştü.
Kendi çiftçimize yeterli destek vermediğimiz için
dolayısıyla karşılığını alamadığı için çiftçi üretimden çekiliyor, buğday ekili
alanları azalıyor. Son 10 yıl içerisinde 9 milyon hektar buğday ekili alanın şu
an itibariyle 6,8 milyon hektara kadar gerilediği belirtiliyor. Normalde yıllık
20 milyon ton buğday üretimi olan Türkiye’de, bu yıl buğday rekoltesi, yüzde 13
azalarak yıllık 17,5 milyon ton seviyesinde gerçekleşti. Türkiye’nin buğdayda
kendi kendine yeterlilik seviyesi yüzde 80’lere doğru iniyor. Un ve ekmeğe
yapılan zamların temel nedenlerinden biri, Türkiye’nin bu yılki buğday
üretiminin ciddi seviyede azalmış olmasıdır. Bu nedenle ithalat yapmak zorunda
kalıyor. Döviz kuruna bağlı olarak buğday fiyatları artıyor.
Küçük çiftçiler artık pazara değil kendi ihtiyacı kadar
üretim yapıyor. Türkiye, giderek boşalan köyler ve tarımdan uzaklaşan çiftçiler
yüzünden birkaç yıl içerisinde ithalatla bile çözülemeyecek bir gıda kriziyle
karşı karşıya kalabilir! Ülkenin nüfus artışı, millî güvenlik, afet gibi
muhtemel gelişmeleri dikkate alınarak ürün bazında ihtiyaçlar tespit
edilmelidir. Gıda maddelerinin arzıyla talebi arasında ülke ihtiyacını
karşılayacak bir denge kurmak gerekiyor. Çiftçinin buna göre üretime
yönlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye de bazı ürünlerin fazlası varken, bazı
ürünlerin sıkıntısı yaşanmaktadır. Bir yıl soğan ve patates çok pahalı ve
piyasada bulunmazken, diğer yıl neredeyse alıcı bulamayacak kadar çok
üretilmektedir. Çiftçi üretim için fiyata bakmaktadır. İyi kazanacağını
anladığı takdirde kimsenin sözüne kulak vermeden ürün tercihini yapmaktadır.
Çiftçiler tarımsal faaliyetlerini finanse etmek için
borçlanmakta, belleri bükülmektedir. Geçen yıla göre, banka kredisi kullanma
oranı %35’den %49’a, Tarım Kredi Kooperatifi kredisi kullananların oranı
%17’den %25’e yükselmiştir. Borcu borçla kapatma ya da sezonu geçmiş
ekipmanlarını satarak borçlarını ödeme yoluna gitmektedirler. Kredi borcu
olmayan çiftçi yok gibi. BDDK verilerine göre, Temmuz 2021 itibariyle çiftçinin özel
ve kamu bankalarına 147 milyar TL borcu var.
Bir ürün piyasada bulunmadığında ve fiyatı arttığında hemen
ithalat ile tehdit ediliyor. Yapısal tedbir almak yerine hemen ithalata
başvurulması uzun vadede ters bir etkiye sebep olacaktır. Diğer taraftan, fiyatı
artan bir ürüne iç piyasada ihtiyaç varken dışarıya ihraç edilmektedir.
Nasıl Büyüdük?
TÜİK verine göre 2021 yılının ikinci çeyreğinde Türkiye
ekonomisi bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 21,7 büyüyerek rekor
kırdı. Ekonomi büyürken herkesin daha fazla gelir elde etmesi, alım gücünün
yükselmesi, bu büyümenin vatandaşa doğrudan yansıması gerekiyordu ama öyle
olmadığı pazara marketlere yansıyan zamlarda görülebiliyor. İkinci çeyrek
büyümede baz etkisi yüksek oldu. Geçen yılın aynı döneminde küresel salgın
nedeniyle her yer kapanınca Türkiye ekonomisi yüzde 10,4 küçülmüştü. Eğer 2020
ikinci çeyreğinde büyüme oranı eksi 10,4 olmayıp da sıfır olsaydı, bu sene
ikinci çeyrek büyüme yüzde 9,7 olacaktı. Başka bir ifadeyle istatistiğin
illüzyon gücüyle yüzde 21,7 büyüdük.
TÜİK Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2020 verilerine
baktığımızda[4]; Türkiye’nin yoksullaştığını ve zengin ile fakir arasındaki
farkın açıldığını, gelir dağılımın önemli ölçüde bozulduğunu görüyoruz. Yüksek
gelir grubunda olanların gelirden aldıkları payın gittikçe arttığı ama
ücretlilerinkinin ciddi şekilde düştüğü görülüyor. Şöyle ki;
1) Nüfusun en fakir kısmını oluşturan yüzde 20’lik
kesimin GSYH’den aldığı pay 2005 yılında yüzde 6,1 iken, 2020 yılında yüzde
5,9’a geriledi. Yani yoksulluk arttı.
2) Nüfusun en zengin yüzde 20’lik kesiminin GSYH’den aldığı
pay, 2005 yılında yüzde 44,4 iken, 2020 yılında yüzde 47,5’e yükseldi. Yani
zengin daha zengin oldu.
3) Nüfusun en zengin yüzde 20’lik kısmının geliri 2005
yılında en fakir yüzde 20’lik kısmının gelirinin 7,3 katı iken, 2019 yılında 8
katına çıktı. Yani zengin-fakir farkı açıldı.
4) En zengin yüzde 10, tüm gelirin yüzde 54,5’ini alırken,
en yoksul yüzde 50’nin payı sadece yüzde 12.
Bir ülkede ekonomide temel amaç; vatandaşın refah içinde
yaşamasını sağlamaktır. Vatandaşın refahı ise kişi başı gelirle ölçülür. Bizde
kişi başına millî gelir yıllardır artmak bir yana gerileme eğiliminde. Aslında
vatandaş kişi başına gelirle pek de ilgilenmez. Onun baktığı, cebine giren
paranın iyi bir hayat sürmesine yetip yetmediğidir. Ücretle çalışanların
neredeyse yarısının asgari ücretli olduğu bir ülkede refahtan söz edilebilir
mi? İşsizlik, enflasyon, faiz oranı ve milli gelir gibi ekonomik göstergelerin
esas alınarak hesaplandığı Dünya Sefalet Endeksi’nde Türkiye 156 ülke içinde
41,2 puan ile 21. sırada yer aldı. Avrupa ülkeleri içinde sefalet endeksinin en
yüksek olduğu ülke ise ne yazık ki Türkiye’dir.
Normalde bu kadar yüksek büyümenin istihdamda da patlama
oluşturması gerekirdi. Ama işsizlik rakamları ortadadır. Olsa olsa, ithalat
cenneti hâline getirdiğimiz ülkemize girdi ithal ettiğimiz ülkelerin
istihdamını artırmış olabiliriz. Çünkü Türkiye’nin toplam ithalatının yüzde
90’ı ara malı ve sermaye malından oluşmaktadır. Kriz de yaşasak, ihracatı da
patlatsak üretmediğimiz takdirde hep aynı seviyede ithalat yapmak zorundayız.
İthalata o kadar bağlıyız ki tüketimimiz, yatırımımız, faizimiz ve bütün
parasal dengelerimiz ithalata bağlı. Bu ise bir enflasyon problemi olarak
sürekli karşımıza çıkmaktadır.
Büyüme kaliteli-nitelikli bir büyüme olmalıdır. Mevcut
büyümenin vatandaşın borçlanarak yaptığı tüketim ile gerçekleştiğini biliyoruz.
Üretim ile beslenmeyen, katma değeri düşük bir büyüme gerçek ve istikrarlı bir
nitelik arz etmiyor. İhraç ettiğimiz ürünleri ithalat yapmadan üretemiyoruz.
Türkiye’nin en önemli ihraç kalemi olan otomobilde üretimin üçte ikisi ithal
girdiye dayalıdır. İhracatta sorunumuz, yüksek oranda (%70) ithal girdi
kullanıyor olmamızdadır. O nedenle büyümemiz gerçek ihracat odaklı bir büyüme
değildir. Döviz kuru rekabetçiliği üzerinden ihracat hedefi, özü itibarıyla
yoksullaştıran bir büyümedir. Değersiz TL ile iç talebi boğup ihracatı
artırmayı hedeflemek, eve aldığınız pastayı çocuklarınızın önünden çekip
misafirlere saklamaya benziyor!
Son alınan kararlarla ekonomide Mart 2021’den bu yana
yaşanan türbülansta yeni bir eşiğe gelindi. Son aylarda Türkiye
ihracatta bir başarı elde etti. Ağustos ayından bu yana yükselme trendinde olan
cari fazla veriyoruz. Bu iyi bir gelişme. Bunun önemli sebeplerinden bazıları
şunlar: Küresel salgın her yerde ihtiyaçları artırdı. Dünyada talep yükseldi.
Türkiye tedarik merkezi olarak öne çıkmaya başladı. Navlun ve kalite
avantajından dolayı Çin’in boşluğunu dolduruyoruz. Yokuşu zor da olsa
çıkıyoruz. Şimdi sırada o zorlanarak tırmandığımız tepedeki meyveyi yemek var.
Ama bunun için dövizin bollaşması, fiyatların gerilemesi gerekiyor. İhracata
dayalı gerçek bir büyümenin gerçekleştirilmesi için eğitime, teknolojiye ve
sanayiye yatırım yapılması gerekiyor.
Ayrıca, ekonominin sadece ihracata dayalı olması ekonomi
için her zaman sağlıklı bir görünüm ortaya çıkarmayabilir. Bir ekonomi ne kadar
ihracata ve dış tüketime odaklı olursa, küresel siyasi gelişmelerden o kadar
çok etkilenir. Dünya ekonomisindeki gelgitler karşısında bir o kadar kırılgan
olur. Çin’in küresel salgından en çok etkilenen ülkelerden biri olmasının en
büyük sebeplerinden biri budur. Sadece ihracatı büyütmeye odaklanmak güçlü bir
yerel ekonomi oluşturmanın altını oyabilir. Yapılması gereken, artan kur ve
enflasyon altında ezilen ülke insanını koruyacak, yoksulluğun önünü kesecek,
fiyat istikrarı olan, kapsayıcı, sürdürülebilir ve dengeli bir büyümeyi
gerçekleştirmektir. Yani hem pastayı büyütecek hem de adil dağılımını
sağlayacak politikalar geliştirilmelidir.
Faize Dayalı Sistem
Kredi temeline ve faize dayalı bir finansal sisteme sahip
olan Türkiye’de bir süredir faiz oranlarının seyri ve bunun enflasyon ile döviz
kuru üzerindeki etkilerine dair tartışmalar yapılıyor. Ekonomik davranışların
ana konusu olan insan unsuru dışlanarak, ekonominin kuralları matematiksel
formüllerle belirlenen mekanik bir yapı gibi benimsetiliyor. Bu yapının içinde
faizsiz bir ilişki biçiminin sanki imkânsız olduğu ezberletiliyor. Ekonominin
teknik kuralları çerçevesinde ne hayırseverliğe bir yer kaldı, ne merhamete, ne
fedakârlığa, ne kendisinin yerine başkasını düşünmeye (diğerkâmlığa) yer
bırakıldı. Erdemden, ahlaktan, kısacası aslında insandan yoksun bırakılmış,
temelinde haksız kazanç yatan vahşi kapitalizm eseri bir ekonomi anlayışı hâkim
toplumda.
Eğer faize karşıysak, helalden haramdan, “Nas”tan söz
ediyorsak, neden yabancı tefecilere 16 yılda 3 trilyon faiz ödedik? 2022
bütçesinde faiz giderlerine ayrılan para 240 milyar TL. Buna karşılık eğitime
ayrılan ödenek 189 milyar, sağlığa ayrılan ödenek ise 116 milyar TL. Faize
ayrılan para eğitimden veya sağlıktan daha yüksek. 2022’de bütçe açığının 278,4
milyar TL olarak öngörüldüğü açıklandı. Bu açık nereden karşılanacak. Tabii ki
yine yüksek faizlerle borçlanılarak karşılanacak. Kredi kartı faizleriyle
insanların kanı emiliyor. Borçlandırılmış milyonlarca üretici, esnaf, emekçi
bankaların ve tefecilerin faiz cenderesi altında inliyor. Ekonomi, faiz ve
tefecilik üzerinden döner hâle gelmiş.
Faiz yüzde 14’e indirildiği hâlde, neden devlet borcunu
ödeyemeyen vatandaştan yıllık %19,2 gecikme faizi alıyor? Neden yüzde 22
faizle devlet tahvili borçlanması yapıyor?! KYK borcu nedeniyle devlet neden
öğrencilerden, hâlâ iş bulamamış mezunlardan faiz alıyor?! Neden faizi külliyen
kaldırmak için hiçbir şey yapılmıyor?!...
Kazanç İslâm’da emeğe dayanır. Sermaye ancak emekle
birleşirse meşrudur. Paranın para olarak kazanç getirmesi yasaktır. Kapitalist
yapının derin etkisi, Müslüman iş adamlarının da iş hayatında kapitalizmin enstrümanlarını
kullanmasına sebep oluyor. “Rakiplerimiz büyürken, neden biz yerimizde
sayalım?” deyip mezheplerini genişletiyorlar! Hâlbuki İslâm faizi ve fahiş kârı
yasaklamıştır. İslâm’da gelir ya bir emek ya da bir risk karşılığında elde
edilmelidir. Bu sistemde ise kahir ekseriyet faize çalışıyor. Faiz artık
insanların damarlarında akan kan gibi olmuştur. Yaşadığımız her anda faiz
ödüyoruz.
Ahlaki Erozyonu Önleyecek Yeni Bir Sistem Gerek
Dolar yükselirken dolarla ilgi olsun olmasın ürünlerine zam
üstüne zam yapan firmalar dolar düşerken indirime yanaşmıyorlar. Demek ki
fiyatlar dolara değil bu ahlak/vicdan yoksunlarına endekslenmiş. Dolar
yükseldikçe iktidar zora giriyor diye sevinen, ülke sıkıntıya girerken coşkuyla
göbek atanlar hangi ülkenin ve kimin çocuklarıydı? Bankalardan yüklü TL kredisi
çekip Dolar alanlar kimlerdi? Numan Kurtulmuş, “Devletin verdiği Türk Lirası’nı
dövize yatırmak ahlaksızlıktır.” demiş. El hak doğru demiş. Peki, o zaman
soralım; vatandaştan köprü, otoyol ve şehir hastanelerinde Türk Lirası tahsil
edip, şirketlere dövizle garanti vermek neyin nesidir?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, kurdaki artışlar nedeniyle stok
yapanları uyararak, “Stokçulara bu ülkeyi mezar edeceğiz.” dedi. Reisin eline
diline sağlık, bu konuda arkasındayız. Ancak, uzmanlar, polisiye tedbirlerin
enflasyonun “nedenlerine değil sonuçlarına” odaklandığını ve piyasada karaborsa
ihtimali doğurduğunu söylüyor. Haksız fiyat artışını önlemek için, önce açgözlülerin
bu yola başvurmasına neden olan sebepleri ortadan kaldırmak gerekiyor. Bunu
daha tarlada dengelemek gerekirken biz, mal darlığı ya da fiyat artışları
ortaya çıktıktan sonra denetime başlıyoruz. İş işten geçmiş oluyor.
Küresel tefecilerin reçetesine uymayacak, faiz soygununa dur
diyecek, öz kaynaklarla gelişecek bir ekonomik yapı kurmak gerekiyor. Kamu
harcamalarında tasarruf edeceksiniz. Devlet malını har vurup savurmayacak,
israftan kaçınacaksınız. Sadece dışarıdan dolar çekmenin peşine düşmekle sorunları
çözemeyiz. Türkiye’nin dış kaynağa bağımlılığının çok daha önceden azaltılması
gerekiyordu. Alınan tedbirler eğer tek başına bir finansal operasyon olarak
kalırsa, yapısal reformlar ile desteklenmezse beklenen netice alınamaz.
Tarımda, odaklanılmış sektörlerde, eğitimde üretim bazlı yapısal dönüşümler
gerekmektedir.
Tüm sektörel dengelerin faiz esasına dayalı finansal
piyasalar lehine çalıştırıldığı bu kısır döngünün, bir gün tıkanma ve patlama
noktasına geleceği belliydi. Üretemeyen, paradan para kazanılan bu sistem
yerine, reel sektörle bağları güçlü, faiz sömürüsüne dayanmayan bir mali
sistemin inşa edilmesi gerekmektedir. Doğal kaynak zengini olmayan ülkemizde
sanayi sektörü geliştirilmelidir. 200 milyar dolarlık sanayi hacmi 400 milyar
dolarlara çıkarılmalıdır. Türkiye, teknoloji ile sanayiyi bir araya getirmek,
bürokrasi sorununu aşmak ve istihdamı artırmak zorundadır.
Türkiye’yi sosyal eşitsizlik alanında Latin Amerika ülkeleri
liginden çıkarmak için, gelir dağılımı adaleti konusunda tedbirler alınmalıdır.
Aksi hâlde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zenginler daha zengin,
yoksullar daha yoksul olmaya devam edecektir. Bu çağın mutluları vardır, ne
varki onlar milyarlarca insanın yoksulluğu ve mutsuzluğu üzerinden elde
ettikleri rant ile semirip beslenmektedirler. Aşırı servet, adil işlemeyen bir
ekonomik sistemin emaresidir. İnsanlığın, zengin ve fakir kesimler arasındaki
uçurumu kapatacak radikal politikalara, bir sistem değişikliğine ihtiyacı
vardır.
[1] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-59564178
[2] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-59564178
[3]
https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/133699/cumhurbaskani-erdogan-trt-ortak-yayinina-katildi
[4] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Income-and-Living-Conditions-Survey-2020-37404
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder